• Dalgalı kur!

     Yakınanlar ve memnunlar

    Son 5 yıldır uygulanan kur politikasına verilen “dalgalı” benzetmesi bir benzetme olmaktan çıkıp bir kanıt haline geldi; ekonomik konularda eleştiri yapanlara karşı, karşıt görüştekilerce sık sık “karşı argüman” olarak dile getirildi, şimdilerde de getiriliyor.

    Döviz kurlarındaki yükselmelerden memnun olanlar (ihracat yapanlar) ile memnun olmayanlar (ithalat yapanlar) arasındaki çekişmeler akla, bilinen bir fıkrayı getiriyor.

    Bir yönetici sabah işe geç gelenlerle akşam erken terkedenlerden bizar olup bir genelge yayınlamış. No 1 Genelge adını verdiği duyuruya biraz da mizah katarak şöyle demiş: “sabah geç gelenler akşam erken çıkanlarla koridorlarda sürekli çarpışıyorlar. Bu yüzden koridor sağı erken çıkanlara, sol yanı ise geç gelenlere tahsis edilmiştir“.

    Bir süre sonra No 2 genelgesini yayımlar: “No 1 Genelge yürürlükten kaldırılmıştır. Geç gelerlerle erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlenmiş bulunmaktadır!”

    Döviz kurlarından memnun olanlar ve olmayanlar (ihracatçı ve ithalatçılar) aynı kişiler olduğu için bunun ortasını bulmak zor olabilir.

    Deniz dalgasından şikayet olur mu?

    Burada dikkat edilmesi gereken şikayet ya da memnuniyet ortamı değil, her ikisine de karşı kullanılan argümandır: “Kur dalgalanmaktadır, bundan yakınmak deniz dalgalarindan yakinmak gibidir yani boşunadır. Bu rejimde kur yükselir de alçalır da.”

    Türkçe ve biraz da aritmetik bilmemek yararlı mıdır?

    Bazı hallerde olabilir. Eğer çoğunluk da bilmiyor ve siz de onların bu sorunundan yararlanarak bir konuyu savunmak zorunda kalıyorsanız yararlıdır.

    Döviz kurundaki değişimlerin baskın özelliği “sabit”, “yükselen” ya da “alçalan” olabilir ve buna “kurun eğilimi” denilebilir. Kur değişimlerinin bir diğer ayırıcı özelliği ise bu “eğilimler” çevresindeki değişimleri karakterize edebilecek sıfatlar olmalıdır. Bu da “durağan ya da “dalgalı” olarak adlandırılabilir.

    Kur değişimlerin karakterini tam olarak belirleyebilecek üçüncü özellik “eğilimin eğimi” ve nihayet dördüncüsü de “dalgalanmanın ortalamadan sapması“dır.

    Bütün bunların üzerine bir de zaman boyutu eklenmelidir. Sayılan bu özellikler belirli bir zaman aralığında belirli bir şekilde sıralanmışken, daha uzun bir süre içinde karakter değiştirerek farklı nitelikler alabilir. Dolayısıyla adlandırmada bu da belirtilmelidir.

    Buna göre, sabit ya da dagalı  / alçalan ya da yükselen / küçük – orta -büyük dalgalı eğlim niteliklerinin çeşitli  bileşimlerden söz edilebilir.

    Kur rejimini ya da gerçekleşen durumları adlandırırken bu özellikleri baskınlık sıralamasına tabi tutup öyle adlandırmak gerekir.

    Örneğin gözlüklü ve 6 parmaklı bir insan tanımlanırken 6 parmaklı oluşu baskın göz bozukluğu çekinik özelliğidir. Bu kişiyi gözlüklü olarak değil 6 parmaklı olarak tanımlamak gerekir. Tabii ki daha da doğrusu 6 parmaklı ve gözlüklü demektir.

    Kur rejimini ya da fiili durumu adlandırırken de bu kurala uyulmalı, baskın vasıf geriye çekinik vasıf -bilerek ya da bilmeyerek- öne koyulmamalıdır.

    Kur politikası sabit eğilimli, küçük dalgalı olarak tasarımlandı; gerçekleşen ise yükselen eğilimli, orta düzeyde dalgalı ise bu ikinciye verilecek sıfat “dalgalı” değil “yükselen”dir. “Dalga” nitelemesinin temel özelliği “tekrar eski seviyesine inmesi”dir; aynen deniz dalgalanmasında olduğu gibi. Milyonlarca yıldır sayısız dalgalanma olmuş ama hepsi de eski düzeylerine geri dönmüşlerdir. Dalga hareketinin temel fiziği budur.

    Son kur dalgalanmalarının bu tanıma göre doğru adlandırması, “düşük eğimle yükselen eğilimli, küçük dalgalı kur” olabilir. Zaman boyutu ise şimdilik belirsizdir.

    Sokaktaki insanlar için normaldir!

    Baskın ve çekinik karakterler arasında kafa karışıklığı sokaktaki insanlar için normal sayılmak gerekir. Ama bu karışıklık ekonomi konusunda ahkam kesmek (hüküm vermek anlamında) durumunda olan ünvan -her türlüsü- sahiplerince yapılıyorsa farklı anlamlar taşıyabilir ki en hafif olanı Türkçe bilmemektir.

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki çok çok küçük bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, bu küçük ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik, sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • Bu yolun dönüşü var mı?

    Bu sabiti unutmayalım

    İTÜ’ye davet edilen dünyaca ünlü bir bilim adamını dinlemeye 4 (yazıyla dört), aynı saatte üniversiteye konferans vermesi için çağrılan şarkıcı Hülya Avşar’ı izlemeye ise 600 (yazıyla altıyüz) öğrenci gittiğini gazetelerde okuduk.

    Değerli bilim adamımız Prof. Celal Şengör ise bu olayın ardından üniversiteden ayrılma kararı vermiş ve gerekçe olarak da bu 4/600 oranını göstermiş.

    Bu yazıyı, bu kararın gerekçesi olarak gösterilen ve büyük bir olasılıkla bu tarihten sonra bilim dünyasında avşar sabiti olarak anılacak olan 0.00666666.. oranına karşı yapılan yanlış muameleyi eleştirmek için yazıyorum.

    İki ayrı haksızlık

    İlk söylenmesi gereken, şarkıcıya karşı -örtülü de olsa- yöneltilen eleştirinin haksızlığıdır, hem de birkaç yönden. Vatan Gazetesi yazarlarından Selahattin Duman’ın da gazetedeki köşesinde yaptığı mükemmel analizde belirttiği gibi, Hülya Avşar yerine Müslüm Gürses ya da Gamze Özçelik de “davet edilmiş” olsaydı yine aynı şey olur, hatta bu 0.00666’lık oran da tutturulamayabilirdi. Dolayısıyla Hülya Avşar’a haksızlık edilmiştir.

    İkincisi ve çok daha önemlisi, teşekkür edilmesi gereken bir kişinin aşağılanması meselesidir. Bir an için, 0.00666 yerine mesela 1’den büyük bir başka oranın gerçekleştiği varsayılsın; olmayacağını ben de biliyorum ama bir an için olabileceği düşünülsün. Bu takdirde bilim dünyamız ve okur-yazar kesimimiz ne düşünecekti?

    Düşünülecek olan bellidir: “aman ne iyi, bilim adamına gösterilen ilgi şarkıcıya gösterilen ilgiden daha büyükmüş; o halde bilimde önemli bir mesafe almışız; o halde muasır medeniyet düzeyine erişilmiş bulunmaktadır” filan. Bunun ne kadar yanıltıcı olacağını bırakınız bilim dünyasını sokaktaki insanlar bile anlayabilir.

    Hülya Avşar -bilerek bilmeyerek- bilimde geri kalmışlığımızın nedenlerini doğru dürüst analiz etmemiz için mükemmel bir fırsat yaratmıştır. Kendisine müteşekkir olmak varken aşağılanıyor. Bu da iki.

    Göstergeleri kırmayınız

    Herhangi nedenlerle kontrolunu kaybetmiş sürekli irtifa kaybeden bir uçak düşününüz. Pilotlar seferber olmuş, düşüşü durdurmaya çalışıyorlar. Bu arada yardımcı pilot eline bir parça kağıt ve biraz seloteyp alıp altimetre cihazının üzerini kapatıyor, böylece artık ne kadar hızla düştüklerini görmüyorlar ve kısa bir süre için huzura kavuşuyorlar. Sürekli huzurdan (!) önceki birkaç dakika.

    Lütfen size durumunuzu gösteren göstergeleri örtmeyiniz, kırmayınız ya da aşağılamayınız, onlar bizim en kıymetli yol göstericilerimizdir. Hatta mümkünse -gösterge yanlışlıklarından korunabilmek için- yanlarına ikinci, üçüncü göstergeleri de koyunuz. Mesela şimdi aynı deneyi tekrarlayıp bu defa da S.Hawking-M.Gürses ikilisini davet edin.

    Hatta -şimdi aklıma geldi- bunu sürekli bir izleme sistemine dönüştürüp citation index yerine kullanmak üzere her ay benzer bir ikiliyi “davet” edelim. (Bunu diğer gelişmiş ülkeler yapamazlar, çünkü bilim adamlarıyla eşleştirecek sayıda “diğer”lerinden bulamazlar).

    Peki n’oluyor da böyle oluyor?

    Sorun çözme araçları içine tarafımızdan katıldığına kuşku olmayan bir araç var: “bir soruna daha büyük sorunla çözüm önerme” yöntemi. Örneğin, “tinerci çocuklar” sorunu için önerilen çözümlerden birisi, “ailelerin çocuklarına sahip çıkması“dır. Halbuki, ailelerin çocuklarına sahip çık(a)mayışları, tinerci çocuklar da dahil birçok sorunu üreten daha büyük bir sorun kümesidir.

    Ciddi görüntülü birçok yetkili bu tür sorunları “anlıyormuş gibi” yapmak amacıyla bu yöntemi kullanırlar.

    Trafik kazaları önemli bir sorundur. Bunun için vatandaşın kurallara uyması gerekir“, “enflasyon haksız bir vergidir. Bu nedenle mutlaka düşürülmesi gerekir” gibisinden.

    Beş parmak bir olamaz ama..

    Toplum bileşimi içinde tüm bireylerin zeki, bilgili, ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde olmasını beklemek bir hayaldir. Ama, bu tür az sayıda kişinin bulunacağını ve özellikle de onların sağlam bir kültür tabanı oluşturarak toplumun geri kalanı için özgür ama istismar edilemeyecek bir yaşam alanı oluşturmalarını ummak da en doğal beklenti sayılmak gerekmez mi?

    Bu kişiler toplumun çeşitli ilgi alanları içinde kuşkusuz vardır. Ama bu kesimlerden birisi vardır ki o, bu sihirli gelişim sürecinin anahtarı demek olan “elit ağları”nın önderliğini yapacak olan “seçkin bilim insanları ağı” olmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457).

    Birbirine akademik ünvan dağıta dağıta “elit” niteliğini çoktan yitirmiş, aydınlanmanın biricik aracı olan akıl-sezgi etkileşim sarmalını ıskalamış bulunan toplum kesimimiz, içinde var olan elitlerini bir ağ içinde dayanışma içine sokamadıkça, bu eksiğin sonsuz sayıdaki sonucuna katlanmak zorunda kalacaktır.

    $50,000 karşılığında, incileri dinlenmek üzere konferansına gidilen futbolcular bugün şarkıcılarla yer değiştirmiştir. Bu süreçte en ufak günahı bulunmayan kişiler bu konferansları vermek üzere “davet edilen” kişilerdir. Kimi davet etseniz -haklı olarak- kendinde bir şeyler vehmedecektir.

    Sorunu bu kişilere indirgelemek, kültürel yozlaşmadan sürekli yakınmak kişisel rahatlama sağlayabilir, ama süreci tersine çeviremez.

    Beğenmeyen kim varsa düzgün insanlardan ağlar oluşturmalıdır

    Rüşvet vermeyen iş sahibi, rüşvet almayan görevli, kopya çekmeyen öğrenci, sınavda gözetim yapmayan ya da ezber yaptırmayan öğretmen, yetkilerini seçim bölgesine aktarmayan bakan, trafik kurallarını çiğnemeyen sürücü, hayvanlara eziyeti önlemek isteyen hayvansayar ya da velileri ile sözleşme yapabilen okullar ve de benzer elit tavırlı kişi ve kurumlar.

    Her kim ki gidişattan memnun değildir, kendi gibilerini arayıp bulup aralarında birer dayanışma ağı kurabilmelidirler.

    Bunu yapmak yerine, ağ oluşturabilecek kişi ve kurumların kusurunu aramakla meşgul olanlardan ibaret toplumlar ise şimdi mezarlıklardadır.

    Salı, Mayıs 2, 2006

  • “Büyük Sopa”

    Uçak gemisinin lakabı..

    Geçtiğimiz aylarda Marmarisi ziyaret eden ABD uçak gemisi Theodore Roosevelt de, o kıtada yaşayan insanlar gibi bir lâkap (kolay çağırmak için kullanılan, kişinin bir huyunu, bir özelliğini yansıtan bir adlandırma) taşıyor: “büyük sopa“.

    Bir gemiye verilmesi düşünülebilecekler içinde en son akla gelebilecek bu lâkap acaba neyin nesidir?

    T.Rooosvelt (1858-1919), ABD’nin 26. başkanı olup ABD siyasi tarihi açısından en önemli özelliği, başkan seçildiği 1901 yılına kadarki geleneksel dış politika paradigması olan (karışmam-karışmasınlar) politikasını değiştirip (karışırım-karıştırmam) ilkesini yerleştirmesidir.

    Bu dış politika ilkesini herkesin kolayca anlayabilmesini teminen söylediği ünlü sözü  yukarıda adı geçen uçak gemisine bu nedenle lâkap olarak verilmiştir: “yumuşak konuş fakat büyükçe bir sopa taşı; daha uzağa gidersin“!

    Böyle bakılınca geminin adı tam yerine oturmuyor mu?

    Dünya toplumlarını gelişmiş-gelişmemiş, ileri-geri gibi tanımlamak yerine, kendini koruyabilenlerkoruyamayanlar skalasında konumlandırmak daha doğru gibi görünüyor. Bu çizgide Türkiye’yi skalanın “koruyamayanlar” ucuna yakın bir yerlere yerleştirmek her halde pek yanlış olmaz.

    Toplum kendini hırsızlara, gaspçılara, provakatörlere, işbirlikçilere, kısacası iç ve dış tehdit öğelerine karşı koruyamıyor.

    Diyarbakır’da uç veren olayların nedeni olarak uzlaşılan nokta “provokasyon” oldu. Türkçe bir sözcüğün değil de  ne anlama geldiğini belki epey kimsenin bilmediği bir sözcüğün benimsemesi de ilginçtir.

    Böyle sözcükler kullanarak sorunları kitlelere açıklamak çoğu zaman işe yarayabilir: Toplumsal kargaşaların nedeni provokasyon, hayat pahalılığının nedeni enflasyon, ihracat güçlüklerinin nedeni deflasyon, medya yozlaşmasının nedeni sansasyon, işsizliğin nedeni otomasyon, kanserin nedeni radyasyon, doktor eksiğinin nedeni rotasyon ve bütün bunların nedenlerinin nedeni ise globalizasyon sonucu oluşan transformasyon!

    Peki bu provokasyon denilen şey neyin nesidir de hemen her hangi bir kanalla bize eriştiğinde çoluk çocuk ayağa kalkıyor? Bilmem ne TV Danimarka’dan yayın yapıyor bizimkiler yakıp yıkıyor; filan belediye başkanı kaşını kaldırıyor bankalar yakılıyor; hapisteki avukatıyla haber yolluyor bombalar patlıyor, bayram oluyor, cenaze oluyor kalkışma!

    Belli ki sorun iki uçlu: birisi provoke edilmeye teşne kitleler, diğeri ve çok daha önemlisi provokatörleri caydırabilecek olan ve TR’in “büyük sopa” ile sembolize ettiği, teknik adlandırmayla “koz” denilebilecek olan “yaptırım gücü” eksiğinde.

    Kadınla teması kültürel olarak kesik kesimlerde erkekler nasıl ki her ne görseler “cinsel açıdan provoke olma” nedeni sayarlar, bizde de her vesileyle kalkışan kesimler de belli ki bir şeylerin açlığı içinde kolaylıkla şiddete provoke olabiliyorlar.

    Birer canlı organizma olan insanlar gibi onların oluşturduğu toplumlar da gayet doğal olarak iç ve dış provokatörler tarafından sürekli tehdit altındadırlar. Bunu anormal bir durum olarak algılayıp boyuna Danimarka’lılara, Belçika’lılara, Amerika’lılara vs diş gıcırdatmak, kafalarına çuval geçirmek gibi -aptalca- hayallerle avunmak yerine, hangi yetersizliklerimizin bizi bu denli “tahrik edilmeye uygun” hale getirdiğini anlamaya çalışmalıyız.

    Medyada ve özellikle internette, çeşitli grup ve kişiler -bir bölümü de arkadaşlarım- uğradığımızı düşündükleri haksızlıklar karşısında köpürüyor, esip gürlüyor ve hattâ kendileri gibi esip gürlemeyenleri duyarsızlıkla (belki de kimbilir işbirlikçilikle) suçluyorlar. Ama bu “koz” konusunu (http://tinyurl.com/cssjbd2, http://tinyurl.com/brz2lv3, http://tinyurl.com/d3ac4dz, http://tinyurl.com/bvu3yw5)  anlamaya, anlaşılmasını sağlamak için çaba harcamaya da yanaşmıyorlar. Bunların içinde çok önemli  ve bu işi gerçekten anlaması gerekenler de var, hem de çok.

    Öz-savunma (bağışıklık) sistemi bu denli zayıf olarak yaşayamayız!

    Sonuçta bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin çıkarına olmayacak bir çatışmanın ve ardından da göçüşün içine doğru sistemik biçimde ilerliyoruz. Yapılmaması ve yapılması gereken birer şey aransa herhalde şunlar ilk sıraya oturtulmalıdır:

    • Neyin niçin olduğunu anlamaya çalışmalı ve “zaten” bildiğimiz kuruntusundan vazgeçmeliyiz.
    • Mikro-yaklaşımlarla (kepenk açma kapama, belediye başkanlarının abuk sabuk narsizm gösterileri vs) vakit kaybetmeyi bırakıp, büyük resmi görmeye ve bir yandan da bağışıklık sistemimizi oluşturacak omurgayı yani “koz yaklaşımı”nı anlayıp gerçekleştirebilmeliyiz.

    Sonuç..

    Sorunların “kim” tarafı ile uğraşmayı bırakıp, “nasıl” tarafına yönelmeli ve sorun çözme araçlarımızın kabiliyetini  yükseltmenin çarelerini bulmalıyız. Bunun karşısındaki en büyük engel okur-yazar kesimimizin “kim” tarafına takılıp kalmasıdır.

    Nisan 1, 2006

  • Teknoloji üretmek. Öyle mi?

    Gün geçmiyor ki çeşitli yayın organlarında teknoloji üretmenin anlam ve önemine değinilmesin. Zaten vatanımızı kurtaracak iki kavramdan birisi bu, diğeri de “marka olmak”tır. Bu ikinci konu giderek o hale geldi ki geçenlerde bir yabancı sanayicinin de bu kurtarma kampanyasına katılarak tam bize göre önerdiği bir çözüm yerli bir köşe yazarımız tarafından marka sektörünün bilgisine sunuldu.

    Sanayici aynen şöyle buyuruyordu: “marka yaratmak zorlu ve uzun bir süreçtir (bizi yakından tanıyor, bu tür süreçlere gelemeyeceğimizi iyi anlamış). Siz boşu boşuna (bu da harika; yani uğraşsanız da beceremezsiniz demeye getiriyor) uğraşmayın. Avrupada satılık (yani artık işe yaramayan) çok marka var. Verin parayı bunlardan bir tane alın“.

    Yıllar önce bir sanayicimiz de benzer şekilde teknoloji üretimi işine çare bulmuştu: parayı bastırır, “ithal ederim“! (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=195, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=196).

    Şimdilerde artık böyle denilmiyor, teknoloji üretmenin önemi sık sık vurgulanıyor. Hattâ çeşitli girişimcilik yarışmalarında teknoloji ürettiğini belirterek ödül talep edenlerin çokluğuna bakılırsa biz bu konuda epey de ilerledik.

    Teknoloji tarihimiz

    Adını ancak orta yaş üstü kişilerin belki hatırlayabileceği bir avuç insandan birisi Nuri Demirağ’dır. Çocukluğumuzda ilk yerli uçağı yaptığını dinler, sonraları niçin arkasının gelemediğini anlamazdım. Daha sonraları, ailesinde ve/ya okulda kendisine “belletip”ezberletilenlerin-sık sık ikisini beraber kullanıyorum ki birisi farkını sorar diye- dışına çıkanların başlarına neler geldiğini öğrendikçe kök nedenleri kavrar gibi oldum.

    Gün gelir de günce tutma -ve sonrasında da bunları yayımlama- adetini edinirsek, gelişkin teknolojilerin hiç bir zaman gaza gelen birkaç kişinin el çabukluğu ile geliştirilemediğini, iğneyle kuyu kazan isimsiz insanların çabalarının bir bileşkesi olduğu ortaya çıkabilir.

    19 Ekim 1900’da Wright kardeşler Kitty Hawk’ta ilk deneylerini yaparken bir yandan da Dayton Ohio’da çıkardıkları tabloid gazeteye bir çizim ve bir alt yazı koymuşlardı: “Sam amca bizim omuzlarımızda yükselecektir” (İki kardeşin arasına resmedilmiş ve onların omuzlarına tutunarak ayaklarını yerden kesmiş bir Sam amca resmediliyordu).

    Bu iki bisiklet tamircisi (gerçek tamirci) tahta raylar üzerinde çekip hızlandırdıkları tahta ve bez karışımı uçaklarıyla tam 1000 deney yaptıktan sonra 54 saniye havada kalmayı başarıyor ve böylece binlerce sayıda havacılık teknolojilerinin temelini atıyorlardı.

    Dayton’da yaşayan bu iki kardeşin Ulusal Meteoroloji Dairesine başvurarak, en uygun rüzgarlı yerin neresi olacağını sordukları dilekçelerini ciddiye alıp araştırma yapan memurlar tam 6 ay sonra en uygun yer olarak Kitty Hawk denilen çöl parçasını öneriyorlardı. Bu ciddiyet bile -anlamak isteyenlere- işin altındaki sırları gösterebilir.

    Nuri Demirağ -ve benzer onlarcası- ise muhtemelen kıskanç, ilgisiz, akılsız ve dolayısıyla ahlâksız görevliler tarafından durdurulmaya çalışılmıştı. Bir gün tarihimiz bunları yazacaktır.

    İşte bir benzeri

    Şimdilerde teknoloji denilince otomotik olarak şu sözcüklerin çeşitli bileşimleri akla geliyor: nano, bilişim, chip, biyo-teknoloji, fiber optik vs. yani Türkçesi “daha aşağısı kurtarmıyor“.

    Halbuki daha yüzlerce-binlerce teknoloji var ki bunlar ortalıkta konuşulmuyor, bunlara sahip olmamaktan ötürü -can ve mal kayıplarına- uğruyoruz.

    Bunlardan birisi de, patlayıcı gaz ortamlarında kullanılan elektrikli donanımın testlerinin yapılıp sertifikalandırılması teknolojisidir.

    Tüm maden ocakları patlayıcı grizu gazı nedeniyle yıllardır yüzlerce can almıştır.

    Tüm rafinerilerde kullanılan elektrikli donanım yine patlayıcı gaz ortamında çalışmaktadır.

    Tüm benzin istasyonlarındaki pompalar benzer riskler altındadır ve kaç defa patlamalar olmuş, canlar kaybolmuştur.

    Türkiye’de bu denli yaygın risk içeren bir konu ile ilgili teknoloji sayısı azdır.

    Bu tür elektrikli aletleri usulüne göre test edip sertifikalandıran kuruluş sayısı bütün dünyada sayılıdır ve bu teknolojiye sahip olmayan ülkeler bunun fiyatını -yüksek know-how bedelleriyle- ödemektedirler.

    Türkiye yüz yıl kadar bu bedeli ödedikten sonra 1974 yılında bu teknolojiyi kendi mühendisleri ve o zamanın vizyon sahibi bürokratlarının işbirliği ile geliştirmiş, eşine az rastlanır esneklikle kurumlaştırmış ve yüksek katma değerli işler yapmıştır.

    • İlk sertifikasını, 1976’da “Akülü Madenci Baş Lambası” cihazına vermiş ve böylece Alevsızdırmaz (ALSz) sertifikalı cihaz imalatı Türkiye’de başlatılmıştır.
    • Bugüne kadar ALSz Test İstasyonuna 390 adet sertifika müracaatı, tesis kontrol istemi, bilgi alma başvurusu olmuş, toplam 230 adet sertifika verilmiştir.
    • 112 adet sertifika ise çeşitli teknik nedenlerle iptal edilip yürürlükten kaldırılmıştır.
    • 212 başvuru, testlerde başarısız olduğundan iptal edilmiştir.
    • Bütün bu faaliyetler, 2003 yil sonu itibari ile toplam1698 adet raporla belirlenmiştir.
    • ALSz merkezinin içinde yer aldığı Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait ise  test ve kontrol sayisi 6346’dır.

    Bütün bu bilgi ve deneyim birikim süreci gerçekte bir teknoloji üretimi sürecidir ve tam bir iğne ile kuyu kazma sürecidir. Bunu, parayla marka satın almayı ya da para bastırıp teknoloji transfer etmeyi düşünebilenlerin anlamasını beklemek yersizdir, ama teknoloji üretimi tam böyle bir süreçtir.

    Yani cingöz birilerinin durup dururken kafalarında ampul yanması meselesi değildir; Prof. Zihni Sinir benzetmesiyle teşvik edileceği ve milyonlarca gencimizin bir anda birer Einstein kesileceği sanılan süreç ise hiç değildir.

    Şimdi belki merak edilebilir: E peki şimdi bu teknolojiye ne oldu?

    Beklentiniz, Wright Kardeşler gibi başlayan bu sürecin bugün daha da geliştirilmesi için çalışıldığı, bilim-teknoloji ile ilgili kurumların üzerine titrediği, hatta bu  teknolojiye sahip olmayan çok sayıda ülkeye transfer edilip para kazanıldığı filan olabilir.

    “Bunlar adi mühendislik işleridir, biz bilim yaparız”!

    Şimdilerde bu istasyon;

    • Türkiye Taş Kömürü Kurumunun başından atmak için uğraştığı,
    • Maden İşleri Genel Müdürlüğünün “bizimle ne ilişkisi var?” diye üstlenmediği,
    • TSE’nin “bizim zaten var” sandığından dolayı bu birikime ihtiyacı olmadığını düşündüğü,
    • Diğer anlı-şanlı bilim kuruluşlarımızın ise -başından beri- “biz yüksek bilim yaparız, bunlar adi mühendislik işleridir” diye aldırmadığı,
    • Bilim-teknolojide geri kaldığımızı yazıp-çizen sektörümüzün(!) ise ilgi alanının içine -moda olmadığı için- almadığı

    bir konumda kapatılmayı beklemektedir. Test donanımlarının bulunduğu binası ise bir gıda toptancısına satılmıştır.

    Şimdi bana teknoloji üretimi deyince..

    Eskiden teknoloji üretimi konusunda ahkâm kesenleri dinler, yazılanları okur, neler yapılması gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise cevabı buldum: @?Ú!!EDP

    Nisan 1, 2006

  • Bir rica..

    Özet

    İçiçe geçmiş çeşitli kesit ve malzemelerden yapılmış çemberlerden oluşan bir uzay-kafes yapının, statik ve dinamik yüklere karşı dayanımının bilgisayar ortamında test edilebileceği matematik model geliştirilmesi -veya hazır olarak bulunması- isteniyor.

    Amaç

    En az sayıda çemberden oluşan yukarıda değinilen uzay-kafes yapının maksimum dayanım sağlayabilecek şekilde boyutlandırılması amaçlanıyor.

    Kimi ayrıntılar

    • Çemberler dikdörtgen, daire, elips ya da belirli bir diğer geometrik kesitli olabilecektir.
    • Çemberler bir küre yüzeyi oluşturacak şekilde yerleşmiş olacak, malzemesi, sayıları ve konumları ise parametrik olarak tanımlanabilecektir,
    • Çemberler birbirlerine değdikleri noktalarda hareketli birer eklemle bağlanmış olacaklardır,
    • Çemberler birbirlerinin içine geçecekleri için çapları farklılıklar gösterecektir. Model bu çap farklılıklarını dikkate almalıdır,
    • Kafes yapı üzerine etkiyebilecek yükler dağınık ve/ya noktasal, statik ya da dinamik karakterli olabilecektir,
    • Model SAP, STRESS vb hazır paketler yoluyla oluşturulabilir ya da uygun bir dille yazılabilir,
    • Çalışma sınırlı bir imkanla ücretlendirilebilecektir.

    Konu ile ilgilenenlerin (0532) 526-1077 veya tinaz@tinaztitiz.com yoluyla bir mesaj iletmeleri ve yaklaşımlarını bildirmeleri rica olunur.

  • TİTAN’cılar Yapabildi Ya Biz!

    Üssel olarak artan sayıların sihirini ilk kimler farketti bilinmez ama satrancı bulan Hintli’lerin bu işin farkında oldukları bellidir. Rivayet odur ki, satranç oyununu icadeden kişi Raca’nın öyle beğenisini kazanmıştır ki “dile benden ne dilersin” gibisinden bir ödül vermek istemiştir.

    Alçak gönüllü ve akıllı mucit

    Mucit ise alçak gönüllü, birkaç defa sağlığınız filan dediyse de Raca’nın israrları üzerine isteğini söylemiştir: 64 kareli satranç tahtasının ilk karesine 1 buğday tanesi konulacak, sonra sırayla her kareye bir öncekinin 2 katı kadar buğday konulacaktır. Yani 1, 2, 4, 8… ilh.

    Raca bu karışık hesap yerine verin bir çuval buğday da gitsin der ama mucit tam olarak istediğinde israrlı olunca Raca da ister istemez peki der.

    Depolar boşaldı

    Birkaç saat sonra tahıl depolarından sorumlu yetkili Raca’nın huzuruna varıp tüm depoların boşaldığını ama hala gereken sayının çok uzaklarında olduğunu söyleyince iş anlaşılır ve bir hesap yaparlar. 1nci kareye 1 buğday, 2nciye 2, 3ncüye 4, 4ncüye 8, 5nciye 16, yani (n)nci kareye 2 üzeri 63. Yani 9,223,372,037,000,000,000 ya da daha kabacası 9un yanında 18 adet sıfır.

    1 buğday tanesi yaklaşık 0.02 gram olduğuna göre bu sayıda buğday 20,000,000,000,000,000 gram veya 20,000,000,000,000 kilogram veya 20,000,000,000 ton veya 20 milyar ton olacaktır. Tabii ki böyle bir buğday stokunun mevcut olması düşünülemez (2004 yılı toplam dünya buğday üretimi 600 milyon ton civarında olup, dünyanın 33 yıllık üretimi ancak bu kadar olabilir).

    Raca kendisine yapılan şakayı anlar ve mucite bir kere daha hayran olur.

    Başka örnekler de var

    Benzer şekilde eğlenmek isteyenler bir gazete kağıdının 50 defa katlanınca ne kadar olabileceğini hesaplayıp şaşırabilirler.

    Ya da bileşik faizle aldığınız bir borcun ödemesini birkaç defa geciktirdiğinizde, ödemeye başlasanız bile ancak faizinin bir bölümünü ödeyebileceğiniz ve borcunuzun giderek artacağı gerçeğini -Türkiye’nin dış borçları gibi- görüp şaşırabilirsiniz. Bunlar işin hesap kitap kısmı.

    Titancı’lar neyi farketti

    Diğer yandan, kamuoyuna geçtiğimiz yıllarda Titan’cılar olarak yansıyan bir grup uyanık, halk arasında saadet zinciri olarak bilinen yöntemle epey para çarptılar ve sonunda yakalanıp hapsi boyladılar.

    Titancı’ların bulduğu yöntem aslında yukarıdaki örneklerde anlatılan üssel sayıların hızlı çoğalışı olgusudur.

    Çıkarları için her şeyi istismar edebilen bu kişiler matematiği dahi emellerine alet edebildiler. Eminim ki Titan’cılar ne ilk ne de son olacaktır. Ahlaksız insanlarla saf insanlar bir arada yaşadığı sürece yalnız yurdumuzda değil dünyanın her yerinde Titancı’lar var olacaktır.

    Her madalyonun iki yüzü vardır

    Bu, madalyonun “namussuzlar” yüzüdür; peki ya “namuslular” yüzünde ne oluyor?

    Doğru, iyi ya da güzel şeyleri yaygınlaştırmak isteyen insanlar bu aritmetikten yararlanamaz mı?

    Örneğin, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) başlattığı KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu-www.kigep.org.tr) projesi ya da onun benzeri ÖMer (Öğrenme Merkezi) projesinde bu aritmetik işe yaramaz mı?

    Yarar, hem de çok

    Bu tür projelerin en büyük ihtiyacı “çok sayıda katılımcı” ve “çok sayıda sponsor” olduğuna göre, üssel sayılar tam bu işe göredir. Örneğin, proje sempatizanlarından 20 kişi aralarında bir karar verseler ve her biri ikişer kişiyi daha sempatizan haline getirseler 2nci adımda 100, 3ncü adımda 180 ve mesela 11nci adımda 40,980 kişilik bir sempatizan grubu ortaya çıkar.

    (İsteyenler, (n) kişinin her birisinin (m) kişiyi sempatizan haline getirdiği ve böylece (a) adım ilerlendiği durumda toplam sempatizan sayısını bulup eğlenmek isterlerse  n+n.ma formülünü kullanabilirler)

    Bunun için neye ihtiyaç var?

    Bunun için ihtiyaç olanı Rahmetli İsmet İnönü -mealen- şöyle söylemişti: “Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olamazlarsa çıkış yoktur“.

    Herhangi bir girişime -KiGeP, ÖMer ya da bir başka- sempati duyanlar, en az 2 kişiyi ikna edebilir ve zinciri koparmadan 3-5 adım ilerlenebilirse, Titancı’ların melanet amacıyla kullandığı teknikle pekala olağanüstü doğru, iyi, güzel şeyler yapabilirler.

    Sempatizanları bekliyoruz.

    Salı, Ekim 4, 2005

  • “Bulanık Mantık” şimdi gerekli!

    Alt-kimlik, üst-kimlik tartışmaları aldı başını gidiyor. Kafası zaten karışık olan çoğu insanımız şimdi bir yandan kimliğinin ne olduğunu düşünüyor, bir yandan da her kafadan çıkan sesler, kimin kimliğinin ne olduğu, hatta ne olması gerektiği konusunda talimatlar yağdırıyor.

    Yeni bir düşünme biçimi şekilleniyor

    Halbuki diğer yandan, her şeyi iki uca (evet-hayır, siyah-beyaz) indirgeyen İkili Mantık sisteminin en çok kullanılageldiği teknik alanda dahi artık yeni bir yaklaşım ortaya çıktı: Bulanık Mantık (fuzzy logic).

    Bugüne kadar İkili Mantık yoluyla tasarımlanan çamaşır makineleri dahi artık Bulanık Mantık ile yapılıyor. Su sıcaklığı, kirlilik ya da yıkanacak eşyanın duyarlık düzeyi gibi özellikler artık bu yeni mantık uyarınca gri tonlara bölünüyor.

    İkili Mantık -doğası gereği- bölücüdür

    Kimlik gibi tamamen öznel kavramların İkili Mantık yoluyla tanımlanmaya çalışılması ise sadece tek sonuç verebilir: insanların ister istemez ve çeşitli yönlendirmelerin etkisinde kalarak iki uçtan birisinde toplanmaları yani bölünmeleri.

    İkili Mantık sisteminin öznel temelli (inanç, kimlik, ideoloji gibi) konulara uygulanmaya çalışılması toplumun çeşitli kamplara bölünmesiyle sonuçlanmıştır.

    Örneğin her fırsatta dile getirilen inananlar-inanmayanlar ayrımı ikili mantık sisteminin melanet ürünlerinden birisidir. İki uçtakilerin tanımları üzerinde dahi bir uzlaşı yokken bir de kalkıp uçlar arasındaki sayısız tonlardaki çoğunluğu yok saymak eğer bilerek yapılmıyorsa tam bir ahmaklıktır.

    İkili mantık iyidir ama..

    İkili mantık sistemi yerinde ve zamanında kullanıldığında yaşamı kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Taze ve bayat balık kavramları gerçekte bulanık mantıkla daha doğru ifade edilebilirse de balıkçı ile bunları tartışmak yerine belirli bir tazelik düzeyinin altını toptan bayat diye nitelemek hem pratik hem de sağlığa yararlıdır. İkili mantığın böylece kullanılması gereken sayısız alan vardır.

    Toplu yaşam alanlarındaki düzeni sağlamak için de ikili mantıktan sık sık yararlanılabilir. Kırmızı ışıkta geçenleri, ihlal nedenlerinin kabul edilebilirliğine göre bulanık mantık ile değerlendirip ona göre ceza kesmek büyük bir kargaşa yaratır. Bu nedenle kırmızı ışıkta geçenler ve geçmeyenler olarak ikili mantık uygulamak çok daha doğrudur.

    İlke olarak, ortak yaşam alanlarında düzeni sağlamak için koyulan yasaların ikili mantık uyarınca tanımlamalar yapması normaldir. Anayasal vatandaşlık da böyle bir tanımdır.

    Evet-Hayır Mantığı’nın sınırlarını iyi bilmeliyiz

    Ama konu kişisel alanlara ve özellikle de öznel kavramlara ilişkin hale dönüştüğünde artık ikili mantık değil bulanık mantık söz konusu olmalıdır. İnsanların, zorla, uçlardan birisine ait olduğunun benimsetilmeye çalışılması kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal ve de bölücülüğe çanak tutmaktır.

    Kimliğin adı değil içine ne konulacağı önemlidir

    Öyle görünüyor ki bu “uç kimliklerden birisini benimsemeye zorlanma” olgusu, gündemdeki etnik bölücülüğe karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Eğer bu saptama doğruysa, bunu ortaya atanlar ve tartışmaları sürdürenler bilmelidirler ki sorun kimlik adlandırmasıyla değil, kimliğin içinin hangi taleplerle doldurulacağı ile ilgilidir. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=769)

    Zorla bir kampa itmek

    Bu nedenle kimlik konuları gibi öznel temelli ve dolayısıyla ancak bulanık mantık sistemi içinde ifade edilebilecek konuları tartışmanın hiçbir yararı yoktur; bu işleri hiç düşünmemiş ve doğal bir uyum içinde birlikte yaşamakta olan insanları durup dururken kamplaştırır.

    Kendimizi kandırmayalım. Yeni bir dünya, o dünya içinde yeni bir Avrupa, yeni bir Orta-doğu şekillenmektedir. Bu şekillenme içinde her güç odağı elindeki kozlar kadar konuşabilir.

    Aklımızı yoracağımız yer: Koz AR-GE’si

    Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasasında tanımlanan çerçeve içinde tutmak isteyen güçlerin, öznel algılamaları standardize etmek gibi beyhude işlere zaman ve enerji harcamayıp, konuşma gücünü artırabilecek tek parametre olan “koz” kavramını anlamaya, kozlarını geliştirmeye, var olan kozlarını keşfetmeye, kısacası “Koz AR-GE’si”ne ihtiyaçları vardır. (Bkz. http://bit.ly/SlKZlk). Bu, kurumsal ya da kişisel tüm güçler için geçerli tek seçenek gibi gözükmektedir.

    Cuma, Aralık 2, 2005

  • “Saygılaşım”

    Ben hayvansever değilim!

    Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.

    “Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.

    Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce..

    Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek! Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.

    Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim dışımdakilerin zarar görmesini önlemek, benim zarar görmemem için gerekiyor.

    Saygılaşım

    Bugüne kadar rastladığım  hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “Saygılaşım

    Saygı nedir?

    Saygı’nın “zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani  gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.

    Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var

    Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.

    Bu alt-tür insandan türemiştir

    İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.

    Büyük kapasiteli belleği -şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor- ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.

    Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulamadan kabullenme) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.

    Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.

    “Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır

    Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.

    İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?

    Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.

    Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!

    Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: Toplumumuz -ve de diğer toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.

    Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.

    Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.

    İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.

    Esas irtica budur

    Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.

    Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!

    Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.

    İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.

    Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.

    Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.

    (Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?

    Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!

    İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var: Katil kavram “zaten”.

    Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “Zaten”.

    • Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum
      • A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz
    • Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin
      • Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir
    • Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz
      • Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz
    • Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var
      • Bizim zaten öyle projelerimiz çok var
    • Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var
      • Zaten öyle filmlerimiz var

    Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.

    Mart 20, 2006

  • Otokrasi ve demokrasi..

    Rejimleri çok kaba olarak ikiye ayırıp, otokrat ve demokrat olarak adlandırmak mümkündür.

    Otokrat (buyurgan) rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin halk adına karar vermesi, iyi- doğru- güzel’leri dayatması, buna karşılık da halkın sorunlarının çözülmesini üstlenmesidir.

    Demokrat (katılımcı) rejimlerin temel özelliği ise halkın kendisi için iyi, doğru ve güzel olanlara kendinin karar vermesi; sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun, sorunlara karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için de temsilcilerini kullanması bu sistemin belirgin özelliğidir.

    Buyurgan ya da yarı-buyurgan rejimlerde de halkın temsilcileri bulunmakla birlikte, onlar, “toplumun ürettiği çözümlerin yönetime iletilmesi” göreviyle yüklü görevliler değil, -yönetimin devamı sayıldıkları için- sorunlara toplum adına çözümler bulması gereken kişiler olarak görülürler.

    Bu ayrıma göre toplumumuza bakılırsa, en çok kullandığı sözcük “demokrasi” olan insanımızın -özellikle de aydın kesimin çoğunluğunun- oldukça sıkı bir “otokrasi özlemcisi” olduğu görülecektir.

    İlgi duyduğu hemen her konuda “devlet politikası” -değişmez, toplum katkısına kapalı- isteyen toplum, hava kirliliğinden teröre, gelir azlığından trafik anarşisine kadar tüm sorunların devlet tarafından çözülmesini beklenmektedir.

    Devlet, halkın örgütlenmesine ve bu yolla yönetime katılmasına sıcak bakmıyor“, “anayasa sivil anayasa değildir” gibi argümanlar kuşkusuz doğruluk payı içermektedir. Ama bunların hiçbiri, insanların, kendi sorunlarına sahip çıkmalarını, o sorunların nedenlerini ve de onların nedenlerini aramalarını, buna göre çözümler üretip temsilcilerine bu yolla baskı yapmalarını engelleyebilecek gerekçeler değildir.

    İnsanımız, sorunların anlaşılmasını, onlara çözümler geliştirilmesini, o çözümlerin uygulanıp gerekirse değiştirilmesini, bütünüyle kendisini yöneteceğini düşündüğü kadrolara ihale etme yöntemini demokrasi olarak adlandırmaktan vazgeçmelidir.

    Her kişi ve kurumun yeterliğine, çözmek zorunda kaldığı ya da bırakıldığı sorunların güçlüğüne “göre” bakılmalıdır. Devlet kurumlarının -yasama, yürütme, yargı- yeterliği kıyasıya eleştiriliyor. Bu kurumların erdem açısından yeterlikleri de en az sorun çözme becerileri kadar sorgulanıyor.

    Ama, bu kurumların çözmek durumunda bırakıldıkları sorunların onların gerçekteki işlevlerinden farklı bir “boyut”ta yer aldığına, sorunları ancak bireylerin ve onların örgütlerinin çözebilecekleri, devlet kurumlarının ise ancak ve yalnız bu çözümler için “uygun ortam yaratma” görevlerinin bulunduğunu unutmamalıyız.

    Hatta erdem sorununa dahi aynı açıdan bakmalıyız. Çözemeyeceği ve de çözmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya bırakılan kurumların, giderek daha geniş yetkilerle donatılmasının,  daha yoğun erdemsizlik sorunlarına yol açtığını görebilmeliyiz.

    Devlet kurumlarındaki bireylerle, diğer bireylerin sorun çözme kabiliyetleri ve erdem standartları arasında fark yoktur, olmaması da gayet doğaldır. Tek fark, iki grup bireyin, çözmek durumunda bulundukları sorunların miktarı ve de ellerini uzatabildikleri “kamu pastası”nın büyüklükleridir.

    Salı, 17 Ocak 1995