• Geliniz şu “ezber” konusuna tekrar bir bakalım. Yoksa Malatya, Trabzon ..?

    Liebig’in Minimum Yasası[1]

    Justus von Liebig, 19. yy’da yaşamış bir kimyacıdır. Kendi adıyla bilinen bir yasa –Liebig’in Minimum Yasası– onun, bugün bile bilinir olmasını sağlamıştır.

    Yasa şöyle diyor; “bir bitkinin ihtiyacı olan çeşitli besin maddelerinin topraktan emilebilecek azami miktarı, bunlardan en eksik olanın eksikliği oranında olabilir”.

    Yasa sosyal organizmalar için de geçerli!

    19. yy’dan bu yana, yasanın sadece bitkiler için geçerli olup olmadığı irdelenmiş ve sosyal organizmalar için de geçerli olabileceğine ilişkin çalışmalar yapılmıştır[2].

    Yani!

    Dikkati çekmeyebilecek kadar önemsiz görünümlü bir öğe, büyük bir sistemin nasıl davranacağını belirleyebilir.

    Trabzon’da, İstanbul’da, Malatya’da meydana gelen ve bundan evvel birçoğu da unutulan vahşet olaylarına, kriminal olayların kalıp mantığı (kimin çıkarı var vs) yerine Liebig Yasası uyarınca bakılırsa, hiç kuşkulanmadığımız kimi öğelerin birinci derecede belirleyici oldukları ortaya çıkabilir.

    Mesela tamamen benzer iki çocuk olsa!

    Tek yumurta ikizi iki çocuk, aynı okullara gitseler ve toplum içine birbirinin tamamen aynı iki kişi olarak katılsalar. Aralarındaki fark sadece, ilkokuldaki öğretmenlerinin iki çocuğu şu iki farklı öğretiyle yetiştirmesi olsa:

    Öğreti 1 – “Doğrular tek ve mutlaktırlar, yere ve zamana göre değişmezler

    Öğreti 2 – “Tek ve mutlak doğrular yoktur, yere ve zamana göre değişebilirler

    Acaba bundan sonrası ne olur?

    Doğruların tekliğine ve onların değişmezliğine yürekten[3] (by heart, par coeur, ez-ber) inanmış birinci kardeş, doğrularını yayıp benimsetmeyi, bu doğruların dışındaki doğruları savunanlarla mücadele etmeyi ve farklı doğruları savunanlara duyduğu öfkenin düzeyine bağlı olarak çeşitli “yola getirici” ve gerekirse “cezalandırıcı” eylemlere girişmesi bir sürpriz midir?

    En iyi (denilen) okullarımıza bakınız!

    Şimdi geliniz bir okullarımıza bakalım. İlköğretim ya da yüksek öğrenim hiç farketmez. Ama Şırnak’ın köy okullarına değil İstanbul’un en pahalı, ilanlarına daima “biz” diye başlayan, Atatürkçü nesiller yetiştirdiğini iddia edenlerine bir bakalım.

    Ezbersiz eğitim” söyleminin gündeme geldiği yaklaşık 10 yılı aşkın süredir, “biz zaten ezber yaptırmıyoruz” diyenlere.

    Bu okulların tamamının (yanlış okumadınız tamamının) “ezber” sözcüğünden anladıkları, bilgilerin bellenmesidir. Bilgiye çeşitli yollarla erişilmenin kolaylaştığı günümüzde onların zaten bellekte tutulması söz konusu değildir.

    Aslolan nedir?

    Asıl önemli olan bilgilerin, kişinin kendi organik belleğinde mi, defter kitap ortamındaki bellekte mi yoksa bilgisayar belleğinde mi tutulduğu değildir. Önemli olan bu bilgilerin doğruluklarının tekliği ve mutlaklığı (yere ve zamana göre değişmezliği) konusunda kafalarda daima aydınlık durumda bir soru işaretinin bulunup bulunmadığıdır.

    Sık sık öğrenim görmüş olmakla özdeş tutulan “aydın” kavramının, aslında bu aydınlık soru işareti olarak anlaşılması ve öğrenim görmüş yobaz kavramının da böylece bir anlam kazanması gerekmez mi?

    Meseleye böyle bakıldığında, biz ezber yaptırmıyoruz diyen okullarımızın hiç birisinde (evet hiç birisinde) doğruların tek ve mutlak olmayabileceğinin konu edilmediğini, böyle bir konunun kavram dağarcıklarında dahi bulunmadığı acı acı görülür.

    Peki ya aileler?

    Bir an için, ezberin gerçek anlamını kavrama zahmetine girmiş, hatta bununla da yetinmeyip bunu eğitim ilkesi olarak benimsemiş bir okulun ortaya çıktığını varsayalım. Acaba ne olurdu?

    Olacak olan, tüm ailelerin (evet tümünün) birleşip o okulu şikayet etmeleri, bununla da yetinmeyip o okuldan öğrencilerini derhal aldırmalarıdır.

    Üçgenlerin iç açılarının toplamlarının her zaman 180 etmeyebileceği, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın her zaman onları birleştiren doğru olmadığı, noktalama işaretlerinin her zaman doğru kullanılması gerekmediği, sürtünme katsayısının sabit olmadığı ya da bir şeyin aynı anda iki yerde birden var olabileceğini tartışan bir okul veliler tarafından ateşe verilmez de ne yapılır?

    Böyle yetiştirilecek çocukların dengesiz, doğruları bulunmayan, vatan haini, din düşmanı birer kişilik haline geleceği bu ailelerin şikayet dilekçelerinde ortak nokta olmaz mı?

    Çocuklarımız, onları yetiştirdiğimiz gibi davranıyorlar

    Çocuklarımız, kendi farklı doğrularını yaymaya çalışanlara karşı -ki onların da ezberle yetiştikleri benimseticiliklerinden bellidir- eylem yapıp onları kesip doğruyorlar.

    Girişimcilerimiz kendi doğrularını üretip ayakta kalabilmek için kaçak elektrik, kaçak mazot, sigortasız işçilik vb girdilerden yararlanıyorlar. Kendi doğruları dışında -ki ona da yaratıcılık diyorlar- doğruların olabileceğini bilenlerle rekabet etmede giderek zorlanıyorlar.

    İnsanın ya akıl ya da sezgileri tarafında olabileceğini ezberlemiş laikçi ve dinci kesimler alabildiğince çatışıyorlar..

    Velhasıl, çocuklarımız aynen onları yetiştirdiğimiz gibi ezberlemiş birer yetişkin olarak yaşıyor ve kendi ezberleyen çocuklarını, ezberlemiş öğretmenler, ezberlemiş öğretmen eğiticileri ve ezberlemiş siyasetçilerin yasal destekleri altında yetiştiriyorlar.

    Reform budur?

    Eğer birileri bu çıkmaz yolu görür ve doğruların (ama tüm doğruların) sorgulamaya açık olmaları gerektiğini farkeder ve bunu haykırabilirse bu yoldan dönülebilir.

    Aksi halde okul binası yaptırmak, onlara çanta dağıtmak, okul saati dışında eğlendirmek, Atatürk’ün adını sevdirmek gibi işleri eğitim, eğitim reformu, çağdaş eğitim gibi adlandırmalarla servis etmeye devam ederse müstahak olacağımız yere varacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır; bunda da yanlış bir yön yoktur.

    22 Nisan 2007, Pazar

  • Çözümler sorulardadır!

    Bir toplantı dizisi

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı [1],  ilginç bir toplantılar programı başlattı. “Beyaz Nokta Soruları” adlı bu toplantılar, şimdilik her ay Ankara ve İstanbul’da yapılacak. 28 Mart’ta Ankara’da ilki yapılan toplantının ikincisi 11 Nisan’da İstanbul’da düzenleniyor. Yakında İzmir’de üçüncüsünün düzenleneceği planlanıyor.

    Enerjimiz nereye gidiyor?

    Bu toplantıların özü şu varsayıma dayanıyor: Türkiye, iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için çaba harcıyor; bu nedenle de giderek ağırlaşan sorun stokunun altında eziliyor.

    Sorun çözerek gelişebilecek olan sorun çözme kabiliyeti ise bu nedenle gelişemiyor, bu bir olumsuz sarmal biçiminde Türkiye’yi sıkıyor ve sıkıyor. Sorunlarını iyi tanımlayabilen toplumlar ise onları çözdükçe sorun çözme kabiliyetleri giderek gelişiyor.

    İyi tanımlanmış sorun, hakkında “yol açıcı” sorular üretilebilmiş sorunlardır

    Bu cümleden hemen anlaşılabileceği gibi iki tür sorudan birisi “yol açıcı” ya da doğurgan, diğeri ise “kısır” sorulardır.

    Tanım olarak “kısır” sorular, birçok soru’nun bir araya getirilip paketlenmiş halidir ve paket içindeki her bir soru’nun ayrı cevapları olabileceği için de çözüm yolu göstermez, aksine akıl karıştırır.

    Cumhurbaşkanı kim olmalı?”, “başmüzakereci kim olmalı?”, “AB’ye nasıl gireriz?”, “trafik terörü nasıl önlenir?” gibisinden onlarca soru birer pakettir ve sadece akıl karıştırmaya yararlar.

    İlk toplantı konusu: Eğitim sorunları!

    Ele alınan sorun, hemen herkesin yakından ilgilendiği “eğitim sorunları” idi. Eğitimciler, bürokratlar, STK mensupları, dergi yazarları gibi kişilerden oluşan 18 katılımcıya yöneltilen istek şöyleydi: “Eğitim sorunları” ya da “eğitim çıkmazı” olarak ifade edilegelen sorunun çözümüne yol gösterebilecek en iyi 5 soruyu bulmak üzere, yaklaşık 10’ar sözcüklük sorular üretiniz.

    131 adet soru

    Katılımcılar, bir beyin fırtınası oturumunda bu isteğe karşı 131 soru ürettiler. Kendilerinden -hiçbir sınırlama olmaksızın-, “eğitim sorunları” denilen sorunlar yumağının iyi tanımlanabilmesine yarayabilecek akıllarına gelebilecek her türlü soruyu sormaları istenmişti.

    Soruların bir bölümü hemen akla gelebilecek klasik sorulardı. Örneğin:

    • Sistem, soru sormayan bir toplum mu ortaya çıkarıyor?
    • Okullar nasıl öğrenci dostu haline getirilir?
    • Sanat öğretilmeli mi sevdirilmeli mi?
    • Ailenin eğitimdeki yeri nedir? gibi.

    Bir bölümü ise sarsıcıydı:

    • Merak nasıl yok edilir?
    • İnançlar soru sormayı engelliyor mu?
    • Okul kantinlerini zorba paragözlerin elinden nasıl kurtarırız?
    • Öğrenmede öğreticiye duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
    • Bilmemiz istenenler gerçekten bilmemiz gerekenler midir?
    • Niçin hep yabancı akreditasyon sistemleri var?
    • M.E.B.’nın adı ne zaman Milli Öğrenme Bakanlığı olacak?

    gibi.

    İki aşamalı süzme

    Bu soruları, içlerindeki yol açıcı soru motiflerini kaybetmeden 5’e indirmek için ilk aşamada 5 ayrı grup tarafından 5’er soruya süzülmesi (seçerek ve/ya birleştirerek) istendi. Sonra da, 5 grubun sözcüleri bir uzlaşma pazarlığı ile 5×5=25 sorudan nihai 5 soru üzerinde karar kıldılar.

    Aşağıdaki tabloda grup soruları ve nihai uzlaşı görülüyor:

    Soru 1

    Grup 1. Merak, ilgi ve yaratıcılığı köreltmemek ve geliştirmek için ne yapabiliriz?

    Grup 2. Bilim, sanat, yenilikçi ve yaratıcı düşünce eğitim sürecinde nasıl geliştirilir?

    Grup 3. Eğitimin amacı ve eğitimde devletin, okulun, öğrenci ve velinin rolleri ortak akılla nasıl belirlenir?

    Grup 4. Eğitimin amaçları neler olmalı?

    Grup 5. Bilgi dogmaların barajını nasıl aşacak?

    Soru 2

    Grup 1. Öğreticiyi öğrenme danışmanına nasıl dönüştürebiliriz?

    Grup 2. Eğitimin yaşam boyu devam etmesi gerektiği düşünüldüğünde, eğitimden kim, hangi ölçüde sorumlu olmalıdır?

    Grup 3. Eğitim, soru soran, merakı ve yaratıcılığı geliştiren şekilde nasıl gerçekleştirilir?

    Grup 4. Merak nasıl geliştirilir?

    Grup 5. Çocukların çok yönlü (Bilim, sanat sosyal) yaratıcılıklarını söndürmeyen “Eğitim Sistemini” nasıl şekillendirebiliriz?

    Soru 3

    Grup 1. Bilgiyi toplumda yükselen bir değer yapmak için ne yapmalı?

    Grup 2. Ülkemizde, eğitimin tüm kademelerinde niceliğe neden nitelikten/ kaliteden daha fazla önem veriliyor?

    Grup 3. Eğitimde bilim, teknoloji ve maddi kaynaklar etkili bir araç olarak nasıl kullanılmalı?

    Grup 4. Kişi eksik ve yanlış anlamasını nasıl azaltabilir?

    Grup 5. ‘Eğitim’deki her türlü (cinsiyet, bölgesel, etnik köken, inanç, bedensel engel,ekonomik) ayrımcılığı nasıl yok edebiliriz?

    Soru 4

    Grup 1. Eğitimde kalite nasıl tanımlanmalı ve nasıl akredite edilmeli?

    Grup 2. Kadın eğitimindeki engeller nelerdir? Nasıl kaldırılabilir?

    Grup 3. Eğitim yoluyla toplumda bilim kültürü nasıl yaygınlaştırılır?

    Grup 4. Bilgiyi kullanabilmeyi nasıl öğreniriz?

    Grup 5. Yaşayan Öğrenme”Duvarsız okul” (müzeler,fabrikalar,toprak,hayvanlar) yöntemlerini nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 5

    Grup 1. Yaşama dayalı ve yaşam boyu öğrenme bilinci nasıl kazandırabilir?

    Grup 2. Eğitimde; demokrasi, insan haklarına saygı hoşgörü vb. değerleri benimsemiş bireyler nasıl yetiştirilir?

    Grup 3. Öğrenmeyi hayatın bir parçası haline nasıl getirebiliriz?

    Grup 4. Öğrenmede başkasına duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?

    Grup 5. Eğitimin amacı toplumun maddiyata, statüye, başarıya odaklı değerlerine mi hizmet etmeli?

    Genel uzlaşıyla belirlenen 5 soru

    Sou 1: Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 2: Eğitimin amacı ne?

    Soru 3: “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?

    Soru 4: Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?

    Soru 5: Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?

    Bu beş soruya dikkat ediniz!

    Soruların numaralanması rastgeledir, önemleriyle ilgili değildir. Fakat her biri, eğitim sorunlarına çözmek bir yana toplum sorunlarını çözmek isteyenlere net birer yol göstericidir.

    Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?” sorusunun -herhangi bir platformda- sorulduğunu bugüne kadar ben duymadım. Ya da “yaratıcılığı nasıl yok ettiğimizi“, “eğitimi bırakıp öğrenmeye nasıl geçeceğimizi“, “eğitimi niye yaptığımızı” soran bir soruyu duyan var mıdır?

    Aksine, Türkiye, bunların cevaplarını bildiğini, ama bir türlü bu yanıtları benimsetip öğretemediğinden yakınanlarla doludur.

    Bu sorular, eğitimin kendi uzmanlığı olduğunu savunanların oturup derin derin kendilerini, rollerini, uzmanlıklarını düşünmelerini gerektiriyor.

    O zaman bir soru gündeme geliyor!

    Sayısı bilinmeyen kurullar, şuralar vs neyi sorgular, hangi soruların yanıtlarını ararlar? 18 kişi 2 saat çalışıp bu denli sarsıcı -ve gerçekten yol gösterici- sorular üretebiliyorsa, kurullar ve şuralar kim tarafından belirlenen soruların yanıtlarını arıyorlar? Ya da soruların mı yanıtlarını arıyorlar yoksa tanımlanmamış sorunlara çözüm mü arıyorlar?

    3 Nisan 2007

  • Depremin olacağı zamanı bilmek

    Depremin ne zaman olacağı bilinirse!

    Herhangi bir olayda yakın ve uzak durulması gereken pozisyonlar vardır. Örneğin, elinizde sigarayla benzin istasyonunda dolaşan birinden uzak, yangın söndürücüye ise yakın durmak genel sağlık açısından yararlıdır.

    Yakın ve uzak durulması gerekenler sınıflamasında birinci sırada “bilgililer” ve “miş gibi bilgililer” yer alır. Örneğin, deprem, büyük yangın, sel gibi afetlerde uzmanlara yakın olmak -her anlamda yakın olmak- iyidir. Ama aynı derecede tehlikeli olansa, bilgili olmayıp bilgili imiş gibi taklit yapanlardır.

    Bunlar da kendi aralarında, “bilgili olmayıp, böyle olduğunu bilen, ama herhangi bir nedenle bunu sürdürenler” ile “bilgili olmadığının da farkında olmayıp kendini bilgili sananlar” olarak bir daha ikiye ayrılırlar ki en tehlikeli olanlar bu ikincileridir.

    17 Ağustos `99 depreminden sonra sıklıkla ve başta bilim adamlarımızın bir bölümü olmak üzere çoğunluk tarafından dile getirilen bir söylem var: Depremin ne zaman olacağı bilinemez!

    Bu ezber bilgi o denli kabul gördü ki, en uzlaşmaz kişiler arasında dahi, depremin ne zaman olacağının bilinemeyeceği konusunda tam bir uzlaşı var.

    Acaba depremin ne zaman olacağı deyimiyle ne kastedilmektedir? Daha da belirgin olarak “ne zaman” ile ne kastediliyor? Genelde kastedilen, gün ve saati -hatta mümkünse dakikası- ile bilmektir.

    Bir olayın zamanının ifade edilmesinde “..den evvel”, “..den sonra” ya da “.. ila .. arasında” gibi tanımlamalar da kullanılabileceğine göre, depremin zamanının, gün, saat ve dakikası ile bilinmek istenmesinin acaba özel bir nedeni mi var?

    Evet vardır. Çünkü eğer deprem böylesine bir kesinlikle bilinebilirse, o takdirde vatandaş tam o saat ve dakikada evinden çıkacak, deprem bittikten sonra -eğer evi yerinde duruyorsa- tekrar evine girip normal yaşantısını sürdürecektir. Böylelikle herhangi bir önlem almaya ihtiyaç bulunmayan bir uyanıklıkla vaziyeti idare etmiş olacaktır. Gündelik yaşamında her yere geç kalan, sonra da “afedersiniz geciktim” diyerek bir de üstüne tüy diken insanlarımızın depremin kesin zamanı konusunda bu denli meraklı olmalarının nedeni budur.

    Depremin ne zaman olacağı bilinmektedir. “İçinde bulunduğumuz şu andan itibaren herhangi bir anda” deprem olacaktır. Bu belirsiz gibi görünen ifade, önlem almak isteyen insanlar için son derece yeterli bilgiyi içermektedir.

    Her televizyona çıkışta, depremin günüyle saati ve dakikasıyla bilinemeyeceğini söyleyen insanlarımız iki şeyi bilmelidirler: Birincisi, depremin belirtileri denilebilecek ve çoğu araştırma safhasında olan göstergeler konusunda bilgi sahibi olmadan şu an için söylenebilecek tek kesin yargı, bu araştırmaların henüz sonuçlanmadığı ve şu an için depremin zamanını çok kesin olarak bilemediğimiz (dikkat bilinemeyeceği değil!); ikincisi ise, deprem anının kesin olarak bilinmesinin pratik olarak hiçbir önem taşımadığı, önlemleri almak için en geç zamanın “şimdi” -hatta dün- olduğudur.

    24 Eylül 2001

  • Kentlerimizde gelişme arayışları

    Sevinelim

    Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.

    Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.

    Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.

    Ama şu noktaya dikkat!

    Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.

    Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.

    Peki bu niye oluyor?

    Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.

    Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir

    Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:

    • Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
    • Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
    • Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
    • Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
    • Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
    • Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
    • Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
    • Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
    • Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
    • Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.

    Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.

    11 Mart 2007, Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457

    [3] http://www.ledis.co.uk/

    [4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237

     

     

     

  • Beklemediği yerden yumruk yemek!

    Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!

    Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.

    Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.

    Ölçütler dolaylı da olabilir

    Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.

    Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.

    Sistem beklentileri temsil etmelidir

    Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.

    Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.

    Cari açık önemli mi önemsiz mi?

    Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.

    Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.

    Büyük resim ne?

    Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.

    Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!

    Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.

    Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.

    Bu söz tarihe geçmelidir:

    Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.

    Yani:

    Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.

    25 Şubat 2007

  • Onursuz ve bilgili insan yetiştirmek!

    Okullarda karne verildiği gün, medyada karne düzeltme ilgili haberler çıktı. Kimi öğrenciler- çeşitli yöntemlerle-kırık notlarını yükselterek evdeki olası sorunları çözerken TV kameralarına yakalanmışlar.

    Bu işlemleri yaptıkları fotokopicinin savunması ise harikaydı: “çocukların evlerde hırpalanmasına gönlüm elvermedi“!

    Fakat esas ilginç olan, medyanın olayı bir ” sahtekarlık” olarak sunmasıydı. Doğrudur, bir belge üzerinde bir gerçeği gizlemek amacıyla yapılan eylem sahtekarlıktır; bu adlandırmada yanlışlık yok.

    Peki ama, bu karnelerin verildiği okullarda, “sahtekarlığı” yapan aynı öğrenciler büyük olasılıkla kopya çekmeyi de adet haline getirmişlerdir.

    İşte bu noktada sorulması gereken 2 soru vardır:

    Soru 1: Kopya çeken öğrencilere anne-baba ve öğretmenleri “sahtekar ” muamelesi (ve cezası) mi uyguluyorlar, yoksa olaya haşarılık- biraz da fazlaca zekâdan dolayı- çocukluk olarak mı bakıyorlar?

    Karne düzeltme ve sınavda kopya -ki o da karneye esas olan kağıdın düzeltilmesidir- eylemlerinin ikisi de “bir gerçeği gizlemek” amacıyla yapıldığına göre, aralarında açıkça fark gözetmek bir gerçeği gizlemek, yani sahtekarlık değil midir? Bu soruyu anne-babalara, öğretmenlere soruyorum.

    Soru 2: Her Allah’ın günü, her işi getirip getirip eğitime bağlayan okul idarecilerine, öğretmenlere ve anne-babalara ikinci sorum şu: Dünyada iyi eğitim yapan köklü okullar var. Buralarda yetiştirilen (eğitilen ya da eğilen demiyorum, çünkü oralarda insanlar dücere [1] ilkesine göre yetiştiriliyor) öğrencilere öncelikli olarak onurlu insanlar olmaları örnekleniyor. Onurlu ve ayakları üzerinde durabilen çocukların diğer bilgileri de yetkinlikle edinecekleri varsayılıyor ve gerçekten de öyle oluyor. Bu amaçla da sınavlarda Onur Sistemi denilen, gözetmen bulundurulmadan yapılan sınavlar uygulanıyor [2].

    Yukarıdaki iki soru’nun her biri 10 üzerinden 5 numaradır. Bilemeyenlerinkini kırıp karnelerine yazıyorum; onlar eve gidecek ve nasıl düzeltecekler onu da merak ediyorum J.

    Bu veriler altında aşağıdaki şıklardan size en uygun gelen(ler)i işaretleyiniz:

    (a)   Böyle bir sistemin varlığını bilmiyordum, ama şimdi öğrendim hemen uygulayacağım. Potansiyel sahtekar olarak gözetim yaptıklarımdan ise özür diliyorum.

    (b)   Onur Sistemi sınavı uygulamayacağm. Çünkü:

    1. Bizim çocuklarımız buna layık değildir; ben milliyetçiyim ama bizim ırkımız doğuştan sahtekardır, değişmez.
    2. Bununla uğraşacak vaktim yok.
    3. Vaktim var, ama bu konunun uzantısı olan sorunları idrak edebilecek yeteneğim yok.

    (c)    Bu sistemin varlığını biliyordum; fakat, bu toplumu yıkmanın en kestirme yolunun onurdan yoksun bilgili insanlar yetiştirmek olduğunu kurguladım ve başarmama da az kaldı.

    Bu iki sorulu – üç ana ve 3 alt şıklı sınav sırasında defter-kitap açıktır, yanındakine bakmak serbest değildir, ek kağıt kullanabilirsiniz, onur sistemi uygulanacak gözetmen bulundurulmayacaktır; cevaplamak ise sadece yarım dakikanızı alacaktır. Başarılar dilerim.

    2 Şubat 2007, Cuma

    [1] Latince kökenli, “dik durmak”

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=520

     

  • Hrant Dink sonuncu olmayacak, eğer!

    AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Toplumumuza ve ailesine baş sağlığı, müteveffaya ise Tanrı’dan rahmet dilerim.

    Medya, olayı çok yönlü analiz etti ve etmeye devam ediyor. Önümüzdeki günlerde edinilecek yeni bilgiler ışığında muhtemelen bu çözümlemeler daha da zenginleşecek, bunlardan bazı dersler de çıkarılacak. Hiç olmazsa bu yanı iyidir. Her musibetin mutlaka bir yararının da olabileceğini bir kere daha görmüş olduk.

    Haydi geliniz bir de uzay-zaman düzeyinden bakalım!

    Bundan önceye -hattâ isterseniz çok öncelere- gidelim ve benzer cinayetlere bir bakalım, ama zaman ve mekân açısından uzaklardan bakalım.

    Tüm cinayetlerde çok sağlam bir ortak nokta var: Tetikçiden geriye doğru giden “tetikçi-tasarımcı zinciri”nde giderek azalan bir “kuşkusuzluk” var. Tetiği çekenin, “doğrular”ından kuşku duymama düzeyi yüz üzerinden yüz. Geriye doğru gittikçe bu yüzde azalıyor. Zincirin son halkalarında yer alan tasarımcı(lar)ın “doğrular”ı ise gayet esnek. Zamana, zemine, koşullara göre değişiyor. Doğruluğuna yüzde yüz inandıkları tek şey uzun erimli vizyonları.

    O görev hangi kisve altında kolay yerine getirilebiliyorsa, tetikçi de o kisvenin “doğrular”ına göre seçiliyor. Örneğin dini inaçların kullanılması gerekiyorsa tetikçi fanatik bir dinci, etnik motifler gerekiyorsa etnik bir fanatik seçiliyor. Tetikçide aranılan tek özellik, fanatizm (yani kuşkusuzluk) düzeyinin yüzde yüz olması.

    Misyonun önem derecesine bağlı olarak “tetikçi-tasarımcı zinciri”nin uzunluğu da artıyor. Basit olaylarda bir tetikçi ile bir tasarımcı’dan oluşan kısa zincirler kullanılırken, karmaşıklık (sofistikasyon) düzeyi yüksek misyonlarda daha uzun zincirlerin kullanımı zorunlu oluyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca zincirinin uzunluğu ve tetikçinin pisikolojik durumunun “mükemmelliği (1)” nedeniyle olayı anlamak halâ mümkün olamadı.

    Hrant Dink zinciri de epey uzun olabilir. Zincirin ilk iki halkası (Samast ve Hayal), kendilerini motive eden “doğrular” konusunda yüzde yüz “kuşkusuz” görünüyorlar. Öyle ki, ikinci halka mahkemeye çıkarılarken, aynı kategoriye koyduğu Orhan Pamuk’a da uyarıda bulunmadan edemiyor ve ilginçtir “akıllı” olmasını öneriyor. Ben bu öneride son derece içtenlikli olduğuna eminim. Çünkü “akıllı” demek, onun “doğruları”na uygun demektir.

    Zincirin gerisinde daha kaç bakla olduğu bu analiz açısından bir önem taşımıyor. Önem taşıyan tek nokta, bu tür örgütlenmenin tetikçilik kadrosunda yer alanların “kuşkusuzluk” düzeylerinin “tam” olmasının gerekliliği.

    Çünkü bu ol(a)madığı takdirde çok daha karmaşık organizasyonlar yapmak, işini çok iyi yapabilen profesyonel suikastçiler bulmak gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Bunlar hem organizasyonunun maliyetini artırıyor, daha da önemlisi profesyonellerin bilgi sızdırma şantajı ile karşılaşma olasılığı var. Halbuki doğruları konusundaki “kuşkusuzluk” düzeyi yüksek kişiler kullanıldığında böyle bir şantaj tehlikesi hemen hemen yoktur.

    Ayrıca da çoğu zaman tetikçinin yakalanması da tasarımın bir gereği olabiliyor ve gereken mesaj o yolla iletiliyor. Yok böyle değil de tasarım amacı belirsiz kaynaklı bir korku atmosferi yaratmak ve o ortam içinde başka tasarımları gerçekleştirmek ise o takdirde profesyonel suikastçiler kullanılıyor ve yakalatılmıyor.

    O halde, siyasal bir inanca dayalı bir suikast organizasyonunun olmazsa olmazı, o inanç konusundaki kuşkusuzluğu tam olan bir tetikçidir. Organizasyon karmaşık ise tetikçiden sonraki birkaç kademenin de kuşkusuzluklarının yüksek olması gerekir. Fakat zincirde geriye gidildikçe süratle bu kuşkusuzluğun azalması, onun yerini akıl ve mantığın alması gerekir.

    Çünkü kuşkusuzluk ve akıl aynı kafa içinde bulunamaz.

    Melanet tasarımlarının çoğu için “kuşkusuz” insan öğesinin ne denli vazgeçilmez bir girdi olduğu görülüyor. Bu şu demektir: Bir toplumdaki kuşkusuz insan havuzu ne kadar genişse, çeşitli amaçlara yönelik olarak o toplumda organize edilebilecek melanet işlerinin çeşitliliği ve sayısı o kadar çok olabilir.

    Örneğin, toplumumuzu ikiye bölmüş bulunan laikçi-dinci çatışması, her iki kesimdeki kuşkusuz yığınlarca beslenmektedir.

    Dogmalarının doğruluğundan hiç kuşkulanmayan yığınlar kendi doğrularını diğer kesime benimsetebilmek için her yolu kullanmaya azimlidirler ve bunu içtenlikli olarak “doğruları” adına yapmaktadırlar ve o doğrular tektir.

    Türkiye bir yol ayrımındadır.

    Nasıl olacağı -hattâ olup olmayacağı- bilinemez ama eğer bir şekilde “kuşkusuzluk” illetinin farkına varılmaz, bunun bir tümör gibi toplumu sardığı farkedilemez ise, her gün yepyeni melanet tasarımları ile karşı karşıya kalınacağı bellidir.

    Önümüzdeki iki seçim, bu tür tasarımların ortaya konulabilmesi için uygun bir ortamdır.

    Tüm doğrularımızın doğruluklarının koşullu olduklarını, birlikte yaşamın, ortak doğrular çevresinde uzlaşabilmek olduğunu anlamak ya da kendi doğrularımızın tekliğine inanmak. Bunun için bir mucize gerekir mi?

    Mucizeler de olabildiğine göre niye olmasın.

    Ocak 24, 2007

    (1) Burada “mükemmellik” sözcüğü, üstlenilen görevin yerine getirilmesi açısından gereken niteliklere tam uyum anlamındadır.

  • Saklı İçerik 1

    Kendi dilini konuşmamakta bu denli direnen başka toplumlar da varmı yok mu bilinmez ama, en önemsediği alan olan eğitimin en önemsenen konusunun ne anlama geldiğini, öğrencilerin çoğunun bilmediği bir başkası olmadığı kesindir.

    “Müfredat”, Arapça kökenli ‘müfred’ (ferdi olan) sözcüğünün çoğullanmış halidir. Bir konunun, yalın (karmaşık olmayan) parçalardan oluşacak şekilde parçalanmış olduğunu anlatmak için kullanılır. Ferd (birey) sözcüğü ise, bunların gövdesi durumundadır.

    Sözcüğün anlamı zamanla bu inceliğini kaybedip kabalaşmış, “içerik” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Halbuki özellikle eğitimdeki anlam, öğrenilmesi gereken konuların yapı taşları denilebilecek olan parçacıkların kümesi biçimindedir.

    Günümüzde eğitimin müfredatı, ister resmi ister özel olsun, merkezi biçimde ve devlet tarafından belirlenmekte, kurumlar da bunu benimsediklerini ilan edip, sonra da canları çektiği içerik uyarınca “öğretim” yapmaktadırlar.

    Eğitimin, “insanların sahip olmalarının doğru olduğu kararlaştırılan bilgi, beceri ve davranışların kazandırılması” biçiminde anlaşılmaya devam edilmesi halinde, “içerik”lerin ya devlet tarafından saptanması ya da onanması kaçınılmazdır.

    Eğitim, böyle değil de, “insanların herhangi bir yolla edinecekleri bilgi, beceri ve davranışları yaşam içinde nasıl kullanacakları sanatının edinilmesi” biçiminde anlaşılırsa merkezi içerik belirleme ya da onama bir anda önemini yitirmektedir.

    Çağdışı eğilimleri, müfredat  belirlemeyi denetim altına almak yoluyla durdurmaya kalkışmak ise, şekilde görüldüğü gibi mümkün değildir. Çağdışı eğilimlerin altında “öldürülmüş merak”, onun da altında, “devletin, merkezi olarak ideoloji belirleyip, ona uygun vatandaş yetiştirme arzusu” yatmaktadır. Bu süreç için öngörülen araç ise “ezber”dir. Ezber sürdüğü sürece merak ölecek, merak öldüğü sürece de çağdışı eğilimler yeşerecek ve devlet de -ve de aydınlar-  içerik belirleme yoluyla bunları durdurmaya çalışacaklardır.

    Eğitimin yeni bir anlayışla ele alınıp yeniden yapılandırılması, toplumun değer ölçülerinin önemli biçimde yeniden şekillenmesine bağlı bir süreçtir. Bu ise, eğitim konusunda çaba harcayanların bu mekaniği kavramalarına bağlıdır.

    Bunlar şimdilik bu yana, merkezi olarak belirlenen içerik, okullarımızın donanımına, öğretmenlerin niteliklerine, öğrencilerin kendileri ve ailelerinin durumlarına bağlı olarak değişen ölçülerde kazandırılmaktadır. Kazanılan içerik daha sonra merkezi sınamalarla ölçülendirilmekte, kişilerin meslek seçimlerine, hatta yaşam düzeylerine birinci derecede etki yapmaktadır.

    Tüm sistem, içeriğin daha büyük oranda kazandırılabilmesi yönünde kafa çalıştırmakta, toplum daha çok kaynak ayırmaya çağrılmaktadır.

    Bir de bunların dışında bir “sessiz alan” vardır. O alanla kimse  ilgilenmemekte ise de, ilgilenilen alandaki her olgu, bu  ilgilenilmeyen, sessiz alana da yansımaktadır.

    Denilebilir ki çocuk ve gençlerimiz iki ayrı okul sisteminde iki ayrı içerik altında bilgi, beceri ve davranış kazanmaktadırlar. Bir tanesi açık, resmi ve herkes tarafından desteklenen; diğeri ise gözlerden ve ilgiden uzak..

    Örneğin, “öğrencinin kişiliğinin geliştirilmesi”, içerik tasarımcılarının (Talim Terbiye Kurulu) başlıca amaçlarındandır. Derslerin içeriklerine uygun biçimde yerleştirmeler yapılarak, öğrencilerin kişilikleri geliştirilmeye çalışılır. Ama bu, güç bir süreçtir.

    Diğer yandan, aynı öğrenciler aynı dersler boyunca bir başka içeriğe göre de şekillenirler. Ama bu ikinci içerik çok daha güçlüdür ve etkisi kısa süre içinde öğrenciyi denetimi altına alır. Sık sık yapılan sınavlarda, öğrencilerin başında bekleyip onların kopya yapmaları halinde cezalandırmak için bekleyen öğretmenleri, farkında olmadan öğrencilere bir başka içeriğe göre sessiz ama çok etkin bir eğitim vermektedirler. Bu  öğreti, “Siz güvenilmez ve aynı zamanda kendi yararını gözetemeyen  insanlarsınız. Başınızda beklemezsek kopya çekersiniz. Biz, zorla da olsa sizi onurlu gibi davrandıracağız”  biçimindedir.

    İnsanlar -ve özellikle de çocuk ve gençler-, kendilerine denilenlere değil davranışlara bakar onları örnek alırlar. Onlara her sabah, “doğru, çalışkan, onurlu” olduklarını söyletiyorsak da, davranışlar bunun aksini söylemekte ve diğerinin zaten çok küçük olan etkisini silip atmaktadır. Çocuklarımız gerçekten de kendilerinin ve de başkalarının güvenilmez olduklarına öylesine inanmaktadırlar ki, okulları bitirip hayata atıldıklarında tüm eylemlerinde bu güvenmezliğin etkileri buram buram kokmaktadır. Saklı İçerik parçalarından birisi işte budur..

    İçerik tasarımcılarının en az kişilik gelişimi  kadar önem verdikleri bir diğer parça, her öğrencinin ayrı bir birey olduğudur. Çocukların birbirlerinden farklı oldukları, her birinin öğrenme profillerinin farklı olduğu, derslerin bu gerçek unutulmadan işlenmesi gerektiği, içeriğin önemli bir özelliğidir. Okulda da buna önem verilir. Çocuklara, doğrunun bu olduğu, imkanlar ölçüsünde buna uyulduğu söylenir.

    Ama “saklı içerik” burada da ortaya çıkar. “Tek tip giyim”, “askeri düzende toplantı”, “her fırsatta boy sırası”, “bir ağızdan şarkı söyleme” gibi uygulamalarla, “teklik iyi, farklılık kötüdür. Sürüden ayrılanı kurt kapar”  mesajı verilir ve çok da iyi benimsenir.

    Mezun olan öğrencilerin, yaşam içinde çevrelerini tekliğe indirgemek için verdikleri uğraş, bu benimsemişliğin somut bir ölçüsüdür.  Saklı içeriğin parçalarından birisi de “farklılıkların bütünlüğünü sağlamak yerine, farklılıkların tekliğe indirgenmesi”  olarak böyle ortaya çıkar.

    Ama bütün bunların dışında, müfredat tasarımcılarının en çok önem verdikleri olgu yaratıcılıktır. Hemen bütün içerik parçalarında yaratıcılığın önemi üzerinde durulur, çocuklara yaratıcılık konusunda kompozisyonlar yazdırılır.

    Ancak, diğer yandan da yapılan sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenlerin eksiksiz geri istenmesi ve bundaki becerinin öğrenimin başarısı olarak kabul edilmesi gibi bir uygulama yapılır. Yaratıcılığın önemli olduğunun söylenmesi, öğretilenlerin geri istenmesi uygulaması ile karşılaştığında saklı içerik yine galip gelir ve öğrenci şunu benimsemiş olur: ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma..!

    Saklı içerik, sanılabileceği gibi bu denli fakir değildir. İşin ilginç yanı, imkanlar azaldıkça, öğretmen kalitesi bozuldukça, ailevi durum güçleştikçe “saklı içerik” zenginleşir. Meseleye böyle bakıldığında, akla hayale gelmeyen eğriliklerin hangi okullarda öğrenildiği daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Resmi içerik için şuralar toplanır, ana ve babalar ince ince içerik parçacıkları üzerinde dururlar. Ama acaba kaç kişi, sınavlarda sergilenen güvensizliğin ne demek olduğu, ezberin çocuklarını ne hale getirdiğini ya da tek tip giyimin nasıl bir kişilik silikleşmesine yol açtığını düşünmekte, bundan duyduğu kaygıları dile getirmektedir?

    Pazartesi, 01 Temmuz 1996

    (Bkz. Saklı İçerik 2)

  • Cankurtaranlar niçin gecikiyor?

    Önce bazı tahminler:

    Cankurtaran kuruluşlarının yetkililerine göre:

    • Ambulanslar gecikmiyor, bu haberler bizi yıpratmak için çıkarılıyor,
    • Ambulans sayısı yeterli değildir,
    • Mevcut ambulansların bir kısmı ömürlerini doldurmuştur, sık arıza yapıyorlar,
    • Sürücü sayımız yeterli değil, kadro vermiyorlar,
    • Biz bu araçları kendi personelimiz için bulunduruyoruz, diğer olaylar için göndermek zorunda değiliz,
    • Sorumluluk bölgemizde olan olaylara yolluyoruz, gecikme söz konusu değildir,
    • Yasalar yetersiz.

    Cankurtaran sürücülerine göre:

    • Trafik sıkışık,
    • Diğer sürücüler yol vermiyor,
    • Sıra diğer arkadaşındı, her zaman bana bırakıyorlar, zaten ücretimiz düşük,
    • Gecikme söz konusu değildir.

    Vatandaş (normal):

    • Ha, onlar mı gelmez,
    • Geç gelen birkaçını sallandırırsan mesele biter.

    Vatandaş (uyanık):

    • Cankurtaranlar trafik sıkışıklığı için çok iyi bir çözümdür. Acele işi olanlar peşine takılınca daha çabuk gidilir,
    • Niye yol vereyim, bana yol versinler ben de zaten aynı yöne gideceğim.

    Vatandaş (AB)

    • AB’ye girince gecikmeler kalmayacak, çünkü Avrupa’da gecikme olmuyormuş

    Resmi yetkili:

    • Yeni satın alınacak cankurtaran araçlarıyla bahse konu sıkıntı tamamen önlenecektir,
    • Sınırlarımızın güvenliğinde bir sorun yoktur.

    Bunlar birer tahmindir. Muhtemelen her birinin gerçeklik payı da vardır. Ama acaba Pareto kuralı uyarınca sonuçların %80’ini oluşturan “başlıca %20” nedenler acaba bunlardan hangileridir? Yoksa acaba o önemli %20 nedenler bunların içinde hiç sayılmamış mıdır?

    Evet en önemlisi sayılmamıştır..

    Diğer sürücüler yol vermiyor” olarak ifade edilen -ki o da bir kök neden değildir- dışındakilerden hiçbirisi (evet hiçbirisi) gecikme olgusunun önemli nedeni değildir.

    Cankurtaranlar gecikir ve bundan sonra da gecimeye devam edecektir..

    Hattâ ne kadar çok araç alınırsa gecikmeler o kadar çok artacaktır. Çünkü gecikme olgusunun başlıca nedenlerinin en başında, sınırlı miktardaki kaynakları sınırsız ihtiyaçlara tahsis etme bilincine ve tekniklerine sahip bir “ağ örgütlenmesi” bulunmayışı gelmektedir. Cankurtaran sayısı artınca, bu bilinç eksiği daha çok kargaşaya yol açacaktır.

    Cankurtan sahibi kuruluşların (Sağlık Bakanlığı, belediyeler, gönüllü kuruluşlar, özel hastaneler vd) herbirisi ayrı statülere sahiptirler, emir aldıkları ve verdikleri makamlar birbirlerinden farklıdırlar. Ancak sıkıyönetim zamanlarında hepsi aynı makamın emir ve komutasına girerler. (Zaten bu yüzden de -söylem böyle olmasa da- halkımızın en çok sevdiği yönetim biçimi askerli ya da askersiz ama mutlaka “sıkı” yönetimlerdir).

    Bu durum karşısında, bir olay anında bir ambulansın olay yerine gelebilmesi gerçek bir mucizedir ve Tanrı’nın varlığının bir işareti sayılmalıdır. Normal olarak gelmemesi gerekirdi.

    Ağ örgütlenmesi, bugün sahip olduğumuz “ortalama” insan nitelik dokumuzun daha üzerinde bir akıl-fikir düzeyi gerektirmektedir. Bugünkü düzeyimiz ise henüz doğrusal (basit, lineer) ilişkileri -tak diye emretmek-şak diye yapmak basitliğinde- algılayabilmektedir.

    Ağ Tipi Örgütlenme, birbirinden farklı statüdeki kuruluş ve kişilerin, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere karşılıklı olarak etkileşmeleri, bu sürecin yönetişimini sağlamaları ve bu etkileşim ağının, hiçbirisinin mutlak emir ve komutası olmaksızın kendi kendini düzenlemesi demektir.

    Bu tür bir teknolojiye -bu gibi becerilere soft-teknolojiler denilebilir- sahip olmaksızın, cankurtaranlar gecikecek, trafik kazaları olmaya devam edecek ve de depremlerde insanlar ölecektir.

    Bu tür bir örgütlenmeyi kim yapmalıdır?

    Beklenen cevap “devlet”tir, yani burada Sağlık Bakanlığı. Bu olabilir, ama şart değildir. Hattâ devlete ait bir organ olmazsa daha da iyi olur. Bu konuyu önemli gören ve ağa dahil olacak kuruluşlarla iletişime girebilecek herhangi bir kuruluş olabilir. Örneğin, Cankurtaran Ağı (dernek, vakıf, platform vb).

    Bu girişimin başarısı iki anahtara bağlıdır: (1) “Biz varken başkasına n’oluyor?” alışkanlığını kırabilmek, (2) Farklı statüdeki kuruluşlarla etkileşime  https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18) girmeye -içtenlikli olarak- istekli olmak.

    Ağ Tipi Örgütlenmenin bir miktar teknik ayrıntıları https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=698 adresinde bulunabilir.  Daha fazla teknik ayrıntı (ağa katılanlar arasındaki protokolların nasıl yapılacağı, Ağ Odağı’nın işlevini nasıl yapacağı, toplu kararların nasıl alınacağı vs), yukarıda sayılan 2 anahtar gereksinim yanında gerçek birer ayrıntıdır.

    Siyasal-bürokratik hanzoluk denilebilecek “bu işler bizden sorulur” tavrı terkedildiğinde cankurtaranların zamanında gelmesi, onlarca kuruluşun birbiriyle etkileşebilmesi ve kaza-belâ hallerinde daha az insanın kaybedilmesi mümkün olabilecektir. Aksi halde ne olacağını Mustafa Sandal söylüyor: Pazara kadar değil mezara kadar!

    Temmuz 24, 2004

     

     

  • Bina sağlam ama zemin yumuşak !

    Bir gazete haberi fotoğrafında dört katlı bir bina komple yan yatmış ve yanında da haberin metni de şöyle: Filanca semtteki bir apartman resimde görüldüğü gibi yan yattı. Müteahhidi ise “benim hiçbir kusurum yok, görüldüğü gibi bina sağlam ama zemin yumuşak !” dedi”..

    Dünya çapında bir espri yarışması yapılsa tartışmasız ve de derhal birinci seçilebilecek bu haber, birçok meslek mensubumuzun önüne yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bir açıklamadır.

    Ayrıca da, insanımıza “zeki değil” diyenlerin yüzlerine indirilmiş bir şamardır. Çeşitli ülke yap-satçı’ları biraraya getirilse ve böyle bir durumu açıklamaları istense, bizimkiler hariç böyle bir izah bulup, binayı zemininden ayırıp binasına sahip çıkanı bulunabilir mi?

    Şimdi, bu model kullanılarak bakınız ne kadar çok sorunumuz açıklanabilir:

    Enflasyon düşmüş, fakat piyasadaki para hacmi azalmamıştır!”

    İstanbul’da musluklardan akan su tertemiz, solunan hava ise mis gibidir. Ancak, suya insan çişi, havaya ise kanserojen maddeler karışmaktadır!”

    Ülkemizde huzur ve sükun vardır. Karışıklığı ise teröristler çıkarmaktadır!”

    Okullarımızdaki eğitim son derece yüksek kalitelidir. Yalnızca öğretmen kalitesi yetersizdir!”

    Sevgili müteahhidimiz çok doğru bir yaklaşım getirmiştir: Gerçekten de sorun yok, ama sizler eğri duruyorsunuz!

    24 Eylül 2001