-
May 25 2012 Anlayabilenlere çağrı!
Mutluluk nedir?
Ünlü fizikçi S.Hawking’e bir TV programında “mutluluk sizce nedir?” diye bir soru yöneltildi. Hiç tereddüt etmeden verilen cevap şuydu: “anlayabilmek“.
Bir ülkede yaşayan ve bunu sürdürmek isteyenlerin büyük bölümünün ülke sorunlarına ilişkin konularda kendilerine göre doğru-iyi-güzelleri savunduğuna, başkalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, dile getirilen düşüncelerin, alınan tavırların, benimsenen tutumların hep bu tanımlanan nüfusun refah ve mutluluğunu amaçladığına inanıyorum.
Bu konularda ne denli ayrıntılara inilirse anlaşmazlıkların da o denli artacağı, bu yüzden de toplumsal uzlaşıların daima “ilkesel” düzeyde kalması gerektiği bellidir.
Özgürlük kısıtlamalarına tepki doğaldır ve de iyidir
Hangi dini, etnik, siyasi (ve olabilecek diğer) ideolojilere bağlı olursa olsun tüm bireylerin özgürlüklerine düşkün olduğuna, bunu tehdit edebilecek unsurlara karşı en hafifinden güçlüsüne kadar çeşitli tepkiler vereceğini varsayıyorum. Bu tepkileri verenler arasından hiç olmazsa küçük birer azınlığın da o tepkilere yol açan özgürlük kısıtlamasının alt katmanlarında neler olduğunu nerak edeceklerine; o merak edenlerin de yine küçük bir bölümünün daha daha alt katlarda hangi özgürlük kısıtlayıcı neden olduğunu merak edeceğine ve nihayet onların da küçük bir bölümünün en alttaki nedeni görebileceğini varsayıyorum.
Varsayıyorum ve yanılıyorum. Çünkü böyle olmuyor.
Böyle olmuyor ve her kesim, kendine ait önemli saydığı bir özgürlüğün kısıtlanmasına karşı, görünen -ve en az önemli olan- nedene saldırıyor.
Türbanlılar türban takma özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikayetçidir. Neden olarak da türban yasağını görmekte ve tepki göstermektedirler.
Toplumun dini kurallarla yönetilmesinden endişe duyanlar da yine özgürlüklerinin kısıtlanacağından şikayet ediyor, neden olarak da dini siyasete alet edenlere tepki gösteriyorlar.
Toplum içinde kendi benimsedikleri kimliklerine -başkalarının özgürlüklerinden kısarak- daha geniş özgürlükler verilmesini isteyenlerin de yakındıkları yine en üst katmandaki nedenlerdir.
Yakınan kesimlerin sayısı artırılabilir, ama ortak nokta aynıdır: ilk göze çarpan nedene tepki göstermek.
Anlayabilenler bu yana..
Peki nasıl oluyor da, tüm bu kesimler toplumumuzun neredeyse tamamının geçtiği okul sıralarındaki (ezber=sorgulamama) illetini, yakındıkları özgürlük kısıtlama nedenlerinin en temelindeki neden olarak görmüyorlar?
İnsanlara, bazı kesin ve tartışılmaz doğrular-iyiler-güzeller olduğunu ezberletip belletirseniz, bunun tüm yaşam kesitlerine yansıyacağını, böyle eğitilmiş bir kişinin benimseyeceği görüş dışındakileri hep (başkası) sayacağını nasıl olup da göremezler.
Yoksa acaba, sorunları ve nedenlerini soğan katmanları gibi görüp anlamaya çalışmak yerine kendilerine belletilip sonra da tartışılmaz, sorgulanmaz (ezber) bırakılan doğru-iyi-güzelleri savunmayı daha mı pratik (ya da kârlı) sayıyorlar.
Daha somut örnek..
80,000 civarında okulumuz var. İçlerinde tezek yakarak ısınmaya çalışanlar ve klima ile ısıtılanlar var. Kara tahta bulamayıp duvara yazanlar ve her öğrenciye bir bilgisayar düşenler var.
Öğretmenlerinin Türkçe konuşamadıklarının yanısıra birkaç dil bilen öğretmenleri olanlar var.
Ama hepsinin ortak iddiası, ezberin başka okullarda yapıldığı kendi okullarında ezbere yer olmadığı.
Bu nasıl olabilir? Bu insanlar -en azından- kendilerini nasıl böylesine kandırabilirler? Bir insana mutlak doğruların olabileceğini öğretmek ile bir arabanın diresiyonunu iple sabitleyip yola salmak arasında ne fark vardır? Bu araç, direksiyonunun ayarlandığı yönde tüm önüne çıkanları ezmeye kalkmaz mı?
Haydi diyelim ki bu okullardaki öğretmenlerin hepsi aynı kaynaktan eğitiliyor; o kaynakları da değiştiremediğimiz için bu süreç kendini besliyor. Ezberi sadece din eğitimi verilen okullara özgü sananlar acaba fizik, kimya matematik gibi derslerin TAMAMEN ezberle belletildiğini görmüyorlar mı? Bu okullara bilgisayar vermek, intenete bağlamak ezberi daha da pekiştirmiyor mu?
Peki hiç gözü sonradan açılan olmuyor mu? Hiç kendisine belletilip ezberletilen mutlakların her zaman geçerli olmayabileceğini düşünen yok mu? Bunların içinde hiç sesi çıkan yok mu?
Peki mesele sadece okulda mı?
Keşke öyle olsaydı. Ekonomistlerimiz tartışa dursunlar, hangi finansal parametre ile oyanırsa düze çıkarız diye. Her ne mal ve hizmet üretiyor isek onların içerdikleri katma değerler ve borçlar toplamı bizi bugünkü koşullarımızda yaşatabiliyor. Refahımızı ancak daha çok borçlanarak artırabiliyoruz. Bu basit denklem (ne kadar katma değer o kadar refah) çıkış yolunu da gösteriyor: daha çok katma değer!
Ama daha yüksek katma değer yaratıcılık (ezbersizlik) ister!
Ezber burada da en büyük engeldir. Aklı küçücük yaşta mutlak doğrularla dondurulan bebelerden oluşmuş büyük bebeler daha yüksek katma değer üretemez. Bağırır çağırır, suçlar, suçlanır ama yüksek katma değer üretemez. Üretemediği gibi üretebilenlerin yaratıcılığını da engeller. Mucitlerimizin başlarına gelenler bunun birer örneğidir.
Tam anlayamıyorum ama anlar gibi oluyorum..
Bir kısım insan kendini modern, çağdaş vs sayıyor ve bağnazlıktan uzak olduğunu sanıyor. Sarıldıkları -her ne ise- onun tüm doğruları gösterdiğini, mutlak doğrunun o olduğunu, herkesin onu benimsemesi gerektiğini, bunun gerekirse yumuşak gerekirse kanlı, gerekirse ezber yoluyla yapılacağına inanıyor.
Bunun için platformlar kuruluyor, yeni siyasal girişimler tasarımlanıyor, örgütlenmelere gidiliyor, yani hemen her şey yapılıyor; ama bir şey hariç: Bunların temelindeki ezberin bir zihinsel soykırım olduğunu anlamaya çalışmak.
Ama tam da emin değilim, böyle mi oluyor? yoksa!
Cuma, Aralık 16, 2005
-
May 25 2012 Mektup!
Haziran 15, 2004
Sayın Dr. Topbaş,
- Vakit değerli, kısa yazacağım.
- Yeni görevinizde başarılar.
- Bir önerim var. İddialı, katma değeri yüksek, ama riskli.
- Bu riski üstlenmek isteyebilir / istemeyebilirsiniz. Sizi o denli iyi tanımıyorum.
- Konu şu: İstanbul’un en belirgin özelliği -istisnasız her alanda- kuralsızlığıdır.
- Birçok alanda kural eksiği / yanlışı var. Ama sorun, bunların dahi yaptırımının olmayışı.
- Türkiye’nin -ve hattâ başka ülkelerin- ne kadar, “kuralsızlığı geçim ve yaşam yolu yapmış” insanı varsa İstanbul’a aktı / akıyor / akacak.
- Bunun önüne pasaport, vize vs gibi önlemlerle kesinlikle geçilemez. Aksi halde yeni mafya alanları doğar.
- “Kuralsızlık” şöyle sonuçlar doğuruyor:
- Kuralsızlığı seçenler bir çekim alanı yaratıyorlar ve bu alan yeni kuralsızları İstanbul’a çekiyor.
- Az-buçuk kurallara uyanlar uymaktan vazgeçiyorlar.
- Kurallı yaşamda direnenler giderek bu şehirden uzaklaşıyorlar.
- İstanbul giderek mafyalar şehri oluyor.
- En kuralsız olanlar, kendilerinden daha az kuralsız olanları şehrin dışına sürüyor.
- Şehre -iyi niyetlerle- çakılan her çivi, daha çok sayıda kuralsızın şehre akmasına yol açıyor (çünkü hayatları kolaylaşıyor).
- Kuralsızlar, vergi vs ödemedikleri için, şehre yapılacakların finansmanını İstanbul’dan bir yere kaçamayan veya henüz kaçmayan az sayıdaki kural yandaşı ile Türkiye’nin başka yerlerindekiler sağlıyorlar.
- Kuralsızlık ortamı ahlâksızlığı yan ürün olarak üretiyor / besliyor.
- İstanbul, diğer bütün kentlere rol modelidir. Bu nedenle İstanbul ahlâksızlık -her anlamda- ihraç ediyor, Türkiye’yi bozuyor.
- Bir belediye başkanının en hayırlı (ve riskli) vaadi, “ben bu kenti kurallı yaşanan kent haline getireceğim” olmalıdır.
- Bu, bugüne kadar söylenmedi.
- Siz yapmak ister misiniz?
- Prensipte varsanız görüşelim.
Selam ve sevgiler,
-
May 25 2012 Yeni”dil”lere ihtiyacımız var, hemen-1
“Resim” gereksinimi nereden çıkmıştır? Bu soruya pekala “yazı bilinmediği için” şeklinde yanıt verilebilir. Ama herhalde kök-neden, “ifade etmek” olsa gerektir. Kendini, bir olayı ya da herhangi bir şeyi ifade etmek isteyen her canlı bir takım sembollerle bu önemli ihtiyacı gideriyor.
Resim tüm zenginliğine karşın standart sembolleri olmadığı, her resim her bir kişiye farklı mesajlar iletebildiği için yazı icat olmuştur.
İ.Ö. 3500 yıllarında Sümer uygarlığında icat edildiği bilinen yazı, ifade etme işlevini büyük ölçüde yerine getirmesine karşın önemli birkaç eksiklik taşıyor. Bunlardan birisi üzerine yazıldığı iki boyutlu ortamları (taş, papirüs, kağıt ya da bilgisayar ekranı) tek boyutlu (satırlar) olarak kullanmasıdır. Sinekten yağ çıkarmaya meraklı insan ne hikmetse iki boyutlu ortamları hep tek boyutlu olarak kullanagelmiştir. (Alternatif bir kullanım için Bkz. http://tinyurl.com/9qezv69).
Yazı’nın ikinci ve daha büyük eksikliği çözümlemeye (tahlil, analiz) pek uygun olmayışıdır. Daha da kötüsü, çözümlenmek istenilen durum karmaşıklaştıkça yazı daha da işe yaramaz hale gelmektedir. Belirsizlikler, bilinmezlikler, çok taraflı etkileşimler içeren ve bu nedenle de ancak olasılıklarla ifade edilebilen durumlarda yazı tamamen yetersiz hale gelmektedir.
İnsanlık bu gibi durumlar için bir çıkış yolu bulmuş, “durum kategorilerine göre özel dil” yaklaşımını icat etmiştir. Kanımca bu, medeniyetin başlangıcı sayılan yazının icadından daha da önemli bir buluştur.
Birkaç örnek “özel dil”..
- Bir örgütteki birimler ve kişiler arasındaki ilişkileri ifade için kullanılan örgüt şemaları en basit dillerden birisidir.
- Maddeler arasındaki tepkimeleri ifade etmek için kullanılan kimya formüllerindeki sembol ve kurallar,
- Sabit ve değişkenler arasındaki ilişkileri ifade için kullanılan matematik, sembol ve kuralları. En karmaşık ilişkileri bile ifade edebilen bu özel dilin en önemli sorunu, karmaşık sorun ifadelerinin ancak uzmanlarca yazılıp okunabilmesidir.
- Bu sakıncanın giderilebilmesi için daha sıradan uzmanların kullanabileceği arakesit dilleri geliştirilmiştir. Karmaşık durumları matematik modellere çevirebilen arakesit dilleri (örn. Q-GERT, SimKit, SIMUL8 gibi benzetim dilleri) yaygınlıkla kullanılmaktadır.
- Birbirleriyle öncelik-sonralık ilişkisi içinde bulunan işlerin sıralanması hemen tüm sanayi dallarının gereksinimidir.
- İnşaat veya tesisat yapan yükleniciler, tesis işleten yöneticiler, araştırma kuruluşları ve daha yüzlerce kişi ve kuruluş karmaşık ilişkili işleri sıralamak, bu sıralamaya göre uygulamak ve bir yandan da izlemek isterler. Bunun için icat edilen çubuk diyagram, CPM, PERT, GERT gibi teknikler tam anlamıyla birer dildirler. Aynen yazılarda kullanılan harf ve noktalama işareti sembollerinde olduğu gibi bu dillerin de standart sembolleri ve bu sembollerin kullanım kuralları vardır.
- Karmaşık durumlar hakkında kaba -ama bir bakışta- kavrama sağlayabilecek dillere örnek ise Rich Pictures veya Mind Mapping dilleridir.
- Bir olayın nelere yol açabileceğini göstermek için kullanılan Spray Diagrams.
- Bir olaya nelerin yol açtığını göstermek için kullanılan Ishikawa Diagrams (Kılçık Diyagramları),
- Çeşitli olaylar arasındaki durağan ilişkileri açıklamak için kullanılan neden-sonuç diyagramları,
Bunlar, çeşitli karmaşıklıktaki “durum”ları değişik düzeylerde “kavramak” amacıyla geliştirilmiş çok sayıdaki özel dile sadece birkaç örnektir. Tabii ki bu “kavrama” ihtiyacı tek başına bir gereksinim olmayıp hemen ardından “durumu değiştirmek” esas amacı gelmektedir.
Bundan bize ne?
Doğu ve Güneydoğu’da uzun yıllardır “bir şeyler” oluyor. Bu bir “durum”dur ve karmaşık bir durumdur. Bilinen parçaları, bilinmeyen parçaları, belirsiz parçaları, zaman içinde sabit ve zaman boyunca değişen, ekonomik, psikolojik vd parçaları vardır. Ayrıca parçalar arasında da etkileşim bulunmaktadır. Kısacası durumu zor ifade edebilecek her ne varsa mevcuttur.
İşte sorun da burada başlıyor.
Her “karmaşık durum”un bir ortak yanı, gerek çözümleme gerekse çözüm aşamalarında mutlaka ortak akla ihtiyaç oluşudur. Bunun için ön-koşul ise o durumun herkesçe aynı şekilde anlaşılabilmesini sağlayabilecek şekilde ifade edilmiş olmasıdır.
Bu gereklilik bizi ister istemez bir “duruma özgü dil” ihtiyacına götürmektedir. Yukarıda birkaç örneği verilmiş duruma özel diller içinde Doğu ve Güneydoğu olaylarını doğru ifade etmeye yarayanlar -en azından modüller- vardır.
Halbuki, içinde bulunduğumuz durumda kullanılmakta bulunan başlıca iki grup dil bu “doğru ifade etme” ihtiyacına maalesef cevap vermemektedir. Bu gruplardan biri sokaktaki insanın dilidir. Sağdan soldan duyduklarını birleştirerek hemen sempati ve nefret bileşikleri yaratan insanların sempati ve nefretleri Allahtan ki dağınıktır. Aksi halde küçük bir çaba ile -örneğin bir TV kameramanının, bir tekmenin sadece ikinci yarısını göstermesiyle- bir ülkeye savaş açabilecek durumlara gelinebilir (bakınız şekil 1-a, İsviçre maçı).
Bu “sokaktaki insan”ların bir bölümü sokakta, bir bölümü ise daha yüksek rakımlı yerlerdedir.
Durumu ifadede kullanılmakta bulunulan ikinci grup kişi ve kullandıkları diller işe yarardır ama standart sembol ve kurallar çevresinde oluşmadığı için kişi sayısı kadar ayrı ifade biçimi ortaya çıkmakta, aranılan ortak akıl bir türlü oluşmamaktadır.
Kısacası son gelinen durumda neler olup bittiğinin çözümlenmesi gündelik konuşma ve yazışma dilleri ile ifade edilememekte, dolayısıyla da çözüm geliştirmek söz konusu olamamaktadır.
İhtiyaç olan ve olmayan!
İhtiyaç bellidir: Bu karmaşık durumu, anlaşılabilir şekilde kağıt üzerinde ifade edebilecek ve sonra da buradan çıkarabilecek çözümlerin uygulanmasına temel yaratacak olan sembolleri ve kuralları belli bir “duruma özel dil”.
İhtiyaç olmayan, olmadığı gibi kesinlikle bulunmaması gereken ise, bu durumu ifade etmeye yeterli olmayan dil(ler)i kullanarak çözümleme yapmaya kalkmak ve daha da kötüsü bunlara dayalı çözümler geliştirip uygulamak ya da en azından önermektir.
Son İsviçre maçları, durumları anlamaya ve ifade etmeye yeterli olmayan diller kullanıldığında neler olabileceğini göstermesi açısından ulusumuzun başına gelebilecek en hayırlı olay sayılmak gerekir.
Bu iş kimin işidir?
Kuşkusuz ki bu özel dil geliştirme işi topluma ihale edilerek içinden çıkılabilecek bir iş olamaz. Demokrasi, doğru ifade edilmiş durumlar hakkında seçenekler yaratma ve seçme rejimidir, ama bu ifade dilini geliştirecek olan onun ihtisas kurumlarıdır.
Günümüz Türkiyesinde böylesine karmaşık bir dilin sembollerini ve kurallarını geliştirebilecek hiç olmazsa birkaç kurum -ya da onların birkaç birimi- olması gerekir. Birkaç üniversitemiz, birkaç sivil toplum kuruluşumuz, askeri ve sivil bürokrasi uzmanları içinden seçilecek bir çalışma grubu Türkiyenin bu varlık sürdürme projesinde görevlendirilebilir.
Manhattan projesi -sonuçları hayırlı olmasa da- böyle seçme bir ekip tarafından yürütülmüş ve ikinci sınıf bir ülkeyi birdenbire dünya lideri yapıvermiştir. ASAM -mesela- böyle bir örgütlemeyi yapamaz mı?
Bir şey bir kere olmuşsa ikinci defa olmaması için bir neden var mıdır?
Kasım 19, 2005
-
May 25 2012 Kelliğe ve matematiğe kökten çözüm..
Gazetelerde sık sık, istenmeyen hamileliklere, kelliğe, selülit ya da benzeri sorunlara karşı çözüm önerileri yer alır. Bu önerilerin palyatif olanları çoğunlukta olduğu için herkes önerisinin daha ciddi olduğunu belirtmek için “kökten” vurgulaması yapar.
Benzer bir vurgulama sık sık kaza yapan otobüs şirketlerince de kullanılır ve örneğin orjinal adı Fırtına Seyahat olan şirket otobüsleri her kazadan sonra Öz Fırtına, Hakiki Fırtına gibi adlar alırlar.
Bu tür uygulamalara karşı şerbetli olan vatandaşlarımıza, geçtiğimiz hafta yepyeni alanda bir hizmet ilk defa sunuldu. Bu da “Matematiğe Kökten Çözüm” sloganıyla büyük gazetelerde çeyrek sayfalık ilanlarla duyuruldu. Çetin Altan Usta’nın deyimiyle “matematikten hiç anlamamakla övünen” okur-yazar takımına yaraşır bir kara mizah. Matematiğe çözüm!
Şeker bayramı ile birleştirilerek verilen bu müjde kimbilir onbinlerce gencin evinde ne büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Düşünsenize bir kez, matematik denilen hastalık artık öyle pansuman önlemlerle değil tamamen kökten çözülecek.
İlan ve reklamların biraz gösterip biraz saklaması adettendir ama burada hangi sonuçların ve de nasıl alınacağı da açıkça belirtiliyor: Çıkma ihtimali olan bütün sorular ve çözümleri 1500 sayfa içinde 6000 soru halinde!
Bu büyük hizmete sevinenler herhalde yalnız öğrenciler değildir. Matematik öğretmenlerinin de “önemli bir bölümü” sevinenler arasındadır. Ayrıca matematik dışındaki branş öğretmenlerinin de ne büyük bir haset içine düştüklerini tahmin eder gibiyim. Eminim kısa bir süre içinde o alanlarda da benzer -hatta daha ileri- hizmet sunan eğitimciler(!) çıkacaktır.
Bir süre evvel https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=712 adresli yazımda, bu tür hizmet ehli öğretmenler ve onlara layık öğrencilerce yapılan bir matematik buluşu sizlere tanıtmıştım. İşte o buluşlar, burada sözü edilen ilanlardaki yöntemle yetiştiriliyor. Yani “çıkma ihtimali olan bütün soruları ezberleyerek”.
Merakım şudur: Eğitim sınıfı içine karışmış, ama eğitimle yakın uzak bir ilişkisi olmayan, bu işi ekmek parası için yapmak zorunda(!) kalan kimi insanlar bu tür yöntemler uygulayabilirler. Nasıl ki normal insanların arasına akıl sağlığı sorunlu insanlar karışabiliyorsa, eğitim işinde de böyle “karışmalar” olabilir.
Ama anlayamadığım, nasıl olup da diğer gruptan birilerinin çıkıp:
- Tekrar yoluyla bellemenin, “anlamak” denilen kavrama olgusu ile bir ilişkisinin bulunmayıp tam bir ezber olduğunu,
- Doğru yöntemin “Sıfır Tekrarlı Öğrenme” (zero trial learning veya diğer tabiriyle aha learning) olduğunu, kişinin ihtiyaç duyduğu bilgilerin, herhangi bir tekrara gerek kalmaksızın bir defada öğrenildiğini,
- Tekrara dayalı eğitim almış kişilerin temel özelliklerinden birisinin dayatmacılık (benimsetmecilik) olduğunu; benimsetmeciliğin ise hiç umulmayan biçimlerde ortaya çıktığını (bkz. “Bir test:Laik misiniz dinci mi?” https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=690)
dile getirmediğidir.
“Çıkma ihtimali olan tüm sorunları ve cevaplarını” ezberleyerek yaşayabileceğini düşünen insanların çoğunlukta olduğu, bunun farkında olan azınlıkların ise seslerini çıkarmadıkları bir toplum varlığını sürdürebilir mi? Hayır.
Peki sürdürmeli mi? Cevabı siz verin.
Kasım 4, 2005
-
May 25 2012 Güneş tutulunca deprem olur mu olmaz mı?
Bir radyo programında, zihinsel netliğine pek güvendiğim bir bilim adamı ile yapılan mülakat sırasında son günlerin polemik konularından birisi ele alındı. 17 Ağustos Marmara depreminden ve son Pakistan depreminden önceki güneş tutulmalarının da işaret edebileceği gibi acaba bu doğa olayının depremlerle ilişkisi olabilir miydi?
Bilim adamı kesin bir dille bunun olamayacağını, çünkü depremlerin günde birkaç yüz denebilecek kadar sık olduğunu, doğal olarak bunlardan bazılarının güneş tutulması öncesine bazılarının da sonrasına rastlayacağını belirtti. Ve son olarak da en sağlam kanıt olarak, güneş tutulması olmadan meydana gelen depremlerin bu durumda açıklamasız kalacağını söyleyerek bu iki doğa olayı arasında ilişki olamayacağını söyledi.
Geçmişte benzer sorular sorulan başka bilim insanları da başka argümanlarla bu ilişkisizliği kesin olarak dile getirmişlerdi.
Ben bu belirtimlerin maksadını aşan ifadeler olduğuna, bilim adamlarının aslında bunu demek istemediklerini, sadece “bilim böyle bir ilişkiyi henüz doğrulamamıştır; ama bu, ilişki olmadığı anlamına gelmez” demek istediklerini varsayıyorum.
Çünkü:
- Bilim, içinde bulunulan bir zaman kesitinde tüm bilinmeyenleri açıklama iddiasında değildir. Sadece bilinmeyenleri bilinir kılma arayışındadır. Zaman kesiti ilerledikçe bilimin açıklayabildikleri artar, bazıları ise değişir. Yüzyıl, on yıl hatta geçen yıl bilinmeyen ya da doğru olduğu sanılanların şimdi, “şimdiki doğrularının” bilindiğini biliyoruz.
- Ama bilimin kesin iddiası, herkese ilan ettiği metotları kullanılarak neleri açıklayabildiği, neleri açıklayamadığı, nelerin imkanlı nelerin imkansız olduğudur. Hatta bu metotları dahi sorgulamaya açıktır.
Güneş tutulması depreme yol açar mı? Bilim insanlarının dışındaki sokaktaki insanlar böyle bir soruya şöyle bir yanıt verseler bilim buna acaba ne der?
- Gök cisimleri arasındaki mevcut çekim kuvvetleri her an için kendi aralarında bir denge oluşturuyor ise,
- Gök cisimleri her an hareket halinde olduğuna ve söz konusu denge durumu da buna paralel olarak her an küçük de olsa değişiyor ise,
- Değişen bu çekim alanlarının dünya üzerine yaptığı etkilerde de bazı değişimler olabilecektir.
- Bu -belki çok küçük- değişimler çok büyük yüzeylere etkidiğine göre meydana gelebilecek kuvvetler büyük olabilir.
- Bu kuvvetler her zaman değil ama, yer kabuğunun kırılma noktasına-bardağı taşırabilecek damla- gelmiş süreksizlik noktalarında bir harekete neden olabilir.
- Bunun ölçülmesi, güneş ya da ay tutulmaları -hatta başka gezegenlerin tutulmaları- ile ilişkisinin gösterilmesi güç olabilir. Ama bunun güç olması ilişkinin olmadığını göstermez.
- O halde güneş, ay ya da bilmem hangi gezeğinin tutulması yeryüzü, ay ya da filanca gezegende bir depreme pekala yol açabilir. Açar değil ama açabilir.
Bilim insanlarının her sözü, onları kendilerine rol modeli almış kişiler için çok önemli olabilir. Belki bugün için böyle değildir, ama umudumuz böyle olmasıdır. Böyle olması için de onların her sözcüklerini çok tartarak söylemeleri, olası yanlış anlamalara yol açmamaları iyi olur.
Bu yazı da dahil her nerede kesin bir yargı varsa o yargının doğruluğundan kuşkulanılmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=180, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181).
Pazar, Ekim 23, 2005
-
May 25 2012 Doğu’ya sürgün!
Çocukluğumdan beri hatırlarım; hangi kamu görevlisi işe yaramaz görülürse -gerçek olabilir ya da olmayabilir- verilecek öncelikli ceza bellidir: Bulunduğu coğrafi konumdan daha doğuya tayin etmek. İşe yaramazlık(!) ölçütü ise bulunduğu yerle tayin edildiği yer arasındaki mesafedir. Ne kadar işe yaramaz ise o kadar doğuya.
Bu geleneğin 2005 yılında da yürürlükte olduğu görülüyor. İçişleri Bakanlığı, bir yazarın kitaplarını yaktıran Sütçüler ilçesi kaymakamını Diyarbakır Dicle ilçesine “atanmış” (gazeteler).
Bu geleneğin bu denli uzun sürmesinin başlıca iki nedeni vardır. Birincisi pek pratik oluşu, ikincisi ise kolay savunulur oluşudur. “Ne yani oralar bu memlekete ait değil mi, oraların da hizmete ihtiyacı var” argümanının karşısında kim durabilir?
Benim merakım işin bu yanlarında değil, bir süreç bu denli uzun süre devam eder ise ülkenin Batısı ve Doğusu arasında nasıl farklılıklar yaratacağıdır.
Rastgele şekilli cisimlerin kapalı bir hacim içinde çok çok uzun süre serbest çalkalanmaya bırakıldığı takdirde hepsinin düzgün birer küre olacağı mühendislik öğrencilerine ilk yıllarda öğretilir. Acaba benzer bir deney insanlarla yapılsa ve hep aynı “tür”den insanlar ülkenin hep aynı yerlerine yollansalar acaba sonunda ne olur?
Bir an için, cezalandırma amacıyla mahrumiyet bölgelerine atanan kamu görevlilerinin gerçekten de cezalandırılmayı hak eden eğri işler yaptıklarını varsayalım. Buna göre, bu yörelerde uzun süre sonunda tüm kamu görevlilerinin eğri işler yapan kişilerden oluşması gibi garip bir durum ortaya çıkacaktır.
Hatta, en doğuda bulunanların “atanacakları” daha doğuda bir yerler olamayacağına göre artık o yörelerde işlerin iyiden iyiye çığrından çıkmaması için bir neden kalmayacaktır.
Bir zamanlar -adını hatırlamadığım- bir devlet bakanı, atandığı ilk gün yayımladığı ilk genelgesinde, “cezalandırma amacıyla hiçbir kamu görevlisinin gerice yörelere atanmamasını, gerekiyorsa idari ve adli kovuşturma açılmasını” emretmişti ve çok da doğru yapmıştı.
Ülkemizin doğusunun geri kalmışlığında kuşkusuz başka faktörlerin de payı vardır. Ama bugünkü durum “geri kalmışlık”tan öte bir şeydir ve en önemli nedenlerinden birisi bu yörelerin cezalandırma amacıyla kullanımıdır.
Hatta, ülkemizin yüzlerce sorununa yol açan az sayıdaki kök sorundan bir tanesi de budur.
Bugün bunun tam tersine ihtiyaç vardır, yani en yetenekli kadroların en az gelişmiş yerlere atanmalarına. Gelişmiş yörelerde oluşmuş bulunan “sistemler”, daha az deneyimli kadroların hatalarını örtebilir, ama aksi asla.
Becerikli yöneticilerin bulundukları yörelere nasıl ışık saçtıklarına en iyi örneklerden birisi rahmetli vali Recep Yazıcıoğlu’dur. Kuşkusuz yetenekli birçok insanımız bu gibi yörelerde görev yapmaktadır. Ama, “cezalandırma amacıyla doğuya sürme” illeti bitmedikçe ve bu süreç tam tersine çevrilmedikçe bu kötü geleneğin farkına varamadığımız yan ürünlerinden kurtulmamıza imkan olmayacaktır. İlanen duyurulur.
Ekim 17, 2005
-
May 25 2012 Kısır döngüler birer avantaja çevrilebilir mi?
İki veya daha çok olay, bir kapalı çevrim halinde birbirlerini üretiyorlarsa buna “Kısır Döngü” ya da eskilerin deyimiyle “Fâsit Daire” adı veriliyor. Ancak bu tür kapalı çevrimler her zaman fesat üretimine (fâsit) sebep olmazlar. Bir bölümü son derece yararlı işlevler de görürler. Tavuk ve yumurta döngüsü gibi. Bunlara çeşitli örnekler vererek döngülerin neler ürettiğine daha iyi karar verilebilir. İşte birkaç örnek:
- Yumurta > Tavuk > Yumurta
- Kalabalık kamu kadroları > Personel için ayrılabilecek bütçenin daha çok kişiye bölünmesi > Düşük ücret > Düşük ücrete, ancak düşük nitelikli çalışanların istihdam edilebilmesi > Beklenen görevlerin standartının düşmesi > Düşük standartlı görevlere, çok sayıda düşük nitelikli işsizin talep yaratması > Taleplerin siyasi baskıya dönüşmesi > Kamu kadrolarının daha da kalabalıklaşması.
- Gelişmiş bir demokratik ortam > İnsanların nitelik dokularının gelişmesi > Yüksek nitelikli insanların demokratik ortamı daha da geliştirmeleri.
- İnsanların nitelik dokularının yetersizliği > Demokrasinin yarattığı özgürlük ortamının, karşılıklı hakların çiğnenmesine yol açması > Demokrasinin yozlaşması > İnsanların nitelik dokularının daha da bozulması.
- Eğitim sisteminin çarpıklığı > Yetersiz nitelikli insan yetiştirilmesi > Yetersiz nitelikli insanların “oyun kurucu” durumuna yükselmesi > Yetersiz sistemlerin kurulması ve/ya mevcut sistemlerin kötü işletimi (eğitim sistemi de dahil) > Eğitim sisteminin daha da bozulması
- Terör > Devlete güven ortamının zedelenmesi > Kamu görevlilerinin hizmetten kaçışı > Yetersiz hizmet sunumu > Halkın şikayet ve reaksiyonları > Terörün bu reaksiyonları istismarı >Terörün daha da güçlenmesi.
- Yüksek enflasyon > Küçük ölçekli işlerin batması > üretimin azalması > Artan enflasyon.
- Kendi işini kuranların sayısının artışı > Daha çok insanın bundan haberdar oluşu > Daha çok kişinin cesaretlenmesi > İşini kuranların daha da artması.
Bu tür “kendini besleyen döngü”lerin büyük bir bölümüne dikkat edilirse, başlanan nokta yerine ya daha geri (ya da ileri) bir noktaya varıldığı görülecektir, aynen açılan ya da kapanan bir spiral gibi. Eğer döngü “iyi” birşeyler üretiyorsa bu spiral giderek daha iyi sonuçlara; aksine “kötü” birşeyler üretiyorsa bu defa giderek daha kötü şeyler doğmasına yol açacaktır.
Toplumu yönlendirenler (politikacılar, bürokratlar, bilim adamı, düşünür, yazar) her ikisine de duyarlı olmak zorundadırlar. Olumlu spiralleri daha kuvvetlendirmeye, olumsuzların genişleme hızlarını durdurarak, önce onu kapalı bir çevrime, sonra da mümkünse olumluya dönüştürmeye çalışmalıdırlar.
Peki ama bu nasıl olacak?
Bunu yapabilmek, döngülerin bu haliyle mümkün değildir. Çünkü, döngüyü oluşturan baklalar birbirine o denli sağlam bağlıdır ki, döngünün bir başka sonuç üretmesine imkan yoktur. O halde döngü içine yeni bir element sokulmalı ve o yeni element, döngünün ürettiği sonuçları olumluya çevirebilmelidir. Teknik deyimle bir “evirici”ye (inverter) ihtiyaç vardır.
Bu yeni elementin durumu, yukarıdaki örneklerden birisiyle açıklanmaya çalışılırsa, bunun nasıl mümkün olabileceği daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin, “Kalabalık Kamu Kadroları” ele alınırsa:
Kalabalık kamu kadroları > (yeni element) > (seyrelmeye yönelen kadrolar) > Ayrılan bütçe payının daha seyrek bir kadroya bölünmesi > Yükselen ücretler > Personel niteliklerinin yükselmesi > Personelden beklenen görevlerin standartlarının yükselmesi > Standartı yükselen görevlere, ancak daha yüksek nitelikli elemanların talepte bulunabilmesi > Siyasi baskıların azalması > Kamu kadrolarının daha da seyrelme eğilimine girmesi.
Görüldüğü gibi, olumsuz spiral olumluya dönüşme sürecine girmiştir. Bunun yapılabilmesi, zincire eklenen “yeni element” sayesinde olabilmektedir.
Böyle bir “yeni element” geliştirilebilir mi?
Evet, bazı durumlarda bu mümkündür. Bu özel durumda aranan “yeni element”, örneğin iç girişimcilik (intrapreneurship) olabilir. Yani, kamuda çalışanlara, kendi işlerini kurma desteği yaratılarak (örneğin Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla) kadrolar seyreltilebilir.
Bir diğer örnek, “Eğitim Sisteminin Çarpıklığı” kısır döngüsü üzerinden verilebilir. Bu döngünün olumluya dönüştürülebilmesi için gereken “yeni element”, mevcut eğitim sistemine dokunmaksızın (zaten kimse dokunamaz), Dağıtık Öğrenme Ortamları adı verilebilecek bir yeni kavramı (Bkz. “Farzedin ki Hindiyiz”, M.Tınaz Titiz, Sah. 48, “Dağılmış Öğrenme Ortamı”, V Yayınları, 1991) hayata geçirmek olabilir.
Buna göre, mevcut eğitim kargaşası sürerken, onun dışında, bilgisayar destekli bir sistem oluşturup, sayıları yaklaşık 70,000 olan yerleşim birimlerindeki bilgi ihtiyacı tatmin edilmeye çalışılır. Bilginin bu şekilde somutlaştırılıp insanlarımızın hayatlarına girmesiyle, bir yana bırakılmış eğitim sistemini yönetenler de bu yeni olguya göre sistemi düzenlemeye çalışacaklardır. Bunu yapabildikleri ölçüde resmi eğitim sistemi kabul görecek, yapıl(a)madığı takdirde ise Dağıtık Öğrenme Ortamlarının rekabetine dayanamayarak silinecektir.
Dikkat edilirse Dağıtık Öğrenme Ortamlarının hayata geçebilme şansı, mevcut eğitim sisteminin çarpıklığından gelmektedir. Yani bir kısır döngü bu defa bir avantaja dönüşmektedir.
Bunun çok kolay olmadığı şüphesizdir..
Ancak burada işaret edilmek istenen de işin zorluğu ya da kolaylığı değildir. Açıklanana benzer bir yaklaşım kullanılmaksızın döngüler değiştirilmeye çalışılırsa, harcanacak zaman ve çabanın beyhude olacağına işaret edilmek istenmiştir.
İcatçılık genellikle elle tutulabilir dünyaya özgü sayılır, en azından bizim kültürümzde böyledir. Ama burada ihtiyaç olan ‘sosyal yenilikçilik” ya da “sosyal icat”tır.
İcat sözcüğünü aşağılama -Prof. Zihni Sinir- içerecek şekilde kullanmayı bırakıp, aynen yukarıdaki “yeni element” gibi yaşam döngümüze sokabildiğimizde içinde bulunduğumuz kısır döngü avantaja dönmeye başlayacaktır.
(Ekim 12, 1992’de yazılmış bir yazı gözden geçirildi)
Ekim 7, 2005
-
May 25 2012 Demokrasinin kırılganlığı
Çoğu üst-kurumda olduğu gibi demokrasi de toplumumuza dışarıdan, hazır elbise gibi ithal edilmiştir.
Tüm alt-kurumlarıyla birlikte tam bir otokrasi toplumuyken, “haydi, artık demokrat olalım” denilerek, demokrasi denilen üst-kurum “ilan” edilmiş ve mevcut tüm alt-kurumların da bu ilana göre hizaya girip kendilerini yenileyecekleri zannedilmiştir.
Ama, aradan geçen yaklaşık 50 yıl, bunun olmadığını göstermiş bulunuyor. Bugün, tüm sorunlarımızın demokrasiyi yerleştiremediğimizden doğduğu bilinmekte, fakat demokrasinin, kanunları değiştirerek yerleştirilebileceği sanılmaktadır.
Demokrasi kırılgan (fragile) bir yönetim biçimidir. Onun somut girdilerini oluşturan yüksek nitelikli (zeka-bilgi ve beceri-ruh sağlığı ve ahlak bileşkesi) “insan dokusu”nun yanısıra, onu dejenere edebilecek etkenlerden korunmuş olmasına ihtiyaç gösterir. Bunların başında da, demokrasinin getirdiği özgürlükleri birer silah olarak kullanan küçük militan gruplar yer almaktadır.
Kendini koruyabilecek alt-kurumlarını –ki buna iç bağışıklık sistemi denilebilir– oluşturmuş bir demokrasi, onu dejenere hatta yok etmek isteyebilecek küçük militan gruplar’a karşı dahi direnç gösterebilir ve o durumda bu küçük gruplar demokrasiyi -net sonuç olarak- güçlendiren bir rol oynayabilirler.
Ama, bu bağışıklık kurumlarını -ki hemen hepsi insan nitelik dokusuyla ilgilidir- kuramamış bir demokrasi adayı rejimin demokratikleşmesine imkan yoktur.
Her sorunun çözümünün salt demokraside ve daha çok demokraside görüp, onun alt-kurumlarını ısrarla göz ardı edenler, net sonuç olarak demokrasinin gelişmesine değil, bu kırılgan rejimin daha da dejenere olmasına hizmet etmektedirler. Niyetleri bu değildir ama sonuç budur.
Pazar, 05 Şubat 1995
-
May 25 2012 Kedi resmi çizmek ya da Kürt Sorunu..
Bir kedi resmi iki türlü çizilebilir
Birincisi, bir noktadan başlayıp ayrıntıları atlamadan tüm resmi çizmektir. Örneğin kedinin başından başlanır, gözleri, burnu, ağzıve bıyıkları gibi başı tamamlayıcı öğeler yerleştirilir, hattâ bir karakter verilmek isteniliyorsa gözleri renklendirilir, tüyleri kısa ya da uzun yapılır, sokak ya da ev kedisi tiplerinin belirgin karakteristikleri filan yerleştirilir. Sonra giderek diğerbölümlere geçilir, gövde, ayaklar ve kuyrukla tamamlanır. Bu arada her bölüme geldikçe o bölümün ayrıntıları resmedilir.
Bu yöntem ressamlarca kullanılabilir. Resim sanatı ile ilişkisi olmayan, hattâ resim konusunda ortalama yeteneği bulunmayan kişiler ise bu yöntemle kedi resmi çizmeye kalktıklarında olacak olan, organları arasındaki orantıları bozuk bir hilkat garibesinin ortaya çıkmasıdır.
Ressamların sayısının geride kalanlara göre ne kadar küçük bir azınlık olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla çoğunluk, organlar arasındaki orantıları -ayrıntılara dalarak- her an kaybedebilecek olanlardır.
Bir de bu yol var: önce çerçeveyi çizmek!
İşte bu kişiler için kedi resmi çizmenin güvenilir bir yolu, önce çerçeve çizgilerini çizmektir. Başı ayrıntılarına girmeden bir daire, gövdeyi bu daire ile bir noktada temas eden ve dairenin çapına göre gözü rahatsız etmeyen bir elips, ayakları elipse yani gövdeye orantılı olarak dört uzantı ve nihayet kuyruğu da elipsin bir ucuna yine orantıya dikkat ederek bir uzantı olarak çizen bir kişi daha sonra istediği ayrıntılara girebilir.
Bu yolla mükemmel bir kedi resmi çizilebileceği garanti edilemese de bu resme bakanın “bu bir horozdur” deme olasılığı hemen hemen yoktur. Üstelik, orantıları düzgün oturtulmuş bir çerçevenin ayrıntılarla zenginleştirilmesi ve iyice bir resim ortaya çıkması da pekalâ mümkündür.
Bu yöntem sadece kedi resmi için değil tüm resimler için geçerlidir.
Hattâ resimler için değil tüm sorun çözme girişimleri için geçerlidir.
Ortak halk aklı doğru adlandırmayı bulmuş!
Halk arasında “ağaçlara bakmaktan ormanı görememek” diye adlandırılan olgu, bir resmin bütününe bakmak yerine onun parçalarının ayrıntıları ile meşgul olmak ve bu arada bütünün ne olduğunu ıska geçmektir.
Sayın başbakanın Diyarbakır’da “Kürt sorununun varlığını kabul ediyoruz; daha evvel devletin ve hükûmetlerin hatalarını kabul ediyoruz; büyük devletler hatalarını kabul ederler” mealindeki sözleri, yukarıda resim çizmek için önerilen iki yöntemden birincisine tıpatıp uymaktadır.
Bir baş, gözler ve bıyıklar tamam; fakat geri kalan bölümler henüz çizilmediği için ortaya çıkacak yaratığın pek sevimli olmayacağı, sevimlilik bir yana öldürücü bir canavar olup olmayacağı henüz belli değil.
O halde işe daha garantili bir yöntemle başlamak akılcılığın gereğidir.
Ortada bir dizi sorun olduğu bellidir. Ölen yurttaşlarımız sorunun en önemli belirtisidir. Yurdun batı kesimleri ile gelişmişlik farkının kabul edilemez düzeylerde oluşu da bir diğer belirtidir.
Şimdi bu resmin ayrıntılarına girmeden çerçeve çizgilerini çizmeye çalışalım. Ortaya çıkanın kedi mi piyade tüfeği mi yoksa bir tümör mü olduğuna ondan sonra bakılıp ne(ler) yapılacağına, nelerin doğru nelerin hata olduğuna karar verilebilir. Görünen çizgiler şunlar:
Türkiye’nin güney doğusunda katı petrol rezervi mevcuttur.
MTA, TTK gibi kurumların etüdleri bunu gösteriyor. Petrol şirketlerince açılıp sonra kapatılan petrol kuyuları, o gün için ekonomik olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bugün için maliyeti daha düşük petrol rezervleri işletilirken, yarınlarda katı petrol de ekonomik olmaya başlayacaktır.
Alternatif enerji kaynaklarının laboratuvar ölçeğinden çıkıp ticari kullanıma girmesine kadarki birkaç on yıllık süre içinde bu katı petrol rezervi stratejik önem taşıyacaktır. Birinci çerçeve çizgisi budur.
Demokratik yapı uygun değil!
Bu bölgenin, Gülbenkyan’nın -ki kendisi jeologdur- red-line olarak adlandırdığı (kızının ruj kalemi ile çizdiği için bu ad verilmiştir) çizgilerin içinde kaldığı yüzyıldır bilinmektedir. Bu nedenle, bölgenin çoğulcu demokratik bir ülkenin yönetimine bırakılamayacağı, körfez ülkelerine benzer bir modelin ideal olacağı(!) uzun zamandır bellidir. Bunun için bir taşeron gereklidir.
İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli nüfusun etnik köken adlandırması dışında dil, din ya da diğer daha az belirleyici kültürel özellikler açısından birleştirici bir bütünlük taşımadığı bilinmektedir.
Bu nüfus temel alınarak tanımlanabilecek bir siyasi yapılanma (bağımsız ulus devlet, federasyon, konfederasyon ya da gevşek konfederasyon gibi) bitmek bilmez iç çekişmelere gebe olarak doğacaktır (Irak’ta olduğu gibi). Bu ise yapıyı oluşturacak parçalar üzerine tasarımlanabilecek manipülasyonlarla yapıyı yönlendirme -ve enerji rezervlerini kontrol- imkânı demektir.
İkinci çerçeve çizgisi de budur.
Kontrol tek eldedir
Sıvı ya da katı, kaliteli ya da az kaliteli petrol ya da doğal gaz rezervlerinin kontrolu -kaynağı kimde olursa olsun- petrolün bulunuşundan bu yana ağırlıklı olarak A.B.D. elindedir. A.B.D. dışında hiçbir ülke bu kontrolu eline geçirememiş, geçirmek isteyenlerin başlarına çeşitli kazalar gelmiştir.
Alman Anglo-Sakson çekişmesinin altında yatan da enerji kaynakları üzerinde bir kontrolu bulunmayan Almanya’nın -Hitler’in Rusya fethi girişiminden sonra- biraz olsun kontrol sahibi olma isteğidir.
Tek görev bekçilik, gerisi düştür!
Parça parça oluşturulmak istenen konfedere Kürdistan’ın tek gelir kaynağı olarak ümit bağladığı enerji kaynaklarının bekçiliğini yapacak, gerektiğinde çıkacak savaşlarda ölecek olanlar bu yapay devletin insanları olacak, ama enerjinin kokusundan ve tortusundan başka bir parçasına ortak olamayacaklardır.
Üçüncü çerçeve çizgisi de budur.
Dezavantajlı coğrafya!
Türkiye’de Kürt kökenli insanlarımızın yaşadıkları yerler ekonomik kalkınma -dolayısıyla da sosyal gelişme- açısından avantajlı yöreler değildir. Uluslararası mal ve hizmet akımlarında karşılaştırmalı üstünlük sağlayabilecek faktör maliyetleri açısından dezavantajlı bu bölgelerin daha avantajlı bölgelere göre fakir kalmaması ancak bazı koşullarla mümkündür.
Yüksek doğurganlık hızı altında giderek artan bölge nüfusunun yüksek bir yaşam düzeyine erişebilmesi ancak bir dizi faktörün bir araya gelebilmesine bağlıdır. En az yüzyıldır çeşitli araçlarla kaşınan ayrılıkçılık akımları altında bu faktörlerden başlıcası olan “iç enerjisini gelişme yolunda harcama iradesi” bir türlü oluşamamaktadır.
Yapıcı enerjimiz nereye gidiyor?
Tüm ihtiyaçlarının T.C.’den karşılanmasını talep etmek, karşılanamayanlar için silahlı-silahsız muhalif tavır içinde olmak bu enerjiyi tüketmektedir.
Bu bir kısır döngü oluşturmaktadır. Günümüz kitle iletişim imkânları karşısında bu döngünün kırılması mümkün hale gelmekte ise de henüz kırılmamış, üstüne üstlük çeşitli nedenlerle kaşıma girişimleri de artmıştır. Dördüncü çerçeve çizgisi bu kısır döngüdür.
Belirleyici çizgi: Bağışıklık sistemi zafiyeti!
Beşinci ama belki en önemli çerçeve çizgilerinden birisi genel olarak toplumumuzun, özelde ise devlet kurumlarımızın düşük sorun çözme kabiliyetidir. Sosyal organizmamızın bağışıklık sistemi son derece güçsüzdür (sosyal AIDS).
Dünya toplumları arasında, “koşullandırma” denilen illetten en çok zarar gören toplum biziz. İlk okullardan başlayarak üniversite sonlarına kadar tek norm haline gelmiş olan (ezberleme – ezberi geriye kusma – iyi kusmanın kanıtı olan diplomayı eline alıp ezberine uygun iş bekleme) döngüsü çoktandır okul sistemin dışına çıkmış toplumun tüm kurumlarını eline geçirmiştir.
Kendi mutlak doğruları için insanları öldürmekten çekinmeyenlerin motivasyonu ezberdir.
Anlaşılamaz bir aymazlık!
Peki nasıl olur da bu illetin farkına varılamaz. Sabahtan akşama eğitim konusunda akıl veren onca insan ezbere karşı bir tavır alamaz? Körpe beyinleri mutlak doğrularla doldurmayı hedef edinenler, bunları uygulayanlar, uygulayanları yetiştirenler, bu konularda yazı yazanlar nasıl olur da ezberin dalga dalga nerelere kadar uzandığını göremezler.
Gelişmişliğin bir numaralı ölçütü aransa (yüksek sorun çözme kabiliyetine sahip olmak) denilebilir. Karl Popper “Tüm yaşam Sorun Çözmedir” adlı kitabında uzun uzun bunu anlatmak istemiştir.
Bu bir aymazlık mıdır, yoksa kökü daha derinde olan genetik bir miras mıdır? Etrak-ı bî idrak hakareten mi söylenmiştir yoksa acı bir tesbit midir?
Sorun çözme araçlarının başında dil gelir.
Bir sorunun çözülebilmesi önce onun iyi anlaşılabilmesine, iyi ifade edilebilmesine bağlıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=87). “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan sorun, sorun tanımlama kurallarına uygun tanımlanmış (tıklayıp indiriniz) değildir; dolayısıyla da herkes kendine göre tanımlamaktadır. Aynen çerçevesi çizilmeden kuyruğunun ayrıntıları çizilmeye çalışılan kedi resmi gibi. Bu durumda, bu kuyruğa takılabilecek tüm hayvanlar -yırtıcılar dahil- gündeme gelebilmektedir.
Özet olarak, bu tasarımlanmış sorunun üstesinden gelebilmek için bir zihinsel netliğe, onun için de öncelikle bir ifade netliğine ihtiyaç vardır.
Kedi resmini ayrıntıları ile tanımlamaya çalışırken, çerçeve çizgilerine sadık kalmaya özen gösterilmelidir.
Ağustos 21, 2005
-
May 25 2012 Felaket geliyorum diyor ve geliyor..
Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?
Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.
Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.
Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.
Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.
Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.
Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.
Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.
Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.
Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.
Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.
Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmakta (idi) (yararlı olduğu için hala kapatılmadı ise). TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmış.
Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.
Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, birkaç yıldır- inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.
Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.
Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.
Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?
5 Haziran 2000