-
Ağu 20 2014 Farklılıklarımız -nereye kadar- Zenginliktir ?
Son yılların galiba en çok kullanılan sloganlarından birisi de “farklılıklarımız zenginliktir” sözüdür. Gerçekten de cıvıl cıvıl renkler içeren bir buket çiçek, elbise ya da yatak örtüsündeki “bir aradalık” insana yaşam enerjisi katıyor.
Benzer şekilde bir arada yaşayabilen, dili, inancı, dış görünüşü farklı insanlardan oluşan bir insan topluluğu da, biteviyeliğin yıpratıcılığından koruyup, insan dışındaki canlı-cansız varlıklar bütününün bir parçasından başka bir şey olunmadığını sürekli hatırlatabilir.
Peki, bu çeşitliliğin bir sınırı var mıdır?
Ya da, yaşamı zenginleştiren –belki de evrimsel açıdan bir avantaj katan- bu farklılıklar nereden sonra bir dezavantaj olmaya başlar; böylesi bir sınır var mıdır?
Soru sorulunca cevabı da kendi içinden doğmaya başlıyor. Farklılıkların birlikte yaşamasını güçleştirecek tek olası neden, bir bileşenin, “bileşenler arası eşitliği bozacak derecede bir ayrımcılık talep etmesi”, bu yolda uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmasıdır. Bu durumda bir arada yaşamak güçleşeceği gibi, temeli uzlaşmak olan demokrasi gibi bir rejimin uygulanması da imkansız hale gelecektir.
Türkiye, demokratik rejimi benimsediği yıllardan bu yana, farklılıklar birliğini oluşturması hedeflenen bileşenlerin sürekli olarak ayrımcılık talepleri ile karşı karşıyadır: Kendinin Cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilip -coğrafi özerklik, su ve enerji kaynaklarının sahipliği gibi- ayrıcalıklı haklar verilmesini talep eden ırk temelli “farklılık” ya da İslam’ın özel bir yorumunun, defalarca yeniden yorumlarının (onlarca cemaat) tüm nüfusa uygulanması peşindeki “farklılıklar” sadece birkaç örnektir.
Dilini konuşmak, kültürel kimliğini korumak, İslam dininin gereklerini yerine getirmek gibi doğal hakların koruyuculuğu arkasında gizli kapaklı yürütülen farklılık talepleri ise birer zenginlik değil fakirlik kaynağıdır.
Kuşkusuz, her kesim kendince makul gördüğü bir ayrıcalığı talep edebilir; makul olmayan, bunu demokrasinin bir gereği olarak talep edip, sonra da bütünün kendi bütünlüğünü koruma yolundaki reflekslerini (terörle, fanatizmle mücadele gibi) anti-demokratik olarak nitelemek; dahası, bu refleksi dumura uğratacak girişimleri geçmişle yüzleşme, barışma vs olarak takdim etmektir.
Toplumumuzun aydın kesiminin henüz bir sorun –hatta sorunların anası- olarak gör(e)mediği Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği’nin sonuçlarından yalnızca birisi olan bu trajik durum, onu talebeden ve destekleyenleri de yutabilecek bir kısır döngü’dür.
Demokrasi eğer bir birlikte yaşama kontratı ise, tek kabul edilemeyecek kontrat maddesi birlikte yaşamı reddetmektir. Ayrı ayrı birlikte yaşamak ise ancak bir oksimoron örneği olabilir.
Sözün özü şudur..
Birbiriyle uzlaşamaz talepleri “zenginlik yaratan farklılıklar” olarak takdim etmek ya bir kavram tanımlama yetersizliği ya da akıl-fikir eksiği değilse, iyi gizlenememiş birer art niyettir.
20 Ağustos 2014
-
Tem 15 2014 Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil
Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:
2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.
Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.
Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.
<<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!
Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.
Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.
Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.
1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili de icra edilebileceğini göstermişti.
Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?
Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.
İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.
Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:
Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.
Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.
Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.
Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.
Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!
Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!
İnanır mısınız bu sınav yapıldı!
Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.
Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.
Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.
Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.
Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.
Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.
Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.
Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.
Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.
Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.
“Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.
Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.
Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde kendileri yaratmışlardır.
Evet, bu işte bir iş var.
Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.
Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.
Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.
İkisine birden imkan yok.
Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.
M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>
15 Temmuz 2014
14 Temmuz 2016
-
Tem 09 2014 Kısır Döngü (1.Basım) içindeki internet adresleri
-
Tem 02 2014 Yargıları askıya almak: İyi de nereye kadar?
Özellikle günümüz dünyasının kargaşa ortamına uzaktan baktığımızda görünen büyük resim, çatışmaların büyük çoğunluğunun tek sebepten kaynaklandığını ve bu çatışmalarda üste çıkmak için pek az sayıda “araç” kullanıldığını gösteriyor.
Başlıca çatışma kaynağı..
En altta yaşamını sürdürmek, üst üste katmanların tepesinde ise potansiyellerini gerçekleştirmek yer alacak şekilde bir ihtiyaçlar piramiti (tıklayınız).
Piramitin her katmanındaki her bir ihtiyaç, bir miktar “yoğunlaşmış enerji formuna”na (güneş ışını, bitki, odun, kömür, petrol, gaz gibi) ihtiyaç gösteriyor. Daha da yoğunlaşmış formlar (eşya, canlılar, bilgi gibi) yine birer enerji türü.
İnsan –yapısı gereği- durmaksızın bu piramitin tepesine tırmanmaya çalışırken (yani daha az zahmet daha çok konfor) sürekli olarak enerjiye[1] ihtiyaç duyuyor; duyuyor ama, her nedret ürünü gibi enerji de (çeşitli formları) bol bulama bulunmadığı için, süreç ister istemez sahip olan birilerinden güzellik, hile ya da zorla almaya dönüşüyor. Çatışmaların bir kaynağı bu.
Diğer çatışma kaynağı ise, yine gereksinilen enerjinin kapışılmasındaki dağılım eşitsizliği. Örneğin birisi pirzola, diğeri ise kuru ekmek yiyen kişiler, kesimler, toplumlar çatışmaların bu ikinci kaynağını oluşturuyor.
Bu iki (aslında tek) çatışma kaynağı, milyonlarca insanın birbirine değişik isimler altında uygulayageldiği kırımların özünü oluşturuyor. Sürekli aşağıladığımız hayvanlar ise insan türüne göre meselenin temelini daha iyi kavradıkları için, bu mücadelenin sınırını birinci basamak ihtiyaçla sınırlı tutma bilgeliğini gösteriyorlar ve çatışmaların çapını çok medeni düzeyde tutuyorlar.
İnsanlar muhtemelen kıskançlık nedeniyle bu medeni tutumu “hayvanca” şeklinde niteliyorlar. Keşke bizler de hayvanca davranabilseydik!
Başlangıçta çatışmaların bir kaynağı olmasa da, uzunca süren çatışmaların kendini sürdürmek gibi bir de yan etkisi olabiliyor. Çatışmanın bizzat kendisi, çatışmanın devamı için bir neden olmaya başlıyor. Bu geri-besleme olgusu, uzun süre savaşan askerlerin, savaş bittikten sonra barış dönemine uyum sağlayamaması şeklinde kendini gösteriyor.
Kullanılan başlıca araçlar..
Birbirleriyle ilgisiz gibi görünen onca çatışma türünün aynı bir kaynaktan türemiş olması kadar şaşırtıcı olabilecek bir diğer konu da, bu çatışmalarda kullanılan araçların azlığıdır.
Piramite tırmandıkça ortaya çıkan ihtiyaçları gidermek için çatışanlar, güzellikle (yani ticaret) ve/ya hile ile (yani akılsızlığın sömürüsü) ve/ya zorla (yani terör, iç savaş, savaş) yollarını kullanıyorlar.
Başlıca üç grupta sayılsa da çeşitli kılıklar altında ortaya çıkabilen çatışma araçları ise, o pek güvendiğimiz aklımızın bir özelliğinden yararlanıyor: Kolay yargı!
Kitle hareketlerinin ortak özelliklerinin başında gelenin, bir yargıya kolayca ve kesinlikle teslim olma hali olduğu, Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar adlı kitabında, gerçek hayattan alınmış çarpıcı örneklerle açıklanıyor.
Kolay yargı sorunu (hastalık dememek için), herhangi bir öğretinin maksimlerini merak edip sorgulamadan kabul etmek, ona “inanmak”, sorgulanmasına rıza göstermemek anlamına geliyor.
Tüm radikal grupların vazgeçilmez ihtiyacı: Kolay yargılı insan malzemesi..
Her nerede bir radikal hareket varsa orada mutlaka sorgulamayan (kolay yargılı) insan malzemesi olmalıdır. O hareket içinde niçin yer aldığını, kendisinden yapması istenilenleri niçin yapması gerektiğini sorgulayan insanlardan bir radikal grup oluşturulabilir mi?
Radikal hareketler günümüz dünyasını cehenneme çevirdiğine göre, öncelikle doğası anlaşılmak gereken olgu, kolay yargının nasıl oluşup yaygınlaşabildiği değil midir? Öyle ise, nasıl oluyor da dünyada radikal hareketlerle mücadele adına, onun “kolay yargılı insan” malzemesinin oluşumunu destekleyen unsurları anlamak için bir girişim yoktur?
Türkiye özelinde, sürekli olarak radikal eğilimlerin güçlenmesinden yakınan ve yeni Atatürk’lere umut bağlamış kesimler nasıl olup da bu eğilimlerin kökündeki sorgulama tembelliğinin yarattığı kolay yargı tümörünü görmezden gelirler?
Örneğin demokrasi ya da din..
Örneğin demokrasi öğretisi sorgulanmayıp bir inanca dönüştürülürse, onu oluşturan yapı taşının “birey” olduğu, birey’in temel özelliklerinin ise “yaşam tercihlerini ve de sorunlarının çözümünü başkalarının iradesine bırakmamak” olduğu kolayca atlanıp, seçimden seçime oy vermek gibi bir düzeye indirgenebilir. İradesini ipotek etmiş kişilerden oluşan toplumların ise demokrasi adı altında nerelere sürükleneceği ise çok yaşanmış trajediler değil mi?
Bu arada işaret edilmesi gereken bir nokta, sorgulamak deyimiyle kastedilenin, bir öğreti (ya da ilkeyi) gözden düşürmek amacına yönelik eylemler olmadığı; tam aksine, ancak sorgulanmış söylemlerin “daha inanılabilir” hale geleceğidir.
Demokrasi ile benzer bir sorgulanamazlık din kurumu için de geçerlidir. Genel söylem, din kurumunun –özellikle de imân’ın- sorgulamaya kapalı olduğudur. Sokaktaki çoğunluk dini söylemleri –arzu etse dahi- sorgulamayabilir. Ama acaba, düşünmekten korkmayan, inandığı doğruları kaybedebileceği korkusu taşımayanların durumu nedir?
Askıya alınmış yargı kavramı..
Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.
Bir yargının askıya alınması somut olarak ne demek?
Herhangi bir yargı aslında, bir bilgi, bir tahmin, bir içe doğuş ve benzeri kaynaklı bir “ikna oluş”tur ve temelinde, bu kaynaklara duyulan güven ve o güvenin yarattığı rahatlık yer almaktadır. Rahatlık, sürekli olarak kendini genişletmek eğiliminde olduğu için, zamanla yargının çevresi, hiç de ikna olmaya yeterli olmayan bilgi, tahmin vb ile dolup genişlemeye başlar.
İşte askıya alma, kısa bir süreliğine bu rahatlıktan vazgeçmek ve öylece oluşan boşluğa merak ve endişe karışımı olarak kendini gösteren bir duygunun dolmasına izin vermektir. Bu esnada, sorular sorarak, rahatlık yaratan tüm öğelerin dayanakları sorgulanır ve dayanaksız görülenler ayıklanır. Bu süreç bir defa deneyimlendikten sonra, yargı özü zaman içinde tekrar sorgulanarak güvenilirliği artar.
Nitekim, çoklukla sorgulanamaz olarak kabul edilen “imân”ın, taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayrılmış ve de makbûl olanın tahkikî imân[2] olarak belirlenmiş olmasının nedeni de budur.
Yüzde 99’unun Müslüman olduğu sürekli tekrarlanan toplumumuzda, inancın özünü oluşturan imân tahkikinin hiç konu edilmeyişi; buna karşı onlarca medya kanalında yüzlerce din uzmanının binlerce ayrıntı öğüdü vermesi acaba meraksızlığın mı, cehaletin mi yoksa bilmediğimiz bir başka eğilimin mi işaretidir?
Neye ve de niçin imân ettiğini tahkik etmeyi önemsemeyen, ama bir yandan da toplumu inanan-inanmayan diye kutuplaştıran söylemler karşısında IŞİD ya da onlarca benzeri söylem ve eylem ayıplanabilir mi?
Kutuplaşmalar için önlem olabilir(mi?)
Yargıların askıya alınarak, onları çevreleyen “özle ilgili olmayan” bölümlerinden ayrılıp daha yoğun birer öz haline getirilmeleri, sadece dinî bağlamda değil birçok alanda kutuplaşmaları önleyebilecek bir yöntem[3] olarak kullanılabilir. Çünkü sıklıkla gözlendiği gibi kutuplaşmalar, sorgulanmadığı için çevresi genişlemiş kavramlar yoluyla doğmaktadır.
Dinî bağlamdaki mezhepler nasıl ki çevresi özle ilgisi olmayan ayrıntıların “inanç” kapsamı içine girmesiyle doğduysa, benzer şekilde işçi-işveren, genç-yaşlı, Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol gibi kutuplaşmış alanlar da özle ilgisi olmayan ayrıntıların geniş birer “inanç” alanı oluşturmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bu yargılar askıya alınıp sorgulamaya tabi tutulabilseydi, birbirleriyle neredeyse ortak yanı bulunmadığı düşünülen kutuplaştırıcı yargıların çerçevesi çok daralabilirdi ve halâ daralabilir.
Giderek kaosa dönmekte olan sınırlarımızın ötesi için endişelenmek ya da hiç endişelenmemek yerine, askıya alınacak yargılarımızın –bireysel, kesimsel ve toplumsal olarak- neler olduğunu düşünmek hem bilimin hem inancın bir vazgeçilmezi değil midir?
2 Temmuz 2014 Çarşamba
[2] Bkz. Tahkiki İman, https://bit.ly/37Xi22M
[3] Buna günümüz Türkçesiyle “sorgulanmış (tahkikî) kavramlar” denilebilir.
-
Haz 11 2014 -
May 07 2014 1915 Ermeni Soykırım İddiaları
1. Sorun Nedir?
Hangi konuda olursa olsun, bir sorun’un çözülemeyişinin çeşitli nedenlerinin başında muhtemelen “sorunun iyi tanımlanmayışı” geliyor. Buradaki “tanımlanma” kavramı ile kastedilen şudur:
1.1. Sorun hangi semptomlarla kendini gösteriyor?
Çeşitli toplumların parlamentolarında Türkiye’yi veya geçmişini mahkum eden kararlar alınması, aksini iddia etmenin dahi suç olarak ilanı, diplomatlarımıza karşı geçmişte uygulanan terör, yurt dışında yaşayan Türklere karşı baskılar gibi.
1.2. Sorunun kök neden(ler)i (root causes) nelerdir?
Toplum yaşamının çeşitli alanlarında karşılaşılması gayet doğal olan sorunlarını çözmekteki kronik yetersizlikleri nedeniyle giderek büyüyen bir sorun stokunun baskısı altında –tüm kurumlarıyla birlikte- kalan toplumumuz, uluslararası ilişkilerin değişmez vahşi gerçeğinin bir gereği olarak, sahip olduğu ve/ya ürettiği değerlerini, daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip toplumlara kaybetmektedir.
Bu oyunun kurallarına göre, her toplumun kendi mensuplarına daha yüksek yaşam standartları sağlayabilmek için daha fazla “değer”e ihtiyacı vardır. Bu değerlerin bir bölümünü kendi üretirken, mümkün olan azamisini de başka toplumların ürettiği değerleri -çeşitli yollarla- kendi insanlarına transfer etmektedir. Bu sömürü sürecinin başlıca enstrümanı ise, sömürülecek toplumların çözemediği sorunlarının birer koz olarak kullanılmasıdır. 1915 Ermeni olayları bu amaçla kullanılan bir enstrümandır.
1.3. Söz konusu sorunun, sorun stokumuzdaki diğer sorunlarla etkileşimi var mı, nasıl?
Bizi sıkıştıran her sorun’un dönemler itibariyle yarattığı baskılar arttığında, daha güçlü ülkelere mutlaka belirli tavizler vererek geçici olarak rahatlamamız bir rastlantı gibi değerlendirilemez. Bu, uluslararası boyuttta ya da öyle bir boyut kazandırılmış tüm sorunlarımızın dipten bağlantılı olduğu ve hepsinin aynı bir amaca hizmet için rakiplerimizce birer koz olarak kullanıldığının basit bir göstergesidir.
Gerek 1915 olayları dolayısıyla maruz kaldığımız baskı, gerek ayrılıkçı terör, gerekse İsrail ile yarattığımız sorunun yansımaları, tümü sorun çözme kabiliyeti yetersizliğimizin dışavurumlarıdır. Hepsinin ortak paydası bu yetersizliktir.
Bu sorulara –özellikle de ikincisine– net cevap veren bir tanımlama yapılmaksızın, ne Ermeni sorunu, ne de diğer sorunlarımız için geliştirilebilecek çözümler amaca hizmet edebilecektir.
Buna göre, Ermeni İddiaları Sorunu etiketiyle tartışılagelen sorun iyi tanımlanmamıştır ve bu tanım yetersizliğinin dolaylı sonuçları da –en azından- şunlar olmuştur:
(a) Amaç hasıl olmamıştır,
(b) Sorunun kökleri (roots) yerine dışavurumları ile boğuşulduğu için, hem kökler giderek yeni sorunlar üretmekte, hem de evrim kanunları şu hükmünü icra etmektedir: Doğada beceriksize yaşam hakkı yoktur.
(c) Kök sorunlar yerine “Ermeniler” bir sorun gibi görülmeye başlanmış, bu da “Türk” algısını olumsuz etkilemiştir.
(d) Gelişmemiş toplumlar için, “Kısıtlı kaynaklarını iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için heba eden toplumlar” şeklinde bir tanım genellikle kullanılıyor. Devletin ve sivil kesimin sınırlı kaynaklarının, iyi tanımlanmamış Hayalet Nedenler (phantom causes) yönünde kullanımı bu tanıma uyar görünüyor.
2. Gerçekler nelerdir?
İçine insan öğesinin girdiği olaylar için doğrular çok olsa da, gerçekler (truths) genelde tektir. 1915 Ermeni olaylarında “gerçekler” nelerdir? Tartışan kesimler “gerçekler” üzerinde uzlaşamadığı takdirde, herhangi bir çözüm söz konusu olamaz.
Diğer yandan, gerçekleri belgeleyebilecek tüm kanıtlar da mevcut olamayacağına göre, en azından mevcut olanların saklanmadan ortaya çıkarılması en yalın ihtiyaçtır. Tarafımızdan yapılan tüm savunmalarda o yılların idarelerini “tamamen hatasız” olarak göstermemiz akıllıca bir yöntem olmadığı gibi; yapılmış hataların hiç bir şekilde soykırım olarak tanımlanamayacağı da bir “gerçek”tir.
Ortada, -çeşitli kesimlerce- gerçekleri temsil ettiği savunulan olgular vardır; fakat, başta Ermeni arşivlerii olmak üzere, birçok önemli ülkenin arşivleri -pratik olarak- henüz kapalıdır. Sağlam bir strateji ise ancak gerçekler üzerine kurulabilir.
Gerçeklerin tam ve eksiksiz olarak bilinmesine engel olabilecek önemli bir faktör, duygusal ve/ya milliyetçi bakış açılarıyla ifade edilen argümanlardır. İçinde bir tane duygusal öğe içeren bin kanıtlık bir savunma, sadece bu birisi nedeniyle çürütülmeye adaydır. Halbuki, gerek akademik kesimde, gerek devlet katında ve gerekse sivil toplum kesiminde kurum ve bireyler içinde son derece birikimli bilgi kaynaklarımız mevcuttur.
1915 olayları sırasında yaşamlarını kaybedenlerin tamamının, “vatandaşı olduğu devleti arkadan hançerleyen işbirlikçiler” olmadığı gerçeği, (3)ncü maddede önerilen “sağlam zemin” yoluyla karşılanıp, “üzüntü” beyan edilmesi doğaldır.
Benzer şekilde, bu çatışmalarda yaşamlarını kaybeden diğer Osmanlı vatandaşlarının da unutturulmaması önem taşıyor. Onların da, adı soykırım değil ama bir katliam olarak belirli bir tarih itibariyle anılmaları gerçekçi bir tutum olur.
3. Sağlam zemin (rock bottom) nedir?
Osmanlı Devleti’nin tüm tartışmaların ötesinde ve üstünde, tüm suçlamaları boşa çıkarabileceği zemin kanımca şudur: Saldırılara karşı kendimizi koruma yolunda (preemptive actions dahil) tüm önlemleri almak hakkımızdır ve bunu tartışmayız. Bu hakkın, bir ülkenin toprakları çok yönlü saldırı altındayken mevcut kargaşa ortamında kullanımından doğan sonuçlardan üzüntü duymamız insani bir duygudur, fakat pişmanlık değildir. Benzer her kalkışma halinde benzer önlemleri almaktan kaçınmayız.
4. Çözüm önerileri
4.1. Unutulmaması gereken ilkeler:
4.1.1. Değer iletişimi ilkesi uyarınca az söz.
4.1.2. Övünmekten ve yermekten uzak durmak.
4.1.3. Kök-nedenlere dayanmayan eylem yapmamak.
4.1.4. Gerçekçi ve amaç odaklı olmak, sınırlı kaynakları israf etmemek.
4.1.5. Şimdi ve burada türü çözümler ihmal edilmese de, yarın ve ötede türü çözümlere ağırlık vermek.
4.1.6. Her sorun, anlamak ve çözmek için özel bir “dil”; her dil ise “o soruna özgü kavramlar” gerektirir. Mevcut dili kullanarak bugünkünden daha etkili çözümler bulunamayabilir.
4.1.7. Ve nihayet: T.Roosevelt’in ünlü “Yumuşak konuş, ama elinde iri bir sopa bulundur; daha ileri gidersin” ilkesinin, bu hayalet (phantom) sorun’un çözümü olduğunun hiç unutulmaması. Türkiye gerçekte haksız olduğu için değil, güçsüz olduğu için bu baskılara maruz kalmaktadır.
4.2. Yukarıdaki tanımlamalar ve bu ilkelere dayalı olarak geliştirilebilecek çözümler, kişi ve kurumların imkan ve kabiliyetleriyle orantılı olarak değişik olabilir; olmasında da yaratıcılık açısından yarar vardır.
4.3. Çok sayıda, irili ufaklı, az ya da çok etkili / yetkin kişi ve kuruluş bu konularda çalışıyor. Net bir gözlem, bunlar arasında sinerji üretebilecek bir işbirliğinin pek az olduğu, çoğunun birbirini “beceriksizlik” ile küçümsediği / aşağıladığı / suçladığı’dır.
Bu eğilimin net sonuçlarından birisi, etki-tepki kaçınılmazlığı nedeniyle küçümsenen / aşağılanan / suçlananların da diğerlerine karşı benzer tutumlar içine girmeleridir. Bu akıllıca bir yöntem değildir ve Sorun Çözme Kabiliyeti yetersizliğinin bileşenlerinden birisidir. İşe yarar işbirlikleri geliştirebilmek için bu tutumdan vazgeçme konusunda bir girişim yararlı olacaktır.
4.4. Değinilen bu irili ufaklı “mücadele odakları” arasında arzulanan sinerjinin oluşamamasının kanımca başlıca iki nedeni var:
4.4.1. Birbirlerinden haberleri yok ve/ya yukarıda açıklanan dışlama eğilimleri.
Çözüm 1: Bir iletişim ağı geliştirilmesi ve herkesin birbirini eylemleri hakkında kısaca bilgilendirmesi.
Çözüm 2: Dışlayıcı tutumların farkına varılması (bkz 4.1.2)
4.4.2. Her birimiz, toplum sorunları konusunda kuşkusuz duyarlıyız. Duyarlıklarımızı, seçtiğimiz sorunların çözümleri yolunda zaman, çaba, para vb kaynaklarımızı kullanarak gösteriyoruz.
Bir gözlemim şöyle: Seçtiğimiz sorunlara o denli yoğunlaşıyoruz ki, zaman içinde kendimizden birer parça haline gelebiliyor. Kuşkusuz bu çok iyi. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var: Farklı sorunlara yoğunlaşanlar arasında sinerji pek olamıyor. Bu sorunların köklerine inildikçe, bileşenler arasında büyük olasılıkla kimi aynılıklar ortaya çıkacaktır. Bu ise sinerji üretimi için bir engel olsa da, aynı zamanda önemli bir fırsat da olabilir.
Bu durumda tek ihtiyaç, üzerinde çalıştığımız sorunların kök-bileşenleri hakkında iletişim kurmaktan ibaret gibi görünüyor.
Bu yolda bir başlangıç için, Ermeni iddiaları konusunda çalışan tüm kişi ve kuruluşlara aşağıdaki sıralamaya benzer (içerikleri farklı olabilir) bir tanımlama yapmaları yolunda bir çağrımı iletmek isterim.
- Ermeni soykırım iddiaları sorunu için:
Adlandırma: Ermeni soykırım iddialarıyla haksız suçlanma
Tanımlama: Çeşitli alanlardaki pazarlık güçlerini artırmak amacıyla koz konseptini kullanagelen ülkelerin, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan birisi olan Türkiye’ye karşı, Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kalkışmasına karşı aldığı önlemlerin kaçınılmaz sonuçlarını kasıtlı olarak istismar etmeleri ve bu yolla ihtiyaçları olan “değerleri” kendi toplumlarına transfer etmeleri. - “Sorun”un kökleri[1] (roots) içinden en önemli iki tanesi (öncelik sırasına göre): Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyetinin düşüklüğüne yol açan çeşitli kök-sorunlardan en önemli ikisi:
- Koz konsepti hakkında sistemik bir anlayışın, toplumun aydın tavırlı kesimlerinde yerleşmemişliği. Bunun bir sonucu olarak da, uluslararası ilişkilerdeki en etkili aracın koz yönetimi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi.
- Birbirine sıkıca bağlı (Türkçe diline hakimiyet) ve (doğru[2] düşünme) konularındaki yetersizlik sonucunda ortaya çıkan:
- Uzun, birbirini tekrarlayıcı ve yer yer nakzedici, tanımsız kavramlara dayalı, süslü, duygusal, şiddetli, fakat az değer taşıyan ifadeler yoluyla iletişim,
- En azından önemli kavramların tanımlarındaki belirsizliklerin bir sorun olarak sayılmayışı,
- Türkçe diline yetersiz hakimiyetin bir türevi olarak sayılabilecek yabancı dil hakimiyeti yetersizliği.
- Bir soruna yol açtığı düşünülen nedenler ve bunlara ilişkin çözümlerin, kritik düşünme[3] yoluyla ağırlıklandırılamayışı nedeniyle yararlı ama etkisiz[4] çözümlere öncelik verilip kaynakların verimsiz kullanımına yol açılması.
- “Sorun”un çözümü yolunda uyguladığımız ve/ya uygulanmasının yararlı / gerekli olabilecek iki çözüm.
- Koz konseptinin etkili kesimlerin kavram dağarcığına tanıtılabilmesi konusunda bugüne kadar harcanan çabaların yeterli olmadığı açıktır. Buna göre:
- Önemli sorunlar (Ermeni iddiaları gibi) konusunda çalışan kişi ve kurumlara koz konseptinin tanıtılması,
- Gizliliği sağlanmak kaydıyla, bu konuda çalışan kişi ve kurumları internet ortamında bir araya getirerek GoogleDrive yoluyla bir beyin fırtınası yapılıp, bir koz veri tabanı oluşturulması
- Ermeni soykırım iddiaları konusunda yabancılar üzerinde en etkili kesimlerin başında, Ermeni iddialarını destekleyen Türk akademisyen, sanatçı, tarihçi vb kişiler geliyor. Koz konseptinin bu kişiler üzerinde kullanılarak daha makul hale getirilmelerine çalışılması.
- Gerek Ermeni iddiaları gerekse diğer uluslararası boyutlu sorunlarda dikkati çeken ortak bir nokta, sürekli biçimde “dış mihraklar yakınması”dır. Dış mihrakların var olduğu ve daima var olacağı, bunlardan yakınmanın yerçekiminden yakınmakla eşdeğer olduğu, aslolanın dış mihrakların iştihasını kabartacak düzeyde zafiyet içinde olmamak gerektiği, bunun da yolunun Sorun Çözme Kabiliyetini güçlendirmek olduğu; bunun içinse SÇK’ni zayıflatan nedenlerin anlaşılmasına çalışıp gidermek olduğu yolunda çeşitli yollarla bilinç oluşturulması.
- Dil ve ifade bağlamında:
- Sorun tanımlamanın, çözümün en önemli bileşeni olduğu; doğru tanımlanmamış sorunların çözülemeyeceği konusunda, Ermeni iddiaları bağlamında çalışan kişi ve kuruluşlara iletide bulunulması; bu yolda makale yazılması, konferanslarda kullanılması.
- Ermeni iddiaları konusunda tanımı yapılmamış kimi kavramlar bulunabileceği varsayımıyla, bu yolda bir ortak kavram seti tanımlanması önerilir. Örneğin, çeşitli kişilerin ağzından soykırım, kırım, katliam, cinayet, insanlık suçu, savaş suçu gibi kavramlar duyuluyor. Bunların tanımlanması önerilir.
- Orta ve uzun vadeli, ama tüm sorunlarımızın çözümünde daima ilk sıralarda yer alan yabancı dil yetmezliği konusunda:
- Yabancı dil öğretimindeki olağanüstü başarısızlık, uzun yıllardır harcanan çaba ve paralara karşın çözülememiş; çözülmek bir yana tanımlanamamıştır dahi. Bu yolda bir task force oluşturulması önerilir.
- BNGV tarafından yürütülmekte bulunan Beyaz Nokta Soruları başlıklı Soru Konferansları dizisine dahil olarak, Türkçe dersi içeriğinin ayrı bir ders olmanın yanısıra tüm derslerin dokuları içine yerleştirilmesi önündeki engeller analiz edilebilir. Bu analiz sonuçları MEB’na “pazarlanabilir”.
- Kısa ifade becerisinin öneminin anlatımı ve bu becerinin yaygınlaştırılması.
- Rasyonel ve kritik düşünme becerilerinin yaygınlaştırılması ve bu yolda BNGV’nin “Yaygın ve Yerleşik Ezber Kalıplarının Sorgulanması Projesi”nin daha ilgi çeker hale getirilmesi. Bu bağlamda, Ermeni iddialarıyla ilgili yaygın ve yerleşik kalıplar üretilip sorgulanması.
- Koz konseptinin etkili kesimlerin kavram dağarcığına tanıtılabilmesi konusunda bugüne kadar harcanan çabaların yeterli olmadığı açıktır. Buna göre:
5. Son birkaç söz..
Kanımca bu uzun soluklu bir mücadeledir. Soykırım iddialarını bir koz olarak kullanan hiçbir toplum, kozu tüketerek etkisini sıfırlamak istemeyecektir. Nitekim John Kerry son beyanatında, kendisine yöneltilen “niçin soykırımı tanımıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapta, “o durumda stratejik ortağımızı gücendiririz” ifadesini kullanarak, iddiaların bir koz olarak kullanıldığını itiraf etmiştir.
Burada açıklamaya çalıştığım yaklaşım, yıllardır sergilediğimiz “soykırım yapmadığımızın kanıtlanması” yaklaşımına terstir. Çünkü o yolla sağlanabilecek kazanç cüzidir; hatta, “soykırım yapmadığımız” yolundaki her eylemimiz, konunun aleyhimize gelişmesine yol açıyor dahi denilebilir.
Sorunun çözümü –bence-, özellikle Batı dünyasını karşımıza alacak meydan okumalardan uzak durmak ve kaybedildiği takdirde Batı’nın çıkarlarının tehlikeye düşeceği bir konumu muhafaza etmektir.
Zamanında bizi sırtımızdan hançerleyen Araplara yaranmak amacıyla çağdaş dünyaya sırtımızı dönmek yerine, başta rasyonel ve kritik düşünme becerisi olmak üzere, Sorun Çözme Kabiliyetimizi artırmak ve onun somut aracı olan kozlarımızı güçlendirmek, pek heyecan vermese de güvenli olan yoldur.
Winston Churchill’e atfen anlatılan ve bulanık süs havuzuna düşen yüzüğünü bulmak için paçalarını sıvayıp havuza girdikten sonra ünlü piposunun deliğini parmağıyla kapayıp, tütün haznesiyle havuz suyunu boşaltmasına karşı, onu seyreden dostlarının biraz alaycı tavırla söyledikleri “Bay Churchill, bu şekilde havuzu boşaltmak biraz(!) uzun zaman almaz mı?” sözüne karşı verdiği cevap, bizim için de geçerlidir: “Doğru ama bu yol daha güvenlidir!”.
Türkiye, önemli sorunlarını çözmede “güvenli” yolları seçmelidir.
7 Mayıs 2014 Çarşamba
[1] Söz konusu sorun’a yol açtığı düşünülen bileşenler
[2] (Doğru düşünme) terimiyle, Rasyonel (nedensel) Düşünme ve Kritik (eleştirel) Düşünme bileşenleri kastediliyor.
[3] Kritik düşünme deyimindeki kritik sözcüğü Grekçe krisis = eleme anlamındadır.
[4] Genelde yararlı, fakat belirli bir çözüm açısından etkisi çok sınırlı çözümler kastediliyor.
- Ermeni soykırım iddiaları sorunu için:
-
May 07 2014 İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 3)
(Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 ve Rev 2’dir.
Bu iki yazı http://bit.ly/1pEt1Nx ve http://wp.me/s2t6mi-6830 adreslerindedir..
Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik, Rev 3’e eklenenler ise yeşil italik fontlarla gösterilmiştir)
Yazının başlığındaki soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi? Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir. Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:
(1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),
(2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),
(3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).
Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.
Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.
Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.
Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.
Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.
Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.
Bu bakış açısı altında başlangıçtaki üç soru tekrar gözden geçirilirse:
(1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?
(2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?
(3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?
Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.
Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?
Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir. Örneğin:
(1) Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.
(Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)
(2) İkinci sorudaki, “niçin bu amaç” içinse şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.
(3) Üçüncü soru içinse şu maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?)
Aday 1. Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)
“Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.
Aşağıdaki birkaç örneğin, bu maksim adayının türevleri olduğu söylenebilir:
- Akıl ve sezgi’nin bütünlüğü
- Gerçekliklerin (verity) bütünlüğü (uni-verity » bilim dallarının bütünlüğü)
- İnsanların, kavimlerin, çeşitli görüş sahiplerinin bütünlükleri
- Varlıkların (insan, hayvan, bitki, have, su, taş, toprak vd) bütünlüğü
- Bölünmeye, bütünlüğü bozulmaya konu olabilecek her şey.
Aday 2. Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)
Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.
Aday 3. Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)
Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.
Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.
Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.
Böylece, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:
(1) Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,
(2) Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,
(3) Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,
(4) Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,
(5) Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.
Bütün bunlar yerine “Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, bir sözcükle –ister istemez- cismaniliğe indirgenmiş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine ayrıca işaret edilmelidir.
Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek yukarıda açıklanmaya çalışılan 3 sorulu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?
11 Mart 2014 Salı
1 Nisan 2014 Salı
6 Mayıs 2014 Salı
[1] Vizyon, misyon ve değerler için daha anlamlı karşılıklar olarak sırasıyla “Büyük ve İddialı Sonuç”, “öz-niyet” ve “öz-değerler” terimleri kullanılmaktadır. (bkz. Harvard Business Review, Reprint 96501, “Building Your Company’s Vision”, Collins & Porras, 1996)
[2] “Birey” tanımı için bakınız: http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram
-
Mar 23 2014 Bir “Bireysel Manifesto” denemesi!
Etnik, dini, siyasi alanlar başta, hemen her konuda kutuplaşmış bulunan halkımız bir konuda hemfikir:
“………………. şeklinde düşünüp hareket etmezseniz Türkiye zarar görecek, halkı birbirine düşecek ve düşmanları onu yutacaktır”.
Noktalı yere yazılanlar (iddialar diyelim), kutuplaşmış kesimlerin her biri için farklıdır ve çoğu da birbiriyle çelişir durumdadır; zaten öyle olmasa kutuplaşmalar bu ölçüde olamazdı.
“İddialar”dan hangisinin ne kadar doğru, ne kadar geçersiz, ne kadar cahilce ya da ne kadar akıllıca olduğunu bir an için bir yana bırakalım. Bunların dışında bir “iddia” daha var ki, eğer o doğru ise, diğer tümü bir anda “ihmal edilebilir” düzeye düşmektedir.
O “iddia”yı ortaya koymadan önce, tüm birey, kurum ve toplumun tabi olduğu, oyunun temel kabulleri:
- Birey, kurum ve toplumlar yaşamlarının her anında sürekli olarak sorunlarla karşılaşırlar. Bunlar bazen istenmeyen durumlar, bazen önünde engel bulunan arzulardır.
- Birey, kurum ve toplum olarak her çözülebilen sorun, mutluluğu artırırken bir yandan da Çözüm kabiliyetini artırır ve daha sonra karşılaşılacak sorunları çözme şansını artırır.
- Her çözülemeyen sorun ise mutsuzluk üretirken, bir yandan da sorun stokunu artırır ve daha sonraki sorunları daha dezavantajlı koşullarda çözme zorunluğu yaratır.
- Çözülemeyip stokta biriken sorunlar, ticari, siyasi, tarihi, dini, etnik vbg rekabet içinde bulunulan toplumlarca istismar edilerek, kendilerine birer avantaja çevrilmeye çalışılır. Bunun kibar adı uluslararası ilişkiler’dir. Bu, beğensek de beğenmesek de aynen yerçekimi kadar gerçek bir kuraldır.
- Bu nedenle, açıklanan ve adına Çözüm Kabiliyeti denilebilecek bu özellik, bir toplumun varlığını sürdürebilmesinin temel belirleyicisidir.
Bu temel kabullerin ışığı altında iddia şudur:
- Bu topraklarda yaşamakta bulunan insanımızın “ortalama” Çözüm Kabiliyeti düşüktür ve bu nedenle de sorun stoku –zaman zaman küçük dalgalanmalar gösterse de- sürekli büyümektedir (http://wp.me/p2t6mi-OQ). Çözüm Kabiliyeti mutlak (göresiz) bir kavram değildir. Rakiplerimizin Çözüm Kabiliyetleri göreli olarak daha arttıkça, bizim Çözüm Kabiliyetimiz göreli olarak gerileyerek bugünlere gelinmiştir.
- Bu trajik durumun nedeni, başlangıçta değinilen ve “………..” ile işaretlenen iddialar olamaz. Çünkü, Çözüm Kabiliyeti adı verilen ve bir birey, kurum ya da toplumun çeşitli yeteneklerinin bileşkesi durumundaki özelliğin, bu yeteneklere “ilave bir yetenek” olarak kendi kendinin girdisi olduğu ve bu yolla diğer tüm yeteneklerin (yani “iddialar”ın) etkilerini aşabildiği gösterilebilir (bkz. http://bit.ly/1nEsuOa).
Bu durumda sorulabilecek sorulardan başlıcaları şunlardır:
- Aydın tavırlı kesim, sorunlarımızı çözmedeki sıra dışı yetersizliğin, “üzerinde özel olarak durulması gereken bir sorun olduğu” gerçeğini fark etmek yerine, dış mihraklar gibi yanıltıcı bir nedene niçin bu denli birliktelikle sarılmıştır? (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Yy)
- Söz konusu kesim bu gerçeği fark etse dahi, bu hastalığın tedavisi için işe yarar bir yaklaşım üzerinde uzlaşılabilir mi?
Birinci soru üzerinde hep birlikte düşünmek iyi olur.
İkinci soru’nun yanıtı içinse şunlar söylenebilir:
- Evet, işe yarar çözümler vardır. Bunlar akşamdan sabaha herkesi mutlu edebilecek sonuçlar üretemeyebilirler, fakat tedrici biçimde toplu olarak iyileşmeler sağlayacakları neredeyse kesindir.
- Geride kalan yıllar boyunca sorun stokumuzun arttığı; bu nedenle işe yarar çözümlerin her geçen gün daha güçleştiği bir gerçektir. Ama bir diğer gerçek de, bu satırların yazarının hatırlayabildiği en az 50 yıldır, orta ve uzun erimli yaklaşımlara rağbet edilmeyip daima “acil çözümler” peşinde koşulduğudur.
- Bugün yine “şimdi ve burada” tipi çözümler aranmakta olup, başlangıçta değinilen “iddialar”ın hemen hepsi bu tip yaklaşımlardır.
- Buna göre ortada bir sorun olduğunu düşünenlerin –ki bu, üzerinde uzlaşılmış değil, herkesin kendi meşrebine göre tanımladığı sorunlardır- şunları kabul etmeleri gerekmektedir:
(1) “Hemen ve burada” tipi çözümler yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Acil olduğu düşünülen her sorun, zamanında önemsenmemiş (rağbet edilmemiş) sorunlardır.
(2) İyi tanımlanmamış, kök sorunları belirlenip sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanmamış ve aralarındaki etkileşimler net olarak ortaya konul(a)mamış sorunlar çözülemezler. Bu yolda, yeterli netlikte anlayışlar geliştirilmeden girişilecek, kısa erimli denemeler, her defasında yeni sorunlar üremesine yol açmış, bundan sonra da açmaya devam edecektir.
(3) Çözüm Kabiliyetimizin bu denli düşük olmasına yol açan bir dizi sorunun çözümlerinin bir paket olarak ortaya konulup, tümünün birlikte uygulanmasının –her ne kadar doğru ise de- mümkün olamayacağı bellidir.
Bunun yerine, en tahripkar sorun olduğu düşünülen:
En güvenilir ve etkili sorun çözme aracı olan insan malzememizin potansiyelini büyük ölçüde azaltan, dogmalardan uzak, akıl ve sezginin hem birbirini denetleyebilir hem de yaratıcılığı uyaracak biçimde kullanılıp, bir aydın sorumluluğu içinde uygulan(a)mayışı
üzerinde yoğunlaşılacak tek konu olarak ele alınması önerilir. Buna göre, bu sorunun ifadesinde yer alan:
– Dogmalar ve benzeri nedenlerle özgür düşünemeyişin,
– Akıl ve sezginin birbirini destekleyip denetlemesi yerine, birbirinin etkilerini zayıflatmasının (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu),
– Doğru düşünülerek geliştirilen çözümlerin ise uygulama aşamasına önderlik edilemeyiş ya da en azından katılmayışın
nedenleri üzerinde, tüm gönüllü örgütlenmelerin gevşek bir birliktelik içinde çalışarak kendi özgün çözümlerini geliştirip uygulamaları, kısa vadeli yaklaşımların karşı konulmaz çekiciliğine rağmen yine de en doğru yaklaşım olacaktır.
Bu bireysel öneriler ne yazık ki hemen her yurttaştan katkı bekleyen, sadece az sayıda sorumlu aydının çabalarına ihale edilmemesi gereken önerilerdir. Seçim bizim, sonuçları ise yine bizim olacaktır.
Tınaz Titiz
23 Mart 2014
-
Mar 11 2014 İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev2)
İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 2)
(Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 olup, http://bit.ly/1pEt1Nx adresindedir.
Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik fontla gösterilmiştir)
Bu soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi?
Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir.
Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:
(1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),
(2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),
(3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).
Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.
Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.
Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.
Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.
Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.
Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.
Bu bakış açısı altında üç soru tekrar gözden geçirilirse:
(1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?
(2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?
(3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?
Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.
Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?
Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir.
Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.
(Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)
İkinci soru olarak ortaya koyulan, “niçin bu amaç” sorusuna ise şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.
Örneğin, Üçüncü soru’nun yanıtları bağlamında ise aşağıdaki maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?):
Aday 1. Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)
“Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.
Aday 2. Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)
Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.
Aday 3. Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)
Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.
Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.
Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, birlik ve dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.
İşaret edilmesi gereken bir nokta da, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:
(1) Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,
(2) Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,
(3) Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,
(4) Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,
(5) Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.
“Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, ancak sorgulamadan kabul edilebilir bir forma dönüştürülmüş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine işaret edilmelidir.
Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek bu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?
11 Mart 2014 Salı
2 Nisan 2014 Salı
[1] Vizyon, misyon ve değerler için daha anlamlı karşılıklar olarak sırasıyla “Büyük ve İddialı Sonuç”, “öz-niyet” ve “öz-değerler” terimleri kullanılmaktadır. (bkz. Harvard Business Review, Reprint 96501, “Building Your Company’s Vision”, Collins & Porras, 1996)
[2] “Birey” tanımı için bakınız: http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram
-
Ara 18 2013 Anneler ve çocuklar..
Şahit olduğum iki olayı, tam hatırladığım şekliyle sizlere aktarmak ve annelere (ve babalara) naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu tavsiyem kuşkusuz bir uzman görüşü değildir; sadece güneşin doğuşunu daha çokça görmüş sıradan bir kişinin aktarımları olarak alınız lütfen.
Her iki gözlem de bir tenis kulübünde, birbirinden farklı zamanlarda oldu. Birincisi çok kısa, diğeri kısa metrajlı bir film gibi.
Bir akşamüstü; okul çıkışı annesiyle birlikte özel tenis dersi almak üzere kulübe gelmiş bir küçük çocuk ve annesi. Çocuk 10-11 yaşlarında, ufak tefek. Bir saat kadar tenis dersi almış, okulun verdiği yorgunluğun üzerine bir de tenis dersi binince hafif tertip pilini bitirmiş, ayakta sallanıyor.
Annesi ise tenis hocası ile hafif bir ağız dalaşında ve çocuğun biraz daha çalıştırılmasını istiyor.
– Hanımefendi, Ahmet (isim değiştirildi) zaten yorgun geldi, bir saat de çalıştık. Bu yaştaki bir çocuk için daha fazlası zarar verir.
– Hocam, bu dedikleriniz bir iddiası olmayan çocuklar için; benim çocuğum şampiyon olacak. Bu nedenle de çok çalışması lazım.
Bu arada Ahmet de söze karışıyor:
– Anne ben çok yoruldum.
– Sen kes, seninle ilgili değil, hocanla konuşuyorum.
Anne haklı. Mesele gerçekten de Ahmet ile ilgili değil, annesi ile ilgili.
İkinci gözlem!
Bir Pazar günü, bir arkadaşımla kort ayırtmadan “belki buluruz, bulamazsak da kahve içip laflarız” gibisinden kulübe gelmişiz. Fakat bilmediğimiz, o gün Türkiye çapında 12 yaş altı çocuklar için bir turnuva olduğu. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Kafeteryada zar zor bir yer bulup oturduk kahve içiyoruz. Öyle kalabalık ki sandalyeler dip dibe.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hemen hepsi de anne ve/ya babası (genelde de anneleri ile) ile gelmiş küçük tenisçiler.
Hemen yanı başımızda bir masa, bir küçük tenisçi ve annesi oturmuşlar. İster istemez tüm konuşmaları –o uğultu içinde- bizim masadan tam olarak duyuluyor. Anne de farkında ama bunu düşünebilecek durumda değil. Çünkü büyük bir felaket ile uğraşıyor: Çocuk rakibine yenilip elenmiş!
Belli ki anne de tenis oynuyor veya biliyor. Çocuk gözleri yerde, dokunsan ağlayacak, süt dökmüş kedi gibi “suçlu”. Konuşmalar şöyle:
– Yüzüme bak yüzüme, gözlerini benden kaçırma. O ne biçim bekhentti (back-hand)?
– Anne a..
– Kes konuş demedim. Böyle bir eşekliği nasıl yaparsın, n’olucak şimdi. Ben sana defalarca demedim mi bekhendine dikkat et diye. Söylemesem yanmicam.
– Anne çişim var gideyim mi.
– Git ama çabuk gel, bu eşekliğin hesabını vereceksin.
Eminim ki çocuğun çişi filan yok, ama bu manevi (ve gerçek) işkenceden birkaç dakika olsun kurtulmak istiyor.
Fakat anne huzursuz, ne yapacağını bilmiyor. Cep telefonunu çıkarıp bir arkadaşını arıyor.
– Alo Sevinç (isim değiştirildi) sen misin. Sana bir şey anlatacağım. Berk (isim değiştirildi) yenildi. Karşısındaki de zayıftı ama öyle bir bekhent vurdu ki maçı verdi elendi.
– ….???
– Ya ne demek aldırma, n’olacak şimdi. Ama neyse şimdi Hüseyin (ismi hatırlamıyorum) geldi, kapıyorum.
Çocuk henüz çişten dönmedi, ama çocuğun bu arada babası da geldi.
– N’oldu ne bu halin?
– Elinin körü daha n’olsun, yenildi işte. Hakkıyla yenilse neyse, görmedin mi o bekhendi.
– Ya olur öyle şeyler, gelecek turnuvada daha iyi oynar.
– Zaten senin bu gevşek tutumundan böyle oldu. Sizin bu kafalarınızla bu çocuktan (bu ara çocuk da çişten döndü dinliyor) bir b..k olmaz.
Sizlerle iki gözlemimi paylaştım.
Her iki anneyi de anlıyorum. Bir çocuğu doğurup dünyaya getirmek bir babanın belki anlayamayacağı bir sihir. Onun herkesten iyi, üstün olmasını istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü içten içe doğal seçimin acımasızlığını hissediyor. Çocuğunun elenecekler içinde olmasını istemiyor. Bu çok saygı duyulması gereken bir duygu.
Ama bu isteğini gerçekleştirmek için tuttuğu –ve büyük olasılıkla farkında olmadığı- yolun, kesinlikle çocuğunu tahrip ettiğinin de farkında değil.
Bu olay beni derinden etkiledi. Hatta, o konuşma sırasında bir yolunu bulup bir şekilde uyarmayı da düşünmedim değil. Fakat, bir işe yaramayacağını, hatta ters bile tepeceğini düşünerek vazgeçtim.
Hepimiz yaşam boyunca birçok bekhendi yanlış vuruyoruz. Ama birileri sürekli olarak bize süper insan muamelesi yapıp, bu yanlışları kafamıza kakarsa gerçekten birinci sınıf beceriksizler –en hafif sonuç- olup çıkıyoruz.
Bireysel yaşamda acı sonuçlar veren bu tutumlar, kurumsal yaşamda da benzer insanlar yaratıyor. Bu yüzden de artık kurum yöneticilerinin “yanlış bekhend vuranlara manevi işkence yapmasını değil”, onlara sakin birer öğrenme ortamı hazırlayıp, gerisini doğanın tedavi ediciliğine bırakması yaklaşımı benimseniyor.
18 Aralık 2013