• Türkiye YoksulluğuYenebilir

    Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!

    Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.

    AB Desteği

    Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.

    Proje uygulayıcısı

    Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.

    Başarısı kanıtlandı

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.

    Öğrenme Merkezi-ÖMer

    ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.

    Temel amaç ne?

    Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:

    • iş bulma”,
    • kendi işini kurma”,
    • ek gelir yaratma”,
    • tasarruf sağlama”,
    • geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak

    herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.

    Bu nasıl yapılacak?

    Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.

    Daha sonra katılımcılara;

    • karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
    • kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
    • çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu

    2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.

    Anahtar budur

    Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer  “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.

    Yalnız değiller

    Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.

    Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:

    Öğrenim
    düzeyi

    Katılım
    amacı

    Yaş

    Aile geçindirme sorumluluğu

    Dezavantajlı grup

    Toplam

    < 25

    < 40

    sorumlu

    katkı
    yapıyor

    kadın

    beden.
    engelli

    Diğer

    engelli

    diğer

    Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam

    125

    25

    25

    125

    50

    2

    0

    0

    150

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    100

    0

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    10

    10

    0

    2

    0

    0

    0

    10

    Lise
    mezunu
    Yeni istihdam

    60

    40

    50

    50

    50

    5

    0

    0

    100

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    90

    10

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    40

    40

    0

    10

    30

    0

    0

    40

    Toplam

    Yeni istihdam

    185

    65

    75

    175

    100

    7

    0

    0

    250

    Ek gelir yaratma

    20

    180

    190

    10

    180

    0

    0

    0

    200

    İstih. edilebilirlik artırma

    0

    50

    50

    0

    12

    30

    0

    0

    50

    Toplam

    500

    Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim

    Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.

    Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.

    Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.

    Her katılımcı 2  tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.

    Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.

    Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!

    Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır.  Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.

    ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!

    Lütfen duyurunuz!

    ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.

    Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.

                                                                                                                  

    Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.

    Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.



    [1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.

    [2] Seminer yöneticilerine verilen addır.

    [3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.

    [4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.

    [5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.

  • Biz aptal mıyız?

    Lütfen okuyunuz

    Cumhuriyet Bilim ve Teknik eki’nin 21 Mayıs 2005 sayısında, Orhan Bursalı’nın “Gündem” başlıklı yazısını, bilim ve teknikle herhangi bir düzeyde ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

    Yazıyı okumamış veya okuma imkânı bulamayabilecekler için, en önemli birkaç saptamasını aşağıya alıyorum:

    “…..ülkemizde siyaset-iktidar-bilim ilişkilerinde yeterli iletişimin olmaması ve sinerjinin kurulamaması, bilime “ele geçirilmesi ve yandaşlanması gereken kurum” olarak bakılabilmesi ve bu bakışın resmen hayata geçirilebilmesi, tek taraflı bir olay değil. Madalyonun öte yanında bilimin ve bilim kurumlarının güçsüzlüğü var”

    “……Güç, kaynağını eylemden, üretimden, başarıdan, katma değer yaratmaktan ve giderek tek başına varolmayı başarmaktan alır. Burada konumuz Türkiye Bilimi olduğuna göre, bu kıstaslar ışığında bakarsak, bilimimiz büyük ve etkili bir güç olamamıştır…..katma değeri, ülke ölçeğinde, siyasal ve toplumsal düzlemde, önemli ve büyük farkındalık yaratabilecek düzeyde değildir, olamamıştır.”

    “….Bilim, hep siyasetin gözüne bakmıştır: Para ver, bir şeyler yapalım!. Siyasetin tavrı da bugüne kadar ne yaptın ki para verelim biçiminde olmuştur”

    “…Siyasetçimizin, bilim politikalarının yaratıcılığı ve üreticiliği konusunda bir bakışı ve benimsemesi olamadığından, bilimi kalkınmada ve yönetim başarısında bir araç olarak kullanma zorunluğu hissettirebilecek durum ve yetenekte olamamıştır…”

    “..Tersinden bakalım: bilim üretken olsaydı, toplumda katma değeri gözle görülür düzeyde bulunsaydı, tarihi, zaferlerle, başarılarla dolu olsaydı büyük bir kurumsal güç inşa etmiş olurdu”

    “..O halde, sayısal ve niteliksiz bilimsel yayın artışlarıyla bilimin ülkemizde bir güç haline getirilebileceği inançlarının, ülkemizde bilimi daha uzun süre politikacının ayakları altında süründürülesinden kurtarılabileceğini mi sanmalıyız?”

    Yasak soru

    Bilim ve onun aracı teknoloji (BT) konusunda her gün onlarca yerde onlarca tartışma yapılıyor ve BT’nin nasıl gelişeceğinin yolları araştırılıyor; bu iyi ama hiç olmazsa bir kişinin çıkıp şu soruyu sorması gerekmez mi: Gözümüzün önünde ve gözlenebilir bir kısa süre içinde birçok ülke BT’yi gelişmelerinde somut birer araç olarak kullandılar; bunun nasıl yapılacağını Politika Belgeleri haline getirip dünyaya ilân ettiler; dolayısıyla şimdi kalkıp da bu bilinenleri tekrar tekrar birbirimize -bir icatmış gibi- tekrarlamak yerine, ezberlerimizi bir kenara bırakıp bizzat bilimin araçlarını kullanarak ülkemizdeki bu verimsiz sürecin niçin böyle olduğunu sorgulamıyoruz?

    Doğrulanmamış yargılarımız soru olamaz

    Sorgulamak ile kastettiğim, özlemlerimizi, kızgınlıklarımızı, doğrulanmamış yargılarımızı soru -ve ardından da cevap- formlarına büründürmek değildir. Tüm doğru bildiklerimizden kuşkulanmaya hazır biçimdeki bir sorgulamayı kastediyorum (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181). Aksi halde, “böyle böyle yaparsanız şöyle şöyle olur” gibisinden ucuz kalıplarla vakit öldürürüz.

    Bu yazı üzerinde düşünelim, tekrar düşünelim

    Orhan Bursalı’nın bu yazısı üzerinde düşünmeli, “biz zaten” ile başlayabilecek cevapları, o cevapların sahipleriyle -oyalanmaları için- bir kenara bırakabilmeliyiz. Çözüm, bu acayip sarmalın nedenlerini korkmadan sorglamaya bağlıdır.

    İnsanlar eşit değildir, acaba biz de..

    İnsanların -ve onlardan oluşan kavimlerin- eşit olmadıklarını biliyoruz. Eşitlik sadece insan hakları açısından söz konusudur. Uzun ve kısa boylular, kadın ve erkekler, şişmanlar ve zayıflar somut anlamda eşit değillerdir. Peki acaba bizleri bu denli akıl -ve onun artikülasyon aracı olan bilim- dışı bir sürecin içine itmiş ve orada tutan neden(ler) nelerdir?

    Yoksa biz aptal mıyız?

    Akraba evlilikleri mi, beslenme mi, genetik veya kültürel kod mu, negatif sosyolojik döngüler mi, Liebig yasası uyarınca (https://bit.ly/3ujNEso) önemsiz sayılabilecek bir şeyler mi, dış etkenler mi yoksa hepsi birlikte bir dizge içinde mi? Ya da doğrudan: “Biz aptal mıyız?”

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=647 adresinde bulabileceğiniz bir yazıma bu bağlamda tekrar rücu ediyor, boş vakit bulabilenlerinizin cevaplamasını rica ediyorum.

    Cumartesi, 21 Mayıs 2005

  • Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?

    Önce birkaç rakam

    Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.

    Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.

    Biraz da teknik ayrıntı

    Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:

    Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..

    Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..

    Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir

    Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.

    Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:

    ·       Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi

    ·       Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi

    ·       Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği

    ·       Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi

    ·       Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu

    ·       Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği

    ·       Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon

    ·       İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği

    Niçin sonuncu değiliz?

    Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?

    Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:

    Ahlâki ve/ya yasal olanlar

    Tahm.

    ağırlık

    Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar

    Tahm.

    ağırlık

    AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim

    1

    Kaçak işçilik

    10

    Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim

    5

    Kaçak elektrik kullanımı

    2

    Bireysel risk almaya yatkınlık

    3

    Kaçak su kullanımı

    1

    Global oyuncu kesimler

    3

    Kaçak mazot kullanımı

    10

    Toplam

    12

    Vergi kaçırma

    35

    Patent ve telif hakkı ihlali

    5

    Çevre kirletme

    25

    Toplam

    88

    Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)

    Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.

    Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.

    Bu tablo niye böyle?

    Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.

    Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.

    Öyleyse öyledir

    Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.

    Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da

    Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!

    Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım

    Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.

    O da yetmez

    Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.

    Çare yok mu?

    Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.

    Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.

    Cuma, Mayıs 20, 2005

    (*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.

  • Bilgi ve deneyimleri paylaşmak isteyenlere çağrı..

     

    MENTORLUK NEDİR?

    “Mitolojide Homer’in yazdığına göre, Odysseus, Truva Savaşı’na giderken oğlu Telemachus’u güvendiği dostu Mentor’a emanet eder. Kendisinden oğlunun her türlü eğitiminden ve gelişiminden sorumlu olmasını ister.”

    İsmini bu şekilde mitolojiden alan mentorluk, eğitim, öğrenim ve gelişimi amaçlayan bir yardımlaşma ve paylaşma ilişkisidir. Bu ilişkide mentor, zamanını, bilgisini ve çabasını kendisinden daha az deneyimli bir kişinin (mentee) verimliliğini ve başarısını artırması için gereken bilgi ve becerileri kazanması amacıyla harcar. Mentee de aktif olarak mentorunun yardımı ile gelişimini yönlendirir. (Kaynak : Human Resources Dergisi -Şubat97)

    Siz de bir veya daha çok kişiye mentorluk yapabilirsiniz. Mitolojide olduğu gibi tam zaman ayırmanız yerine, bugünün koşullarında çok daha kısa süreli ve daha az yoğun çabayla bir kişinin başarmasına katkıda bulunabilirsiniz.

     

    “İş” ve onun bir türevi olan “gelir“, geçerli bir meslekî bilgi-beceri aracılığı ile kazanılabilir. “Geçerli”bilgi-beceri, o an için piyasada ‘talep edilen’ bilgi-beceridir. Bir başka yer ve zamanda çok aranılan ve yüksek gelir ya da prestij sağlayabilen bir meslekî bilgi-beceri dalı/türü, o an ve o yer için işe yaramayabilir.

    Ancak bir de, dalı/türü ne olursa olsun, her meslekî bilgi-becerinin icrasında geçerli ve gerekli olan, daha temel “özbilgi-özbeceri”ler, “bilinç ve/veya refleks” boyutuna ulaşmış tercih ve alışkanlıklar vardır. Bunlar, okul’dan ziyade, hayat pratiklerinde ve uygulama süreçlerinde öğrenilir ve pekişirler.

    Yaşam ve iş ahlâkının gerektirdiği nitelikler; ruhsal-duyusal-duygusal ve bilişsel özellikler; yaratıcı düşünme -zaman ve insiyatif kullanma-değişme ve yenilenme vb. yetenek ve/veya beceriler, bu türden özbilgilerdir.

    Siz, geçerli bir meslekî bilgi-beceriyle iş ve gelir sağlayabilmiş, ve edindiği özbilgi-özbeceri birikimlerini aktarmayı bilen bir kişi iseniz;

    • Yüzbinlerce gencimiz, sizin sahip olduğunuz bilgi-beceri ve deneyim birikimine sahip olamadıkları için şu anda işsizdir. Bu birikiminizi gençlerimizden bir -veya birkaçı- ile paylaşmak, onları yararlandırmak ister misiniz[1]?
    • Mentorluğu ne yolla ve ne yoğunlukta yapacağınız bütünüyle sizin seçiminize bağlıdır. Telefonla haftada birkaç dakika ayırabileceğiniz gibi, yüzyüze ve daha uzun süreli yol göstericilik de yapabilirsiniz.
    • Kişisel “Yaşam Alanları”nı geliştirmek ve/ya gelirlerini artırmak isteyen gençler için birikimlerinizin hangi yönünün önem taşıdığının takdiri yine size bağlı.
    • Eğer bu düşünce sizi heyecanlandırıyor ise ekli formu doldurarak bize gönderir misiniz?

    Teşekkür ederim.

    MENTORLUK BİLGİ FORMU

    (Rev. 10.1- 26.04.05)

     

    AAdı Soyadı

    Tel + Faks No (lütfen alan kodunu uunutmayınız)

    Posta adresi (lütfen alan kodunu uunutmayınız)

    e-posta adresi

    Mentorluk desteğinizle ilgili
    sınırlamalarınızı -varsa- lütfen belirtiniz..

    MMentorluk yapabileceğiniz ya da yapmak istemeyebileceğiniz zamanlar :

    BBunlar içinden tercih edebileceğiniz iletişim kanallarını işaretler misiniz?: Tel ( ) Fax ( ) e-posta ( ) Yyüzyüze ( )

    BBunların dışında başka koşullarınız varsa lütfen belirtiniz

    Mentorluk Sistemi Hakkında Kısa Açıklamalar..

    Mentor: Belirli bir konuda ya da yaşamın genelindeki bilgi, beceri ve deneyimlerini, bunlara ihtiyaç duyanlarla paylaşmaya istekli olan kişiler.

    Mentorlar Havuzu : Birbirinden farklı bilgi, beceri ve deneyimdeki mentorların oluşturduğu havuz.

    Mentorlar Veri-Tabanı: Mentorların isim, iletişim bilgileri ile, paylaşmak istediği bilgi, beceri ve deneyimlerinin ve bunlardan yararlandırma koşullarının yer aldığı dosya.

    Yararlananlar (mentee) Çemberi :Mentor havuzundan yararlanmak isteyenlerin kendi aralarında oluşturdukları iletişim platformudur.

    MENTORLUK BAŞVURUSU NEREYE, NASIL YAPILIR?

    Mentorluk başvurusu için, yapılacak duyuru sırasında belirtilecek mail adresine, aşağıdaki “Mentorluk Bilgi Formu” doldurularak bir e-posta ekinde atmak yeterlidir.

    MENTORLARDAN YARARLANABİLECEK OLANLAR KİMLERDİR?

    Tüm katılımcılar bilgi, beceri ve deneyim yardımı almak üzere mentor havuzundan yararlanabilir. Metin içinde bunlara “yararlananlar” da denilecektir.

    “YARARLANANLAR” MENTORLARA NASIL ULAŞABİLİRLER?

    “Yararlananlar” “mentorlar”a başlangıçta, http://www.yapabilirsin.com* adresindeki portal kanalıyla erişirler. Bu adresteki mentorlar veri-tabanına kayıtlı mentorlar içinden, “yararlanan” tarafından gereken seçim yapılır. Ama nihai ilişkiye ve iletişim kanalına mentor karar verir.

    MENTORLUK SİSTEMİNDEN ETKİN BİÇİMDE YARARLANMANIN KOŞULLARI NELERDİR?

    Yararlananlar ile mentor, hangi konularda nasıl yardımlaşacaklarını aralarında yapacakları görüşmelerle belirleyeceklerdir. Her mentor, mentorluk yapacağı kişilere hangi koşullar altında yardımcı olabileceğini -zaman, süre, yer, konu vd açılardan- kendisi belirler. “Yararlanan” bunlara uymak zorundadır.

    Karşılıklı yükümlülükler..

    Yararlananlar ile mentorlar arasında gönüllülük esasına dayalı bir yardımlaşma sisteminin işleyişinde taraflardan beklenen yükümlülükler şunlardır:

    1.   Yararlananların yükümlülükleri:

    a.       Ne istediğinin tam olarak farkına varmış olmak,

    b.       Mentorun, yardım edebilmesi için öngördüğü koşulları özenle yerine getirmek ve özellikle de mentorun zaman planına kendini uydurmak.

    2.    Mentorlar’ın yükümlülükleri:

    a.        Bilmediği konuda tavsiyelerde bulunarak yanlış yola sevketmemek,

    b.       Yardımda bulunduğu her konuda, yardım alanın daha ileride ihtiyacı olduğunda başvurabileceği alternatif kaynaklar hakkında bilgilendirmek,

    DİKKAT! Şu 3 sitede, gönüllü rehberlik sistemi ile ilgili bilgiler bulabilirsiniz: http://www.mentoring.org/index.adp, http://www.delawarementoring.org/, http://www.ruf.rice.edu/~leading/summer.htm

    (*) Bu site 2007 itibariyle aktif değildir.

  • Düğmeler ülkesi..

    Ülke adlarının anlamları

    Thailand (Özgür Ülke), Netherland (Çukur Ülke), Iceland (Buz Ülkesi), Greenland (Yeşil Ülke) ve Türkiye: (Düğmeler Ülkesi)

    Türkiye ne zaman sıkışsa birilerinin düğmeye bastığı ileri sürülür.

    Bu yazı bu iddianın kısmen doğru olduğunu, ama tam doğru olmadığını savunmaktadır.

    İlişkilerde temel ilke: Koz!

    Artan dünya nüfusu, kıtalan kaynaklar, vahşileşen rekabet karşısında günümüzde uluslararası ilişkilere egemen olan temel ilke, “doğrudan ve/ya dolaylı kozların yönetimi; daha da Türkçesi koz üstünlüğünü elde etmek“tir. Bir ülkenin bir diğerine karşı “koz”u, birincinin herhangi bir üstünlüğü ve/ya diğerinin herhangi bir zafiyetidir.

    Doğrudan koz, bir ülkenin topyekün ya da bir kesimiyle (ticari, politik, askeri, sektörel, kurumsal vd) , bir diğer ülkenin mütekabil yanına karşı isteklerini yaptırabilme imkanlarıdır. Bu bir tarafın üstünlüğü ya da diğer kesimin zafiyeti biçiminde olabilir. Nitekim geleneksel mücadele (power strugle) ‘doğrudan koz’ anlayışına dayalıdır.

    Dolaylı koz ise, bir ülkenin bir diğerine karşı bir veya daha çok ülke üzerinden isteklerini yaptırabilme yeteneği olarak anlaşılmalıdır. Bunun için ise, aralarında doğrudan koz bağlantısı bulunan ülkeler, birbiri peşisıra dizilerek kesintisiz bir zincir oluşturabilmelidirler.

    Bu durumda zincirin başındaki ülke diğer ucundakine karşı bir koz üstünlüğü elde etmiş demektir ki bu da dolaylı koz adı verilebilecek kavramdır. Bu kozların aynı türden (aynı bir üstünlük ya da zafiyet türü) olması gerekmez.

    Yoğun ilişki -ki dostluk, düşmanlık, ittifak ilişkileri olabilir- içindeki ülkelerin birbirlerine karşı sahip oldukları doğrudan kozlar -normal olarak- bilinir. Ancak, ‘koz AR-GE’ si denilebilecek bir yöntemi geliştirmiş olan ülkeler, diğerinden daima bir adım önde bulunacaktır.

    Bu karşılıklı bilinirlik bir doğal denge oluşturur ve her iki taraf için yaşam çevresini oluşturur, bozulmadığı sürece de ‘barışık ülkeler’ olarak kalırlar (kalmak zorundadırlar).

    Ama ülkelerden birisi, diğerinin ilişkide bulunduğu ülkelerle olan koz dengeleri hakkında bilgi sahibi ise durum değişir. Bu defa bu ülke, karşı tarafa yalnız doğrudan kozlarla değil, diğer ülkelere karşı sahip olabileceği dolaylı kozlar üzerinden de üstünlük sağlayabilir. Hatta bu yeni koz aritmetiğini iyi anlamışsa, sahip olmadığı kozları dahi üretmeye girişebilir.

    İhtiyaç halinde koz üretimi..

    Canlı bir örnek Fransa’nın, zaten sahip olduğu seçimlik bir yetkiyi, zorunlu hale getirmesidir. Bugüne kadar cumhurbaşkanının referanduma başvurma yetkisi, bu defa da bir anayasa hükmü olarak zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye’nin AB üyeliğini önlemek için başvurulan bu yöntem, mevcut olmayan bir kozun üretimine iyi bir örnektir.

    Türkiye, dolaylı koz konseptine yabancıdır. İlişkide bulunduğu ülkelerle koz ilişkileri doğrudan kozlarla sınırlıdır ve onlar da Türkiye açısından daha ileri götürülemez durumdadır. Yeni koz üretme konusunda ise diğer alanlardaki icatçılığı kadar yaratıcıdır.

    Koz yerine düğme!

    Dolaylı koz konsepti henüz gündeminde değildir. İlişkide bulunduğu ülkeler ise bu konuda bir uzmandır ve Türkiye’nin çok sayıda noktası ‘düğmeler’ ile donatılmıştır.

    Hangi düğmeye basılırsa o taraftan canı yanmaktadır.

    Bu nedenle ‘birilerinin düğmeye basması’ deyimi yerine, ilişkide bulunduğumuz tüm ülkelerin tüm kesimlerinin (ticaret, diplomasi, siyaset, askeri) istedikleri anda gereken düğmelere basabilmesi söz konusudur.

    Türkiye bir ‘düğmeler ülkesi’dir. İlişkilerimizi ‘koz’ ve ‘dolaylı kozların yönetimi’ kavramlarına oturt(a)madığımız, bunu anlamamakta direndiğimiz ya da ayak sürüdüğümüz sürece, her yanımızdaki düğmelere basıldıkça oynatılacağız.

    Ama biz oynamak istediğimiz şekilde değil, başkalarının işine nasıl geliyorsa öyle!

    Nisan 9, 2005

     

     

  • Çıkarma Gemisi..

    Heybeliada’da neredeyse bir mahalleninyanmasına yol açan yangından sonra bir yayın kanalı belediye başkanı ile görüşüyor:

    –        Sn. Başkan, bu ve bundan evvelki yangınlarda hep itfaiyenin yetersizliği ve geç gelişinden şikayet ediliyor. Ne diyeceksiniz?

    –        İlk olarak şu var. Bu evlerin çoğu tahta, yani odundan; ahşap deniliyor. Birincisi, evler tahta olduğu için çabuk yanıyor.

    –        İkincisi; mevcut itfai takımı böyle büyük yangınlarda yetersiz kalıyor. Bu defa Anadolu yakasından yardım istiyoruz, onlar da ancak geliyorlar. Bizim çıkarma gemimiz olsa daha çabuk gelebilirler; dolayısıyla çözüm çıkarma gemisi almaktır.

    Özet olarak aktarılan bu görüşmede küçük bazı farklılıklar olabilir ama anlam aynen böyledir. Yani;

    –        Evler tahta(!)dır, tahta yanar,

    –        İtfai ekibimiz iyidir ama yangın büyüktür,

    –        Yardımsız olmaz, yardım ise çıkarma gemisiz olmaz,

    –        Ve sonuç: ne kadar çıkarma gemisi o kadar çabuk sönen yangın.

    Bu görüşme mümkünse hiç değiştirilmeden, band çözümlemesi olarak basılmalı, çoğaltılmalı ve ilköğretim okullarından üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarında okutulmalı ve okutulması -mümkünse- bu bir devlet politikası haline getirilmelidir.

    Bu görüşmenin kayıtlarının ardına şu aşağıdakilerin de eklenmesi gerekmeyebilir; çünkü kafası karışık olmayan normal insanlar şu birkaç maddeyi doğal izanlarıyla akıl edebilirler:

    a)     Yangın bombası veya alev makinesi kullanımı ile, LPG tankı patlaması, uzun süre için için yanıp birdenbire parlayan pamuk, hububat, tütün deposu gibi yangınlar birden çıkarlar ve çıktıkları anda ‘büyük’türler. Heybeliada’da ise yangınlar ev veya küçük iş yerlerinde çıktığı için ‘küçük’ başlar, çıkarma gemisi beklerken(!) büyür.

    b)     Küçük yangınların çıkarma gemisi olmadan söndürülmesi için ilk çağlardan bu yana geliştirilmiş yöntemler vardır.

    c)     Yangın söndürme tüpü bulundurmanın zorunlu kılınması; belirli yerlerde belediyeye ait büyük kapasiteli söndürücülerin bulundurulması,

    d)     Bu tüplerin kullanımları için sık sık (bıkmadan) eğitimler düzenlenmesi,

    e)     Halkın yangın konusunda bilinçlendirilmesi,

    f)      Adaların muhtelif yerlerine denizden su çekip basabilecek sabit ve seyyar yangın pompalarının tesis edilmesi,

    g)     Tahta ve odundan(!) yapılmış bina sakinlerinin yangın söndürme önlemleri almaya zorlanması,

    h)     Orman Genel Müdürlüğü ile anlaşma yapılarak söndürme helikopterlerinin süratli müdahale edebilecek hale getirilmesi,

    i)       Yangın riski yüksek bölgelerde (adaların hepsi), yangın gönüllülerinin özendirilmesi ve desteklenmesi (550 yıl önce İstanbulda vardı, şimdi ABD’de de var),

    j)       Bu tür yangınlarla mücadelenin aynı zamanda beklenen deprem açısından da zorunlu bir önlem olduğunun idrak edilmesi.

    k)     Adalarda mevcut itfai ekiplerinin eğitimlerinin tazelenmesi, eğitimlerinin çekirdekten yetişmiş itfai erleri yerine bu konuda taze bilgilere sahip kişi ve kurumlarca (üniversite, TÜBİTAK vbg) yapılması; kısacası bilimden yararlanılması,

    l)       Bu güne kadar adalardaki yangınların, çıkış yerleri, nedenleri, tahribat düzeyleri, müdahale gecikmeleri vb açılardan analiz edilmesi,

    m)    Adalar ile İstanbul arasındaki denizin, hava koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğinin hiç olmazsa balıkçılara sorulması ve çıkarma gemilerinin özellikle fırtınalı havalarda -ki yangın için en uygun zamanlar- erişimlerinin imkansız olabileceğinin bu yolla idrak edilmesi,

    n)     Halkın, cahil belediye başkanlarından korunması için sık sık Tanrıya yakarmaları.

    1 Nisan 2005

     

  • Yüksek Öğrenim

    Yüksek öğrenim sorunları konusunda kimi düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak üzere birkaç başlık halinde bunları dikkatinize sunuyorum.

    Nasıl bir YÖK?

    Birbirinden farklı statülerde, farklı ihtiyaçlara göre kurulmuş bulunan yüksek öğrenim (YÖ) kurumlarının, bir yandan varoluş nedenlerindeki bu farklılıklarını korurlarken bir yandan da aralarında bir eşgüdümün bulunmasını beklemek normal olandır.

    Adı YÖK ya da her ne ise böyle bir eşgüdüm kurumu bu bakımdan mutlaka gerekir. İrdelenmesi gereken bu “kurum”un nasıl bir “kuruluş” olması gerektiğidir. Etli-kemilkli bir fiziki organizasyon olabileceği gibi tamamen sanal, yani tanımlanmış ilişkiler kümesi şeklinde de olabilir.

    Genel kanı fiziki örgütlenmelerin daha etkili olacağı ve bu yüzden de ülkemizdeki hemen tüm organizasyonların bu şekilde olmasına karşın gerçek pek böyle değildir. Hattâ denilebilir ki, bir örgütlenme sanaldan fizikiye kaydıkça etkililiği de bununla ters orantılı olarak hızla azalır.

    Bu gerçeği keşfetmiş olanlar ne yazık ki bilim dünyamız değil mafya dünyamızdır. Mafyatik örgütlenmelerin binası, genel müdürleri, insan kaynakları departmanı, resmi araçları ya da anlaşılmaz yazılı kuralları bulunmamasına karşın en ekonomik, en etkili biçimde çalışan örgütlerdir.

    Etkili örgütlenmelerin hepsinin ortak ve değişmez birkaç özelliği “çok başlılığı” (yanlış okumadınız) ve “başlar arası etkileşim”dir.

    Günümüzün “ağ örgütlenmesi”nin bu iki temel özelliğinden birincisi yani “çok başlılık” geleneksel yönetim kültürümüzün kategorik olarak reddettiği bir “olmaz”dır. Bu yüzden de çağımızın karmışık ihtiyaçlarını “tek başlı” organizasyonlarla karşılamaya çalışan resmi ve özel kurumlarımız ister istemez derin birer hiyerarşi yaratmışlardır.

    Çok başlılık ilkesine göre örgütlenmede de bir “enbaş” vardır; fakat bu enbaş her kararı veren, her sorunun kendisine aktarıldığı her sorunu çözen, kağıtlar arasında ne yapacağını şaşırdığı için -ister istemez- korkutarak yönetme yoluna sapmış bir kişi değildir.

    Modern çok başlı örgütlenmenin “enbaş”ı, diğer “baş”lar arasındaki olası etkileşim zafiyetlerini farkedip giderilmesine katalitik etki yapan bir kişiden ibarettir. Hattâ, örgüt içinde olup bitenden habersizdir dahi denilebilir.

    Bu soyut yaklaşımdan somut üniversiteler arası eşgüdüm örgütlenmesine dönülecek olursa, tüm üniversitelere neyi nasıl yapacaklarını emreden hiyerarşinin tepesindeki bir YÖK kesinlikle sorunun çözümü değildir, sorunun ta kendisidir.

    Bunun yerine, yukarıda tanımlanana benzer bir “enbaş YÖK”, üniversiteler arasındaki etkileşim ilişkilerinin tanımlanmasına katalitik etki sağlayan bir kurum olmalıdır.

    Bu model üniversiteler arası etkileşimde olduğu kadar üniversitelerin iç örgütlenmeleri için de aynen geçerlidir.

    Ancak, yönetim kültürümüzün bir özelliği de bir kişinin bir konudaki uzmanlığının -hattâ rütbesinin- ona tüm alanlarda uzmanlık kazandırdığı yolundadır. Bu nedenle, bu yeni örgütlenmenin (ağ içinde etkileşimlerin yönetimi) gerektirdiği yeni bilgilenmeleri edinme konusunda olumsuz tavırlar oluşabilir.

    Üniversitelerimizin ve onların fakültelerinin “baş”ları bu tür bir oryantasyon konusunda açık olabildikleri ölçüde yeni YÖK’ün kısa sürede kendini reorganize etmesi mümkündür.

    Geçmişte -çeşitli bağlamlarda- gündeme getirilen YÖK yasası değişikliklerinin niçin başarılı olamadığı bu açıdan değerlendirilmelidir.

    Üniversite eğitimi amacına ulaşıyor mu?

    YÖK -hiyerarşik bir yapıda olmasa da- bir üst kurumdur. YÖK örgütlenmesinin başarılı olabilmesi, bu örgütlenmenin yapı taşları sayılması gereken üniversitelerin, işlevlerini büyük ölçüde yerine getirebildiği takdirde mümkündür. Başarısız örgütlerden oluşan bir yapı hangi üst yapılanma ilkelerine göre reorganize olursa olsun başarılı bir sonuç alınması beklenemez.

    Bu durumda, YÖK ile eşzamanlı olarak sorgulanması gereken bir konu da (YÖ)in yapı taşları olan kurumların işlevlerini ne ölçüde yerine getirdiğidir.

    Herhangi bir kurumun başarısını, ortaya ölçülebilir -ki mutlaka sayısal ölçme de şart değildir- başarım ölçütleri (performans göstergeleri) koymaksızın değerlendirmeye kalkmak ancak sonu gelmez tartışmalara yol açacaktır. Bu nedenle irdelemeye bir dizi başarım ölçütü koyarak başlamak gerekir.

    İlginç olan nokta YÖK’ün kuruluşundan önce ya da sonra kamuoyunun önüne bu tür ölçütler konul(a)mamış, herkes kendi koyduğu ölçütlere göre durumu irdelemiş ve reçeteler önermiştir.

    Üniversite ya da yüksek okul, bir (YÖ) kurumundan beklenebilecek özelliklerin sayısı belki yüzlerle tanımlanabilir. Ama bu pratik değildir. Bunun yerine daha az sayıda belirleyici ölçüt konulabilmeli, bunların türevleri üzerinde tartışarak işin özü kaybedilmemelidir.

    Böyle bir başarım ölçütleri sistemi tanımlanmamıştır. Bu nedenle, yukarıdaki soruya ancak birkaç tane “aday başarım ölçütü” ortaya atarak cevap vermek mümkündür. Bu adaylardan birisi şu olabilir: Toplum sorunlarının çözümlerine sağlanan katma değer.

    Bu ölçütün hangi ölçülerle (metrics) değerlendirilebileceği ise ayrı bir konudur. Bazı ölçütler doğrudan sayısal ölçülerle bir diğer kısmı ise öznel ölçülerle değerlendirilebilir.

    Bu ölçüt açısından şu değerlendirme yapılabilir: (YÖ) kurumlarımızın çoğu toplum sorunlarının çözümüne katkı sağlamak bir yana, finansman yükü ile, mezunlarının durumları ile, iç yönetimindeki sorunlarını çözemeyip toplumu meşgul etmeleriyle, toplumdan katkı bekler durumdadırlar.

    Diğer yandan, yapacağı araştırmalarla yerel ve global insanlık ailesinin sorunlarına çözüm sağlamak, içinde bulunduğu toplumda bilimsel düşünce biçimini yaygınlaştırarak halkın sorun çözme kabiliyetini artırmak gibi başka ölçütler de söz konusudur. Ama bunların hiçbiri açısından olumlu bir değerlendirme yapabilmek maalesef mümkün görünmemektedir.

    Üniversite “üni-verse= farklı doğruların bütünleştirilmesi” misyonuyla değil de yalın birer meslek edindirme kurumu olarak dahi değerlendirildiğinde, mezunlarının yalnız yerel piyasalarda değil başka ülkelerin piyasalarında da büyük ölçüde işsiz kalması nedeniyle hedefine erişmemişlik açıkça görülmektedir.

    Daha dramatik olarak günümüz (YÖ) kurumlarımızın büyük bölümünün, niçin öğrenildiği öğrenenler ve öğretenlerce sorgulanmayan bilgi kalıplarının ezberlenip mezun olunduğu, sadece beklenti eşiğini yükseltmeye yarayan orta öğrenim düzeyinde kurumlar olduğu söylenebilir.

    (YÖ) kurumları toplumla, sanayi ile niçin etkileşemiyor?

    Genelde toplumun özelde sanayinin ihtiyaçları ile (YÖ) kurumlarındaki eğitimin arasında farklar mevcuttur. Şöyle ki:

    o      Eğitim programlarının hazırlanmasındaki mevcut ilke, “ileride ortaya çıkabilecek durumlara-sorunlara ilişkin çözümlerin öğretilmesi” biçimindedir. Birkaç on yıl önce -belki- geçerli olabilecek bu yaklaşım artık pratikman mümkün değildir.

    Herhangi bir disiplinde, ileride rastlanabilecek durumların sayısı artık neredeyse sonsuzdur. Disiplinlerarası etkileşimler, zaman kullanımının hızlanması, artan nüfuslar, kıtalan kaynaklar gibi nedenlerle günümüz sorunlarının ve bunların çözüm kalıplarının öğretilmesi mümkün değildir.

    Bunun yerine bir (YÖ) kurumu, “durumları doğru değerlendirebilme becerisine sahip insanlar yetiştirmek” zorundadır. Toplumun da sanayiin de ihtiyaçları ancak bu tür beceriler kazanmış insanlarla karşılanabilir.

    Bu açık gerçeğe rağmen halâ çoğu (YÖ) kurumu, “sanayiin ihtiyaçlarına uygun” programlar adı altında “hipotetik bir sanayiin hipotetik ihtiyaçlarına göre ortalama” öğrenciler yetiştirmeye çalışmaktadırlar; halbuki sanayi, (YÖ) kurumunun genel formasyon verdiği yani durumları doğru değerlendirebilme becerisi kazanmış olan mezunları alıp kendi özgün ihtiyaçlarına göre eğitmek zorundadır.

    Toplum ödediği vergilerle herhangi bir sanayiin ihtiyaçlarına göre eğitim yapılmasını finanse etmek zorunda değildir. Bu, o saniyi kollarının işi ve sorumluluğu olmalıdır.

    o      Söz konusu etkileşim yetmezliğinin bir diğer nedeni ise eğitim anlayışımızın bütünüyle kalıpların ezberlenmesine dayalı olmasıdır. Etileşim ise kalıpların kırılmasıyla mümkündür (Bkz. https://tinaztitiz.com/3299/etkilesebilme-kabiliyeti-uygarligin-anahtari/)

    o      Sonuncu ama belki de en önemli etkileşim yetersizliği nedeni şu soru’nun sorulmamış olmasıdır: “(YÖ) kurumlarınının, içinde bulundukları toplumla etkileşimlerini sağlayan araçlar birkaç yüzyıldır bilinmesine karşın, acaba bunlar ülkemizde niçin yaşama geçirilememektedir?”

    Halbuki üniversite sanayi işbirliği adı altında yıllardır, birkaç yüzyıldır bilinen araçların adları konuşulmakta, ama bunların nasıl olup da hayata geçirilemediği sorusu ise sorulmamaktadır.

    Bu soru sorulmuş olsaydı muhtemelen şu cevap da kolayca bulunabilecekti: Söz konusu etkileşimi sağlamak durumunda olan insanlarımız, en etkili sorun çözme aracının doğru sorular tasarımlamak olduğunu öğrenmemişlerdir. Çünkü sorular bilmeyen insanlar içindir. Her şeyin cevabı öğretilen insanların soru sormaya ihtiyaçları yoktur.

    Denilebilir ki yüksek öğrenim görmüş kesimlerin ortak özellikleri “sorularının olmayışları”dır. Onlar kendilerine ezbere belletilmiş cevapları başkalarına ezbere belletmeye çalışmaktadırlar. Aranılan cevaplar ise onların içinde değil soruların içindedir. Ekileşim eksiğinin temel nedeni sorusuzluktur.

    Üniversitelerimizde buluş, icat, AR-Ge niçin yapılamıyor?

    Üniversitelerimizde AR-GE ve onun yan ürünü olan buluşların yapılamayışının birkaç nedeni vardır:

    (1)   Yukarıda açıklanan sorusuzluk (soru yoksa raştırma ihtiyacı olabilir mi?)

    (2)   AR-GE’nin devletin işi olduğu yanlış inancı.

    AR-GE’nin bir pastanın dilimleri gibi çeşitli dilimlerden oluştuğu, en büyük dilimin bizzat soru sahibinin olduğu, diğer kurumların da pasta içinde pay sahibi oldukları, bazı karmaşık araştırma konularında ise devlet kurumlarının da payı olması gerektiği anlaşılamamış -ya da anlamazlıktan gelinmiş- bu iş devlete ihale edilmiştir.

    İşin tuhafı devlet de buna inanmış, özel kurumların gereksindikleri araştırmaların dahi kendilerinin görevi olduğunu benimsemişlerdir.

    (3)   https://tinaztitiz.com/3352/bulusculuk-temelli-uretim/, https://tinaztitiz.com/3634/biz-nicin-icat-yapamiyoruz/

    Üniversite önünde yığılma nasıl önlenir?

    Üniversite önlerinde yığılmanın önlenebilmesi -her sorunda olduğu gibi- ona yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve/ya kaldırılamıyorsa etkilerinin azaltılmasıyla mümkün olur.

    Bu olguya yol açan nedenlerin birisi işsizliktir. Üniversite mezunlarının daha kolay iş bulabileceği inancı başta olmak üzere işsizlikle bağlantılı bir dizi neden mevcuttur.

    Bir diğer yığılma nedeni ise toplumumuzun yerleşik değer yargılarıdır. Bir iş sahibi olmasa dahi üniversite diplomasına sahip olmak -her ne kadar rasyonel olmasa da- ailelerimizin çoğu -dolayısıyla onlara bağımlı gençlerimiz- tarafından yeğlenmektedir.

    Fiziki çaba gerektiren işler yapmayı, hizmet etmeyi bir aşağılanma olarak kabul eden değer yargılarımız, bir beceri sahibi olarak ayakları üzerinde durmayı değil, diploma sahibi olarak işsiz kalmayı tercih edebilmektedir.

    Bunları sarıp sarmalayan bir diğer neden gençlerimizin, yaşam hakkındaki ufuklarının dar olması, bütün özgür görüntülerinin son derece dar bir alanla sınırlı olmasıdır. Ailelerin, kendi korkularını çocuklarına da yansıtmasıyla, yaşamdan korkan, yaşamın çeşitli yüzlerine dokunma imkanı bulamayan, çekingen, herkesi kendine yardıma mecbur addeden bir kişilik tipi ortaya çıkmış bulunuyor.

    Eğitimin, riskleri kontrollu hale getirip deneyimletmek anlamına geldiğinin farkında olmayan milyonlarca anne-baba, ailedeki eğitimi bir “muhtaç insan yetiştirme süreci”ne dönüştürmüştür.

    Bu nedenlerin giderilmesi görüldüğü gibi akşamdan sabaha olabilecek bir şey değildir. Ama başka güvenli yol da yoktur. Bunların dışında yapay yollar aranır, yığılmalar önlenmiş “gibi” yapılırsa, daha ileride çok daha büyük yığılmaların bu defa daha başa çıkılamaz alanlarda doğacağından kuşku duyulmamalıdır.

    ÖSS’ye alternatif nasıl bir sınav?

    Her (YÖ) kurumunun kendi ölçütlerine göre kendi sınavını yapması temel ilke olmalıdır. Arzu eden (YÖ) kurumları kendi aralarında anlaşarak ortak sınav yapıp yine kendi belirleyecekleri anahtarlara göre öğrenci bölüşümü yapabilirler.

    Her öğrenci mevcut tüm üniversitelerde şansını denemek yerine hangi (YÖ) kurumunda eğitim görmek istiyor ise oranın sınavlarına hazırlanıp girmesi esas olmalıdır.

    Böylece, kendi özgün sistemini korumak isteyen kurumlar, tek tip olmaktan korunabileceklerdir.

    ÖSYM ise uzun yıllardır merkezi sınavlar konusunda bir nasıl-bil (know-how) geliştirmiştir. Bu nedenle isteyen (YÖ) kurumlarına bu konuda destek sağlayabilir.

    25 Mart 2005

  • Hastaneler birleşti, neler birleşmedi?

    SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devri yıllardır konuşulurdu, nihayet devredildi, SSK ve devlet hastaneleri birleşmiş oldu.

    Birleşmeden yana olanların savunusu “farklı bakanlıklara bağlı kurumların farklı tellerden çalacağı, aynı telden çalmaları için aynı bakanlığa bağlanmalarının zorunluğu” mealindedir.

    Birleşmeye karşı olanlar ise SSK hastanelerinin işçilere ait olduğunu (ne demekse), işçilerden yapılagelen kesintilerle kurulan bu hastanelerin onların ellerinden (!) alınamayacağını savunmaktadırlar.

    Her iki tarafın savunuları da temelsizdir. Bu ikinci dayanağın çürütülmesi çok kolaydır. Birincisi SSK hastanelerinin -bir kısmının- kuruluşunda işçilerden kesilen SSK pirimlerinin payı vardır, ama gerek geri kalanların kurulması gerekse işletmesi daima bütçeden karşılanmıştır.

    İkincisi, toplumun her kesiminden yapılan özel kesintiler karşılığında oluşturulan kurumların o kesimlere ait olması diye bir saçmalık olamaz. Bu takdirde her kesim kendinin olduğunu iddia edeceği kurum -hattâ inşaata- sahip çıkmaya kalkar.

    Üçüncüsü, SSK da bir kamu kuruluşudur ve devletin bir bakanlığına bağlıdır. Bakanlıklar toplum kesimlerine tahsisli olarak değil, genel idari ihtiyaçlara göre kurulurlar. Çalışma Bakanlığı (uzuncası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı) işçilere ait olmadığı gibi Sağlık Bakanlığı da memurlara ait değildir.

    Dördüncüsü, SSK hastanelerinin devlet hastanelerine göre daha iyi hizmet verdiği gibi bir iddia ya da gerçek varsa, israr edilmesi gereken herhalde o iyi sistemin devlet hastanelerine de yaygınlaştırılmasını istemektir.

    Daha başka olmazlar da bulunabilir ama vakit kaybından başka bir işe yaramaz.

    Gelelim birleşmeyi savunanların gerekçelerine: Önce basit bir soru: Birleşme ne demektir? SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına bağlanması ise “bağlanma” ne demektir?

    Bunun, “SSK hastanelerinin personelinin -maaş, tayin, terfi vbg- özlük işlemlerinin Çalışma Bakanlığınca değil Sağlık Bakanlığınca yapılacağı” demek olduğunu, yoksa ameliyatların bundan böyle Sağlık Bakanlığının ideolojik tercihlerine göre yapılacağı anlamını çıkarmanın -hem de koalisyon dönemi olmadığına göre- pek doğru olmayacağını anlıyoruz.

    Peki şimdi yine akla ziyan gibi görünebilecek bir soru: iki grup hastaneyi aynı bakanlığa bağlamanın ne gibi yararları olabilir?

    Herhalde en güçlü iddia “havuz sistemi” oluşturulacağıdır. Yani, çok sayıda hastaya, toplam açısından kısıtlı imkânların tahsisinde aynı bir merkezden yönetilen sistemin daha yüksek verimle cevap verebileceği iddiası.

    İşte, işin püf noktası buradadır. İki grup hastanenin aynı bakanlığa bağlanması, bu “ihtiyaçlara daha yüksek verimle cevap vermesi” amacını gerçekleştirebilecek bir araç değildir. Bambaşka araçlara gerek vardır.

    Nitekim, hergün TV’lerde izlediğimiz saatlerce ambulans bekleme olayları da göstermektedir ki, aynı merkeze (örneğin Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Belediye ya da bir başka merkezi kurum) bağlı ambulanslar arasında -yukarılarda anılan- “bağ” yoktur. Neredeyse her ambulans ayrı bir merkezden yönetilmektedir.

    Sık sık, bir kurumda -hatta özel kurumlarda- kaybolan evraklarımız için, “öbür arkadaş şey yapmış benim haberim yoktu” şeklinde cevaplar alırız. Ambulans gecikmesi ve evrak kaybolması arasındaki bağlantı, SSK ve Devlet Hastaneleri açısından ve de tüm kamu ve özel kurumlarımız -ve şirketlerimiz- için geçerlidir.

    Bir yarar elde edebilmek için önce sorunu doğru tariflemek gerekir. Sorun, çeşitli amaçlarla (yani ihtiyaçlarla) kurulmuş kurumlar, hattâ aynı kurumlar bünyesindeki birimler arasında işlevsel bir işbirliğinin kurulamayışıdır.

    Eğer bir hastaya hangi SSK hastanesinde uygun yer ve tedavi imkânları olduğunu, o hastaneleri tek tek dolaşmadan ve de yetkilileri ile mecelleşmeden bildirebilecek bir koordinasyon ağı yok ise -ki yoktur-, bu hastaneleri Sağlık Bakanlığına “bağlayarak” bu sorun çözülebilir mi?

    İhtiyaç olan, bir koordinasyon ağı sistemi tanımlayıp hayata geçirmek, yapılan ise iki ayrı hastane grubunun aynı bakanlığa bağlamaktır. İhtiyaç ile yapılan arasında bir bağ yoktur.

    Benzer sorun cankurtaranlar için de geçerlidir. Aynı bir kurumun farklı hastanelerinde bulunan cankurtaranları ihtiyaçlara göre yönetebilen bir ağ sisteminiz yoksa o kurumu sağlık bakanlığına bağlayarak sorunu çözebilir misiniz?

    Bu şekilde düşünülerek şu noktaya gelinebilir: Mesele hangi hastanenin hangi bakanlığa bağlı olması değildir. Hattâ, hastanelerin bakanlıklara bağlı olması da değildir. Çeşitli kurumların -belediyeler, özel idareler, sendikalar, özel hastaneler, şirketler, vakıflar vd- ellerinde çeşitli nitelik ve nicelikte tedavi imkânları vardır. Bunları aynı bir bakanlığa bağlamak hem mümkün değildir hem de son derece gereksizdir.

    Yapılması gereken, her imkânı yerinde muhafaza etmek, fakat:

    (1)Tüm tedavi imkanlarının belirli tıbbi ve işletmecilik standartlarında hizmet üretmesini sağlamak,

    (2)Bu imkânların ihtiyaçlara tahsisinde akılcı ve verimli bir “tahsis algoritması” çevresinde tüm bu kurumlarla uzlaşı sağlamak,

    (3)Bu algoritmanın işleyişini denetlemektir.

    Sağlık Bakanlığının teknik otoritesi sayılan bu 3 gereklilik için de gerek ve yeter koşuldur. Sağlık Bakanlığının tam olarak işi budur.

    Böylece ister kamu ister özel, ister SSK isterse Devlet hastanesi ya da bir yerel idarenin küçük kapasiteli sağlık tesisi olsun tüm imkânlar bir yerlere “bağlanmadan” tek elden yönetiliyormuş “gibi” koordinasyon içinde ihtiyaçlara tahsis edilebilir.

    Aksi halde, her kurum başkalarıyla imkân paylaşmaya yanaşmadan vergilerden aldığı paylarla kendi kesimine en iyi hizmeti vermeye kalkar ki bu Türkiye değil en zengin ülkelerin dahi katlanamayacağı bir israf olur.

    Sonuç: Hiyerarşik “bağlama”lara gitmeksizin -ki bir işe yaramazlar- ağ sistemleri kurmayı, bu sistemlerin gerektirdiği etkileşim anlayışını (https://tinaztitiz.com/3302/biz-icatci-insanlariz/) içimize sindirmeyi öğrenmek zorundayız.

    Çarşamba, Mart 16, 2005

  • Ne kadar katma değer o kadar yaşam kalitesi..

    Son birkaç yılda iki kavram kamuoyu gündemine sık geliyor: Birisi KOBİ yarışmaları, diğeri ise yaşam kalitesi!

    Çeşitli kuruluşlar, hemen tüm gelişmiş ekonomilerin -ve gelişkin demokraasilerin- temel öğelerinden birisi olan KOBİ’leri başarıya özendirmek için ödüller koyuyorlar. Bu iyi.

    Diğer yandan da uluslararası kuruluşlar çeşitli ülkelerde yaşayan insanların yaşam kalitelerini ölçüp yayımlıyorlar. Böylece herkes nerede olduğunu görüp ona göre rotasını belirleyebiliyor. Bu da iyi.

    Şimdi, bu iki konunun bağlantısına gelince:

    KOBİ’ler çeşitli anahtarlar açısından yarıştırılabilir. Ama herhalde akla en uygun olanı, ülkemizin nelerinde eksiklik varsa KOBİ’lerin o eksikleri ne ölçüde tamamladığına ilişkin konu(lar)da yarışma düzenlemek değil midir?

    Aşağıda, düzenlenen böyle bir yarışma bağlamındaki bir soruya verdiğim kısa cevap var. Soru, “katma değeri nasıl ölçeceğiz?” şeklindedir.

    Katma Değerin nasıl ölçülebileceği konusundaki telefon görüşmemiz üzerine kısaca sunuyorum.

    Bir ürünün Katma Değeri (KD) tanım olarak, o ürünün çıktı değerinin girdi değer(ler)ine oranıdır. Aynı değerde girdi kullanan iki üründen daha yüksek satış fiyatına sahip olan ürünün KD daha yüksektir. Buna göre yarışmaya katılacak olan KOBİ, tek cins mal veya hizmet ürünü üretiyor ise onun çıktı değerini girdi değerlerinin toplamına (yani maliyetine) bölerek katma değerini hesaplayabilir. Eğer birden fazla ürün üretiyor ise, ağırlıklı ortalama yoluyla aynı hesaplamayı yapabilir. Aşağıda bir örnek tablo veriyorum (değerler hipotetik olmakla beraber gerçekçidir). Her 1 dolar maliyet karşılığında*:

    ·       Yük gemisi $2 satış fiyatı

    ·       Standart otomobil $10

    ·       Lüks otomobil $20

    ·       Takım tezgahı $22

    ·       Renkli TV $32

    ·       Denizaltı $90

    ·       Yarı iletken $200

    ·       Normal bilgisayar $320

    ·       Video kamera $560

    ·       Büyük yolcu uçağı $700

    ·       Uçak motoru $1,800

    ·       Süper bilgisayar $3,400

    ·       Savaş uçağı $5,000

    ·       Uydu $40,000

    Her yarışmacı, bu örnek tabloya ve KD tanımına bakarak kendi mal veya hizmet ürününün ya da ürünlerinin ortalama KD’ni hesaplayabilir. Burada çok hassas olunması zorunluğu yoktur. Ama, örneğin çok cüzi karlarla satılabilen ve ancak büyük hacimlerde üretildiğinde anlamlı bir kar bırakabilen sıradan tekstil ürünü ile büyük karlarla satılabilen, know-how değeri olan bir ürünün bir tutulamayacağı tabiidir. Jüri bunu çok kolaylıkla ayırdedebilir, hiçbir zorlukla karşılaşmaz.

    Burada yanıltılma riski de yoktur. Kimse kalkıp da düşük KD’li bir ürünü yüksek KD’li gösteremez, aksi halde ya maliyetini olağanüstü nasıl düşürdüğünü ya da fiyatını nasıl artırabildiğini açıklamak zorundadır. KOBİ’lerimizin ve aslında tüm sanayimizin sorunu düşük katma değerli mal ve hizmet ürünleri üretmektir. Ancak yüksek hacimler, düşük işçi ücretleri, kaçak elektrik, su, mazot, sigortasız işçi, vergi kaçırma gibi girdilerle rekabet gücü sağlayabilen bir endüstriyel profile sahibiz.

    Bunları yapmayıp düzgün çalışan bir girişimci ise ancak karnını doyurabilir fakat yatırım yapabilecek kar edemez, hatta işini uzun vade sürdüremez. Acı gerçek budur.

    Kayıt dışı ekonomi bu anlamda ekonomimizin rekabet gücünün motorudur denilebilir; her şey kitabına uygun yapılırsa endüstrimizde kar edebilecek kurum sayısı çok ciddi şekilde azalacaktır. Zaman zaman dile getirilen, “bir işyeri çalışıyor ise mutlaka bir KD üretiyordur, o halde mesele KD değildir” iddiası maalesef doğru değildir. Tabii ki herkes bir katma değer üretir; ama sorun o katma değerin, tüketmek istediklerini -yani yaşam kalitesi talebini- karşılayıp karşılamadığıdır. Karşılayamadığının en somut kanıtı, giderek dış ve iç borçlanarak yaşamlarımızı sürdürebildiğimizdir. Ya da bir diğer deyimle ürettiğimiz KD, tüketttiğimiz KD’den küçüktür ve aradaki farkı borçlanarak kapatıyoruz.

    İdrak edilmesi gereken nokta budur. Türkiye’nin -ekonomik açıdan- ve bu sorunun en önemli araçlarından birisi olan KOBİ’lerin bundan daha önemli bir sorunu olabilir mi? Girişimcilikteki başarı, kaç kadının kendi işini kurduğu vbg hususların bu ölümcül sorun yanında konuşulması mümkün müdür? Türk sanayiinin 1 numaralı (hatta sıfır numaralı) sorunu düşük KD üretimdir. Arzu ettiğimiz yaşam düzeyi, bugünkü KD düzeyimiz ile karşılanamaz.

    Aradaki fark ancak şu yollarla karşılanabilir: dış borç, iç borç, kayıt dışı ekonomi, kaçak girdi kullanımı, yasa dışı uygulamalar (vergi, istihdam vs). Kuruluşlar bir yarışma yapıyorsa anlamlı bir nedeni, anlamlı bir hedefi olmalıdır. Lütfen bana KD’den daha önemli bir yarışma ölçütü söyleyebilecek kimse var mıdır?

    Katma değer, KOBİ ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki budur.

    (*) Geleceği Yakalamak, Onur Öymen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, sh. 23

    Pazartesi, Mart 7, 2005

  • Bisikletimi kırsam size ne? Peki hayvanımı!

    Bisikletimi alıp evimin kapısının önüne çıksam ve her parçasını un ufak edercesine -sanki işkence ediyor gibi- kırsam ve böylece bir kızgınlığımı çıkarsam. Ya da kızgınlık dürtüsüyle değil ama, mesela meraktan, tekerleklerinden birisini çıkarıp geri kalan tekeri üzerinde sürüklemeye çalışsam acaba gazetelere, TV’lere konu olur eleştirilir miyim?

    Kuşkusuz bu yaptığımın tuhaf olduğunu düşünenler olmasına karşın yine de çoğunluğun hükmü “kendi malı değil mi ne istese yapar” gibisinden olacaktır. Her ne kadar men-i israfat yasasına hafiften bir temas varsa da kanıtlamak isteyenler epey zorlanır. “Bisikletimin üzerinde sağlamlık testleri yapıyorum” ya da “yeni bir bisiklet paradigması geliştiriyorum” dendiğinde akan sular durabilir.

    Benzer işlemleri başka eşyalar üzerinde de deneyebilirim. Örneğin TV alıcısını parça parça etsem bırakın şikayet etmeyi, programları kime şikayet edeceğini bilemeyen vatandaşlardan büyük yardım dahi görebilirim. Benzer duygular herhangi bir mal için de geçerli olabilir.

    Kurban bayramı sırasında kesilecek hayvanlara işkence ettiği söylenen, görüntülenen hayır adayı sahiplerini eleştirmeyen kalmadı. AB yolunda bu ne rezaletmiş, yollar kan gölüne dönmüş, çocukların gözü önünde bu yapılır mı imiş ve daha onlarca yakınma nedeni.

    Bir de bunlardan sosyolojik genellemeler çıkarıp, niçin kan dökmeye bu denli meraklı olduğumuzu açıklayan çok bilmişler var. Bir bölüm açıklama uzmanı ise işi iyiden çığırından çıkarıp, kurban sahiplerine psikopat diyor. Adam kesmeye niyetlendiği danaya hakim olamayınca arka bacaklarını kesmiş ve öylece kaçmasına engel olmaya çalışıyor ama hayvan kesik ayaklarıyla yine de kaçmaya çalışıyor. Bu adama psikopat diyorlar.

    Kurban sahipleri arasında normal dağılım uyarınca kuşkusuz psikopatlar, vurdum duymazlar, işkenceciler vardır; istatistiksel olarak olmalıdır. Ama olaya serinkanlı bakılırsa çoğunluğun bunlardan ibaret olmadığını -ister istemez- kabul etmek zorundayız. Çoğunluk bir bankada memurdur, amirdir, bir özel şirkette satın alma görevlisidir, market sahibi ya da tezgahtarıdır. Yani aramızda saygın olarak yaşayan insanlardır, psikopat olsalardı birileri farkına varırlardı.

    Peki o zaman bu -vahşet, katliam, işkence filan denilen- neyin nesidir?

    Ben de biraz evvel kınadığım açıklamacı grubuna dahil olup bu olguyu anlamaya -tabii sonra da açıklamaya- çalıştığımda vardığım sonuç şudur: Kurban sahipleri o hayvanları bir bisiklet, TV alıcısı, banyo bataryası filan gibi görmekte, mülkiyetleri de tamamen kendilerine ait olduğu için istedikleri gibi davranmaktadırlar.

    Ayrıca, çoğunluğun -yani psikopatlar hariç- hayvanlara işkence etmek gibi bir niyeti de yoktur, sadece öleceğini farkeden hayvanların can kurtarma içgüdülerinin desteklediği hareketlilikle başa çıkamadıkları için bacaklarını kırıp sürüklemektedirler; aynen bisikletlerine acımadan tekerlerini kırdıkları gibi.

    Sorun, hayvanların da bir canı olduğunu, kesimin kimseye göstermeden, kanını ortaya dökmeden -eskiden ortaya dökülmez çukura akıtılırdı-, gözünü bağlayıp başını okşaya okşaya gırtlağını çabucak kesmek gerektiğini savunan insancıllardadır.

    Çünkü onlara her şeyin insanlar için olduğu, insanın tüm yaratıklar içinde en yücesi olduğu öğretilmiş, onlarda ezbere belledikleri bu dogmayı sorgulamayı akıl edemedikleri için doğru sanmaya devam etmişler, sıradan insanlarımız da onları yargılarına güvenilir sayarak taklit etmişlerdir. Her şey insana hizmet için varsa, aynen bisiklet, bahçe çapası ya da traktör motoru gibi istenilen muameleye tabi tutulabilir.

    Düşünmeyi, aşikar görünenleri sorgulamayı bir yorgunluk sayan (kafa yormak deyimine dikkat) sıradan insanımız bütünüyle mazurdur. Mazur olmayan geride kalan çok bilmişlerdir. Medyada her Allahın günü her konuda akıl veren, her şeyle istihza eden, sürekli olarak barıştan insanlıktan bahseden köşe yazarı, köşe konuşuru insanların konuşup yazdıklarına bakınız; buram buram androposentrik manyaklık koktuğunu göreceksiniz.

    Sorun bizzat “insan hakları” kavramındadır.

    Birkaç yıl evvelki bir yazımdan bir alıntı:

    ………… “İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.

    Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:

    “İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”

    Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.

    Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.

    Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.

    Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.

    Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir”!.

    İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.

    Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.

    Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”

    Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.

    Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?

    Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.

    “Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.

    Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!

    İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.

    İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.

    İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.

    Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler………

    Suçlular ayağa kalksın!

    Hayvanları insandan ayrılabilir bir “şey” sayma öğretisini sorgulamayan, sorgulamadığı dogmaları kendisini rol modeli kabul etmek “durumunda” bulunanlara -yazısıyla, tavrıyla, sözleriyle- empoze etme yetkisini kendinde görenlere denilebilecek pek bir şey yoktur. Hele onların dışındaki sürü ise tamamen mazurdur.

    Her şeyin bir ve bütün olduğunun farkına varanlar. Galiba bir onlar mazur değillerdir.

    Cumartesi, Ocak 22, 2005