• GENÇLERE YENİ ROL: DURUM LİDERLİĞİ YA DA DURUM GİRİŞİMCİLİĞİ!

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bunlara bağlı sorunlar  giderek artıyor. Her gün bunun bir başka örneğine daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.

    Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.

    Ülkemizde ise ister devlet, ister özel sektör kuruluşları, hattâ isterse gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.

    Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma  dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim”  kurmamızdan bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.

    Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek  gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.

    Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.

    Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.

    Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.

    Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu oluşturuyoruz.

    Böylece oluşan algıları bir  hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi“ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.

    Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar.

    Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.

    Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” ya da daha kısacası “durum liderliği“kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.

    Duruma göre liderlik bir girişimcilik türüdür. Bir girişimcide bulunması gereken, yaratıcılık, risk almaya yatkınlık, başarısızlıklardan öğrenme, her şeye baştan başlayabilme gibi özellikler durum liderinde de bulunmak zorundadır.

    Toplumumuza yakıştırılan niteliklerden birisi de lider yetiştirememektir. Lideri, ekonomik kararlar vermekten iyi hitabete, savaşlarda inisyatif kullanmaktan geniş halk kitlelerini büyülemeye, zekâdan cinsel çekiciliğe kadar her ne varsa hepsiyle yüklü varsaymaya devam edildiği takdirde, bunların hepsini bir araya getirebilen bir kişiye rastlama olasılığı başımıza meteor düşme olasılığından daha fazla değildir.

    Modern durum liderleri, çeşitli alanlardaki liderlerle ağ yapıları oluşturmaya istekli ve o ağların gerektirdiği yönetişim becerisini sergilemeye yatkın kişiler olmalıdır.

    Gençlerimizin kendilerini geleceğe böyle hazırlamaları, beyaz atlı prens olmayı özlemekten vazgeçip durum liderleri ya da durum girişimcileri olma yolunda kendilerini hazırlamalarını öneririm.

    27 Ekim 2002

     

     

     

     

  • ORTAK AKIL GRUPLARINCA ÜRETİLEN DÜŞÜNCELERİN

     

    “ARDIŞIK ZENGİNLEŞTİRİLMESİ-ArZe”

    (v. 0.0 – 11.9.02)

     

    Özet

    Herhangi bir konuda fikir üretmek üzere bir araya gelip ortak aklı arayan çalışma gruplarında en sık rastlanan sorun, üretilen düşüncelerin değerlerinin artırılmasındadır. Gruptaki katılımcı sayısı az iken, ortaya atılan fikir sayısı ve o fikirlerin katma değerlerinin artmasına yol açabilecek önerilerin sayısı sınırlı iken, daha kalabalık gruplarda bu defa farklı bir sorun ortaya çıkmakta, katılımcıların büyük bir bölümü sessiz kalabilmektedir.

    Ardışık Zenginleştirme yöntemi bu soruna bir ölçüde çözüm getirmek üzere önerilmektedir. Metodun özü, çalışma grubunda ortaya atılan bir “ilk yanıt”ın değerinin, 6 adımlı bir sürecin her bir adımında ardışık olarak artırılmasıdır. Bu sürecin kritik parçasını oluşturan “zenginleştirme” ise, bir düşünce içindeki açık ve/ya saklı yargıların kanıtlarının ortaya konulması ve bunun  ardışık olarak tekrarlanarak ya “aşikâr” duruma gelinmesi ya da o yargıdan vazgeçilmesidir. Sonuçta varılmak istenen, tüm yargıların destekli (supported) hale gelmesidir.

    Yöntemi oluşturan 6 adım şunlardır:

    Adım 1-                 Soruya ortak akılla bir yanıt –ilk yanıt– bulunup bir metin halinde yazılır.

    Adım 2-                 Yanıt içindeki her açık veya saklı yargı için kanıt sorulur  (örn. “bundan nasıl emin olabiliyorsun?” veya “nereden biliyorsun?” veya “…alternatifi olmaz mı?” gibi).

    Adım 3-                 Bu kanıt isteklerine ayrı ayrı yanıtlar verilip, bunlara göre metinde uygun yerlerde düzeltme ve/ya ekleme-çıkarmalar yapılır.

    Adım 4-                 Verilen yanıtlar içinde, tekrar kanıt sorulmaya gerek olmayanlar ayrılır; kanıt istenenler için ise itiraz noktaları açıklanır.

    Adım 5-                 Kanıt istenilenler için bu döngü 5 defa tekrarlanmasına rağmen halâ kanıt gerektiren yanıtlardan vazgeçilir, tekrar sayısı henüz 5’e varmayan yanıtlar için ise Adım 3’e dönülür. Tüm yanıtlara verilen kanıtlar tatminkâr görülüyorsa yanıt-kanıt süreci durdurulur. Üzerinde ekleme-çıkarma ve/ya düzeltmeler yapılan yanıt metni ilk haline göre zenginleştirilmiş olacaktır.

    Adım 6-                 Katma değeri nisbeten düşük bilgiler, yargılar, tekrarlar vbg sözcük, cümle veya bölümler metinden çıkarılarak ve metni daha anlaşılabilir ve uygulanabilir kılabilecek eklemeler yapılarak daha da zenginleştirilir.

     

     

    ArZe YÖNTEMİ İÇİN ÖRNEK UYGULAMA

    Bu yöntem, rastgele ele alınan bir örnek soru ve o soruya verilen yanıt üzerinde aşağıdaki şekilde uygulanmaktadır.

    Örnek soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    Adım 1-              “İlk yanıt” içeren metin:  Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı bekliyor. Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları gidermektir.

    Adım 2-              İlk yanıt içindeki açık / saklı yargılar:

    a.       Kaynaklarımız kıtlaşmaktadır (açık yargı)

    b.       Nüfusumuz artmaktadır (açık yargı)

    c.       Nüfus artışı için üretim gerekir (saklı yargı)

    d.       Üretim sürdürülebilir olmalıdır (saklı yargı)

    e.       Üretimin temel girdisi, insan niteliğimizin düzeyidir (açık yargı)

    f.        Eğitim sistemimiz gereken nitelikleri kazandırabilecek düzeyde değildir (saklı yargı)

    g.       Eğitim sistemimizin sorunlarından birisi, sorunları doğru tanımlayamayışıdır (açık yargı).

    h.       Eğitim sistemimizin bir diğer sorunu ise doğru tanımlanmış sorunlara dahi doğru çözümler üretilemeyişidir (açık yargı).

    i.         Eğitim sistemimizin bir başka sorunu ise doğru tanımlanan sorunlar için geliştirilen doğru çözümlerin kimi nedenlerle uygulanamayışıdır (açık yargı).

    j.         Halen sorunları ve çözümleri bildiğimize inanıyoruz;  bu inancımız ise daha derinlikli bakışları engellemektedir (saklı yargı).

    Adım 3-              Bu yargılar için kanıtlar:

    a.       Maden rezervlerimizin, bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta, yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya çıkmıştır.

    Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       Nüfus istatistiklerine göre yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       Artan nüfusa paralel olarak üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       Mal ve hizmet üretimlerinin kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa kaynaklar tükenecektir.

    e.       Üretimin girdileri içinde para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte, insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu görülecektir.

    f.        Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       İnternette yapılan bir Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme, öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak algılanan sorun pek yoktur.

    h.       Bir kısım sorunlar ise doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.         Doğru tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru uygulanamamaktadır.

    j.         Bugüne kadar eğitim sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik- gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Adım 4-              Tekrar kanıt sorulmaya ihtiyaç olmayacak yanıtların ayrılması, diğerleri için itirazların açıklanması:

    Tekrar kanıt aranmasına gerek olmayan yanıtlar olarak b, c, d, e, g, h ve i değerlendirilmektedir.  (a), (f) ve (j) için ise şu itirazlar yapılmaktadır:

    (a) yanıtı açısından itiraz: Türkiye’nin iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal kaynaklarda- azalma olduğu doğru olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan insangücü kaynağımızda ise niceliksel bir azalma söz konusu değildir. Bunlar için ek kanıtlar gösterilmesi veya bu açıklamaları yer verilmesi ya da bu açıklamalara katılınmıyor ise bu yanıtlardan vazgeçilmesi önerilir.

    (f) yanıtı açısından itiraz: İhtiyaç olan mal ve hizmet üretimini yapabilecek nitelikte insangücüne sahip olmayışımızın başlıca nedeninin, eğitim sistemimizdeki yetersizlik olduğu yolunda ek kanıtlara ihtiyaç vardır.

    (j) yanıtı açısından itiraz: Buradaki iddia desteklenmemiştir. Bazı gözlemler bu iddiayı destekliyor olabilir, ancak bu, genelleme için yeterli sayılmamalıdır. Ya yeni kanıt verilmeli ya da iddiadan vazgeçilmelidir.

    Adım 5-              Geri dönüş veya sonlandırma:

    (a) ve (f) yanıtları için tekrar kanıtlar istendiği için Adım 3’e dönülecektir. Geri kalan yanıtlar ise tatminkâr bulunmuş olup yanıt-kanıt süreci sonlandırılacaktır.

    Adım 3-              (a), (f) ve (j) şıkları için  tekrar yanıtlar:

    a.       Şimdilerde gündeme gelmekte bulunan yenilenebilir enerji kaynaklarının varlığı doğrudur ve “kaynaklarımız kıtalmaktadır” genellemesinin hemen yanında yer verilmelidir.

    İnsangücü kaynaklarımızdaki niceliksel artış ise, ihtiyacın karşılanmasında ikinci derecede önem taşımaktadır. Birincil öncelik nicelikte değil niteliktedir. Dolayısıyla ilk yargı doğrudur.

    f.        OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına yeterli görülmektedir.

    j.         Bireysel gözlemlerin dışında bu iddiayı kanıtlayabilecek bir bilgi mevcut olmadığı için bu yanıttan vazgeçilmektedir.

    Adım 4-              (a) ve (f) için verilen ek yanıt tatminkâr bulunmuş, (j) içinse bulunmamış ve metinden çıkarılmıştır.

    Adım 5-              Yanıt-kanıt süreci durdurulmaktadır. Adım 1’de ortaya konulan metnin ilk hali ve zenginleştirilmiş halleri aşağıda karşılaştırmalı olarak verilmiştir.

    Adım 6-              Karşılaştırmalı olarak verilen metin adım adım rafine edilerek  aynı tabloda yanyana sütunlar biçiminde gösterilmiştir.

    ARDIŞIK OLARAK
    ZENGİNLEŞTİRİLEN METİN

    İlk yanıt

    1inci zenginleştirme

    2nci zenginleştirme

    3ncü zenginleştirme

    4ncü zenginleştirme

    Örnek
    soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    “İlk
    yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
    doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
    kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
    bekliyor.

    Bu,
    herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
    doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
    geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
    kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir.

     

     

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
    olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
    tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
    uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
    işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:

    a.      
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
    kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    j.        
    Bugüne kadar eğitim
    sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
    gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
    bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
    savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
    taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
    doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
    uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
    gidermektir.

    Çünkü:

    a.       
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır.

    Buna göre, doğal
    kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
    yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Diğer yandan, Türkiye’nin
    iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
    kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
    nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
    kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
    insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
    değildir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
    istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
    gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
    Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
    yeterli görülmektedir.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:

    En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
    insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
    niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
    verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
    gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.

    Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
    başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
    yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
    yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
    Database).

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Doğru
    tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
    vardır.

    Doğru
    tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
    parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
    hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
    nedenlerle uygulanamamaktadır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
    doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
    nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
    konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
    içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
    üretebilmemiz gerekiyor.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:
    insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
    gerisindedir.

    Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
    kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
    niteliklerle donatabilmeliyiz.

    İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
    kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
    ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
    Türkiye’dir.

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Sorun
    tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
    ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
    insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.

    Bunun
    için de, konulara
    sistem
    yaklaşımı
    içinde
    bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen
    ağlar
    (networks) yoluyla
    tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.

    Bu
    yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
    olmalıdır.

     

    ARDIŞIK OLARAK
    ZENGİNLEŞTİRİLEN METİN

    İlk yanıt

    1inci zenginleştirme

    2nci zenginleştirme

    3ncü zenginleştirme

    4ncü zenginleştirme

    Örnek
    soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    “İlk
    yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
    doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
    kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
    bekliyor.

    Bu,
    herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
    doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
    geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
    kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir.

     

     

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
    olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
    tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
    uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
    işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:

    a.      
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
    kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    j.        
    Bugüne kadar eğitim
    sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
    gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
    bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
    savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
    taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
    doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
    uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
    gidermektir.

    Çünkü:

    a.       
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır.

    Buna göre, doğal
    kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
    yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Diğer yandan, Türkiye’nin
    iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
    kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
    nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
    kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
    insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
    değildir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
    istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
    gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
    Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
    yeterli görülmektedir.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:

    En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
    insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
    niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
    verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
    gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.

    Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
    başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
    yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
    yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
    Database).

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Doğru
    tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
    vardır.

    Doğru
    tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
    parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
    hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
    nedenlerle uygulanamamaktadır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
    doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
    nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
    konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
    içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
    üretebilmemiz gerekiyor.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:
    insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
    gerisindedir.

    Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
    kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
    niteliklerle donatabilmeliyiz.

    İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
    kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
    ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
    Türkiye’dir.

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Sorun
    tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
    ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
    insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.

    Bunun
    için de, konulara
    sistem
    yaklaşımı
    içinde
    bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen
    ağlar
    (networks) yoluyla
    tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.

    Bu
    yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
    olmalıdır.

     

  •  

    Perşembe, 15 Ağustos 2002

    Değerli dostlarım,

    Bu kişisel mektubu, aşağıda açıklayacağım konu ile Türkiye’nin sorunlar yumağının sıkı ilişkisini doğru takdir edebilecek, sonra da gereklerini yapabilecek kişilere hitaben yazıyorum.

    Oldukça uzun bir süreden-1994’den- bu yana, Ezbersiz Eğitim adı altında haberdar olduğunuzu tahmin ettiğim proje üzerinde, BEYAZ NOKTA® VAKFI şapkasıyla çalışıyorum.

    Ezbersiz Eğitim başlangıçta yalnızca, eğitim hayatımıza -birkaç yüzyıldan beri- musallat olmuş olan ve “büyük olarak nitelediği kişi ve kurumların öğretilerini sorgulamadan benimsemek” hastalığı ile mücadeleyi, bu hastalığın dondurduğu  “merakı ve onun doğal uzantısı olan sorgulamayı” tekrar canlandırmayı amaçlamış bir proje idi.

    Kısa bir süre içinde hastalığın sadece bu “aklı dışlayıp kalben benimseme1″ ile sınırlı olmadığı, eğitim sürecinin her yanını -bir tümörün metastazları gibi- sardığı ortaya çıktı.

    Bu noktadan itibaren de Ezbersiz Eğitim projesi -adını yine koruyarak-, müfredat tasarımından sınav sistemine, kendi kendine öğrenmeden akreditasyon sistemine kadar öğeleri içeren bütünleşik bir hale kavuştu. Bunun, bugünkü eğitim sisteminin gerçekçi bir alternatifi olduğunu söyleyebilirim.

    Muhtemelen tahmin edebileceğiniz gibi, böyle bir sistemin karşısındaki direnç sistem dışından değil,  o sistemi tasarlayan, yöneten, uygulayan ve hattâ kısmen de olsa bizzat o sistemden zarar görenlerden (öğrenciler ve velileri) geliyor.

    Bu gözleme dayanarak bizler de Ezbersiz Eğitim projesinin ya hep ya hiç şeklinde savunulmasını terkedip, yerine, zamanına, hedef kitlesinin durumuna göre uygun olan parçalarının2 yerleşmesi yönünde çaba harcamaya başladık.

    İşte, bu mektubumda size sözünü edeceğim parça, bu modüllerden bir tanesidir ve Türkiye’mizin bugün geldiği noktada kritik bir önem taşımaktadır. Bu, öğretme yerine öğrenme ya da kamuoyuna sunulacak adı ile Kişisel Gelişim Platformumodülüdür.

    Gerek okul kurumu, gerekse onun dışındaki yaşam çevreleri, çocuk ve gençlerimizin doğuştan sahip oldukları bazı yeteneklerinin donmasına sebep oluyor. Donan bu yetenekler, yaşamın güçlükleriyle bizzat mücadele etmek, kalıtsal miras olarak sahip olduğu yetenekleri bu yolda harekete geçirebilmek kabiliyetleridir.

    Bu doğal yeteneklerin başında da “öğrenme” gelmektedir. Öyle bir “öğrenme” ki, yaşamının her saniyesindeki her durumdan -iyi ya da kötü- ders almak ve bu yolla ana programı olan yaşamını sürdürme (survival) programına sadık kalmak.

     

    (1)Kalben benimseme = yürektenlik (Türkçe) = by heart (İng.) = par coeur (Fr.), ezber (Fars.)

    (2)Ezbersiz Eğitim projesinin modülleri şunlardır: Ezbersizlik, öğretme yerine öğrenme, senaryo temellilik, gelişkin Türkçe, derin algılamaya dayalı yabancı dil, gözetimsiz sınav (onur sistemi), doğrulama (akriditasyon sistemi).

     

    Bu ana program,
    ihtiyaçlarının karşılanması senin değil çevrendekilerin
    sorumluluğudur; sen sadece isteyebilir ya da şikâyet edebilirsin;
    zaten istesen de bir şey yapamazsın
    ” mesajlarıyla
    donmaktadır.

    Aslında bu donma da, onun
    olağanüstü öğrenme yeteneğinin bir sonucudur. Çevresindeki, güven
    duyması gerektiği öğretilen kişi ve kurumların bu örtülü
    mesajlarını -ki açık mesajlar tam tersine olsa dahi- süratle
    almakta ve ana programını ona göre değiştirmektedir.

    Bazı küçük sorumluluklar
    taşıyabileceği ilk çocukluk yıllarından itibaren, ihtiyaçları
    çevresindekilerce karşılanmış -ya da karşılanması gerektiği telkin
    edilmiş- olan çocuk, hayata atılması gereken yıllara geldiğinde iş
    bulmayı da kendi dışındakilerin bir sorumluluğu olarak
    görmektedir.

    Çocuk ve gençlerimiz
    genelde:

    ·       
    çevrelerinin
    hangi uzaklıklara kadar uzandığını anlamaya çalışmak,

    ·       
    o çevrelerin
    iş iklimlerini incelemek,

    ·       
    o iklimlerin
    gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışların neler olduklarını
    incelemek,

    ·       
    onları
    kazanmaları gerektiğini idrak etmek,

    ·       
    arzuları ve
    gerçeklerin her zaman bağdaşmayabileceğini anlamak

    gibi yükümlülüklerini
    üstlenmek yerine sadece istemekte ve de şikâyet etmektedirler. Buna
    “öğrenilmiş çaresizlik” de denilebilir.



    İşte Kişisel Gelişim
    Platformu
    (kısaca KiGeP) olarak adlandırılan
    program, gençlerin çevrelerine bir sanal duvar gibi örülmüş bulunan
    bu çaresizliği yıkarak, yaradılışlarının onlara vermiş olduğu doğal
    yeteneklerin harekete geçmesine imkân yaratmayı
    amaçlamaktadır.

    Söz
    konusu platform, bir dizi parçadan oluşuyor. Şöyle ki:

    1.     
    Aşağıdaki
    modüllerden oluşan,
    2 tam günlük bir
    seminer
    :

    1.1.         
    Modül
    1

    Kişilerde farkındalık yaratmaya ve içlerindeki potansiyelleri
    harekete geçirmeye yardımcı olabilecek 10 adet sunum ve sunumlar
    üzerinde tartışmalar:

    1.1.1.            
    Sunum 1 –
    KiGeP genel tanıtımı

    1.1.2.            
    Sunum 2 –
    Platformun neler kazandırabileceğinin açıklaması

    1.1.3.            
    Sunum 3
    –  Kişinin, kontrolunu, kader rüzgârlarından kendi ellerine
    alabileceği

    1.1.4.            
    Sunum 4 –
    Olumluluğun başlı başına bir güç olduğu

    1.1.5.            
    Sunum 5 – Tüm
    yaşamın sadece öğrenmeden ibaret olduğu

    1.1.6.            
    Sunum 6 –
    Zihinsel zincirlerimizin düşünce ve eylemlerimizi nasıl
    sınırladığı

    1.1.7.            
    Sunum 7 –
    Doğru sorulacak soruların aslında aranılan yanıtlar
    olduğu

    1.1.8.            
    Sunum 8 –
    Çevremizin öğrenme imkânlarıyla dolu olduğu

    1.1.9.            
    Sunum 9 –
    Aslında her sonucu bizim tercih ettiğimiz

    1.1.10.        
    Sunum 10-
    Amaçlarımızı gerçekleştirmek üzere bir Bireysel Öğrenme Plânının
    nasıl hazırlanabileceği

    1.2.         
    Modül
    2

    Kişilerin, çevrelerindeki duvarların sınırlarını farketmelerine
    yardımcı olabilecek bazı
    testler:

    1.2.1.            
    Öğrenme stili
    testi (görsel, işitsel, dokunsal-kinestetik stillerin
    ağırlıkları)

    1.2.2.            
    Çoklu zekâ
    profili (MI) (matematik-lojik, görsel, sözel, kinestetik, içe
    dönük, ilişkiye dönük, müzik, doğa, felsefe zekâlarının
    ağırlıkları)

    1.2.3.            
    Girişimcilik
    özellikleri

    1.2.4.            
    ADD
    (Attention Deficit Disorder) (Dikkat Dağınıklığı) sorununun
    düzeyi

    1.2.5.            
    Zaman
    kullanımı konusundaki varsayımlarının doğruluğu

    1.3.         
    Modül
    3

    Modül 1 ve 2’yi kullanarak, kişilerin kendileri için
    belirleyecekleri:

            
    İş
    bulma,

            
    Bir mal ve/ya
    hizmet üretimi yapıp onu satmaya dayalı olarak kendi hesabına
    çalışma,

            
    Bir ek gelir
    yaratabilecek bir faaliyeti organize etme

    yolunda
    belirleyecekleri hedeflerini gerçekleştirmek üzere birer

    Bireysel
    Öğrenme Plânı
    hazırlamaları

    2.     
    Bilgi
    kaynaklarının adreslerini, internet erişimini sağlayan
    bilgisayarları, bazı referans dokümanlarını, mentor adreslerini,
    daha önce KiGeP’ten yararlanmış olanlarla ilişki kurabilmek için
    onların iletişim bilgilerini, görsel ve işitsel öğrenme
    malzemelerini izleyebilecek donanımı ve benzer malzemeyi içeren
    bir
    Öğrenme Kaynakları
    Merkezi
    .

    3.     
    Benzer
    öğrenme amaçları bulunan kişilerin oluşturdukları
    Öğrenme
    Çemberleri
    (Learning Circles)
    oluşturulması,

    4.     
    KiGeP
    katılımcılarına mentorluk yapmayı kabul eden kişilerden oluşan
    bir
    Mentor Grubu,

    5.     
    KiGeP
    katılımcılarının yararlanabileceği imkânlar için yapılmış

    anlaşmalar. Örneğin:

    5.1.         
    Düzenleyeceği
    eğitim faaliyetlerinden KiGeP katılımcılarının belirli bir
    kontenjanla yararlanmasına izin veren kurumlarla yapılan
    anlaşmalar,

    5.2.         
    Bilgi
    kaynaklarından (basılı, görsel, işitsel, elektronik, web)
    yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
    anlaşmalar,

    5.3.         
    Mesaisinin
    tamamından yararlanılmayan uzman personeli bulunan kurumlarla
    yapılan “uzman personel yararlandırma” anlaşmaları,

    5.4.         
    Fiziki
    imkânlarından (konferans salonu, toplantı salonu, sosyal tesisler,
    kütüphane vbg) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
    anlaşmalar,

    5.5.         
    İstihdam
    ihtiyaçlarından KiGeP katılımcılarını öncelikli olarak
    yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan
    anlaşmalar,

    5.6.         
    Özel belge
    havuzundan yararlandırmayı kabul eden kişilerle yapılan
    anlaşmalar.

    Şu ana kadar, bu platformun
    yukarıda sayılan parçaları hazırlandı ve 2 grup gençle de test
    edildi. Her ikisinden de oldukça iyi sonuçlar alındı.

    Ayrıca, bu platformları Türkiye’nin
    herhangi bir yerinde oluşturabilecek az sayıda da kolaylaştırıcı
    (moderatör) yetiştirildi.

    Şimdi sıra, bu platformların
    çoğaltılmasına geldi. Bunu 2 şekilde yapmayı
    düşünüyoruz:

    (1)  
    Yetiştirdiğimiz moderatörler
    aracılığıyla oluşturulacak yeni platformlar,

    (2)  
    Bu know-how’ı
    kullanmak isteyen gönüllü, akademik ve/ya ticari kuruluşlar ile
    birer
    İmtiyaz Anlaşması (franchising)
    yaparak.

    Gördüğünüz gibi Türkiye’deki
    eğitimli gençlerin işsizliği ile başa çıkabilecek bir proje sessiz
    sedasız hayata geçiyor. Üstelik, her yöremizde mevcut olduğunu
    bildiğimiz önder kişi veya kuruluşlara, projeyi kendi yörelerinde
    -ve de kendi özgün imkân ve ihtiyaçlarına uygun olarak- tekrarlama
    olanağını da sunarak..

    Bu projenin, yukarıdaki yolların
    ikisini de kullanarak yaygınlaştırılması için maddi desteğe
    ihtiyacımız var.

    Toplumumuz, sorunlarına çare
    olabileceğine inandığı projelere dişinden tırnağından kesip destek
    oluyor. Bütün mesele, bu sorunlara gerçekten çare olabilecek
    projeler üretebilmekte.

    Bu desteğin harekete
    geçirilebilmesi için reklâm kanallarını kontrol edebilecek maddi ya
    da bir tür öz-güce sahip değiliz. Bunu ancak sizler aracılığıyla
    yapabiliriz.

    Şimdi sizlerden isteğim, bu
    “gerçekçi” projeyi sahiplenmenizdir. Bu deyimle, bu konuda bir yazı
    yazmanın ya da programınızda bahsetmenin ötesini kastediyorum.
    Çünkü gördüğünüz gibi, projeyi bir vakfın projesi olarak değil,
    isteyen her kuruluşun -özüne sadık kalarak- alıp uygulayabileceği
    halde sunuyoruz. Dolayısıyla, kamuoyunun harekete geçmesinin
    güçlüğünü en iyi bilen kişiler olarak sizden projeyi sahiplenmenizi
    bunun için istiyorum.

    Göstereceğinize inandığım
    desteğiniz için şimdiden teşekkür ediyorum.

    M.Tınaz Titiz

  • SOSYALTÜMÖR VE EĞİTİM’DE BİR ÇIKIŞ YOLU (ÖNERİSİ)

    Eğitimin, tek odaklı biçimde -örgün resmi kurumlar eliyle- yapıldığı dönemlerden, çok odaklı bugünlere geldik. Artık eğitim, resmi (devlet), yarı-resmi (meslek kuruluşları), gönüllü (vakıf, dernek vb), ticari (medya, şirketler vb), özel (aile) kurumların; ulusal (national), uluslararası (international), çok uluslu (multi-national), uluslarüstü (supra-national) organizasyonlar şeklinde ve: yerel, ülkesel, bölgesel, global ölçekte ve de: üstünlük -ticari, askeri, kültürel vd- kurmak, ideoloji yaymak, dayanışma, sağlıklı ya da sapkın olası diğer niyetler dürtüsündeki sistemlerin paydaşlığı-işbirliği-çatışması altında yürüyen kaotik bir süreçtir.

    Hepsi değilse de başlıca boyutları yukarıda sayılan karmaşıklık içindeki olası kombinezonların çokluğuna, üstüne üstlük de bunların ileri teknolojik destekler -internet ve diğer bilişim teknolojileri gibi- altında işleyeceğine dikkat edilmelidir.

    Çocuk ve gençlerimizin nasıl bir “eğitim” bombardmanı altında bulunduğuna, ulusal eğitim sistemlerinin nasıl bir karmaşıklığı “yönetmek” -kesinlikle karşı durmak değil- durumunda olduğuna da ayrıca işaret edilmelidir.

    Devlet kurumları -anlaşılabilir nedenlerle- bu yeni tabloyu görmezden gelirken, onların dışında kalan kurumlar da yeni dönemin kendilerine yüklediği yeni sorumlulukların ya bilincinde değillerdir ya da gereğini yapabilmekten uzaktırlar.

    Devletin, mevcut eğitim sistemini korumak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Devlet dışındaki kurumlardan beklenen “yeni alternatifler üretmek” işlevinin nasıl olup da mevcut eğitim paradigmasının dışına çıkamadığı ise anlaşılabilir gibi değildir.

    Kamunun gönüllü kaynaklarını harekete geçirip, onun en duyarlı olduğu bu eğitim konusunu işleyip yeni alternatifler sunacağı izlenimi yaratan bir çok kurum, gide gide mevcut eğitim sisteminin motiflerini tekrarlayabilmektedirler.

    Ders kitabı yazdırma, boş zaman değerlendirme, ders saatleri dışında tekrar yoluyla ezberlemeye yardımcı olma, sorumluluk yüklemeden yardım etme (burs deniliyor), bilgisayara dokundurtma, Akmerkez’de hamburger yedirip sinemaya götürme gibi eylemler gönüllü kuruluşların “eğitim faaliyetleri” olarak adlandırılıyor.

    Yarı-resmi ve gönüllü kuruluşların, özerk görüntülerine rağmen geleneksel statükocu yaklaşımın uzantısı gibi hareket etmelerinin olası 3 nedeni olarak şunlar değerlendiriliyor:

    (1)     Devletin ayrıntı düzeyinde dahi kurallar koymuş olması nedeniyle daralan hareket alanı,

    (2)     Eğitim sınıfının -ki eğitim kurumlarının gerçek hakimleri onlardır- ezberle oluşmuş ve sorgulanmayan kalıpları,

    (3)     Ve en önemlisi, eğitim sisteminin zaman içinde ürettiği değer yargılarıyla koşullanan kamuoyunun, mevcut sistemi sorgulama yerine onun koruyucusu oluşu..

    Böylece, bir bölümü devlet, geri kalanı da devlet dışı kurumlarca yürütülen örgün ve yaygın eğitimin, mevcut fâsit daire (fesat çemberi) dışına çıkabilmesi neredeyse imkânsız hale gelmektedir.

    Sorun ne?

    Örgün ya da yaygın, elemanter ya da yüksek, akademik ya da beceri temelli olsun, her çeşit eğitimden yakınmak, bu konularda toplumun biricik ortak eğilimi olarak ortaya çıkıyor.

    Üzerinde bu denli toplumsal uzlaşı bulunan yakınma olgusu, ne yazık ki alternatifler üretilmesine yetmiyor. Çünkü, en az bu yakınmalar kadar üzerinde uzlaşı bulunan bir diğer nokta, çeşitli alternatif eğitim sistemlerini şekillendirebilecek bir “ortak anlayış tabanı“nın varlığıdır.

    Bu taban, toplumumuzun en az 300 yıldır içinde bulunduğu düşüşün de nedenleri sayılabilecek “temel varsayımları“dır. Zaman zaman bu düşüş eğilimine ters, kısa süreli çıkışlar olmuşsa da, gerilemenin ana parametreleri daima galip çıkmışlardır.

    Nedir bu varsayımlar?

    Şu birkaç varsayıma, birkaç yüzyıldır süren gerilemenin -ve ona bağlı sorunların- kök nedenleri olarak bakılabilir:

    Varsayım-1

    İnsanlar doğuştan yanlış‘a, kötü‘ye ve çirkin‘e* eğilimlidirler. Bu nedenle, belirlenecek doğru, iyi ve güzellere koşullandırılmalıdırlar. Okul kurumunun temel varlık nedeni, belirlenecek doğru, iyi ve güzeller konusunda kuşkusuzluk yaratacak koşullandırmayı sağlamaktır. İnsana güvensizlik esastır.

    (*)Doğru-yanlış bilimin, iyi-kötü ahlâkın, güzel-çirkin ise sanatın uğraş alanını oluşturmaktadır.

    Varsayım-2

    Doğrular, iyiler ve güzeller tektir ve mutlaktırlar. Bunlar sorglanmamalıdır. Aksi halde toplumda kargaşa doğar. Bu ise, bunlara kalpten gelen bir güven (by heart (İng.), par coeur (Fr.), ezber (Fars.)) sağlanmasıyla mümkündür. Bu, devletin asli görevidir.

    İster devlet, ister başkalarınca yapılsın, örgün ya da yaygın tüm eğitim faaliyetlerinde “doğruların tekliği” hakkında kuşkusuzluk yaratılması esastır.

    Varsayım-3

    İnsanlar kendi hallerine bırakılırlarsa kendi ihtiyaç duyduklarını kolayca öğrenirler. Ama bunlar, disiplinli bir toplum yaşamı açısından gerekli görülenler olmayabilir; bu yüzden de öğrenme sakıncalı, öğretme esastır.

    Bu nedenle, istekli olmasalar da, belirlenecek doğru, iyi ve güzeller, onlara öğretilmelidir. İstekli olmayanlarda istek yaratmak, buna rağmen direnenlere gerekirse zorlayarak -not vererek, sınıfta bırakarak, gerekirse okuldan atarak, hattâ toplumu koşullandırıp kurallar koydurarak okul kurumu dışında kalanları diplomasız bırakarak-  öğretmek eğitim sınıfının temel varlık nedenidir.

    Eğitim sınıfı, toplumun değer yargılarını bu amaca göre oluşturur, alternatiflerin üretilmesi riskine karşı, kendi dışında fikir üretilmesini caydıracak önlemleri alır.

    O halde sorun, eğitim sisteminin ana işlevi‘nin niçin yapılamadığının sorgulanmayıp, mevcut sistemin lojistik sorunlarına -derslik yetersizliği, ücret yetersizliği, okullaşma oranı vbg- indirgenmiş olmasıdır.

    Eğitimin ana işlevi nedir?

    Yaşamın değişken yüzlerinin kişinin önüne getirdiği sorun ve imkânları yönetebilmesi için sahip olması gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışları zevkle ve kolayca  öğrenebilmesine uygun kolaylaştırıcı ortamın sağlanması esas ihtiyaçtır.

    Bireyler ise kendi özgün öğrenme ihtiyaçlarını karşılamak için bu kolaylaştırıcı ortamdan yararlanarak, yine kendi özgün öğrenme profilleri uyarınca bazı öğrenme modüllerini – aynen biyolojik yapılarındakine benzer biçimde – sentezleyeceklerdir.

    Bu sentezlemede zorlama, koşullandırma, kuşkusuzlaştırma, tekdüzelik sağlama ve benzeri öğeler yoktur. Her bir öğrenme girişimi, içinde bulunulan duruma ve kişiye özgü birer üründür.

    Eğitim, kişinin, yaradılışından gelen bu ihtiyacını teslim eden, onunla çatışmayan bir boyun eğme ve kişinin büyük sisteme uyum sağlamasına yardımcı olma süreci olarak anlaşılmalıdır. Eğitim sınıfının işlevi, bu süreçte kişiye “yardımcı” -ancak ve yalnız yardımcı- olmaktır.

    Neler oluyor?

    Şimdi, eğitim konusundaki yaygın sıradanlıkla uğraşmayalım. Tanrı’nın bir parçası olabilmesini benzersiz öğrenebilme yeteneğine borçlu canlılardan biri olan insanoğluna “nasıl öğretiriz?” megalomanisiyle ya da hayalet (phantom) sorunları kök (root) sorun sanma bilgisizliğiyle de didişmeyi bir kenara bırakıp, bu olup bitenleri bir bütün olarak anlamak için bakalım.

    En başta değinilen çok odaklı yapı tarafından “eğitilen” insan dokumuz, insanlık ailesine net katkı yapabilecek bilgi, beceri, tutum ve davranışlardan uzak, sürekli yakınan, sürekli olarak hakkının yendiğinden şikayet eden, herkesin kendisine borçlu olduğuna inanan, farklılıklardan sentezler yapmak yerine birliklerin fıkaralığı içinde yaşamayı tercih eden, sert, keskin düşünceli belirleyici özelliklere sahiptir.

    Günümüz dünyasının çeşitli boyutları açısından var olan eğriliklerin yanısıra bir taraftan da insanlık ailesinin bilim, ahlâk ve sanat alanındaki birikimleri de artmakta ve bu birikim, yeni dünya düzenlerine geçiş için gereken enerjiyi biriktirmektedir.

    İşte, var olmak ya da olmamak noktası buradadır. Yeni düzenler içinde aktif rol alabilmek ya da silinip yok olmak. Bugünkü insan niteliklerimiz maalesef birinci rol için uygun değildir.

    Mevcut “çok odaklı eğitim sistemi” karşısında, onu anlamaya ve onu ihtiyaçlarımız doğrultusunda yönetmeye çalışmak yerine, bu çok odaklılığa gözünü kapatıp tüm dünyaya kendi mutlak doğrularını benimsetmeye çalışan eğitim anlayışımızın lojistik sorunlarını “eğitim sorunları” saymaktan vazgeçmek kararı ile karşı karşıyayız. Bu kararı verirsek varlığımızı sürdürebileceğiz, veremez isek -bir yolla- tasfiye olacağız. Bizden evvel tasfiye olmuş nice toplumlar gibi. Seçim bizim!

    Sosyal tümör ve eğitimdeki “metastasis”!

    Sorun ne eğitimle ve ne de bugünle sınırlıdır. Toplumumuzun yaşam kesitlerinin hangisi ele alınsa eğitimdekine benzer ortak anlayış tabanlarının izleri hemen görülecektir. Nitekim, yukarıda sayılan 3 varsayımın her biri eğitim dışındaki yaşam kesitlerinde de türev sorunlar üretmektedir.

    Belirli sıcaklığa erişen alevin kendini idame ettirebilme özelliği gibi, artık, bu varsayımların korunması için özel çaba harcanmasına ihtiyaç kalmamıştır. Varsayımlar topluma mal olmuş, tüm toplum tarafından korunur hale gelmiştir. Türkiye toplumunun esas trajedisi budur.

    Sorun “bugün” -ya da kısa, orta geçmiş- ile de sınırlı değildir. Çoğu zaman  eğitimde referans olarak aldığımız cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk ve çok yakınındaki birkaç ideal arkadaşı dışındaki kadronun varsayımlar tabanının ayakları -Atatürk’ün bizzat direnmesine rağmen- yukarıdaki üçlüden daha farklı değildir.

    Atatürk’ün, dilimizin geliştirilmesi yolundaki en kritik müdahalelerinden birisi olan “Türkçe üzerinde etimolojik araştırma” direktifine bu varsayımlar nedeniyle direnilmiş ve Atatürk’e rağmen galebe çalınmıştır.

    Yüzyıllar boyunca padişahın kulları olarak yaşarken birdenbire “cumhur” olduğu ilân edilen insanımız, aradan geçen süre içinde gerçek değer yargılarını değiştirememiş, ama “cumhur” olduğu yolunda sözel -ve tabii ki sanal- bir çağdaş kimlik geliştirmiştir. Sanal olarak çağdaşlığın tüm işaretlerini taşıyan bir görüntü, ama içinde bir teba.

    Bu çelişik yapı, ne açık bir toplumun kendini denetleme araçlarına, ne de sistemden kendini sorumlu sayan bir burjuvaziye sahiptir; dolayısıyla da tümör oluşumlarını durdurabilecek bir mekanizması (sosyal bağışıklık sistemi) yoktur.

    Varlıkların yaşamlarını sürdürmelerine en büyük katkıyı yapan doğal seçim, zayıf bünyeleri, güçlüleri beslemek için kullanırken, bunun bir benzeri sosyal bünyeler içinde de gerçekleşmektedir.

    Her türlü sorunu “Türklere yapılan birer komplo” olarak değil de, zayıf bünyelerin elenmesi yoluyla güçlülerin -dolayısıyla yaşam sürdürmenin- korunması olarak aldığımızda, üçyüz yıldır giderek ağırlaşan sorunlarımızın kaderimizin kötü bir cilvesi olmadığını, hattâ adil bir hakemin kararları olduğunu görebiliriz.

    Bu adalet, güçlülerin “kötülükleri” olmayıp, zayıfların “doğal kaderleri”dir. Bu doğal kader süreci içinde karşımıza çıkan sorunlar -biz birer komplo olarak nitelesek de- aslında birer uyarıcıdır. Sosyal bağışıklık sistemimizi güçlendirmemizi öğütleyen birer uyarıcı.

    Uzun yıllardır bu uyarıcılara kulak asmayıp bugünlere geldik. Şimdi, sosyal bünyenin hemen her yerindeki metastasis’lerden ağrılar sancılar geliyor ve daha da vahimi tümör yayılıyor. Bu hastalığın temelindeki değer yargısı bozuklukları artık giderek sistemin normu haline geliyor. Bir süre sonra, sağlıklı değer yargıları hastalıklı sayılacak ve tümörden oluşan yeni sistem tarafından elimine edilmeye başlanacak. Tümörün varlığını sürdürebilmesi için doğal düşmanlarını yok etmesi gerekiyor.

    İşte eğitimde olan da, böylesine olan bir metastasis’tir.

    Bu tümöral yapıyla başa çıkılabilir mi?

    Bu yapıyla başa çıkabilmenin yolu, üzerinde, toplumumuzun tüm kurumlarının yapılandığı değer yargıları tabanını gözden geçirmek ve çevresinde tümöral oluşumların meydana geldiği değer yargılarımızı ayırdetmekten geçmektedir.

    Farkedilecek bu değer yargılarının değiştirilmesi gereğinin toplumla paylaşılması ve bir ortak irade yaratarak bunların değiştirilmesi işin daha farklı bir yönüdür.

    Güç olan, masum görünüşlü değer yargılarının öldürücü birer tümöre dönüştüğü ve bunların da çeşitli yaşam kesitlerindeki kurumlarda nasıl metastasis’ler yarattığı anlayışı çevresinde bir uzlaşı yaratılabilmesidir.

    İşi daha da güçleştiren bir olgu, sosyal tümörlerin dönerek kendini tehdit edebilecek sağlam değer yargılarını dejenere etmesi ve sonunda, neden ve sonucun döngüsel biçimde birbirini üretmesidir.

    Ama işin ucunun, değer yargıları üzerinde oluşan sosyal tümör ve metastasis’ler olduğu kabullenildiği takdirde mutlaka bir çıkış yolu bulunabilecektir.

    Bir tek bozuk değer yargısı nelere yol açıyor!

    Ekte geleneksel değer yargılarımız ve yol açtıkları çeşitli sorunlar ile, öykündüğümüz insanlık ailesinin benimsediği değer yargıları ve yol açabilecekleri olumlu sonuçlara ilişkin birkaç örnek verilmektedir.

    Soru, bunların hangisinin en doğurgan olduğu, dolayısıyla da değiştirilmesinin en çok zincirleme yararı tetikleyebileceğidir. Sosyal analiz yöntemleri kullanarak bu soruya yaklaşımlar yapılabilir. Deneyimlerimiz, bunlar içinde bir tanesinin ardışık sonuç doğurma açısından en üretken olduğudur. “Başkası yapmasın ben de yapmam” tümör üretici değer yargısı ile bunun yerini alabilecek bir değer yargısı olan “başkaları yapabilir ama ben yapmıyorum” yargısının en yüksek üretkenliğe sahip olduğu gözlenmiştir.

    Seçkin, kıyafetiyle değil değer yargıları ile belli olur!

    Toplumun sıradan çoğunluğunun değer yargılarını doğrudan, yani yasalar yoluyla değiştirmek hemen hemen imkânsızdır. Dadaloğlu bu durumu şöyle özetliyor:

    Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir.

    Toplumumuzu insanlık ailesinin net tüketicisi konumundan net katkı sağlayıcısı durumuna geçirebilecek kesim sıradan çoğunluk değil seçkin azınlık ya da diğer bir adlandırmayla yeni Türkiye burjuvazisidir. Bu ise gelir düzeyi, tavırları, eğitim düzeyi, ünvanları ve benzeri özellikleriyle değil, benimseyip arkasında durduğu, bizzat rol modeli olduğu ve aktif savunuculuğunu yapacağı değer yargıları yoluyla tescil edilebilecek bir yeni kesimdir.

    Eğitim alanında seçkin azınlıktan beklenen nedir?

    Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da seçkin değer yargılarına sahip insanlarımız vardır. Bunların, sistemden sürekli yakınan, söylediği ile yaptığı birbirinden farklı olan kişiler ile karıştırılmaması gerekir.

    Örneğin, eğitim sistemimizin, öğrencileri en çok tahrip eden yanı olan “ezber” (kuşkusuzluk, yürektenlik, sorgulamama) konusunda hiçbir düzeydeki hemen hemen hiçbir öğretmen yandaş görünmemekte, ağzı ile ezberi reddetmekte ama fiilen de uygulamaktadır. Daha üstüne gidildiğinde, “eğitimin başka türlü yapılamayacağı” konusunda ise ortaya net bir tavır koymaktadırlar.

    Bir diğer örnek, sınavlarda uygulanan ve öğrencinin potansiyel hırsız olduğu varsayımına dayanan gözetim metodudur. Bu metot, herhangi bir düzeyde eğitim gören insanlarımızı, “insanlar güvenilmezdir; siz güvenilmez kişilersiniz; sizi kimse gözetlemez ise çalarsınız; başkaları da çalabilir; herkes potansiyel hırsızdır; o halde yarın okulu bitirdiğinizde her ne iş yapacaksanız onu güvensizlik üzerine inşa etmelisiniz” değer yargısı ile beynini yıkar.

    Bu yöntem yerine önerilen “onur sistemine göre sınav“, öğretmenlerin -her düzeydeki- büyük çoğunluğu, YÖK üyeleri, üniversite rektörleri, kolej idarecileri ve hatta çocukları potansiyel hırsız olarak görülen anne ve babalar tarafından “uygulanamaz” olarak nitelenmiştir. İleri sürülen neden tek ve aynıdır: “bizim çocuklarımız gelişkin ülkelerdeki çocuklardan farklıdır, oralarda uygulanabilir ama bu çocuklara uygulanamaz; bunlar kopya çekerler -yani çalarlar-. Ayrıca zaten oralarda da kopya çekiliyor”.

    Bu örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Şimdi, seçkin azınlıktan beklenen, çevresindeki olumsuzluklardan sürekli yakınarak ve şiddetle eleştirerek, yapması gerekenlerden kaçma yolunu seçmeden, birkaç örneği verilen tahripkâr değer yargıları yerine yenilerini koyabilmesi, bunları savunabilmesi, bunların mücadelesini verebilmesidir.

    Bu mücadelelerini zayıflatabilecek unsurların başında, yukarıda değinilen “yakınıcı-eleştirici-direnici” çoğunluk gelmektedir.

    Mücadelelerine destek olabilecek unsurların başında ise, aralarında kurabilecekleri dayanışma sistemi gelmektedir. Yok olmaktan kurtulan toplumlarda bu daima küçük bir seçkin azınlığın, aralarında dayanışması yoluyla gerçekleşebilmiştir.

    Başkası yapmasın ben de yapmam“, eğitim alanında çeşitli kılıklara girebilir: “başkası onur sistemine göre sınav yaptırsın ben de yaptırırım“, “başkaları ezber yaptırmasın ben de yaptırmam“, bunlardan sadece ikisidir ve sözü geçen dayanışma için iyi birer başlangıçtır.

    Bu dayanışmayı caydırabilecek çeşitli güçlüklerle başetmeyi göze alamayanlarla vakit kaybedilmemelidir. Onlar, geçerli hale gelen her türlü normun yanında yer alacaklardır. Yarınlarda ezber, gözetimli sınav, öğretmen merkezlilik gibi eski normlar terkedilip, göreli doğruluk, onur sistemi sınav, nesnel ölçme yerine öznel değerlendirme, senaryo temelli eğitim, öğretme yerine öğrenme gibi yeni normların en öndeki savunucuları yine onlar olacaklardır.

    Bu dayanışma nasıl sağlanacaktır?

    Eğitim sınıfının yanısıra, yazarı, düşünürü, medya mensubu, iş dünyası mensubu kişilerin de içinde yer aldığı seçkin eğitim azınlığın, diğer sektörlerdeki seçkin azınlıklarla ortak kesitleri vardır. Bu, aynı kişilerin birden fazla seçkin azınlık ağı içinde bulunabileceği anlamına gelmektedir. Ama önce, bu ağlar tek tek oluşacak, daha sonra aralarında üst-ağlar oluşabilecektir.

    Burada kritik nokta, dayanışma ağı içinde yer alabilmenin, yoruma ve koşullara bağlı olmayan nesnel bir ölçüte bağlanabilmesidir.

    Bu ölçüt kanımızca “söylemek yerine yapmak ve tek başına yapmak yerine yaygınlaştırmak için somut çaba harcamak” şeklinde olabilir.

    Gönüllü kuruluşlar bu çözümün neresinde yer almalıdırlar; neresinde yer alıyorlar?

    İşte bu noktada, gönüllü kuruluşların yaşamsal önemdeki rolü ortaya çıkmaktadır. Gönüllü kuruluşlar öncelikle şunu anlamalıdırlar: mevcut sistemin lojistik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabaları eğitim sisteminin düzelmesine yol açamaz, olsa olsa sorunların daha da derinleşmesi -yeni metastasisler- için uygun ortam yaratılmasına katkıda bulunurlar.

    Gönüllü kuruluşlar, toplumun gönüllü katkılarını, seçkin değer yargılarının yaygınlaşması yolunda kullanmalıdırlar.

    Bu, yeni değer yargılarını somut olarak benimsemiş seçkin eğitim azınlığının, sıradan çoğunluğa karşı korunmasına katkıda bulunarak, seçkin değerlerin kamuoyunda yaygınlaşmasına katkıda bulunarak, seçkin azınlığın etkinliğini artırabilecek lojistik destekler sağlayarak, bu gerçeğin farkına varamamış iyi niyetli gönüllü girişimleri aydınlatmaya çalışarak, ama mutlaka yeni değer yargıları tabanının inşaı için çaba harcayarak yapılabilir.

    Sonuç

    Sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlar değiştirilmeden çözülemezler” sözü A.Einstein tarafından sanki bizim için söylenmiştir. Burada “anlayış” deyimi ile kastedilen “değer yargıları”dır.

    Yeni Türkiye’nin inşaı, değer yargılarını gözden geçirip, içindeki tümör çekirdeklerinin farkına varılması, vardırılması, ayıklanması yoluyla başlayabilecektir.

    Türkiye’yi yönetmeye talip olanların dikkati bu noktaya çekilebilmelidir.

    Eğitim alanınındaki lojistik sorunlar, bunun için kurulmuş bürokratik örgütlerce çözümlenmeye çalışılmalı, sorunun burada bulunmadığını görebilen seçkin eğitim azınlığı dikkatini tümöral yapıya ve onun temeli olan anlayışlara çevirebilmelidir.

    Eğitime katkıda bulunmak için kamunun gönüllü kaynaklarını harekete geçirebilen kuruluşlar ise, bu nadir kaynakları kullanırken biraz durup düşünmeli, ilk akıllarına geleni doğru sanma alışkanlığından kurtulmalıdırlar.

    Sıradanlık, insanlığın ortak trajedisidir. Medeniyet ise sıradanlığa direnebilen seçkin  tavır sahiplerince damla damla oluşturulmaktadır.

    Temmuz 13, 2003

  • RESESYON’A TEŞEKKÜRLER !

    Ümit kadar iki yanı keskin bıçak yoktur. Yaşamın, bazen çekilmez hale gelen güçlüklerini, felaketlerini hep birşeyler ümit ederek aşarız. Ümit olmasaydı, en küçük güçlükler bile insanları intihara sürükleyebilirdi.

    Ama aynı ümitler, birçok fırsatın heba edilmesine de yol açar. Daha iyi bir eş bulmak ümidiyle evlenmemiş bekar, daha iyi bir iş bulmak ümidiyle iş tekliflerini geri çevirmiş işsiz ya da kendiliğinden geçer ümidiyle doktora gitmeyip yatağa düşmüş hastayı o hallere düşüren de yine aynı ümit değil midir?

    Bu olumsuzluklara yol açan ümitlerin sönmesi, bu bakımdan insanoğlu için bir şans ya da yeni bir ümit, ama bu defa yüz güldürebilecek bir ümittir.

    Ekonomik çöküntülerin olumsuz yanları yanında yeni atılımlara gebe oluşunun nedeni işte bu “yanıltıcı ümitler” in bitişidir.

    Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturaları tabii ki ödenecektir. Bunların keyif verecek bir yanı yoktur. Ama, bir uzun rüyadan uyanıp gerçeklerin soğuk yüzüyle karşılaşmanın verdiği bir güven hazzı da yok mudur?

    Evet, artık aklı başında olanları yıllardır korkutan “üretmeden tüketme” rüyası bitmek üzeredir. Bitmek “üzeredir”, çünkü hala tam bitmemiştir ve işin kötü yanı da burasıdır.

    Hala, filan ülkeden gelebilecek bir borç, fişmanca borsada satılacak devlet garantili tahvil vs’nin uyuşturuculuğu altında, hala aynı imkansız rüyayı sürdürme peşinde olanlar ya da buna inananlar bulunabilir. O ümitler de tükendiği gün, toplumumuz gerçek sağlığına kavuşma şansını elde etmiş sayılmalıdır.

    The Day After”da ne yapılmak gerektiğine gelince;

    İlk yapılması gereken, bizleri bu rüyaya sürükleyen anlayışların derin beton çukurlara gömülmesi ve bir nükleer artık gibi hiçbir yolla tekrar yaşam zincirimize girmeyeceğine emin olunmasıdır.

    Çünkü bu yapılmadığı takdirde, aynı rüyanın tekrar gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Zira o filmi tekrar tekrar oynatmak isteyenlerin bulunacağından kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.

  • KÖKÜ DERİNDE BİRHASTALIK

     

    1996 yılında yazmış olduğum bir yazıyı, içeriğindeki soru, varsayım, gözlem, yargı ve önerileri ayırarak aşağıdaki gibi yazınca, ne denli çok varsayım ve onlara dayalı yargıda bulunduğumu ve ne denli az soru sorduğumu anladım. Köşe yazılarını, TV tartışmalarını, doğruluğundan kuşku duymadan sorunlara çözüm önerenleri böyle bir sistematikle izlemek çok ilginç oluyor. Deneyin göreceksiniz. Pazartesi 24 Haziran 2002

     

    sıra

    Sorularım

    Varsayımlarım

    Gözlemlerim

    Çıkarım, tahmin ve
    yargılarım

    Önerilerim

    1

     

    Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların
    yalnızca 10 milyonunun  her gün 1 saat Türkiye sorunları
    üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak,  harcanan toplam
    kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder.

     

     

     

    2

     

     

     

    Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon
    yıl ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık
    gelir.

     

    3

     

    ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir
    bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa
    dahi……

     

     

     

    4

     

     

     

    ……mertebe o denli büyüktür ki,
    yararlanılabilir beyin enerjisi yine de muazzamdır.

     

    5

     

    Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek
    işe yaramaz.

     

     

     

    6

     

     

     

    Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar
    bir  “ortak akıl” durumunda değildir.

     

    7

     

     

     

    İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel,
    seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi ortak akıl
    üretemeyebilirler.

     

    8

     

    Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri
    daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği
    sürece,……..

     

     

     

    9

     

     

     

    ……..iki kişinin ortak çalışmasından, iki
    kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya
    çıkmaz.

     

    10

     

    Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar
    sağlayamamasının…….

     

     

     

    11

     

     

     

    ……….bir diğer nedeni ise, düşünme
    biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş
    bulunan kalıplara  dayalı oluşudur.

     

    12

     

    Ama bütün bunlardan başka bir neden daha
    vardır….

     

     

     

    13

     

     

     

    ……..ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük
    ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır.
    Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki
    “virütik değerler”dir.

    Bunlar, ilk anda fark edilmeyen, fakat birlikte
    kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer
    ölçüleridir. “Bana ne“, “sana ne“, “hele önce …
    düzelsin
    “, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslektaşım
    – partilim
    “, “idare ediver“, “bu defalık
    oluversin
    “, “esas mesele“, bu tip değer ölçülerine
    birkaç örnektir.

     

    14

     

    Bunların ortak özelliklerinden biri, düzgün değer
    ölçüleri kümesine göre imkânsız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci
    ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla
    türetilemeyişleridir.

     

     

     

    15

    Bu virüsler, düşünce sistemimize nasıl
    girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan
    sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma
    derecesi nedir?  Bunlardan nasıl kurtuluruz?

     

     

     

     

    16

     

     

     

    Bu ve bunlar gibi bir dizi soru,
    yanıtlanmalıdır.

     

    17

     

    Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu
    virüsler,…………

     

     

     

    18

     

     

     

    …….yalnızca düşünsel
    enerjilerimizi emen, onlarla daha yüksek düşünce ürünleri
    üretmemize engel olan ögeler değildir.

    Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine
    kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya
    da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.

     

    19

     

     

    Resmî bir bayram tatili ile hafta tatili arasına
    sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul
    gören binlerce memur ve idare,………..

     

     

    20

     

     

     

    “idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı
    kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.

     

    21

     

     

    Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken
    kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki
    yurttaşlar,…

     

     

    22

     

     

     

    …….bu defa “ama o bizim hemşehrimiz”
    virüsünü kullanmaktadır.

     

    23

     

    Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik
    açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden
    de….

     

     

     

    24

     

     

     

    ……yine bu “ama o bizim hemşehrimiz”
    değeridir.

     

    25

     

     

     

     

    Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer
    ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri
    fark etmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.
    Salı, 16 Ocak 1996

     

    .

     

     

  • SORULAR YANITLARDIR!

    ·         Sorular cevaplardır..Yeter ki doğru sorulsunlar.

    ·         “Soru sormak” ile ilgili kimi sözler:

    • Kişi, sorabilmek için okumalıdır. Franz Kafka
    • Doğru soruları bulunuz. Cevapları icadetmenize gerek kalmayacak, mevcut cevapları bulacaksınız. Jonas Salk
    • Sorma eğilimi edinmiş kişiler ve sorma kültürü yaratabilmiş kurumlar başarılı olacaklardır. Anonim
    • İş idaresi okulları ve sayısız kitap, istatistik, örgütlenme, değişim yönetimi gibi konuları öğretirken, soru sorma sanatı hakkında çok az işe yarar görüş kazandırılar. Anonim
    • Aşikar olanın irdelenebilmesi için çok sıradışı bir akıl gerekir. A.N.Whitehead
    • Önemli olan sorgulamayı kesmemektir. Merak, varoluş için kendinin sebebidir. A.Einstein
    • Bilmemek kötüdür, bilmeyi arzu etmemek daha da kötüdür. Nijerya atasözü
    • Sağduyulu bir soru bilgeliğin yarısıdır. F.Bacon
    • İyi sorular kolay cevaplardan üstündür. P.Samuelson
    • Etkili lider doğrudan emir vermez soru sorar. Dale Carnegie
    • Cehalet asla soru üretmez. B.Disraeli
    • Hiç kimse, sormayı durdurana kadar gerçek bir aptal olmaz. Charles Steinmetz
    • Akıllı bir kişinin soruları, yanıtların yarısını içerir. Solomon Ibn Gabirol
    • İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır. Niels Bohr
    • Bir insanın zeki olup olmadığını yanıtlarından anlayabilirsiniz. Onun bilge olup olmadığını ise sorularına bakarak söyleyebilirsiniz. Naguib Mahfouz
    • Yanıtlarım için sorularınız var mı? H.Kissinger

    ·         I.Q.Q.= Intelligent Questioning Quotient… Artık “zeka” yerine, Soru Sorma Zekası kavramı kullanılıyor..

    ·         Doğru soruların neler olduğunu bulabilmek hemen hemen sorunu çözmek demektir.

    ·         Bir soruna nasıl yaklaşacağımızı bilemediğimiz zaman ilk yapmamız gereken, cevaplarını bilebileceğimiz bazı basit sorular bularak ilerlemeye çalışmaktır.

    ·         Çünkü, soruların yanıtları kendi içlerinde saklıdır. Sorular sorarak onları ortaya çıkarabiliriz.

    ·         Hattâ diyebiliriz ki: sorular yanıtlardır!

    ·         İşte size bazı sorunlar ve doğru sorulmamış -kısır- sorular:

    • “Bu işin sonu n’olacak?”
    • “Ben şimdi n’apim?”
    • “Bu işin çaresi nedir?”
    • “Sorunlarımı kim çözer?”
    • “Nasıl iş bulurum?”
    • “Bana kim iş verir?”

    ·         “Kısır” sorular yol kaybettirir; “yol açıcı” sorular yol buldurur..

    ·         “Yol açıcı” soruların 3 ortak özelliği şunlar olmalı:

    • Tekil (singular) olmalı; Yani, birbirinden farklı cevapları olabilecek sorular birleştirilmemeli
    • Belirli (definite) olmalı; Yani, muğlâk -açılmaya muhtaç- kavramlar kullanılmamalı.
    • Net (clear)  olmalı; Yani, ne söylenip yazıldığı tam anlaşılmalı.

    Salı, 4 Haziran 2002

  • KENDİNİ DEĞİŞTİRME İRADESİ YETERSİZLİĞİ ve BİR YAKLAŞIM

    Sorun nedir?

    Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.

    Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.

    Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.

    İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.

    Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.

    Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.

    İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı..

    Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.

    Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.

    İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.

    Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?

    KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.

    Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:

    • pasif içme ortamlarında bulunma,

    • sigara ikramlaşması,

    • otlanma tabir edilen kültürel kod,

    • spor yapmama,

    • kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,

    • sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi”, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum”, “bırakırsam stres daha kötü”, “filanca içmedi ama kanser oldu”, “hiç zararını görmüyorum” vbg),

    • sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,

    • sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,

    • yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,

    • “dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,

    • ve diğer birçoğu

    Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.

    Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.

    Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.

    KeDİ tümörü??

    Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.

    Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.

    Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim”. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.

    Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..

    Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:

    Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,

    Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,

    Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.

    Sonuç

    Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.

    Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?

    The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing

    Sayfa 1 / 3

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.