• Açık mektup!

    17 Ağustos ’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.

    17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.

    Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimiz ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.

    Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.

    Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü mevcut olup, bundan uzak durmayı da bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.

    Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalin peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.

    Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri’lere eğilimli çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “doğru’lara eğilimli azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.

    Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, kârından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.

    Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.

    Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.

    Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.

    Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.

    Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:

    Ortak ilkeler

    • Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
    • Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak,
    • Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.

    Özel ilkeler

    • Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
    • Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
    • Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.

    Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?

    Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?

    Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.

    Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.

    İtalya’dakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.

    Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.

    Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım”; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm”; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.

    Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.

    Eylül 1999

  • “Gelişkin Türkçe-1”

    İnsanlarımızın, çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için katlandıkları maddi ve manevi fedakarlıkların boyutu, bu alandaki başarı eksiğinin nedenleri üzerinde ısrarla durmak gerektiğine işaret ediyor.

    Bu alanda başarılı olduğu kanısı yayılmış birkaç okul dışında yabancı dil öğreniminde başarı sağlayabilmiş okul olmadığı savı ilk bakışta abartılı görünebilir.

    Başarılı sayılan okulların ise, kullandıkları başarı ölçütlerinin tabu olarak varsayılmasından vazgeçildiği ve dili öğrenilmeye çalışılan kültüre ait bir dizi tavrın taklidedilmesinin yaratabildiği önyargıdan kurtulunduğu takdirde, bugünkünden farklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktır.

    Bu yargının abartılı olup olmadığına karar verebilmek için önce, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği iyice netleştirilmelidir. Bu konuda çalışılan bir özel okulda, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği sorusunun yanıtı olarak şu nokta belirlenmiştir:

    «Öğrencilerin, kendilerini insanlık ailesinin tam bir üyesi olarak hissedip öylece hareket edebilmeleri hedefine yönelik olarak, derslerinin ve ileride seçecekleri mesleki ve/ya kültürel alanların gerektireceği düşünme, anlama ve kendini ifade becerileri için sağlam bir temel oluşturmak»

    Buradaki kritik vurgulama, «düşünme» kavramınadır. Bunun anlamı, yabancı dil derslerinde sık sık çocuklara öğütlenen “Türkçe düşünmeyin, yabancı dilde düşünün” önerisinin akla getirebildiği, zihninizden Türkçe yerine mesela İngilizce ya da Almanca sözcükler geçirin olmadığıdır.

    Bir “dil”, sözcükler ve bunların kullanım kurallarından oluşan bir sistem değildir. Dil, bir kültüre ait düşünme biçiminin simgesel (söz, yazı, resim, tavır vb) ifadesidir.

    Her kültürün düşünme biçimini, o kültürün asırlar boyunca süren oluşum süreci belirler. Dolayısıyla diller, sözcükler açısından değil temelde bu oluşum süreçleri açısından ve bu nedenle de düşünme biçimleri açısından farklıdırlar. Sözcükler, terimler, deyimler, farklı olan bu düşünme biçimlerini ifadede kullanılan simgelerdir.

    Bir dili öğrenmek demek, o dili kullanan kültürün düşünme biçimini öğrenmek demektir. Sözcükler ve onların kullanım kuralları ancak bundan sonra öğrenilmelidir ve başka türlü öğrenilmesine imkan da yoktur. Bunun dışındaki yollar öğrenme değil, belirli sayıda kalıbın bellekte tutulup, karşılaşılan duruma göre en yakınının kullanımından ibarettir.

    Bir dili öğrenme bu biçimde algılandığı takdirde, “3 ayda dilini çözmek”, “bülbül gibi konuşturmak” gibisinden ölçütlerin, ya da bir kısım ticari testlerin belirlediği düzeylerin aslında “günlük dilin akıcı biçimde anlaşılıp konuşulması” gibi bir hedeften daha ileri bir düzeye işaret etmediği anlaşılacaktır.

    Bununla beraber eğer hedef, yani “niçin yabancı dil öğretiyoruz?” sorusunun yanıtı eğer yukarıdaki gibi veriliyorsa, erişilen düzeyi başarılı saymak gerekir. Ama herhalde bu da çarşı pazara gitmek için lüks otomobil almaktan daha anlamlı olmayacaktır.

    Yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde öğrencilerin, konuların belirli bir karmaşıklık düzeyinin altındayken güçlük çekmemeleri, ama o düzeyin üzerine çıkan konularda Türkçeye dönmek istemeleri de bu savı doğrular niteliktedir.

    Bütün bunlar, unutulan bir gerçeğin tekrar ve de önemle hatırlanmasını gerektirmektedir: Ana dil dışında bir diğer dil, ancak ve yalnız ana dilin iyi bilinmesi koşuluyla mümkündür.

    Buraya kadar ki akıl yürütme, yabancı dil öğrenimiyle ilgiliydi. Tarih, matematik ya da bir başka ders için de durum daha farklı değildir. Bu derslerin öğrenilebilmesi ancak ve yalnız, o derslerin okunacağı dilin iyi bilinmesiyle mümkündür.

    Böylece, 1 yıl hazırlık okuyarak “dili çözüldü” denilen öğrencilerin, konuları öğrenmede niçin güçlük çektikleri ve öğretmenlerin niçin sık sık Türkçe’ye dönmek zorunda kaldıkları da açıklanmış olmaktadır. O halde, yabancı dil öğrenimiyle ilgili kuralın genelleştirilerek şu hale getirilmesi mümkündür:

    «Ana diline, anlama ve ifade etme becerileri bağlamında tam hakim olmayan bir öğrenci hiçbir başka şeyi öğrenemez, sınav vb etkiler altında ise ancak beller, sonra unutur ya da yaşamına uygulayamaz»

    Ana dilin ne denli önemli olduğuna ilişkin bu girişten sonra, sıradaki olası soruya yanıt aranmalıdır: Bu nasıl yapılabilir?

    Gelişki Türkçe (GT) adı verilen kavram bir “ders” konusu değildir. Bütün derslerle birlikte – Türkçe’de dahil – işlenmesi gereken bir kavramdır.

    Nitekim, bugün Türkçe’nin bu denli bozulmuş olmasının bir nedeni de, onun ayrı ders olarak -hem de biraz az önemli – işlenmesidir.

    Matematik, tarih ya da beden eğitimi dersleri işlenirken GT onlarla birlikte işlenmelidir.

    Senaryo temelli ders işleme, bu birleştirme işini kolaylaştıran bir faktördür. Örneğin nmatematik ve Türkçe birlikte işlenecektir. Bir başka deyimle Türkçe , matematiğin içine yerleştirilecektir.

    Matematik, coğrafya ya da beden eğitimi dersleri yapılırken şu gerçek unutulmamalıdır: bu ders öğrenciye, kendini ifade konusunda yeni bir yol göstermek için vardır.

    Matematik, bir başka yolla ifade edilemeyen (ya da güçlükle ifade edilebilen) bazı olguları ifade etmeye yarayan bir dildir.

    Coğrafya, üzerinde yaşadığımız çevre hakında söylenmek istenilebilecekler için; tarih de geçmişte olup bitenlerden bugünler ve gelecek için dersler çıkarmaya yarayabilecek birer “dil”dir.

    O halde genelleştirerek denilebilir ki okullarda tüm öğrenilmesi istenilenler temelde birer dil öğreniminden başka bir şey değildir.

    Türkçe (ya da bir başka dil), bu diller için ortak bir semboller ve kurallar topluluğunu vermektedir. Esas ifade araçları ise Türkçe dersinde değil diğer deslerde öğrenilmektedir. Ne Türkçe, ne de diğer desler tek başlarına “dil öğrenimi”ni sağlayamazlar. Ancak hepsi birlikte bu amacı yerine getirebilirler.

    Yabancı dil öğrenimini bu gözlük altında incelediğimizde, İngilizce ya da bir diğer ikinci dilin, o topluma özgü kavramlar, bunlara karşı gelen sözcükler (semboller) ve onları birbirine bağlayan kurallar olarak, çeşitli konularda ifade edilmek istenilenleri dile getirmeye yaradığını ve bu bakımdan ana dile çok benzediğini söyleyebiliriz.

    Buradan, diğer derslerden soyutlanmış olarak yapılacak bir yabancı dil öğreniminin, aynen ayrı yapılan Türkçe gibi bir işe yaramayacağı çıkarılabilir. Nitekim pratikte de aynen böyle olmaktadır.

    Yabancı dille eğitim yapan kolejlerde yabancı dille işlenen derslerin içine yerleştirilebilecek ifade eğitimi, iki işlevin eş zamanlı olarak yapılmasını sağlayabilecektir.

    Öğrencilerin, henüz tam hakim olmadıkları bir dilde soru sormak, ders dinlemek yerine, bunları ana dillerinde yapmaları, proje grupları içinde ana dillerinde konuşmaları, ama aynı zamanda yabancı dilde yazılmış ana ve/ya yardımcı ders kitaplarını okumaları, hem anlama hem de yabancı dil öğrenme için iyi bir yoldur.

    Aslında, yabancı dilde eğitim yapan üniversiteler de dahil hemen tüm eğitim kurumlarında derslerde kitaplar yabancı dildedir, ama öğrencilerin derslerde -ve özellikle güç kısımlarında- ana dillerini konuştukları da bir gerçektir. Türkçe dersi dışındaki derslerin öğretmenleri, kendi dersleriyle Türkçe’yi pratik olarak nasıl birleştirecek ve böylece “Gelişkin Türkçe”yi bir slogan olmaktan öteye nasıl götüreceklerdir?

    Bunun en iyi yolu, öğretmenlerin, “yaşam kalitesi”, “iletişim becerisi”, “düşünme becerisi” ve “dil” arasındaki zincirleme bağlantıyı tam algılamalarına yardımcı olmaktır. Dilin iyi kullanımı, genellikle süslü -ama genelde anlaşılmaz- söz söyleme ile karıştırılır. Bu nedenle de “dilin önemi” konusunda kimseye kolay kolay birşey dinletmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki dilin önemini en az anlamış olanlar, uzun ve fiyakalı konuşmaya en çok meraklı olanlardır.

    Dolayısıyla öğretmenlerin, “dilin önemi”, “düşünme becerisi” ve “yaşam kalitesi” gibi kavramlar arasındaki zincirleme bağlantı konusundaki bilinçlerinin geliştirilmesi için, bunların önemli olduğunun söylenmesinin bir yararı olmayacaktır. (aslında, öğrenilmesi istenilen bir şeyi benimsetmenin en olmaz yolu onu “söylemek” tir)..

    Çoğu insanın, “önemli” olan bir şeyin gereğini yap(a)mayışının altında, ya o önemi yeterince idrak edemeyişi, ya da -ve daha çoğunlukla- o gereği yerine getirme iradesini gösteremeyişi yatar.

    Buna göre uygulanacak yöntem, bir yandan dilin öneminin tam anlaşılması için çaba gösterirken, bir yandan da” düşündüğünü yapma iradesi”nin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçeve içinde dil’in öneminin kavratılması için kullanılabilecek bir yaklaşım, dilin sorun çözmede somut bir araç olarak kullanılabilirliğinin gösterilmesi, bunun bir atelye çalışması biçiminde yapılmasıdır (1).

    Böylece, ilk adımda çözülemez gibi görünen sorunların, dil aracını kullanarak nasıl daha başa çıkılabilir hale geldiğini bizzat deneyimleyecek olan öğretmenlerin, dilin “önemi”ni daha iyi kavrayacakları beklenmelidir.

    Bu bilinç yükseltimi eğitimine paralel olarak, öğretmenlerin “düşündüklerini yapabilme” iradeleri nasıl güçlenririlecektir ?

    Düşündüğünü yapamama’nın herhalde onlarca nedeni vardır. Ortak olanların başında ise motivasyon yetmezliği, enerji düzeyi düşüklüğü, yöntem bilmezlik, çeşitli korkular (gerçel ya da sanal) gibi ögeler gelmektedir. Bu konularda da dışarıdan yapılacak telkin veya müdahaleler değil, kişilerin kendilerinin, kendi yeterlik ve yetmezliklerinin farkına varmalarına yardım daha yararlıdır. Bu nedenle, öğretmen ve idarecilerin oluşturduğu toplululuklara “grup terapisi” biçiminde yapılabilecek eğitimlerle, herkesin kendi düşündüğünü yapabilme profilini kendisinin keşfetmesi sağlanabilir.

    Bu yollarla dilin önemi konusunda bilinci gelişen ve kendi dersi için geliştireceği bireysel planı (Türkçeyi kendi dersiyle birleştirme planı) uygulama iradesi güçlenen öğretmen, bazı teknik yardımlara ihtiyaç duyabilir..

    Çeşitli ülkelerde bu alanda yapılan uygulamalar bu amaçla kullanılabilir (2). Ama öncelikli koşul, bu arayışın içine girmiş olmaktır.

    26 Temmuz 1997

    (1) “Problemin Yeniden Tanımlanması›”, bilinen bir sorun çözme tekniğidir. Bu tekniğin değiştirilmiş bir biçimi, “Sözcük Ağacı Yaklaşımına Göre Sorunun Yeniden Tanımlanması” adını taşımakta olup, BEYAZ NOKTA VAKFI eğitim programı içinde bu konuda bir eğitim yer almaktadır. e-posta: <<bnv@beyaznokta.org.tr>>

    (2) Matematik öğretmenleri için kullanılabilecek bir uygulama örneği, yukarıda adı geçen kuruluştan edinilebilir.

  • “Söyleme” ve “açıklama”

    Bu iki sözcük dilimizde çoğunlukla birbirinin yerine kullanılıyor. Gerçekte ise bunlar arasındaki ortaklık yalnızca, “açıklama”nın bazen “söyleme” yoluyla yapılabilmesinden ve her ikisinin de öznelerinin aynı kümenin elemanları olmasından ibarettir.

    “Söyleme”, bir ikna zorunluğu bulunmaksızın yapılabilirken, “açıklama”da ise ikna mecburiyeti vardır. Bir davranışın nedeni “söylenebilir” ya da “açıklanabilir”. Bu neden mantıklı ve ikna edici olabileceği gibi saçma ve kabul edilemez de olabilir, ama bu “söyleme” fiilini etkilemez, söz söylenmiş olur.

    Söz konusu davranışın nedeni “açıklanmak” gerektiğinde durum değişir. Karşınızdaki(ler)i ikna edebilecek argümanları bulmak zorunluğu vardır. Bu bir yasal bir zorunluk değildir, ama bir toplumun çağlar boyunca oluşmuş bulunan ortak anlayışları, bir zorunluktan daha güçlü etkilere sahiptir.

    Örneğin bir kişiden, kendine ait olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verdiğinin “açıklama”sı istendiğinde, bunu yukarıda söz konusu edilen ortak anlayışlara uygun biçimde anlatabilirse yaptığı “açıklama”; “keyif benim değil mi size ne yahu!” biçiminde bir şeyler üretirse bunun da adı “söyleme” olacaktır.

    Bir lira’nın zamanla şişmanlayıp nasıl bir milyon lira olabildiği de keza iki şekilde dile getirilebilir: “Hasetlik etmeyin Allah size de verir” biçiminde bir “söyleme” ile geçiştirilebileceği gibi, “bir lirayı, onun nasıl bir milyon olacağını söyleyebilecek birisine verdim, böylece zengin oldum” biçiminde mantıklı bir “açıklama” da yapılabilir.

    Şaka bir yana, “söyleme” fiziki bir eylem, “açıklama” ise akılcılık ağırlıklı bir kavramdır. İşte bu fark, akılcılıktan kaçılması gereken yerlerde zaman doldurmak, bir şey söylemiş olmak için konuşmak, karşısındakileri bıktırarak açıklama istemekten vazgeçirmek amaçlarıyla çok kullanılan bir araçtır.

    Genellikle politikacılar tarafından kullanıldığı sanılabilirse de her meslek mensubu tarafından başarıyla kullanılabildiği -hatta daha iyi kullanıldığı- tecrübeyle sabittir.

    Toplumumuzda bir çok kavramın içinin boş olduğu, bunların içlerinin yerine, zamanına, kullananın amaçlarına göre doldurulabildiği bilinen bir hastalıktır. Ama bunlar içinde öylesine kavramların içleri boştur ki bunların eksiklikleri sorunların çözülemeyişine, çözülmek bir yana daha karmaşık formlara bürünerek karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

    İşte bunlardan birisi “açıklama” kavramıdır. Bunun ne anlama geldiğini tüm yolları kullanarak toplumumuzun bütününe özümsetmek, sonra da “açıklama” yerine bilerek “söyleme” aracını kullananlara karşı tepki göstermelerini sağlamak, kendini aydın sayan herkesin bir numaralı önceliği olmalıdır.

    Yoksa daha gözümüzün içine baka baka çok “açıklamalar” dinletecek uyanıklar göreceğiz demektir!

    Pazar, 11 Aralık 1994

  • Akıl-sezgi sarmalı parçalanırsa ne olur?

    Tüm keşif ve icatlarda, sezgi ile, akıl‘ın birbirine sıkıca dolanmış -aynen iki renk ipliğin bükülüp tek iplik haline getirilmesi gibi- olduğunu görüyoruz. Tüm buluşlar, “öyle seziyorum ki” gibisinden tamamen akıl dışı bir uyarım ile başlıyor. Hemen ardından iki olasılık var: (1) Bu sezgi ürünü akıl ile denetlenmediği için bir hurafe olarak kalıyor, (2) Akıl (bilim) süzgecinden geçirilerek ya doğrulanıyor ve bir buluş olarak ortaya çıkıyor ya da olmayacağı -sezginin yanlış alarm olduğu- anlaşılıp çöpe atılıyor.

    Bundan sonra sezgi-akıl bütünü bir spiral olarak devam ediyor. Ortaya çıkmış bir değer varsa tekrar sezgi ile geliştirilme yolları “sezilmeye” çalışılıyor ve eğer “niye olmasın ki” gibi yine akıl dışı yolla düşünce üretilip ardından hemen tekrar akıl denetimine açılıyor. Bu süreç sürekli olarak tekrarlanıyor ve gelişme denilen olgu ortaya çıkıyor.

    Gerek bilim gerek ahlak gerekse estetik alanında her ne gelişmişlik değeri varsa bu iki ayrılmaz öğenin birlikteliği ile ortaya çıkmıştır. Bu değerlerin bileşiminde sezginin mi aklın mı ağırlıklı olduğunu tartışmak tam bir abesle iştigaldir. Çünkü bu süreçte önemli olan hangisinin ağırlıklı olduğu değil, birbirlerinin çıktılarını sürekli olarak denetleyip denetlemedikleridir.

    Eğer bir “şey” yapılıp da bu sarmalı oluşturan iki iplik (sezgi ve akıl) birbirinden ayrılırsa ne olur? Akıldan arınmış, her an hurafe üretmeye hazır sezgi ve sezgiden yoksun, evrenin sonsuz yaratıcılığına kapalı, bilimin daracık alanına sıkışmış, kitaplarda yazmayan, denenip kanıtlanmamış her şeyi yok sayan bir diğer tip bağnazlık.

    Toplumumuz bunu becermiştir!

    Toplumumuzdaki -laik ve dindarların değil- laikçi ve şeriatçı kesimlerin bu tanıma çok uyduğunu düşünüyorum. Her iki kesim de çok çabalıyor ve sonuçta inanılmaz biçimde hiçlikler üretiyorlar. Gelişkin toplumlara refah ve mutluluk yaratan akıl ve sezgi bizim için bölünmüşlük, donmuşluk ve hurafe üretiyor.

    İnanç dünyasında vahy olarak adlandırılan -bilim tarafından da pek ciddiye alınmayan- olgunun, aslında total openness denilebilecek, “bildiklerinin tamamından, onların doğruluklarına inançtan tamamen sıyrılmak” olabileceğini düşünüyorum. Sezgi ancak böyle bir akla dolabilir, akılla birlikteliği ancak bu tam teslimiyet ortamında gerçekleşebilir.

    Bildiklerinin doğruluğuna, üstelik de tekliğine inanmış insanlar bunları bir de “diğerleri”ne benimsetmeye, öğretmeye çalıştıkça, donmuş ya da hurafeci insanlardan daha pek çok üreteceğimiz görünüyor.

    Türkiye, içine düştüğü bu buz-hurafe çölünden kurtulabilirse varlığını sürdürebilir. Yoksa hiçbir dış düşmana ihtiyaç olmadan -atomun parçalanması gibi- kendini parçalayacaktır. Akıl ve sezgi insana -ve muhtemelen tüm varlıklara- hediye edilmiş birer özelliktir ve belki de ikisi aynı şeydir, kimbilir!

    Ocak 6, 2007

  • Egemenlik kimindir ve kim kullanır?

    Son okuduğum bir yazıda cumhuriyet ve demokrasi konusunda şöyle bir tanım vardı: Cumhuriyetle demokrasi ayrı ayrı şeylerdir. Demokratik cumhuriyet çok anlamlı bir kelimedir. Cumhuriyetimiz olabilir; yalnız, bunun demokratik nitelikleri haiz olması lazımdır. O zaman “demokratik cumhuriyet”tir. “Organize işler” fiminde Cem Yılmaz soruyor: “Sizin kafanızda iki soru var: Bir, dayak nedir, iki neden atılır?” Cumhuriyet ve demokrasi konusunda da böyle iki soru sorulursa mesele daha iyi anlaşılır: Egemenlik kimindir ve kim kullanır? 4 Ocak 2007

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki 2.5ncu bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, 1/2’lik bir ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik veya sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Ezber her tür militan yetiştirmenin etkili aracıdır..

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • Mikrofonlu büyük salonlar..

    TV’de zaman zaman yurt içi ve dışında, devlet yönetimleriyle ilgili çeşitli toplantılarına ait salonlar gösterilir. Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu gibi organların çalışmalarının yapıldığı salonlar.

    Bir ara şöyle bir gözlemim oldu: Yüzölçümü küçük ülkelerin bu tür toplantılarının yapıldığı salonları da küçük oluyor. Örneğin İsrail Bakanlar Kurulu toplantıları öyle küçük bir salonda yapılıyor ki oturanlar neredeyse birbirine değiyor, karşılıklı oturanlar ellerini uzatsalar birbirlerine değiyor…

    Bir zamanlar Türkiye’de de Bakanlar Kurulu salonu öyleymiş. Ama herhalde o ülkenin küçüklüğünden ziyade parasızlığı ile ilgiliydi, büyük salon yapacak para yoktu.

    Krallık İngiltere’sinde karşılıklı oturanlar zaman zaman birbirlerine kılıçla saldırdıkları için masa genişliği iki kılıç boyu kadar yapılmış.

    Sonunda, gelişmiş ülkelerin, bu tür “etkili iletişim ve etkileşim[1]” gerektiren toplantılarını küçücük salonlarda yaptıklarına karar verdim.

    Artık, birbirinden neredeyse birer metre ara ile oturmuş, karşılıklı olarak aralarında yaklaşık beş metre bulunan, dolayısıyla da birbirini ancak mikrofon ve hoparlör sistemiyle duyabilen toplantı salonlarının, gerek “böcek güvenliği” gerekse “katılımcıların özgür fikir beyan etme motivasyonlarını yoketme” açılarından son derece yanlış olduğunu akıl edebilecek bir kişi arıyorum.

    Niye mi? TV haberlerindeki toplantılara bakınız anlarsınız.

    Cumartesi, Aralık 30, 2006

    [1] bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18

  • Güneş ve ay tanık istemedi..

    Acaba durum nedir?

    “Herkes hazır, o büyüleyici anı yaşamak, hissetmek istiyor. Yöre halkı yerli ve yabancı konukları izliyor. Ay yavaşça güneşi örtüyor. Etraf karardı. Onlar, kısa beraberlikleri için tanık istemediler, yalnızlığı seçtiler diyorum kendi kendime..”

    Sonra.. sonra büyü bitti. Ayrılık zamanı gelmişti. Ay bir veda busesi kondurup hüzünle uzaklaşmaya, sevgilisinin o büyüleyici ışığına yeniden geçit vermeye başladı…”

    Sevgili izleyiciler..müthiş bir an. Evet şimdi ay güneşle öpüştü, iki sevgili gibi tamamen örtüştüler..

    Meğer güneş tutulmasıymış..

    Bunlar, gazete ve TV’lerimizde, yüzyılımızın son güneş tutulması nedeniyle yayımlanan yazı ve sözlerden alıntılar. Bilim adamlarımızla yapılan röportajlarımızın içeriği de pek farklı değil. Bir de güneşe gözlüksüz bakılmaması konusunda inanılmaz yoğunlukta bir uyarı kampanyası . Aynı akşam CNN Teknoloji Koordinatörü -ki böyle bir pozisyon var- genç ve hoş bir hanım aynı haber için şöyle yorum yapıyor:

    Güneşin korona kısmındaki sıcaklığın yüzeyinkinden daha yüksek olduğu biliniyor, fakat bunun nedeni bilinmiyor. Bunun nedeni anlaşılabilirse, muhtemelen bütün bildiklerimizde bazı köklü değişiklikler olacak. İşte, bütün bilim adamlarının konuya bu denli ilgi göstermelerinin nedeni budur”..

    Bu iki yorum stili arasındaki fark açıkça bellidir. Peki acaba bunun nedenleri neler olabilir?

    Bir nedenin okullarımız olduğu neredeyse kesindir. Ne kendi bedeni, ne çevresi ne de gökyüzü konusunda hiçbir merak aşılanmadan yalnızca bazı adları -o da anlamadığı dillerden olmak üzere- ezbere belleyen çocuklarımızın ve o çocuklardan olma erişkinlerimizin, böylesine bir doğa olayına merak boyutundan yaklaşmaması normaldir.

    İkinci olası neden, karşı cins konusundaki toplumsal baskıların, hemen her fırsatta ortaya dökülmesidir. Nitekim tüm mizah, hatta şov programlarının ana temasının yoğun biçimde cinsellik motifleri içermesi, çeşitli TV programlarında travesti kılıklı kişilerin cinsel taciz sayılabilecek söz ve hareketlerinin dahi kadın erkek hemen herkes tarafından yadırganmayışı da -hatta onaylanışı- bunu göstermektedir.

    Sınıfını geçersen sana bir teleskop alacağım” diyen anne ve babalar herhalde vardır, ama sayıları az olsa gerekir. Bunların sayısı arttıkça, doğa olaylarına belden yukarı ilgi gösterenlerin sayısı da artacaktır.

    Eylül 2001

  • Lütfen bana tebrik yollamayınız!

    Kutlanabilecek her vesilede herkes gibi bana da seri imalat tebrik mesajları geliyor. Posta, e-posta ya da SMS yoluyla.

    %99 diyebileceğim bir çoğunluğu “liste”ye yollanmış mesajlar..

    Hele kurumsal mesajlar bir başka felaket. Sanki filanca şirketin genel müdürünün kim olduğu pek bir önemli bilgi imişçesine, sekreteri tarafından içine kartı konulmuş kişilerin, matbaalarda binlercesi basılmış kağıtlarından bir tanesi de bana (ve sizlere) geliyor.

    Başkalarının bundan memnun olup olmadığı benim sorunum değildir. Memnun olmayanlar varsa bir şekilde protesto ederler.

    Ama ben açıkça ilan ediyorum: Lütfen bana bu yolla hakaret etmeyiniz.

    Ben seni tanımam; bayramın, yeni yılın beni ilgilendirmez; ama bir pazarlama adeti olarak bunları yolluyoruz; benim sana özel yazabilecek bir şeyim yok; olsa da sana ayırabilecek 10 saniyem bile yok; sen, pazarlama birimimizin binlerce müşterisinden birisin; senin tek önemli yanın bizden satın alabileceğin ürünlerimizdir. Senin hakkında bana söylenen, senin tebrik açlığı çeken görgüsüz birisi olduğundur. Bizden gelen pahalı tebriklerimizi ona buna gösterip caka satarmışsın. Eh öyleyse bu imzasız, birkaç özgün cümlesiz kağıt sana yeter de artar bile.”..

    İşte hakaret dediğim budur; böyle olmadığını söyleyen birisi varsa lütfen beri gelsin.

    Ey insanlar, tebrik bir gönül meselesidir, bir zorunluk değildir. Bir vesile ile birilerine bir mal olmadığını, insan olarak bir değeri olduğunu hatırlatan ince bir iştir.

    Bu imzasız (ya da matbaa imzalı), ruhsuz, kaba, hakaretamiz mesajlarınıza lütfen beni alet etmeyiniz.

    Cep telefonuma, yüzlerce kişiye attığınız mesajlarınızdan atmayınız.

    Gerek o mesajları, gerekse parlak pahalı zarflar içinde sekreterlerinizin kartlarınızı ekleyip yolladığı, sizden en küçük bir insani işaret taşımayan kağıtları üzülerek doğrudan çöpe atıyorum. Yanlış anlaşılmasın, üzüldüğüm, çöpe attığım ağaçlarımızdır.

    Yolladığı mesajına kendinden bir iz taşıtan diğer %1’e ise gönülden şükranlarımı sunuyorum. Onların yeni yıllarını ve hayvan dostlarımızın kanını akıtmayacağımız bayramlara özlemim ile bayramlarını kutluyorum.

    Perşembe, Aralık 28, 2005