• Fiyat artışları ve çığ etkisi

    Rev.No: 1, Tarih: Mayıs 22,’93 [1] / Rev.No: 2, Tarih: Kasım 01,’98 / Rev.No: 3, Tarih: Aralık 28,‘07

    Giriş

    Bir mal veya hizmetin fiyatına herhangibir nedenle zam yapılması halinde, onun girdi olduğu başka mal ve hizmetlerin fiyatlarında da bazı otomatik artışlar olması doğaldır. Örneğin, petrole zam yapıldığında taşımacılık fiyatları artmakta, o ise hemen hemen tüm mal ve hizmetlerin bir girdisi olduğundan, onların da fiyatlarını yükseltmektedir.

    Bu olgu herkes tarafından bilinir. Bu makaleye konu olan fiyat artışları ise bu noktadan itibaren başlamaktadır.

    Bir mal veya hizmet ürününün (bundan sonra sadece ürün denilecektir) fiyatına yapılan zam sonunda, o ürünün girdi olduğu bütün ürünlerin fiyatları artmakta; artan bu fiyatlar bu defa başlangıçta zamlanan ürünün fiyatını tekrar artırmakta ve böylece bir “Çığ Etkisi” (avalanche effect)  oluşmaktadır. İşte genellikle ‘ihmal edilebilir’ olduğu varsayılan olgu budur. Ancak gerçek bu varsayımı doğrulamamaktadır. Bu makalede bu etkinin boyutları incelenmektedir.

    Kullanılan hesaplama algoritması

    Bir I/O tablosunda bulunan çeşitli mal ve hizmet ürünlerine yapılabilecek zamların [2] ardışık etkileri, bir bilgisayar yazılımı yoluyla incelenmiştir.  Kullanılan algoritma, I/O tablosunun bir satırının zamlanması halinde  bütün ürünlerde meydana gelebilecek fiyat değişimlerinin bir vektörde üst üste tutulması ve bu vektörde her bir ürün için biriken zam artışı belirli bir yakınsama değerine inene kadar, bir diğer deyişle zam artışları ihmal edilebilir değişim gösterene kadar zamların ürün maliyetlerine dağıtılmasından ibarettir.

    Model üzerinde yapılan deneyler

    (M) adet ürün arasındaki Girdi / Çıktı (Input / Output – I/O) ilişkilerini gösteren bir tablo (I/O tablosu) esas alınarak yapılan iteratif bir çözümleme, Çığ Etkisi dikkate alınmadan hesaplanan fiyat artışlarına göre önemli farkların olabileceğini göstermiştir.

    Tablo I’deki örnekte, 10 adet ürünün I/O ilişkileri gösterilmiştir (Bkz. TABLO-I). Tablonun her sütunundaki ürünün maliyeti içinde 10 ürün satırındaki ürünün payları -oran olarak- gösterilmiştir.

    TABLO – I. ÜRÜNLERİN BİRBİRLERİ İÇİNDEKİ MALİYET PAYLARI

    ÜRÜNLER

    ürün maliyetleri (sütun) içinde ürün (satır) payları (%)

    Pay
    Toplamı

    petrol

    elektrik

    işçi ücreti

    taşıma

    demir-çelik

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    petrol

    46.2%

    1.3%

    50.0%

    20.0%

    6.7%

    3.3%

    10.0%

    0.0%

    12.5%

    149.9%

    elektrik

    28.6%

    1.3%

    0.0%

    20.0%

    6.7%

    33.3%

    20.0%

    0.0%

    25.0%

    134.8%

    işçi ücreti

    35.7%

    23.1%

    50.0%

    20.0%

    6.7%

    33.3%

    40.0%

    0.0%

    25.0%

    233.8%

    taşıma

    7.1%

    7.7%

    26.0%

    10.0%

    0.0%

    13.3%

    10.0%

    0.0%

    12.5%

    86.7%

    dem.-çelik

    7.1%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    7.1%

    kira

    14.3%

    15.4%

    45.0%

    0.0%

    20.0%

    16.7%

    20.0%

    100.0%

    12.5%

    243.8%

    gazete

    0.0%

    0.0%

    0.3%

    0.0%

    0.0%

    3.3%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    3.6%

    su

    7.1%

    7.7%

    1.3%

    0.0%

    10.0%

    3.3%

    0.0%

    0.0%

    12.5%

    41.9%

    arazi

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    66.7%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    66.7%

    ekmek

    0.0%

    0.0%

    25.0%

    0.0%

    0.0%

    6.7%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    31.7%

    MALİYET

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    FİYAT / MALİYET

    1.43

    1.23

    1.00

    1.25

    1.20

    1.33

    1.00

    1.20

    1.33

    1.50

     

    TABLO II’de ise, bu ürünlerden yalnız birisine (örneğin petrol) % 10 zam yapılması halinde, “Çığ Etkisi” dikkate alınmadan oluşan yeni artmış maliyetler gösterilmiştir.  Aşağıda, Çığ Etkisi (ÇE) dikkate alınmadan, ardışık yansımalarla oluşan fiyat artışları (%) cinsinden gösterilmiştir.

    TABLO – II. ÇIĞ ETKİSİ DİKKATE ALINMADAN OLUŞAN ZAMLAR

    Ürün >

    petrol

    elektrik

    işçilik

    taşıma

    dem.çelik

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    Zam >

    %10.0

    % 4.6

    %0.12

    %5.0

    % 2.0

    %0.67

    %0.33

    %1.0

    % 0

    %1.25

    10 üründe meydana gelen  bu değişik fiyat artışlarından bir ‘ortalama’ türetebilmek için, her birinin ağırlığı rastgele belirlenmiş  aşağıdaki“sepet” tanımlanmıştır.

    FİYATLAR GENEL DÜZEYİNİ TEMSİL EDEN ‘SEPET’

    Ürün > petrol elektrik işçilik taşıma dem.çel.    kira gazete su arazi ekmek

    Ağırlık >

    100

    100

    1

    1

    1

    1

    30

    50

    0

    60

    Bu ‘sepet’ kullanılarak hesaplanan ortalama fiyat artışı % 5.0 olmuştur. Geleneksel olarak kullanılan hesaplama yöntemi budur.

    Diğer yandan, ÇE dikkate alınarak petrole yapılan % 10’luk zam diğer ürünlere ve dönerek tekrar petrole (ve tekrar diğer ürünlere……) yansıtılmış ve bu defa aşağıdaki  zamlar oluşmuştur.

    ÇE DİKKATE ALINARAK OLUŞAN ZAMLAR (%)

    Ürün >

    petrol

    elektrik

    işçilik

    taşıma

    dem.çel.

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    Zam >

    20.2

    13.9

    9.0

    14.5

    11.8

    4.3

    10.7

    10.5

    4.3

    11.7

    Aynı ‘sepet’ kullanılarak bu defa hesaplanan ortalama fiyat artışı ise % 15 olmuştur. Böylece ÇE, fiyat artışlarını yaklaşık 3 kat artırmış olmaktadır. Buna Çığ Etkisi Çarpanı denilebilir.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu çarpanın büyüklüğü, bazı faktörlere bağlı olarak değişecektir. Yani;

    (a)        I/O tablosunun büyüklüğüne,

    (b)        Çok sayıda ürüne girdi olan ürünlerin sayısına,

    (c)        Karşılıklı olarak birbirine yüksek bağımlılık gösteren ürünlerin sayısına

    bağlı olarak ÇE Çarpanı büyüyecektir.

    Nitekim, Tablo I’de verilen I/O tablosu üzerinde yapılan bir seri deney, yukarıda belirtilen 3 faktörün de etkisini göstermektedir.

    I/O tablosunun 2, 3, ………, 10 elemanı alınarak yapılan deneylerde, daima ilk ürüne (petrol) % 10 zam yapılmıştır. Alınan sonuçlar aşağıdadır.

    I/O TABLOSUNUN BÜYÜKLÜĞÜNÜN ÇE ÇARPANI’NA ETKİSİ (HÜCRE SAYISI)

    Hücre sayısı >

    2 X 2

    3 X 3

     4 X 4

    5 X 5

    6 X 6

    7 X 7

    8 X 8

    9 X 9

    10 X 10

    ÇE çarpanı >

    1.14

    1.16

    1.35

    1.41

    1.53

    1.64

    2.05

    3.14

    17.79

    Görüldüğü gibi tablo büyüdükçe ÇE Çarpanı’da büyümektedir.

    I/O tablosu değiştirilerek, çok sayıda ürüne girdi olan bir ürünün bulunup bulunmamasına göre 2 ayrı deney yapılmıştır. Bu tür bir ürünün bulunması ve bulunmaması hallerinde ÇE Çarpanları sırasıyla 2.98 ve 1.0 olmuştur.

    Modelin varsayımları ile gerçek koşullar arasındaki farklılıklar

    Bu makaleye temel oluşturan model ile pratik arasında bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, pratikteki durumu -genellikle- daha da kötüleştirici (yani ÇE Çarpanı’nı daha da artırıcı) yöndedir.

    Bu farklılıklar şunlardır:

    1. Sistemin, “tam rekabet” altında işlediği varsayılmaktadır. Pratikte ise “eksik rekabet” koşulları geçerlidir. Fiyatların, herhangi bir yavaşlatıcı etki ile karşılaşmadan yeni bir denge durumuna doğru “çığ” biçiminde artmasını önleyebilecek bir faktör “rekabet” iken, eksik rekabet koşulları bu avantajı azaltmaktadır.
    2. Her ürünün fiyatı ile maliyeti arasındaki oranın (kar oranı), ardışık zamlar sırasında sabit tutulacağı varsayılmıştır. Yani bir ürünün bir girdisine bir miktar zam geldiğinde, o ürünün yeni fiyatının ancak eski kar oranını sabit tutacak kadar olabileceği kabul edilmektedir. Pratikteki durum ise 2 açıdan farklıdır:

    (1)       “Nasıl olsa her zaman zam yapılamaz, yapmışken biraz daha fazla zam yapayım”  düşüncesi genel geçer bir eğilimdir. Böylece zamlar, bu modeldeki kabulden daha büyük olabilir.

    (2)       Ama diğer yandan, yüksek fiyatlarda kar oranını düşürme yönünde bir düşünce de doğabilir. Ancak buradaki ‘yüksek fiyat’  fiyatlar yelpazesinde yer alan ucuz ürünlerin aksi olan pahalı ürünler olmayıp, ucuz ya da pahalı fiyatı yükselen ürünlerdir.  Bu düşüncelerden hangisinin geçerli olacağını kestirebilmek güçtür.

    1. Yuvarlatma (round-off) etkisi: Bir ürüne yapılması gereken zamın daima bir üst değere yuvarlatılması eğilimi vardır. Bu, ÇE Çarpanı’nı bir ölçüde artırır.
    2. Modelde ardışık zamlar simültane olarak meydana gelmektedir. Pratikte ise çığ olgusu belirli bir zamana yayılarak gerçekleşmektedir. Ancak bu süre çok uzun olamaz. Çünkü her mal ve hizmet üreticisi, ürününün karlılık oranını korumak için vakit kaybetmek istemez. Hatta bir bölümü, ürününün girdilerinde henüz bir artış olmadan da zam yapabilir.

    Modelden nasıl yararlanılabilir?

    Ekonomik  hayatın yönetimine ilişkin kararları verenlerin, bu hayatın ana objesi durumunda olan I/O tablosunun çeşitli değişimlere duyarlığı konusunda ayrıntılı bilgi verebilecek bir “simülatör”e ihtiyaçları vardır.

    “Hangi mal ve hizmet ürünü, fiyat artışlarına karşı ne kadar duyarlıdır?” sorusunun doğru cevapları bilinemediği sürece, hiç umulmayan nedenlerden dolayı bir  “çığ” olgusu harekete geçebilir. Bu nedenle model, böyle bir genel işlev için kullanılabilir.

    Diğer yandan, ekonomik sistemi oluşturan gerçek I/O sisteminde bazı ürünlerin diğerlerinden “daha etkileyici”  ve/ya “daha duyarlı” olmaları doğaldır. Çok sayıda ürüne girdi olan bir ürün “daha etkileyici” iken;  çok sayıda ürünü girdi olarak kullanan bir ürün de “daha duyarlı” olacaktır. Bu iki gruba birlikte “Kritik Ürünler” denilebilir.

    “Kritik Ürünler”in bir bölümü bilinmektedir. Örneğin petrol, elektrik, işçi ücretleri gibi ürünler böyledir. Ancak, I/O tablosu üzerinde ayrıntılı analizler yapılmadan bütün kritik ürünleri tam olarak bilmek mümkün değildir.

    Kritik Ürünlerin maliyetine giren ve dikkat çekmeyen bazı girdilerin (vergi, resim, harç gibi) küçük miktarlarda dahi artırılmasının olası sonuçlarını, I/O tablosu üzerinde gerekli deneyleri yapmadan bilmek mümkün değildir.

    Modelin verdiği sonuçlardan en ilginci ise negatif zam (fiyat indirimi) olgusudur. Zamların yol açtığı “çığ” etkisi, benzer biçimde fiyat indirimi halinde de doğmaktadır. Aşağıda çeşitli ürünlere yapılan +%10  ve -%10  zamların yol açtığı ÇE Çarpanları verilmiştir.

    HER ÜRÜNE AYRI AYRI ±%10 ZAM YAPILMASI HALİNDE

    FİYATLAR GENEL DÜZEYİNDEKİ % DEĞİŞMELER

    Ürün # Ürün adı +%10 zam -%10 zam
    1 Petrol 15.0 18.0
    2 Elektrik 9.7 -11.0
    3 İşçi ücreti 16.5 -21.8
    4 Taşıma 8.1 -9.3
    5 Demir-çelik 1.1 -1.15
    6 Kira 13.3 -17.1
    7 Gazete 12.0 -1.25
    8 Su 6.1 -6.3
    9 Arazi ~0 ~0
    10 Ekmek 6.8 -7.5

     

    Bazı kritik ürünlerde fiyat indirimi yapılabildiği takdirde fiyatlar genel düzeyinde kendisinden daha büyük bir azalmaya neden olması olgusu, enflasyonla mücadele politikasında son derece etkin bir araç olarak kullanılabilir.

    Yakınsaklık ölçütünün (EPS) etkileri

    Deneyler sırasındaki ardışık iterasyonlarda oluşan yansımış zamların ürün maliyetlerine dağıtımında her zaman yakınsama garanti edilemez. Yakınsamanın olup olmaması, I/O tablosunun yapısına, yapılan zamın miktarına ve nihayet yakınsaklık ölçütüne (EPS) bağlıdır.

    Teorik olarak, birbiri arasında bir denge halinde bulunan bir I/O tablosunun bu dengesi bozulduğunda (bir zam yapıldığında), hangi fiyatlarda tekrar dengenin oluşacağı yukarıdaki bu faktörlere bağlıdır. Oluşan Çığ Etkisi, sönümlü (giderek azalan) tipte ise belirli bir iterasyon sonunda denge oluşmaktadır. Bazı hallerde ise çığ, giderek büyüyen (gerçek çığa benzer şekilde) bir hal almaktadır.

    Deneylerde, 0.5TL’lık bir yakınsaklık ölçütünün (EPS=0.5) iyi sonuçlar verdiği gözlenmiştir.

    Sonuç

    Elektrik enerjisi birim fiyatına (sanayi için) %10 oranında  bir zam yapılacağı ilan edilmiştir. Modelden görüldüğü gibi doğacak çığ etkisi kesinlikle birinci dalga denilebilecek zam yayılmasıyla sınırlı kalmayacak, doğan zamların geriye (tekrar elektrik enerjisi fiyatlarına) yansıması sonucunda, sönümlenen ama sönümlenene kadar fiyatlar genel seviyesini tahmin edilenin üzerine çıkaran bir çığ etkisi oluşacaktır.

    Tablo-I’in en sağ sütununda, çeşitli ürünlerin çığ tetikleme açısından  ne derecede kritik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla enerji ve işçilik gibi kritik ürünlere yapılacak zamların çığ tetikleyici etkilerinden korunabilmek için bazı önlemler alınması gerekir. Bu kapsamdaki iki önlemden birincisi, bir trend oluşturmayan çok küçük zam gereksinimlerinin, oluşturulacak bir fon yardımıyla sönümlenmesi; diğeri ise, global ölçekli trendlerden doğabilecek zam gereksinimlerinin düzenli bir şekilde (bekletilmeksizin) kullanıcılara yansıtılmasıdır.

    1990 yılında yapılan bu çalışmanın, aradan geçen 17 yıl içinde ekonomimizi temsil eden 65 kalemlik gerçek I/O tablosu ile yapılması ve sonuçlarının akademik ve siyasal çevrelerle paylaşılması beklenirdi. Ekonomistlerimizin ilgisine bir defa da bu yolla sunarım.

    Aralık 29, 2007



    [1]  22 Mayıs 1993 itibariyle $1= TL 10,100 dür. Tüm rakamlar ona göre yorumlanmalıdır . (04.01.2002)

    [2] Zamlar + veya – olabilir. Böylece  fiyat artışlarının  (+ zam) yol açtığı Çığ Etkileri kadar, fiyat indirimlerinin (- zam) yol açacağı çığ’lar da incelenebilmektedir.

  • Apartmanda köpek beslenir mi beslenmez mi?

    Çeşitli konulardaki sorunlarla uğraşanlar, bunlar için harcanan sürelerin dağılımı hakkında şu gözlemi bilmem paylaşırlar mı?

    • Sorunun tanımlanması için  %5,
    • Sorunun çözülmeye çalışılması için  %25,                                                                                                            *
    • Bulunan çözümün uygulanmaya çalışılması  için %70.

    Uygulamanın bu denli zaman alması, hatta genellikle başarısızlıkla sonuçlanması yani uygulama süresinin matematik olarak sonsuza doğru uzanması, sorunun tanımlanmasına ayrılan sürenin bu kadar az (hatta daha da az) olmasından kaynaklanır.

    Halbuki şu basit kurala uyulsa, harcanan toplam süre ve kaynaklar çok daha az olabilecektir. Kural şudur: Bir sorun için harcanan toplam kaynaklar (zaman, beyin enerjisi, para vbg), sorunun “doğru” tanımlanması için harcanan kaynaklarla üssel olarak ters orantılı’dır.

    Yani, “doğru tanımlama” için hiç zaman harcanmazsa toplam süre sonsuza uzanır, doğru tanımlamak için uzun süre harcanırsa bu defa da toplam süre kısalmaya başlar.

    Gazete haberlerine göre, bir vatandaşın açtığı dava sonunda Yargıtay, “apartmanda köpek beslemenin yasak olduğuna” karar vermiş.

    Bu haber -sanmıyorum ama doğruysa-, sorunun “doğru” tanımlanmaması halinde nasıl çözümsüzlük doğabileceğini gösteren somut bir örnektir. Yarın bir diğer vatandaş (ya da bu karardan cesaret alan aynı vatandaşımız), apartmanda saksı çiçeği bulundurulmaması için de dava açabilir ve de kazanabilir. Çünkü, çiçeğin fazla sulanıp alt kat(lar)a zarar verme  ya da çiçeklerin geceleri ürettiği karbondioksidin apartman havasını bozma  olasılığı vardır.

    Artık bundan sonra gerisi gelir ve apartmanlarda  çocuk büyütmek (gürültü yapabiliyorlar), iyi pişmemiş kuru fasulye yemek (nedeni bellidir) ya da müzik dinlemek de dava konusu olabilecektir.

    Sorunları “doğru” formüle edememenin, onları “doğru soru”lar haline getirememenin bedeli, bir yandan insanlar arasındaki barışın bozulması, bir yandan da adalet duygusunun zedelenmesidir.

    En hayvan dostu kişiler dahi apartmanda yalnız bırakılan bir köpeğin sesinden -acıma duygusu ya da komşusunun düşüncesizliği nedeniyle- rahatsız olur. En müzik sever kişi de benzer şekilde kendisine zorla dinletilen müzikten -sesin yüksekliği, bestecisine olan antipatisi ya da komşunun duyarsızlığı sebebiyle- yine rahatsız olur. Bu nedenlerden dolayı mahkemeye başvurması, yapılabilecek en medeni davranıştır.

    Medeni olmayan, bu ve benzeri rahatsız edici davranışın kaynağının köpek ya da müzik değil, bunu bir biçimde önlemeyen sahibi olduğunun idrak edilemeyişidir.

    İşte, arasına katılmak için pek istekli göründüğümüz medeniyet ailesiyle bizi birbirimizden ayıran kalın duvar budur.

    Cezalandırılmak gereken, bu evrenin bir parçası olan hayvanlar değil, onlarla iletişim kuramayan ya da komşularını hiçe sayan hayvan -ya da çocuk, çiçek ya da müzik kaynağı- sahipleridir.

    İnsanları rahatsız etmek için hayvan sesi şart değildir. Mahkemenin aldığı bu karar da, birçok hayvan severi derinden “rahatsız” etmiştir. Asıl cezalandırılması gereken bu rahatsız ediştir.

    Bu karar, köpek besleyenlerin hayvanlarını sokağa atmalarına yol açmayacağına göre, bir tek -zorunlu olarak- yol kalmaktadır. O da, köpeğini şikayet etmesi olasılığı bulunan komşusunu, daha erken davranıp bir başka -ve yapay- nedenle şikayet etmek ve dava açılınca da intikam duygusunu kanıt olarak ileri sürmektir.

    Sorunu doğru formüle edememek bakınız nelere yol açacaktır. Hukuk, insan mutluluğunun bir aracı olarak değil de kağıt üzerindeki kuralları körü körüne uygulamak olarak anlaşıldığı sürece daha çok öğreneceğimiz var demektir.

    Toplumumuzda insanlar birbirlerine hayvan adlarıyla hakaret etmeyi adet edinmişlerdir. Bu bizim toplumumuzun hayvan sevmezliğinin -aslında insan sevmezliğinin de- bir göstergesidir.

    Herhangi bir nedenle (hayvan ya da bir başka şey aracılığıyla) başkalarını rahatsız etmenin cezası, ona yol açanı, daha doğrusu o davranışı cezalandırmaktır. Köpeğine hakim olmayan ya da olamayan kişiler büyük bir ihtimalle başka yollarla da (araçlarını yanlış park ederek, yüksek sesle konuşarak, çocuklarına hakim olmayarak vs) komşularına zarar vermektedirler. Dolayısıyla böyle bir karar pratik olarak da işe yaramayan bir karardır.

    Yanlıştan dönmek erdem, ısrar ise ilkelliktir. Biz ilkel olmak istemiyoruz. Öyle mi, değil mi? Doğru soru budur!

    Cumartesi, 15 Nisan 1995

  • Genç ve orta yaşlı cesetler

    Bir şey öğreten aslında ne öğretir?

    Ağrı Dağı’nın yüksekliği, üçgenin iç açılarının toplamı, cisimlerin niçin düştüğü, Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve daha binlercesi…

    Bunları bize öğretenler, aslında esas öğrettiklerinin bu bilgiler olmadığının acaba farkındalar mı?

    Burada “öğreten” sözcüğü ile yalnızca eğitim sınıfını değil, birilerine bir şeyler öğretmeye, benimsetmeye, ezberletmeye, belletmeye çalışan tüm kişi, kurum ve kuruluşları kastediyorum.

    “Saklı içerik”!

    Bu bir eğitim terimi. Alttan alta öğrenilen anlamına geliyor; hatta, öğreten de öğrenen de farkında olmadan.

    Bir karikatür görmüştüm. Saklı içerik terimini çok iyi açıkladığını düşünürüm: Muhtemelen bir diktatör, bir kürsüden halka hitap ediyor. Dinleyenlerin ellerinde çeşitli yüceltici pankartlar var. “Yaşa varol”, “sen bizim her şeyimizsin”, “seninle sonsuza kadar”, “ülkemizi kalkındırdın”, “dostlarımız sevinsin düşmanlarımız korksun” ve bu gibi onlarcası. Fakat bu övgü dolu pankartları taşıyanlar öyle dizilmişler ki büyük harflerle şöyle bir sözcük oluşturmuşlar: YUH!

    Buradaki fark sadece, dizilenlerin ne söylemek istediklerini çok iyi bilmeleri.

    Bir de deney!

    Bir kafese beş maymun koyulur..Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar..

    Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır…Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.

    Daha sonra, suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler…

    Daha da sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir…ve merdivene ilk yaptiği atakta dayak yer..Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur.

    Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur..

    Son olarak en baştaki ıslanan maymunlarin dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.Tepelerinde bir hevenk muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır..

    Saklı içerik öyle etkilidir ki..

    Öğretilmesi niyetlenilene açık içerik (Arapça müfredat) denilirse, saklı içeriğin en önemli özelliği, öğrenilebilme düzeyinin açık içeriğe oranla kat be kat yüksek oluşudur. Bu nedenle, öğreticilerin ne öğretmeye niyetlendiklerinin bir önemi yoktur, nasıl olsa pek öğrenilmez, ama saklı içerik çok iyi öğrenilir.

    Hatta denilebilir ki açık içerik yoluyla sadece bilgiler, saklı içerik yoluylaysa eğitimin esas amacı olan davranışlar öğrenilir.

    Her açık içeriğin arkasında bir de saklısı vardır!

    Neredeyse bir kural olarak, öğretilmek istenilen her şeyin ardında bir de saklı içerik vardır. Eğer öğretici kişi bunun farkında ise gerekli önlemleri alarak saklı içeriğin varsa olumsuz etkilerini silebilir.

    Bu kavramın farkında olan kişiler, karşılarındakilerin gerçekten öğrenmelerini istediklerini saklı içerik biçiminde verirler. Tabii ki bu, öğreticinin farkındalığına ve de niyetine bağlıdır. Farkında ve iyi niyetli kişiler bu dolaylı mesajlar yoluyla gayet yararlı davranışlar kazandırırken, bu kavramın farkında olmayan öğreticiler -bilmeden de olsa- derin olumsuzluklara yol açarlar.

    Hem farkında ve hem de kötü niyetli olanlar ise gerçek birer zihin soykırımcısıdırlar.

    Peki öğretenler -aslında- ne söylüyor?

    Herhangi bir yolla birisine bir şey öğretme girişiminde bulunan bir öğreticinin dolaylı mesajı açıktır: “bir şey öğrenmen gerekiyorsa, bir öğretici olmaksızın bunu kendi kendine yapamazsın”.

    Bunun, hergün yeni bilgi, beceri ve davranışlar kazanmak zorunda olan ve de bunu kendi kendine yapmak zorunda olan çocuk, genç ve de erişkinlerimiz açısından ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?

    Tüm insanların -hiç ayrımsız- doğuştan sahip oldukları genetik miraslarından, yaşamlarını sürdürmede başlıca yardımcıları olabilecek bir araçtan mahrum bırakılmaları demek değil midir?

    Öğretme-benimsetme okulda bitmez!

    Keşke bu süreç okulda bitseydi. Türünün öğrenme yeteneğini keşfeden insan, kendi doğrularını benimsetebileceği etkili bir yol bulmuş, üstüne üstlük bunu “ona yararlı bilgileri öğretirken” dolaylı olarak öğrettiği “sen kendi başına öğrenemezsin, öğreticilere ihtiyacın var” koşullandırmasıyla, gelecekteki ideolojik, etnik, dini saklı içeriklere de zemin hazırlamıştır. Bu ise giderek benimsetme, zorlama, şiddet, terör ve savaşların gerçek alt yapısıdır.

    Çevrenize bakınız, “aklına geliveren” ya da “duyduklarından” bu kadar emin insan başka nasıl mümkün olabilirdi?

    Yaşlı, orta yaşlı ve genç cesetler!

    Bildiklerinin doğruluğuna yürekten ikna olmuş / ikna edilmiş, artık merak etmeyen, sadece bildiklerini başkalarına da benimsetmeye, öğretmeye çalışarak, gerekirse bu yolda ölmeye ve öldürmeye azimli kaçınılmaz sona adım adım yürüyen her yaştan milyonlar..

    Yeni çağın sadece “bildiklerinden kuşku duyanların, sürekli merak edenlerin ve kendi kendine öğrenebilenlerin” ayakta kalacağı, diğerlerinin ise kendi kendilerini yok edeceği bir çağ olduğunu umabilir miyiz? Maymun ve muz deneyi ümidimizi kırıyor ama..

    Kasım 13, 2007

    Yürekten (Türkçe) = Sorgulamamak, by heart (İng.), par coeur (Fr), ezber (Farsça)

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Takdim tehir!

    Genellikle eskilerin kullandığı bu deyim “ilk yapılması gerekenin ertelenmesi” anlamına geliyor. Normal olarak bir öncelik yanlışı olsa da, kimi hallerde bilinçli olarak seçilebilir. Öncelikle yapılması halinde daha büyük zarar doğacağı tahminlenen durumlarda erteleme, oransal olarak daha az zarar doğmasını sağlayabilir.

    Örneğin, sokakta yürürken durup dururken sizi bir anda iten bir kişiye “öncelikle” verilmesi gereken eylemsel yanıtı biraz erteleyip sağına-soluna bakınmak, durumu kavramamıza ve mesela bir aracın çarpmasından koruma amacı taşıdığını anlamamıza yol açabilir. Böylelikle eylem cevabı yön değiştirip bir teşekküre dönüşebilir.

    Ama bu erteleme bir huy haline getirilir ve dahası başkaları tarafından da öğrenilirse o durumda sürekli olarak itilip kakılmak kaçınılmaz olabilir.

    Türkiye’mizin böyle bir “huy”u var. Arzu edilmeyen bir durumla karşılaştığında, o durumu ortadan kaldırmak yerine bağırmaya başlıyor. Bu bağırtı, o istenmeyen durumu yaratanların kolayca tahmin ettiği, ayrıca da arzuladığı bir durumdur. Çünkü bilinmektedir ki Türkiye bağırdığı, tehdit ettiği sürece daha ileri gitmez. Yapacak bir şeyi olsaydı önce bağırmaz yapar, sonra da yaptığının haklılığını göstermek için konuşurdu.

    Bağırmayıp yapmanın söylendiği kadar kolay olmadığı bellidir; zaten, o nedenle tercih edilmektedir. Yapmak ise tek koşula bağlıdır: “yeteri çeşitlilikte ve etkililikte kozlara sahip olmaya”. Bu ise, toplumsal kavram dağarcığımızda “koz” kavramının bulunmasına bağlıdır.

    Türkiye köşeye sıkışıyor. Niçin ve nasıl?

    • Niçin?

    Ekonomi, diplomasi ya da diğer bütün alanlarda uluslararası ilişkiler tarih boyunca “köşeye sıkıştır-kaynaklarını sömür” ilkesine göre yürüdü. Ekonomi “nedret”e dayandıkça bu değişmeyecek.

    Bunun, “dünya bize düşman” fobisiyle ilgisi yok. Fırsatını bulsa herkes -biz dahil- birbirine aynı şeyi yapar, yapıyor.

    Eğer yap(a)mıyorsa mutlaka elindeki “koz”ları yeterli değildir ya da kozlarını “yönetmeyi” bilmiyordur.

    • Nasıl?

    Bu bir “kozlar savaşı”. Varlığını sürdürebilmek bu savaşta güçlü olmaya bağlı. Türkiye’nin kozlarıyla ilgili sorunları var. Sıkıştırılabilmesinin nedeni, kozlarının yönetimiyle ilgili zafiyet.

    Osmanlı İmparatorluğu kozları yetersiz olduğu ve olanları da iyi yönetemediği için yıkıldı. Türkiye de kozlarını iyi yönetemediği için köşeye sıkışıyor, sıkışacak.

    Türkiye’nin kozlarıyla ilgili sorunu ne?

    Başlıca 4 grup sorunu var:

    1. “Koz” konseptini tam kavramamış; dolayısıyla kozlarını eksik tanımlıyor.
    2. Mevcut dar kapsamlı koz anlayışı “doğrudan kozlar” ile sınırlı. Çok daha geniş bir alan oluşturan “dolaylı kozlar”ın değerini farketmemiş.
    3. Var olan kozları dağınık kişi ve kurumlarda; bunlar arasında bilgileşim yetersiz. Konsolide bir kozlar veri-tabanına sahip değil (unconsolidateness).
    4. Nihayet, mevcut sınırlı ve dağıtık (distributed anlamında) koz bilgileri içinde belirli ihtiyaçlara göre arama yapabilecek bir algoritmaya sahip değil.

    Yapılması gereken nedir?

    Çeşitli kurumlarımızın elindeki bilgiler koz kavramına göre sınıflandırılıp konsolide edilmediği ve de sürekli güncellenmediği takdirde pek az işe yarardır. Aynen tasnif edilmemiş bir kitaplık gibi içinde ne olduğu pek bilinmez, ancak birkaç sık kullanılan kitabın yeri bilinir.

    Koz kavramının uluslararası ilişkiler yönetimi dağarcığımıza girmesiyle birlikte, adına koz AR-GE’si denilebilecek bir süreç de başlamalıdır. Büyük “ilişkiler resmi” durağan olmadığı sürece koz tablosu da durağan olamaz. Ayrıca düne kadar koz olmayan bir olgu bugünün koşullarında koz olabilirken (örneğin su veya kirlenmemiş toprak), aksine koz olagelmiş bir başka olgu bugünün koşullarında koz özelliğini kaybedebilir.

    AR-GE konusundaki geleneksel zafiyetimizin hiç olmazsa bu alanda aşılabilmesi, hatta diğer alanlara ışık tutması bile beklenebilir.

    Bu defa ilanen duyurulur.

    Ekim 28, 2007

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Asansörler düşer!

     

    Zaman zaman haber kaynakları asansör kazalarını duyurur. Genellikle ağır yaralanma ve ölümle sonuçlananlar duyulur. Bir de büyük illerin dışındaki yerlerde büyük tirajlı basına yansımayanlar hesaba katılırsa bu kazaların oldukça sık olduğu görülür.

    Traji-komik asansör kazaları da vardır. Kapısı açılmayan,  yarı yolda kalan vb…!

    İlk anda bu gibi olayların, küçük apartmanlarda meydana geldiği, büyük binalarda olmayacağı sanılabilir. Durum öyle değildir. En önemli binalarda dahi olabilmektedir. Zaten konu incelendiğinde görülecektir ki kazalar, binaların küçük ya da önemsiz olduğundan kaynaklanmamaktadır.

    Kul yapısı olduğu için arıza da yapabileceği kabul olunmuş bu yaratıkların (!) arıza sıklıkları -MTBF, peşpeşe iki arızası arasındaki ortalama süredir- acaba dünyada geçerli normların ne kadar üzerindedir ?

    Asansör yapım ve bakım firmalarına bakılırsa asansörlerimiz, endüstride  ileri gitmiş ülkelerin ürünlerinden hiç de kalitesiz değildir. Arıza normaldir. İnsan bile hastalanıp öldüğüne göre, makineler arızalanamaz mı ?

    Önemli bir binanın -başbakanlık- asansörlerinin bakımından sorumlu bir teknik bölüm yetkilisi: “bu yaratığın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor, bakıyorsunuz bazen iyi, bazen kapısını açmıyor !” diyerek veciz bir şekilde, asansör üzerinde kontrolları olmadığını, aksine, asansörün istediği zaman içindekileri hapsedebildiğini ifade etmişti.

    Konu üzerinde daha fazla birşey söylemeden önce, ülkemizde yalnız asansörlerin değil,  benzer karmaşıklıktaki tüm donanımın (otomobiller, çamaşır makineleri, ev aletleri, endüstriyel tesisler vb) ithal malı olanlar da dahil (bir miktar az da olsa), gelişmiş ülkelere nazaran daha sık arıza yaptığını belirleyebiliriz.

    Bu konuda istatistikler olmasa da herkesçe yapılmış gözlemler  herhalde bu yargıyı doğrulayacaktır. Ancak bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir noktayı açıklamak gerekir: Her teknik donanım bir çevrede çalışır ve bazı girdiler kullanır. Otomobil, yolu bir çevre, yakıtı bir girdi olarak kullanırken; otomatik çamaşır makinesi, şehir suyu ve elektriği girdi olarak kullanmaktadır.

    Donanımlar bu çevre ve girdilerden bağımsız olarak düşünülemezler. Yol bozuk ya da yakıt kalitesi kötü ise otomobil yapımcısı, bu şartlara uygun araba üretemez. Şehir suyu içinde katı madde miktarı, kabul edilebilir seviyenin üzerindeyse buna bağlı arızalar yapımcı firma tarafından ancak ekstra donanım (filtre vbg) konularak, yani donanımı pahalılaştırarak önlenebilir.

    Asansörler için de aynı çevre ve girdi olgusu geçerlidir.  Bir asansör kabini içindeki kat düğmelerine toplu iğne sokularak garip komutlara itaat etmek zorunda bırakılan bir asansörün çalışması ya da arızasından, bir ölçüde de olsa onu kullananlar sorumludur. Bir ölçüdedir, çünkü bu gibi kötü kullanım şartları, dizayn spesifikasyonları içinde dikkate alınmış olmalıdır. Asansörlere hep aklı başında ergin kişilerin bineceği, gerçekçi bir dizayn öngörüsü değildir.

    Bu düzeltme ile hatırlatılmak istenilen, donanımın yalnız yapımcısının değil,  yapımcı kadar kullanıcının da etkisinin olabildiğini belirtmek içindir.

    Donanımın çalışma ve arızalanmasına etki yapan bir faktör de, bakımcılardır. Aynen kullanıcıda olduğu gibi, bakımcının da etkisi büyüktür. Nitekim, son derece kaliteli donanımların, ehil olmayan ellerde ne hale geldiklerini hep gözlemiş ya da yaşamışızdır.

    Bakımcıların sebep oldukları olayları karikatürize edebilecek bir olay, bu satırların yazarının başından geçmiştir.

    Bir parti hatalı parça ihtiva eden bir mamulün, hatalı parçalarının ücretsiz değiştirilip gerekli ayarların yapımı için lüzumlu ayar cihazları, tüm yurtta bakım örgütüne dağıtılmıştı. Yurdumuzun bir köşesinden gelen bir telgraf herkesi dehşete düşürmüştü:

    Gönderdiğiniz parça(!), çok iyi sonuç verdi. Diğer arızalı cihazlara da takabilmek için acele 50 tane daha yollamanızı rica ederim. “Ayar için 1 adet yollanan aleti nasıl ve nereye takmışsa, arıza da düzelmiş(!)”.

    Bakımcılığın bu durumu, insanımıza gerekli eğitimi verebilecek mekanizmaların yokluğu ile ilgilidir. Aynı insan bir başka ülkede -mesela Almanya- başarılı olabildiğine göre, ülkemizdeki şartların uygunsuzluğunun, bu olumsuzlukları yarattığı bilinmelidir.

    İlk bakışta, donanım üreticilerinin bakımcıları eğitmesi gerekliliği düşünülebilirse de bu, yoldan çevrilen bir taksinin şoförüne önce araba kullanmayı öğretmeye benzetilebilir. Yapımcı firmaların eğitim görevleri vardır ve belki de tam olarak yerine getirilememektedir. Ama onların bir altyapı olarak kullanmak durumunda olup bulamadıkları girdiler vardır. Meslek kursları, audio-visual eğitim malzemesi vb girdiler bunlardan birkaçıdır.

    Donanımların çalışmasına etki yapan nihai bir faktör de, o donanımları oluşturan parçalardır. Bir bütün, onu oluşturan parçalar kadar güvenilirdir. Bu basit yargı, güvenilirlik (reliability) denilen disiplinin bir yasasıdır.

    Hangi donanım olursa olsun (asansör, otomatik çamaşır makinesi, elektrikli portakal suyu sıkma makinesi vbg), iki grup parçadan oluşur:

    (I)                 bütünün çalışmasını etkileyenler,

    (II)                bütünün çalışmasını etkilemeyenler.

    Tüm estetik parçalar ikinci gruba girerler. Mesela donanımın marka etiketinin kopması, o cihazın çalışmasını genellikle etkilemez. Birinci gruptakiler ise bir zincir oluştururlar. Halkalardan herhangi birinin kopması -parçanın arızalanması demektir- donanımın çalışmasını bozar -yani zincir kopmuş olur-. Bu bozulma, donanımın can güvenliği ile ilgili kısmındaysa, asansör konusunda bahsedilen kazalar meydana gelebilir.

    Bir asansörde çok sayıda olay can güvenliğini etkileyebilir. Bunlardan en tehlikelisi halat kopmasıdır. Çelik halat, belli aralıklarla değiştirilme şartına uymamaktan dolayı kopabileceği gibi, belli limitlerin (en üst ve en alt katlar) aşılmasını engelleyen mekanizmaların çalışmayışı, paraşüt sisteminin çalışmayışı, kabin raylarının arızalanması gibi çok sayıda nedenden dolayı da olabilir.

    Bir asansör donanımının çalışmasını  ve aynı zamanda can güvenliğini de etkileyen parçaların (zincir baklalarının) sayısı yaklaşık 50 kadardır.

    Aşağıda, her parçanın güvenilirliğinin değişik değerleri için  50 parçadan oluşan sistemin bütününün güvenilirliği verilmiştir;

    Güvenilirlik

    Parçanın

    Sistemin

    0.90

    0.005

    0.99

    0.605

    0.999

    0.95

    0.9999

    0.995

    0.99999

    0.9995

    0.999999

    0.99995

     

    Bu sonuçları yorumlarsak; birinci durumda yani her parçanın % 90 güvenli olduğunu kabul edersek, bütünün güvenilirliği ancak % 0.5 kadar olabilmektedir. Yani sistem ortalama olarak 1000 çalışmanın ancak 5’inde arızasız olabilecek 995’inde arıza yapabilecektir.

    En son halde ise yani her bir parçanın güvenilirliği milyonda 999,999 olması halinde -ki milyonda 1 arıza ihtimali demektir-, sistemin bütününün güvenilirliği milyonda 999,950 olmaktadır. Bir başka deyimle milyonda 50 ya da yüzbinde 5 olasılıkla arıza yapabilir demektir.

    Bu pratik olarak şu demektir: Bir apartmanda hergün ortalama 100 defa asansör kullanılıyorsa yaklaşık 7 ayda 1 defa arızalanması (ve kaza olması) ihtimalidir ve oldukça yüksek bir risktir.

    Şimdi bu asansöre bir paraşüt tertibatı eklendiğini ve paraşütün güvenilirliğinin 0.99 olduğunu (yani 100 defada ancak 1 defa çalışmayabilir) varsayalım ve paraşütlü asansörün güvenilirliğinin ne olacağını düşünelim.

    Bu takdirde; birinin meydana gelme ihtimali yüzbinde 5, diğerinin ise 0.01 olan iki ayrı olayın aynı ana tesadüf etme olasılığı bu iki sayının çarpımı kadar yani on milyonda 5 olacaktır.

    Yine apartman örneği ile düşünülürse, 66 yılda 1 defa kaza olması yani hem halatın kopup hem de paraşütün çalışmaması demektir. Asansör halatlarının belli aralıklarla değiştirilmesi zorunluğu işte bu sebepten doğmakta böylece daima riskin dışında kalınabilmekte ve kabul edilebilir bir güvenilirliğe erişilmiş olmaktadır.  Ancak bu gereğin ülkemizde ne ölçüde yerine getirildiği incelenmeye değer bir konudur.

    Şimdi, son örnekteki kabul edilebilir güvenilirliğin sağlanması için gereken 0.999999 lik parça güvenilirliğinin nasıl sağlanabileceği, daha doğrusu bunun nekadar  mümkün olabileceğine gelelim !

    Bu kadar yüksek güvenilirlik mümkündür; ancak, üretim, montaj ve bakımda görevli kişilerin çok özenli seçim ve eğitimi ile çok iyi bir kalite kontrol sistemini gerektirir. Asansör  üretim, montaj ve bakımında ortalama vasıf düzeyindeki insanların çalıştığı, hatta zaman zaman (özellikle bakım işlerinde) vasat altı düzeyde elemanlar çalıştırıldığına göre, bu güven derecesi pratikte sağlanabilir değildir.

    Aslında bir toplumun yaşama biçimi ve değer ölçüleri ile kullandığı donanımın performansı arasında yakın bir ilişki vardır. Hatta bir bakıma yaşama biçimi ve değer ölçüleri, o toplumun ya da belli bir  kesiminin başarıyla kullanabileceği donanımın karmaşıklığının (sofistikasyon) düzeyini de belirler.

    Ayrıca, teknoloji ile yeterince karşılaşmamış kişiler, donanımlara karşı aşırı güven duyabilmektedirler. Bir donanımın güçlü ve zayıf yanları konusunda yeterli bilgi ve/ya tecrübeye sahip olmayan kişiler için, teknik donanımların davranışları rastlantısal sayılabilir. Yazının başında aktarılan “yaratığın ne yapacağı belli olmaz” yaklaşımı  işte böyle bir “teknolojiye yabancılık”ın sonucudur.

    Donanımları, birbirine bağlı baklalardan oluşan bir zincir ve zincirin kopmamasının da her baklanın ayrı ayrı kopmaması şartına sıkı sıkıya bağlı olduğu bilincinin hemen hemen hiç olmadığı bir alan da karayolu trafiğidir.

    Bir aracın kaza yapmaması için :

    o    Aracın kritik parçalarının (rod, fren, direksiyon mili, lastik vb) arıza yapmaması,

    o    Araç sürücüsünün “her an” kurallara uyması (enaz 10 hayati kurala),

    o    Yol şartlarının uygun olması (yoldaki çukurlar, buz, sis vb),

    o    Karşıdan gelen tüm araç ve sürücülerinin (binlerce) aynı şartları taşıması.

    Her madde kendi içinde bölünürse yaklaşık 40 zincir baklası ortaya çıkacaktır. Asansör örneğine benzetilirse:

    Buna göre en yüksek güvenilirlik halinde bile (her öğenin yüz binde bir oranında hata yapması), bir kaza olmaması ihtimali onbinde 9996’dır.Yani onbinde 4 oranında bir kaza ihtimali vardır. Bu ise çok yüksek ve kabul edilemez bir ihtimaldir. Nitekim hergünki trafik kazalarının sıklığı, bu hesabın ne kadar geçerli olduğunu göstermektedir.

    Sürücülerin bu zincir örneğini tam algılayamaması, kazaları birer “kötü  şans” gibi görmelerine ve kuralları hiçe saymalarına neden olmaktadır.

    Veriler bunlar olduğuna göre yapılması gereken(ler)  nelerdir ? Asansör halatlarının kopmasını beklemek, bu şartlarda kaçınılmaz görünmektedir. Acaba bir kuruluş asansörleri denetlerse kazalar önlenebilir mi?

    Yukarıda yapılan basit hesap göstermiştir ki, denetim -halatların belli zamanlarda değiştirildiğini anlamak için-, işin küçük bir parçasıdır. Geri kalan kısım ise tamamen üretim ve bakım işleriyle ilgilidir.

    Görünen odur ki, üretim ve bakım personelini tam olarak eğitmenin dışında bir yolla kazalar önlenemez. Öncelikle bu iki grup personele, burada gösterilen basit ama etkileyici hesap tam anlatılmalı ve böylece yaptıkları işin bilincine varmaları sağlanmalıdır.

    Halen bu bilincin var olduğu söylenemez. O halde maalesef asansör kazaları bu bilinç geliştirilene kadar muntazaman olmaya devam edecektir !

    Konuya, parçaların yüksek güvenilirliğinin niçin sağlanamadığı şeklinde bakmaya devam edilirse şu görülecektir:

    Parçaların üretimi, montajı ve bakımında gösterilen özen, güvenilirliği belirlemektedir.

    Burada dikkat edilmesi gereken ince nokta, herhangi bir parçanın en ilkel halinden -mesela çelik bir parça için, ilk demir-çelik üretiminden- itibaren çok sayıda aşama geçirerek nihai halini alıp yerine oturtulduğudur.

    Bu uzun sürecin her adımında yeralan; bileşim, testler, şekillendirmede hassasiyet, montajdaki özen, nihai testlerdeki dikkat eksiklikleri birbirinin üstüne eklenip tesadüf gibi  görünen “şanssızlıkları(!)” doğurmaktadırlar.

    Halbuki dikkat edilirse bütün bunlar, yaşam biçimimizin izlerini taşımaktadırlar. Günlük hayatımızın çoğu safhasında farklı ağızlardan, farklı usluplarda duyduğumuz; “boşver“, “idare eder“, “bu şartlarda bu kadar olur“, “daha iyisi can sağlığı“, “o kadar incesine bakmıyacaksın“, “bizim şartlarımız, ……..den farklıdır, orada öyle olabilir” vbg deyimler, asansör parçalarına nüfuz etmekte, onların güvenilirliğine toplumun bazı yoz değer ölçülerinin damgasını vurmaktadır.

    İşte bu yüzden asansörlerimiz düşmektedir; bu değer ölçülerimizi değiştiremezsek düşmeye devam da edecektir.

    Bu durum karşısında yapımı gerekenler ayrı bir makaleye konu olabilir. Ancak yapılmaması gerekenin ne olduğu araştırılırsa görülecektir ki, bir kurumun bu işi üstlenerek çok sıkı genelgeler yayımlaması, hatta denetçiler salması problemi çözemeyecektir.

    Eğer tek cümle ile yapımı gereken ifade edilmek istenilirse; doğru sistem kurmak ile her düzeyde eğitim yapmak denilebilir.

    Ekim 1993

     

     

     

  • Hayvan gibi boğazlamak!

    İlginç bir tekrar

    Malatya’da meydana gelen misyoner vahşeti sonrasında, yerli ve daha az da olsa yabancı kişilerin beyanlarını okudukça sık tekrarlanan bir şey dikkatimi çekti. İşin ilginç yanı, bu kişilerin bir bölümünün -ki çok yakından biliyorum- çok içtenlikli birer hayvansever, hatta aktivist düzeyinde hayvan hakları savunucusu olduklarıdır.

    Dikkatimi çeken beyanlar yaklaşık olarak şu deseni içeriyordu: “……bu nasıl bir vahşettir ki insanları hayvan boğazlar gibi boğazlamışlar……”

    Bu, şu demek değil mi?

    Bu ifadeden net olarak anlaşılmak gereken iki şey şunlardır:

    1. İnsanlar hayvanlar gibi boğazlanmamalı; eğer öldürülecekseler daha uygun şekilde öldürülmeliler.
    2. Hayvanlar için boğazlanmak doğaldır, onlar öyle öldürülebilirler.

    Bu bir dil sürçmesi değildir

    Bu, çok genel kabul görmüş bir varsayımın sonucudur. Varsayım, insanlar için gerekli olan hakların hayvanlar için söz konusu olamayacağıdır. Çünkü:

    • Onlar insanlar gibi zeki değildir (çünkü alet yapamazlar),
    • Onlar insanlar için yaratılmışlardır, onlardan herhangi bir şekilde yararlanılabilir.
    • Yararlanma sırasında acı çekmezler, çünkü duyguları yoktur.
    • İnsan doğaya egemen olabilen tek yaratıktır, bu yüzden ona şerefli yaratık denilir.
    • Bunun aksini savunanlar içtenlikli değillerdir; onlar da et yerler, deri kemer takarlar vs.
    • Ve en önemlisi onlar bize benzemezler; köpek gibi yaltaklanırlar, kedi gibi nankördürler, yılan gibi sinsidirler, akbaba gibi leş yiyicidirler, solucan gibidirler vs.

    Ortak nokta ne?

    Bütün bu yargılar belirli bir kesimin değil büyük bir çoğunluğun ortak yargılarıdır. Bu çoğunluğun içinde kuşkusuz kansız duramayan psikopatlar olabilir, ama herhalde çoğunluğun çoğunluğu “normal” insanlardır. Yani, bir haksızlık karşısında öfkelenen, mazlum (tabii ki bir insan) karşısında hüzünlenen, fedakarlıkta bulunmaya hazır, çalmayan, çırpmayan, ahlaklı olmayı düstur edinmiş insanlar.

    İşte bütün bu büyük çoğunluk ortak olarak şunu demektedir: “bize benzemeyenlerin hakları söz konusu değildir, onlara acınabilir, kötü muameleden kaçınılabilir ama neticede birer insan olmadıkları için bizim yararlandığımız haklardan yararlanmaları söz konusu değildir“.

    İnsanlar 40 yıl önce daha dürüsttüler!

    1963 yılında siyahlara ilk hakların tanınması “söz konusu” olmadan önce, derisi farklı renkte olanların beyazlardan -ama tam beyaz, mesela sarı değil- farklı olduğu, genel kabul görüyor ve bu açık açık (dürüstçe) ifade ediliyordu. Sonradan bir mücadele ile siyahlar -görünürde- bazı haklar elde ettiler. Çok da işe yaradıkları alanlar olduğu için, bugün de onlara “katlanılıyor”.

    Ama hayvanlar öyle mi? Onlar iyiden iyiye farklılar

    Mesele ne kadar güçlü olunduğundadır.

    Siyahların beyazlara karşı kimi haklar elde edebilmesinin altında yatan temel öğe, hakların bir bütün olduğunun idraki değil, siyahların çeşitli yollarla ortaya koydukları “güç”tür. Eğer bunu beceremeselerdi bugün hala “zenciler ve köpeklerin giremeyeceği” yerler bulunacaktı.

    Peki ya hayvanlar da böyle bir güç ortaya koyarlarsa!

    Hayvanseverlerin umudu buradadır. Yapay zeka konusundaki çalışmalar sadece insanların değil hayvanların da işlerine yarayabilecek hale -insanlar ya da bizzat kendilerince- getirilebilir. Hayvanlara genel olarak atfedilen “akılsızlık” yakıştırması, çoğunluğu akılsız olan insan türünün bir yanılsamasıdır.

    Onların, insan alt-türlerinden çoğunun ortak tutumu olan eziyete karşı ses çıkarmayışları belki de bunun cezasını kendi kendimize vermemizi beklediklerindendir. Ve gerçekten de , akılsız alt-türlerin eylemlerinin ve diğer alt-türlerin de sessizlikleriyle onaylamaları sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma, kuraklık vb yollarla kendi cezamızı vermeye başlamış bulunuyoruz.

    Öyleyse böyle!

    Madem ki insan alt-türlerinin çoğunluğu farklılığı cezalandırma için yeter neden saymaktadır, bunu -doğru ya da eğri ama geçerli- bir defacto sosyal norm olarak görebiliriz.

    Ve görünce de ardından şu da geçerli hale gelir: Sadece deri rengi gibi biyolojik değil, herhangi kültürel bir farklılık da o farka sahip olmayanlarca cezalandırılabilir.

    Malatya, Trabzon ya da Hrant Dink cinayetlerinden yargılanacak olanların avukatları şöyle bir savunma yapsalar acaba ne diyebiliriz: “müvekkillerimiz, içinde bulundukları dünyanın ve özelde de ülkemizin defacto sosyal normu durumunda olan bana benzemeyenleri cezalandırırım değer yargısına uygun olarak hareket etmişler ve maktülleri hayvan gibi boğazlamışlardır; dolayısıyla herkesin yaptığının suç sayılamayacağı genel hukuk ilkesi nedeniyle suçsuzdurlar“.

    Haklar ve sorumluluklar bir bütündür.

    İnsan hakları, hayvan hakları, vs hakları diye bir ayrım olamaz. Tüm haklar bir bütündür. Bütünü oluşturan tüm öğeler insanı, hayvanı, bitkisi, canlı ve cansızı ile bir bütündür. Bu bütünün parçaları ayrılıp her hak diğerlerinden ayrıcalıklı yerlere koyulmaya başladığında tüm haklar için çözülme başlar.

    Ayrıca da tüm hakları birbirine bağlayan şey, her hakkın bir diğerine karşı sorumluluğudur.

    Sonuç

    Hayvanları boğazlanabilir görenleri, boğazlanabilir ötekiler olarak görenler göreceli olarak suçsuzdurlar.

    Hiçbir varlık boğazlanabilir değildir. Ama eğer boğazlamak karşı konulamaz bir ihtiyaç ise hayvan dostlarımız en son sırada gelmelidir.

    22 Nisan 2007, Pazar

  • AGİT ve haklar…

    Hayvanları öldürürsek bizi beğenirler..

    AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) konferansının önemli bir konusunun insan hakları olacağı anlaşılıyor. Türkiye bu önemli konferansa hazırlanıyor. İstanbul’da ise daha değişik bir hazırlık var. Sokak hayvanlarını -kuduz bahanesiyle- öldürerek yabancıların gözünde medeni bir görüntü oluşturmaya çalışıyor.

    Çoğu soruna karşı geliştirilen kolay çözümlere benzer biçimde, bu vahşetin de belediyelerin , valiliklerin ve Sağlık Bakanlığı’nın duyarsızlığı ve hayvan sevmezliği yüzünden meydana geldiği savunulabilir. Belki bunda bir gerçek payı da vardır.

    Ama olaya yansız bakıldığı takdirde meselenin bu denli basit olmadığı, hayvanların yaşam haklarının güvence altında olduğu ülkelerde de duyarsız kamu görevlilerinin bulunduğu, ama kamuoyu bilinci ve buradan doğan baskının etkisiyle vahşete kalkışamadıkları görülecektir.

    Alttaki kök-nedenler..

    Belli ki yıllardır süregelen bu cinayetlerin altında, hiç kuşkulanmadığımız başka nedenler vardır; hatta öylesine vardır ki, biz bir şeyleri savundukça vahşet de artmaktadır.

    Evet, bu neden bizzat “insan hakları” kavramıdır.

    Bu kavram, insan hakları konusunda yüksek standartlara erişmiş toplumlarda da bulunmasına karşın böylesine vahşetlere neden olmuyorsa bunu, insan haklarıyla ilgili değer ölçülerinin kurumlaşmış, adete birer toplumsal alışkanlık haline gelmiş olmasında aramak gerekir.

    Türkiye toplumu gibi bu konularda henüz emekleme aşamasında bulunan toplumlarda insan hakları, diğer bütün hakları çiğneyerek erişilmesi gereken vahşi bir av hedefi haline gelmektedir. Hayvan hakları, doğal öğelerin (akarsular, göller, sulak alanlar, dağlar, hava vb) hakları, sömürülmesi ve gerekirse yok edilerek insana hizmet etmesi gereken birer araç sanılmaktadır.

    Öldürmeyelim de besleyelim mi?

    Nitekim, önemli insanlarımızın medyada sık sık okuyup izlediğimiz “ne yani, daha insan hakları bile çiğnenirken bir de hayvan haklarına mı bakacağız”, “öldürmeyelim de biftekle mi besleyelim” gibisinden savlar, ne yazık ki tahmin edilebilecek olandan çok daha fazla paylaşılan bir görüştür.

    Hakların, insanı, hayvanı, taşı, suyu ve havasıyla bir bütün olduğu, bunlardan bir tanesinin -ki bu hayvan hakları da olabilir- diğerlerinden ayrılarak savunulmasının, bizzat o savunulan hakkın çiğnenmesi için bir “icazet” anlamına geleceği, bu ruhsatı bir defa ve herhangi bir hakkı savunmak için eline geçirenin, işine gelmeyen ne kadar hak türü varsa onları gözünü kırpmadan çiğneyebileceği tam olarak idrak edilebilmelidir.

    Yalıtılmış haklar saçmalığı..

    Üçüncü bin yılda, insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, hayvan hakları, azınlık hakları gibi saçma sapan yalıtılmış haklar olmayacağını, tek maddelik bir tane hak bulunacağını tahmin etmek pek güç değildir: Her varlık, diğerlerinin varlığını sürdürme koşullarına saygı göstermek hak ve sorumluluğuna sahiptir..

    Canlı dostlarımızın soykırım türü öldürülmelerinde tetikçilik yapanlar az sayıdaki kamu görevlisidir. Ama bütün tetikçilerde olduğu gibi bir de onları azmettirenler ve en az onlar kadar suçlu olan ses çıkarmayanlar vardır.

    Dostlarımızın soykırıma uğratılmasına bugün için kuduz vakaları -ki onun da ne kadar doğru olduğuna çok az kimse inanmaktadır- bahane gösterilmektedir. Ama bilinmelidir ki, varsa dahi bu vakalar, hayvanlara karşı görevlerimizi yerine getirmeyerek onların varlıklarını sürdürmeye karşı bizim türümüzün sorumluluklarını yerine getirmeyişinin bir sonucudur.

    Ve eğer birilerini -zarar verdiği gerekçesiyle- yok etmek gibi bir yanlış yapılacaksa, bunun maktülleri canlı dostlarımız değil, onları katledenler olmalıdır.

    Şunlar akıl edilemez mi?

    • Sahipsiz hayvanları toplamak,
    • Onları bir barınakta bir süre tutmak ve kısırlaştırmak, hastalıklarını tedavi etmek,
    • Hayvan severlere yönelik, “sizin de sahiplendiğiniz en az bir hayvanınız olsun” şeklinde bir kampanya açarak her sahiplenilen hayvanın bakım ve barındırma giderlerini almak,
    • Bir hayvanınız yoksa insanları da sevemezsiniz” gibi bir diğer kampanyayla bunları sahiplendirmek ve bunu da gelir temini amıcıyla yapmak

    Bu kadar basit bir işlem dizisini akıl etmeyecek kadar ahmak ve eğer akıl edip de yapmıyorsa bu kadar vahşi kim varsa onları lanetliyorum.

    Ayrıca benim lanetlememe ihtiyaç yok, büyük sistem bunun hesabını mutlaka soracaktır.

    Mayıs 2000

  • Süleymanoğlu – Pavarotti…

    Şaka değil…

    Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!

    Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.

    Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.

    Bir de üçüncüsü var…

    Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.

    1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili de icra edilebileceğini göstermişti.

    Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?

    Getirilmese iyi olur…

    Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.

    İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.

    Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.

    Üçüncü olay da farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.

    Her üç olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.

    Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.

    Ümitsiz vakalar…

    Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.

    Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.

    Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.

    Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.

    Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.

    “Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.

    Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.

    Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde kendileri yaratmışlardır.

    Evet, bu işte bir iş var.

    Süleymanoğlu ve Pavarotti bizim şartlarımıza uymuyorlar.

    Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.

    Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.

    İkisine birden imkan yok.

    Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.

    M.Tınaz Titiz

    (1990 Ocak

  • “Laiklik” -bu tanımla- niçin satmadı ve de satmaz!

    Niye satmıyor?

    22 Temmuz 2007 seçimleri üzerinde nicel ve nitel değerlendirmeler yapıladursun, anlaşılmak için çaba harcanması gereken nokta, CHP’nin -çeşitli türevleri de bulunan- başlıca ürünü olan “laikliğin korunması” argümanının nasıl olup da hiç satmadığıdır.

    Bunun anlaşılabilmesi, CHP’nin performansı açısından değil çok daha önemli nedenlerden dolayı gerekir. Korunmaya çalışılmasına rağmen hemen hiç etkili olunamadığı AKP’nin gerçekleştirdiği büyük oy patlamasıyla tescil olunan laiklik, büyük halk kitleleri tarafından acaba başka bir şey olarak mı anlaşılmaktadır?

    Anayasamızın başlangıç maddesi laikliği şöyle tanımlamıştır: “kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmaması“. Türk Dil Kurumu’nun tanımı da tamamen benzerdir.

    Peki, laikliği anayasada tanımlandığı şekliyle doğru anlayan bir yurttaş, “dindar bir cumhurbaşkanı isterim” ya da “cumhurbaşkanı eşinin başı örtülü olabilir” denildiğinde, bundan “laiklik tehdit altındadır” anlamını çıkarır mı? Bence çıkarmaz, çıkarmaması da doğaldır.

    Ne ilgisi var?

    Cuhurbaşkanının veya bir yüksek bürokratın dindar ya da eşinin başının örtülü olması ile “devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması” ilkesinin ilgisi nedir?

    Anayasamızdaki tanımıyla laiklik, devlet işlerini ve politikayı ilgilendiren kararların -öznel olan- dini duygulara göre değil, daha nesnel olan akılcılığa göre alınmasını öngörmektedir. Yani kişinin dindar olup olmaması ya da eşinin kıyafetiyle ilgili değildir.

    Bu argüman, her akıl fikir ya da eğitim düzeyindeki insana çok kolay anlatılabilir. Bunun aksi yönde bir telkin ise telkinde bulunulanı mazlum, bulunanı ise zalim olarak nitelendirmeye yeter.

    Bu laiklik tanımını doğru kabul eden insanlar şöyle de düşünebilirler:

    • Din ve devlet işleri niçin karıştırılmamalı? Çünkü din işleri öznel din duygularına dayanır, doğrular herkese göre değişir; devlet işleri ise nesnel olmak zorundadır.
    • Peki devlet işleriyle, örneğin “demokrasi“, “serbest piyasa ekonomisi“, “liberalizm” gibi çokça öznellik içeren ideolojiler nasıl karıştırılabiliyor?
    • Örneğin vicdan bir ahlaki ideoloji kavramıdır ve dini ideolojinin bir parçası -mükemmelen- sayılabilir. Buna göre, vicdanına göre hüküm veren bir hakim dini duygularından arınıp da mı karar vermektedir?
    • O halde -bu tanımıyla- laiklik pek de önemsenecek bir kavram değildir!

    O halde neden belli..

    Eğer bir siyasi parti, laikliğin bu tanımına dayalı bir tehdit ve bu tehdide dayalı bir koruyuculuk önerirse bunun satmamasından daha doğal ne olabilir.

    Neredeyse kesin olan, bugün satmayan -bu tanımla- laikliğin, yarınlarda da satmayacağıdır; genel başkan kim olursa olsun, yıl kaç olursa olsun.

    Ayrıca, yine kesin olan bir başka şey, hangi parti olursa olsun, -bu tanımla- gerçek laikliğin daima ve de bizzat onu koruduğunu savunanlar tarafından sağlanan destekle tehdit altında olacağıdır.

    Hele hele geniş halk kesimleri laikliği, tesettür ile açık baş gibi iki somut simgeye indirger -ki başka türlüsü de olamaz- laiklik artık tehdit altında dahi sayılmaz, çünkü artık laiklik filan tamamen laf salatasından ibarettir.

    Nitekim, cumhurbaşkanı adayının eşi kalkıp “ben başımı açmanın laiklik gereği olduğunu idrak ettim, açıyorum” dese laiklik savunucularının hemen tamamı büyük bir sevinçle onu desteklemez mi?

    22 Temmuz seçimlerinden alınması gereken ders, bu tanımıyla laikliğin bir işe yaramadığının anlaşılmasıdır.

    Eğer şöyle anlamaya başlarsak:

    Eğer bir mucize gerçekleşir de, laiklik kavramının değil “bir başka ilkenin” korunması gerektiği, laikliğin o ilkenin türevlerinden sadece birisi olduğu anlaşılırsa o zaman bambaşka bir özgürlük ortamı doğacaktır.

    O ilke “koşullanmama hakkı”dır!

    Hukukçular, ceza yasalarının en belirleyici ilkesinin “verilen kalıcı zarar” olduğunu söylerler. Tamamen eşit koşullarda iki kişiye 1 santim kadar saplanan bıçak, birisinde para cezasına diğerinde onlarca yıl cezaya neden olabilir. Çünkü bıçak birisinde kaba ete, diğerinde ise gözüne saplanmıştır.

    Bir insana verilebilecek en kalıcı zararların başında, onun tüm yaşamı boyunca kararlarını etkileyebilecek zinsel kurgusunu (mind set) onun istemi dışında ve yaşam alanını daraltacak şekilde şekillendirmektir. Böylece diş fırçalamanın, kişisel hijyenin, toplum içinde bir arada yaşama kurallarının öğretilmesinin, kişinin yaşam alanını daraltmadığı aksine genişlettiğine de işaret edilmektedir.

    Bunu ister eğitim, ister başka bağlamlarda yapmak, dindarlar için günah, diğerleri için ise ayıptır, insanlık suçudur.

    Bu niçin böyledir?

    Çünkü -tüm diğer canlılar gibi- insan türü de yüksek öğrenebilirlikle donanımlı olarak dünyaya gelmektedir. Yaşamına yönelik her türlü tehdide ancak öğrenebilerek karşı koyabilen bu tür, bu yolla çok keskin bir öğrenebilirlik geliştirmiştir.

    Nereden, kimden, nasıl öğreneceği konusunda da -yine atalarından öğrenerek- bir model geliştirmiştir: güven duyduğu kişileri rol modeli alıp, onların sözlerine kulak vererek!

    Nasıl ki ceza yasasında “güveni kötüye kullanma” en ağır cürümlerden biriyse, kişide güven oluşturup sonra da bunu kendi doğrularını ona ezberletmek için kullanmak, tam olarak güveni kötüye kullanmaktır.

    İşte bu nedenle, kıskançlıkla korunması, her tür tehdite karşı uyanık olunması gereken,  algıların kalıcı  olarak değiştirilmesi demek olan “koşullandırma girişimleri“dir.

    Dindar cumhurbaşkanı değil, dindarlığını -çeşitli yollarla- yaymaya çalışan, makamı nedeniyle sahip bulunduğu yüksek güvenilirliği kullanarak, kendisine güvenenleri dindarlığı konusunda koşullandırmaya kalkması kabul edilemez. Dindarlığını, bu tür bir koşullandırmaya yönelmeden yaşayan bir kişiye ise kim ne diyebilir?

    Benzer durum tesettür için de geçerlidir…

    Dini inançları nedeniyle örtünmek isteyen bir eş, -benzer güvenilirlik nedeniyle- yüksek bir koşullandırıcılığa sahip olduğu için toplum önünde, saklı koşullandırma simgesi olabilecek kıyafet öğelerini kullanmaktan sakınmalıdır.

    Dini öğretiler, uyulması gereken kuralları koşullara bağlamıştır, hiç birisi koşulsuz değildir. Namaz kılmak müslümanların uymaları gereken bir kuraldır, koşulu ise sağlığının elverişli olmasıdır. Benzer durumda hacca gitmek de, maddi durumu uygun olanların uyması gereken bir kuraldır.

    Bulunduğu konum, başkalarının rol modeli olarak kabul edebileceği durumda olanlar için, bir çeşit zorlama olan koşullandırmadan kaçınabilmek için simgesel kıyafetler kullanmamak pekala mümkündür. Dindarla dinci arasındaki fark budur. Dindar bunu yapabilen, dinci ise bunlara aldırmayan, her yolla ideolojisini yaymaya çalışandır.

    Bir de tersini düşünelim!

    Hiçbir dini simge taşımayan, ağzından laiklikten başka söz çıkmayan, ama doğrularını koşullandırma yoluyla yaymayı, zorlamayı adet edinmiş bir kimsenin durumu nedir?

    Bu kişilere bir ad vermek gerekirse “laikçi” demek yerinde olabilir.

    Ortak yan!

    Sürpriz gibi gelebilir ama laikçiler ve dinciler aynı kişiler olup sadece kıyafetleri farklıdır; kafalarının içleri ise tamamı tamamına aynıdır. İkisinin de tek amacı vardır: kendi doğrularını başkalarına da benimsetmek ve böylece kendini güvende hissedebileceği bir çevre yaratmak.

    Nasıl kurtulunur?

    Koşullandırmanın vazgeçilemez olduğunu o kadar çok “laikçi”den ve “dinci”den duydum ki, artık laik ve dindarların kendi aralarında dayanışarak bu sosyal tümöre (koşullandırma) karşı ortak mücadele vermesinden başka yol görünmüyor.

    Yani çözüm laik dindarlardadır.

    Temmuz 25, 2007

     

  • Sivil manifesto (önerisi)

    Bir dizi fırsat ve tehdit birlikte..

    Üçüncü binyıl Türkiye’miz için bir dizi fırsat ve tehditle başladı. Etnik terörün önce şiddetini kaybedip sonra tekrar azması ve AB’ne adaylığımız konusundaki çalkantı bunlardan yalnızca ikisidir. Her fırsat ve krizin, bir potansiyel kriz ve fırsatı içinde barındırdığı unutulmamalıdır.

    Nitekim, terörün bütünüyle ortadan kaldırılabilmesi, başka formlarda tekrar tekrar ortaya çıkmaması, yalnız Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm gerice yörelerin sosyal ve ekonomik gelişmesine bağlıdır.

    Demek ki paradigmalarımızda sorunlar var..

    Bunu gerçekleştirmek için Cumhuriyet tarihimizin girişimleri yeterli olamamıştır. Bellidir ki, bir “gelişme felsefesi” sorunu vardır ve geleneksel kalkınma paradigmamız sorgulanmadıkça bu yetmezlik sürecek ve yeni -ve daha başa çıkılamaz- olumsuzluklara yol açabilecektir.

    AB adaylığımız da benzer bir fırsat-kriz ikilemini bünyesinde barındırmaktadır. AB ile uyum, bireysel, toplumsal ve kurumsal anlamda tüm sistemlerimizi gözden geçirip köklü değişimler yapmamız yükümlülüğünü önümüze koymuştur. Bunları yerine getirebilen gelişmiş bir Türkiye ile, yerine getirmediği için AB kapısından geri çevrilip aşağılanmış bir Türkiye, henüz birarada yaşamakta bulunan iki olasılıktır.

    Bu ve benzeri tabloları birer fırsat olarak kullanabilmemiz, mevcut düşünme biçimimiz ve kullandığı değer yargılarının değiştirilmesini gerektiriyor.

    Albert Einstein’in deyişiyle, sorunlar, onları yaratan düşünme biçimleri kullanılarak çözülemez. Bu denli doğru bir diğer gerçek de, hiçbir değişimin ondan olumsuz etkileneceğini düşünenlerce gerçekleştirilemeyeceği, hatta desteklenmeyeceğidir.

    Bu durumda görünen tek çıkar yol, değişimin olumlu etkileyeceği tüm kurumların birlikte hareket etmeleri ve böylece olası dirençleri aşmalarıdır.

    Şu dört konuda değişim ihtiyacı mutlak ve acildir:

    • Ahlaki Yargılarımızda Değişim

    Ekonomik ve toplumsal gelişmenin olmazsa olmaz koşulu, az sayıda temel ahlaki ilkeden türetilebilecek bir değerler sistemidir. “Yaşamın sürdürülmesi” temel ilkesi, toplumsal hayat kesitlerinde değişik biçimlerde kendini göstermektedir.

    Nasıl ki doğum-yaşama-ölüm doğal süreci bireysel yaşamın sürdürülmesinin anahtarı ise, zamanı geldiğinde yerini, gençler içinden liyakat sahiplerine terkedebilmek de kurumsal yaşamı sürdürebilmenin ahlaki kuralıdır.

    Tüm kurumlarımızın kendi alanlarında, az sayıda ahlak kuralını “Etik Güvenceler” olarak belirleyip ilan etmeleri ve onları bağımsız denetçilerin denetleyip sonuçlarını da afişe etmelerine rıza gösterdiklerini ilan etmeleri gerekiyor. Toplumumuzun bütününde bir ahlaki diriliş ancak böyle bir yöntemle sağlanabilir. (http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=78)

    • Saydamlık

    Özel ya da resmi, birey ya da kurum, tümünün, sır sayılabilecek olan ve açıklandığında toplumun ortak çıkarlarını tehlikeye düşürebilecek olan sınırlı genişlikteki alanların dışında kalan tüm eylemlerinin kamuoyunun denetimine açık olması, çağdaş anlayışın bir diğer olmazsa olmaz koşuludur.

    Sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm birey ve kuruluşların, saydamlık yöntemlerini belirleyip hayata geçirmeleri beklenir.

    Gizliliğin, ulusal çıkar vb adlar altında, çeşitli yetersizlik ya da daha kötüsü eğrilikleri örtmek amacıyla herhangi bir kamu görevlisince kolayca kullanılabilir bir araç olmaktan çıkarılmasını teminen, başta sivil toplum kuruluşları, kamuoyuna örnek olması gereken kişiler, meslek örgütleri olmak üzere tüm kişi ve kuruluşların hesaplarını, kararlarını ve eylemlerini ve de bunları rutin hale getirecek yöntem niyet ve planlarını açıklamaları ve bu yolla devlet kuruluşlarını özendirmeleri, bu yolla bir ölçüde de zorlamaları beklenmektedir.

    • Katılım

    Kararların, o kararlara taraf olanların gıyaplarında ve onlar için doğru olduğu varsayımıyla alınması, sivil ve resmi kişi ve kuruluşlarımızın büyük çoğunluğunun geleneksel yaklaşımıdır.

    Okullarda öğretilenlerin neredeyse tümünün öğrenciler için “iyi”; belediyelerin icraatının tamamının halk için “yararlı”; devlet kurumlarının eylemlerinin de yine toplum için “gerekli” olduğu, bu anlayışın birer türevidir.

    İkinci bin yılda, çoğulcu demokrasilerde çoktan norm haline gelen yaklaşım ise bu değildir. Kararların, o kararlara taraf olanların katılımlarıyla, ortak akıllarıyla alınması geçtiğimiz yüzyılın bir standardı olmuştur.

    Halk adına ve onlarsız alınan kararların nasıl yanlış olup halka zarar verebildiği, 1999 yılında yaşanılan deprem felaketinden sonra inşa edilen prefabrik konutlar konusunda somut olarak yaşanmış ve depremzedelerin de içinde bulunduğu “taraflar”ın ortak akıllarına başvurmadan alınan kararların sonunda, bu konutlara girecek kişilere yalvar-yakar olunmasına yol açtığı görülmüştür.

    Biz sizin için iyisini biliriz” yaklaşımının terkedilerek, “ancak hepimiz, ortak aklımız yoluyla doğru kararları alabiliriz“in benimsenmesi, yine kamuoyunu etkileyen kanaat önderlerinin ortaya çıkıp örnek davranışlar sergilemelerini beklemektedir.

    Özel ya da resmi birey ya da kurumların, benimseyecekleri katılım ve ortak akıl yöntemlerini ilan etmeleri, medyanın bunları duyurması ve bu yolla devlet kurumları üzerinde bir demokratik baskı ortamı oluşturulması beklenmektedir.

    • Farklılıkların Bütünlüğü

    Farklılıklar korunmadan, hiçbir sistemin işe yarar bir ürün üretmesi mümkün değildir. Değeri olan ürünlerin ortak yanı daima sıradanlık dışı birşeyler içermesidir. Bir başka deyimle her türlü değerli ürün, farklılıkların yönetilmesiyle ortaya çıkar.

    Pratikte ise -genellikle- olan bu değildir. Farklılıkları belirleyip, onların savunulabilecek sıradışılıklarını farketmeye çalışmak, sonra da diğer farklı olanlara karşı durabilmek çaba harcamayı gerektirir. Bunun yerine kitlesel tekdüzelik daha kolaydır.

    Bir konuda kurallar koymayı planlayanların genellikle ilk akıllarına gelen risk, kurallara muhatap olacak olanlardan gelmesi olası itirazlardır. Buna karşı ilk akla gelen ise, herkese “eşit” muamele yapıldığı önlemidir. “Eşit”in ne zaman istendik ne zaman istenmedik bir şey olduğu düşünüldüğünde, kural koymadaki eşitliğin teklik, birlik yani farksızlık değil, gereğince davranmak olduğu kolayca görülür.

    Yaşamın yüzlerce kesitinde eşitlik, tek düze muamele değil gereğince muameledir. Eşitliğin en geçerli olduğu “kanun önünde” eşitlik dahi birlik, teklik ve farksızlık değil, yine “gereğincelik”tir ve yasaların, taraflara onların durumları göz önüne alınarak uygulanması demektir. Hatta denilebilir ki, binlerce sayfalık hukuk düzeni, hep bu “gereğince”lerin gözden kaçırılmaması için uyarılardan ibarettir. Eşitliği böyle değil de farksızlaştırma gibi almak ise, bu konulara pek kafa yormamış kişilerin itirazlarını önlemek için kullanılabilecek ilkel bir yoldur.

    Din, mezhep, dil, etnik köken ve diğer farklılık kaynakları, devletin en önemli birkaç görevinden ancak birisi yoluyla bir zenginlik kaynağına dönüştürülebilir. Bu görev şu iki ilkeyle betimlenebilir:

    1. Hiç kimse, hiçbir amaçla, hiçbir konuda bir başkasını koşullandıramaz. İnsanın koşullanmaya açıklığını kullanarak kendi doğru, iyi ve güzel saydıklarını benimsetmeye girişemez. Yalnızca, bilgilendirmek istediği alanlarda, koşullandırmasız öğrenme ortamları oluşturabilir.
    2. Belli bir ideoloji yönünde kendi özgür seçimleriyle arzu edenleri bilgilendirmek amacıyla öğrenme ortamları oluşturanlar, ideolojilerini hiçbir yönü gizli kalmayacak biçimde açıkça ilan etmek zorundadırlar.

    Devlet bu ilkelerin sadık bekçisi olarak alabildiği sürece farklılıkları sömürmek, bir farklılığı bütüne egemen kılmak isteyenler daima “katlanılabilir bir azınlık” olarak kalmak durumundadırlar.

    Farklılıkların Bütünlüğü açısından beklenen, devlet kurumlarımızın bu ilkeyi özümlemeleri, dini, mezhepsel ve etnik farklılıklara böylece yaklaşarak gereklerini yapmalarıdır. Özgürlük tanınacak ve aksine hiç tolere edilemeyecek alanlar kesin sınırlarıyla bellidir.

    Ne dersiniz, böyle bir manifestoyu siyasi partilerimizden beklemeye hakkımız yok mu? Hem de şimdi tam zamanı iken!

    Pazar, Temmuz 15, 2007