• Hükûmetler için “Anahtar Başarım Ölçütleri (KPI)”

    Medyada yıllardır iktidar ve muhalefet partilerinin karşılıklı atışmalarını izleriz. Her başarısız karar ve eylemin bulunabilecek iyi bir yanı olduğu gibi, her başarılı olanın da mutlaka bir olumsuz yanı vardır; olmasa da bulunur.

    Akşama kadar sürücülerle uğraşarak bitap düşmüş trafik polisi, mesaisini bitirmeden önce son ceza yazdığı kişi diklenip de “memur bey, neyimi eksik buldunuz da ceza yazıyorsunuz” diye sorunca, “kardeşim yorgun argın beni uğraştırma, şimdi arasam en az on tane eksiğini bulurum” dediği gibi..

    Başarım Ölçütü[2] (PI), herhangi bir eylemin, karşılaştırılabilir başarılı bir örneğe göre durumunu gösteren ölçüt olup bu; sayısal ve/ya sözel bir yargı olabilir. Örneğin, vatandaşın alım gücü düşüktür denildiğinde, bu sözel yargının karşılaştırılabileceği mutlaka daha yüksek bir alım gücü  referans olarak gösterilebilmelidir.

    Bir kurumun –ki hükûmet de bir kurum olduğuna göre- çok yönlü eylemleri için çok sayıda ve aralarında girift ilişkiler bulunan başarım ölçütü (PI) söz konusudur. Seçmen denilen ve çoğunluğunu sokaktaki insanın oluşturduğu büyük kitlenin, bu karmaşık ilişkileri ne değerlendirebilecek bilgi ve zamanı ne de yeterli veriye erişebilecek imkanı vardır.

    Bu büyük kitlenin bir bölümü ise ortalama nitelik açısından daha yüksek düzeyli olduğuna göre, en azından onların, hükûmetlerin eylemlerindeki başarıyı daha objektif olarak değerlendirebilmeleri için, daha az sayıda ve doğurgan PI  gerekir ki buna anahtar başarım ölçütleri (KPIs)[1] denilmektedir.

    KPI olmazsa n’olur?

    Bir şaka olarak geçmişteki Sovyetler Birliğindeki atletizm yarışması sonuçlarını veren TASS ajansının haberindeki gibi olur: “Bugün yapılan atletizm yarışlarında Sovyetler çok değerli bir ikincilik kazanmıştır” haberine konu olan yarışlar meğer sadece iki ülke arasında yapılıyormuş.

    Bir ilke olarak, genel kabul görebilecek bir referansa göre ifade edilmeyen her başarı ve de bunlara aynı şekilde referanssız yöneltilen eleştiri dikkate alınmaya değer değildir.

    KPI içinde neler bulunmalı?

    Bir hükûmetten beklenen temel işlev, devlet aygının iyi işlemesini sağlayarak, halkın[3] ekonomik ve sosyal gönenci ile iç-dış güvenliğini sağlamak ve bütün bunların bir bileşkesi olarak bekasını temin etmektir. Bu 5 alanın her birisi açısından “anahtar” sayılabilecek başarım ölçütleri KPI olarak kabul edilebilir.

    KPI nasıl belirlenecek?

    KPI belirleme işi yarısı teknik, diğer  yarısı sanat[4] sayılabilecek bir konudur. Ekonomik gönencin ölçütleri ekonomistlerin konusudur. Fert başına milli gelir, enflasyon, büyüme, cari açık ve benzeri sayısal ölçütlerden hangilerinin “anahtar” sayılabileceği konusunda bir uzlaşıya varabilirler. Sosyal gönenç ölçüleri ise İnsani Gelişme İndeksi[5] ile ölçülendirilebiliyor.

    İç güvenlik konusunda kullanılabilecek bir ölçüt bileşeni, NATO üyesi ülkelerdeki büyükelçiliklerin, bulundukları ülkelerdeki iç güvenliği rapor etmeleri için kullandıkları Kargaşa Kriterleri olabilir. İç güvenlik örgütünün kullanması gereken PI, bunu da içeren ama daha çok bileşenli bir bileşik ölçüt olmalıdır.

    Dış güvenlik ölçütü ise, komşu ülkelerle ilişkiler başta olmak üzere, ülke toprakları ve nüfusu üzerinde beslenen niyetleri içeren karmaşık yapılı bir ölçüt olmalıdır.

    Beka konusu ise çeşitli yetkinliklerin birarada ele alınmasıyla değerlendirilebilir. Bu yetkinlikleri bir bütün olarak değerlendirebilen bir bileşik ölçüt ise Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi[6] olabilir.

    Görüldüğü gibi, ölçütlerin pek çoğu, teknisyenlerin kolayca uzlaşabilecekleri sayısal değerler değildir. Ayrıca, özgürlük, demokrasi, kararlara katılım gibi konularda da geliştirilebilecek çeşitli ölçütler olabilir ve olmalıdır.

    Buradan varılabilecek sonuçlardan birisi gerek iktidar gerek muhalefet partilerinin, seçmen kitlesini –kendi eylem ve savları konusunda- ikna etmede kullanabilecekleri gerçekçi ölçütlere olan ihtiyaçlarının kaçınılmazlığıdır.

    Bu tür ölçütler olmaksızın gerek kendini övmek gerekse diğerini yermek son derece kolaydır ve o derecede de çürüktür.

    Bu ihtiyaç ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçeklerde de geçerlidir.

    Yaklaşan yerel seçimler ve sonrasında yapılacak genel seçimler  için gerek iktidar, gerekse muhalefet partilerinin, seçmene saygılarının mutlak bir gereği olarak yerine getirmeleri beklenen görev, ortalama seçmenin anlayabileceği basitlikte bir “ölçü aletleri tablosu” (dashboard) ortaya koymaları ve siyasi rakipleriyle bu konuda uzlaşabilmeleridir.

    Seçmene bu bağlamda düşen görev ise, ölçütsüz övme ve yerme’lerin, seçmeni cahil ve aptal yerine koymak demek olduğunun farkında olmaktır.

    16 Ekim 13 Çarşamba



    [1] Key Performance Indicator (KPI)

    [2] Performance Indicator (PI)

    [3] Halk, yurt içi ve dışında halen yaşamakta bulunanlar, aramızdan ayrılmış olanlar (vasiyetleri yoluyla) ve henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak dikkate alınırsa, çoğulcu demokrasinin tanımına uyulmuş olur.

    [4] Hewlett-Packard mühendisleri, Break Even Time (BET) adında bir ölçüt geliştirmişlerdir. Bu ölçüt, ürün geliştirme çevriminin (cycle) etkinliğini ölçmektedir. BET, ürün geliştirme çalışmalarının başından, ürünün pazara sunulduğu ve o ürünün geliştirilmesi için yapılan yatırımın, geliştirilen ürünün satışından sağlanan kârla başabaş geldiği ana kadar geçen süreyi öçmektedir. BET, etkin ve verimli bir ürün geliştirme sürecinin 3 kritik elemanını tek ölçü içinde birleştirmektedir: Bu elementlerden birincisi ürün geliştirme konusundaki başabaş noktasıdır. İkincisi, BET, kârlılığı vurgulamaktadır. Kârlılık yoluyla Pazarlama Yöneticileri, İmalat Personeli ve dizayn mühendisleri birlikte çalışmaya özendirilmektedir. Ve üçüncü olarak, BET’e süre egemendir. Yeni ürünlerin, rakiplerinden daha hızlı olarak pazara çıkabilmesi, süre ile ilgilidir. Bu 3 bileşeni tek ölçüt içinde toplamak bir sanat sayılmalıdır.

    [6] Bkz. Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi, http://wp.me/p2t6mi-OQ

  • İslam’ın kurucu ilkeleri –herkesçe- bilinmeden din istismarı önlenebilir mi? (Rev 1)

    Kavramlar dünyasında somuttan (örn. elma) soyuta (örn. elmanın lezzeti) doğru gidildiğinde, ister istemez yorum farklılıkları da artıyor. Bu yaklaşıma göre en soyut kavramlar inanç alanında olduğuna göre, en dağınık yorum farkları da inanç alanında olacaktır. Öyleyse öyledir denilebilir ama bu yorum dağınıklığı bir şekil sorunundan öte sonuçlar yaratmaktadır. Bir an için, din değiştirmek isteyen bir Hristiyan, bir Musevi ya da daha iyisi, herhangi bir dine mensup olmayan bir kişi düşününüz. İslam dininin –ritüellerini, menkıbelerini vb değil de- temel ilkelerini öğrenmek istese ne yapacaktır? Sadece din konusunda değil, soyut kavramların çokça olduğu alanlarda bilgi sahibi olmak isteyen kişilerin bu ihtiyaçlarının giderilmesi için kullanılan araç “maksim[1]” adıyla biliniyor. Örneğin “bilim” kavramı da soyuttur ve kolay anlaşılabilmesi için maksimlere ihtiyaç vardır. (Bu konuda yapılmış bir çalışmada  6 ana başlık altında 16 maksim belirlenmiştir) Bu yapılmaksızın, soyut kavramlara dayalı bir alanda bilgi sahibi olmak isteyenleri, o alandaki yazılı kaynak ve söylemlerle başbaşa bırakıp yolunu bulmasını istemek de bir yoldur; ama, bu yolun yan ürünlerinin din istismarcıları olduğu gerçeğini de unutmamak kaydıyla. Bu iki seçeneğin dışında bir yol, o alana ait temel yol göstericileri (maksimler) ortaya koyup, gerisini bireysel yorumlamalara bırakmak olabilir. Bu durumdaki yorum farklılıklarının herhangi bir istismara yol açması beklenmez; çünkü istismar alanının çevresi maksimlerle çevrilmiş ve dışı yasak bölge olarak ilan edilmiştir.

    Mesele sadece istismar konusu da değildir!

    Bir örnekle açıklamak gerekirse “kurban” konusu ele alınabilir. Mevcut Türkçe çeviri ve tefsirleri içinde birkaç tanesi haricindekiler[2], “kurban”ı bir hayvanın kesilmesi şeklinde yorumluyor. Halbuki, bu konuda fikir beyan edebilecek kaynaklar “kurban” sözcüğünün en az 10 ayrı –ve çok farklı- anlamları olabileceğini, bir bölümünün “kesmek” fiili ile ilgili olmadığını, Allah’a yaklaşmak olarak anlamlandırılabileceğini ileri sürüyor. Bu basit örnek, maksimler konusunun sadece “yararlı” değil, aynı zamanda “zorunlu” da olduğunu gösteriyor.

    Önemli sorular!

    Yaklaşık 1400 yıl önceki Arap dilinin terminolojisiyle ifade edilmiş son derece soyut kavramları, bugünün Arapça bilgisinin Türkçe karşılıkları kullanılarak yapılan tefsirlere dayanarak bir dinin ilkeleri her birey tarafından tam anlaşılabilir mi? Ve Eğer anlaşılamaz ise, herkes –en iyi niyetlerle dahi olsa- bu dini kendi özel durumu ve ihtiyaçları bağlamında yorumlamaya girişmez mi? Bu girişim, dinin ticari, siyasi ve/ya ideolojik istismarı anlamına gelmez mi? Bu istismarın yaygınlık ve derinliği, nüfusun kalabalıklığı ve eğitilmişlik durumuna bağlı olarak nerelere kadar varabilir?

    Ne yapılmalı?

    Bir toplumun inanç dağılımının bir ucunda bir dine gereksinim duymayanlar, öbür ucunda ise yaşamına bütünüyle dini referansların yol göstermesini seçmiş olan bireyler olacağına göre, nüfusun önemli bir bölümünün, inandığı dinin kurucu ilkelerini (maksimler) referans noktaları olarak alması, bir yandan farklı düzeydeki inanç derinliklerine izin verse de olası istismarları büyük ölçüde ortadan kaldırabilecektir. Bu maksimlerin, Kuran’ın kesin yap / yapma’larını ifade edecek şekilde seçilmesi, geniş bir alan içindeki farklılıklara cevaz verecektir. Böylece, inanan-inanmayan gibi son derece yıkıcı bir bölünmüşlük yerine, aynı temel ilkeleri benimsemiş geniş halk kesimlerinin inanç dünyalarındaki farklılıklar söz konusu olabilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İslam’ın temel ilkeleri deyimiyle kastedilen, “İslam’ın şartları” ya da “iman’ın şartları” değildir. Bunlardan birincisi Müslüman sayılmanın koşullarını, ikincisi ise nelere iman edilmesi gerektiğini belirtir. Aranan, kendini Müslüman sayan bir kişiye, dini yaşamında ya da dinini yaşamasında yol göstermesi beklenen “temel” ilkelerdir.

    Maksimler nasıl belirlenmeli?

    Eğer yukarıdaki açıklamalar yönündeki bir biçimde belirlenmiş maksimler zaten varsa, mesele sadece bunların bilinir kılınmasından ibarettir. Eğer yok ise, Kuran’ın en güvenilir çevirisi, maksim olabilecek hükümleri vurgulanmış bir formatta yazılarak ortaya konulmalıdır. http://bit.ly/PhdrXn adresindeki yazım biçimi bu tür bir iş için uygun olabilir. Kuşkusuz bu arada atlanmaması gereken önemli bir nokta, çeşitli kesimlerin bunu bir bidat olarak nitelemeleri riskine karşı, bu alanın söz sahiplerinin konuyu sahiplenip gerekli aydınlatmayı yapmaları gereğidir. 12 Eylül 13 Perşembe



    [1] Maxim – Genel olarak, yaşam içinde rehber olarak kullanılmak üzere basit ve kolay hatırlanabilir bir kural. Maksimler genellikle halk ağzı veya basmakalıp olarak bir söylemin taşıdığı mesajlardır. Oxford Dictionary of Philosophy[1].
    [2] Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları No 86 ve R.İ.Eliaçık, Yaşayan Kuran, 2007
  • İstanbul trafik sorununa çözüm..(şakadır)

    Bir alan için üretilmiş bulunan bir teknolojinin bir başka alanda kullanımına teknoloji transferi deniliyor. Tıp alanı, bu tür transferlere en çok konu olan alanmış.

    Bu kavramdan yararlanarak, giderek karmaşıklaşan İstanbul trafiğine kesin çözüm olabilecek bir öneriyi dikkatlere getirmek istiyorum. Ama önce, bir başka alan için geliştirilmiş bir inovasyonu örnek verip, onu kullanarak trafik konusundaki önerimi açıklayacağım.

    Elektrik enerjisinin A.B.D.de evlerde ilk kullanılmaya başladığı yıllarda, voltajın ne olması gerektiğini uzun uzun tartışan uzmanlar 110 volt’un uygun bir değer olduğunda karar kıldılar. Ortalama insan bedeni için güvenli sınır 65 volt kadar olsa da, bu düzeydeki bir voltajın standart olarak benimsenmesinin, dağıtım hatlarını çok kalınlaştıracağı, dolayısıyla da ekonomik açıdan doğru olmayacağı nedenle, güvenli sınırın  pek de fazla üstünde olmayan 110 voltu benimsediler. Bütün elektrikli cihazlar bu standarda göre üretilmeye başlandı.

    A.B.D.den sonra Avrupa’da da yaygınlaşan elektrik enerjisinin voltajı ikinci defa tartışma konusu olunca, uzmanlar bir gerçeği fark ettiler: 110 volt, güvenli sınırın zaten %70 kadar üzerindeydi; buna göre 110 volt ile mesela 220 volt arasında öldürücülük açısından bir fark yoktu. Ayrıca, 110 voltluk telleri yalıtmak için kullanılan izolasyon 220 volt için de mükemmelen yeterliydi. Ama bir büyük avantaj, tellerin yarı yarıya incelmesiydi ki, bu bakır sarfiyatının, dolayısıyla da maliyetlerin önemli ölçüde azalması demekti.

    Bunun üzerine standart gerilim değeri olarak 220 volt benimsendi ve bugünlere kadar gelindi. Bu arada İstanbul’un birçok semtinde de ‘70li yıllara kadar 110 volt standart voltajdı; daha sonra hepsi 220ye çevrildi.

    Şimdi, bu konudaki deneyimin bir teknoloji transferi yapılarak İstanbul’un ve trafik sıkışıklığı olan dünyadaki tüm kalabalık şehirlerin trafik sorununun nasıl çözüleceğini açıklayabilirim. Şöyle ki:

    Şehir içi hız sınırı 50 km/s olsa da, bağlantı yolları için 70 km/s hız şu an için standart. Trafik denetimlerinde bu sınırın %10 kadar üstüne tolerans gösterildiğine göre 77 km/s fiili trafik akımındaki izin verilen sınırdır denilebilir. Şimdi bunun %17 artırılarak 90’a çıkarılması planlanıyor. Böylece, trafik akımında bu ölçüde bir ferahlık sağlanabilecek.

    Önerimin can alıcı noktası tam burada: Şu anda trafikte bulunan şehir içi yollarda, pizzacı motorları ve minibüslerden sonra en çok kullanılan hafriyat kamyonları ve TIR’ların hız kapasiteleri 180 km/s’ten az değildir. Bu araçlar ve taksiler ticari rekabetin en keskin olduğu araçlar olduğu için, yıpranma vs nedeniyle bu kapasitenin katiyetle altında olmayıp çoğu 200 km/s’in bile üzerindedir.

    Artacak hızla birlikte, bu hız içinde yaşamaya alışık olmayanlar nedeniyle –o da başlangıçta- bir miktar kazalarda artış olsa da, bir süre sonra geride kalanlarda biyolojik seçim nedeniyle uyum artacak ve kazalar önemsenemeyecek rakamlara inecektir. Daha dirençli bir nüfus yapısı, bu önerinin yan yararlarından sadece birisidir.

    Buna göre, bağlantı yollarındaki fiili standart hızın 77den 90a çıkarılması yerine 180e çıkarılması halinde, trafik akım hızında %134 gibi büyük bir rahatlama sağlanacaktır. Trafik polislerinin %10luk toleransları da eklenirse 200 km/s değerine erişilecektir. Bu rakam muhafazakar bir değer olup, azalacak nüfus da hesaba katılırsa ferahlık daha da artabilecektir.

    Bu fikrin doğrudan kendi aklımın ürünü olmadığının bilincindeyim. Bir kısım akademisyenlerin ilk fikir çekirdeğini geliştirdiklerini tahmin ediyorum. Fakat, elektrik alanından trafik alanına teknoloji transferi bana aittir.

    Bu öneri yürürlüğe girdikten ve ilk sonuçlar alındıktan sonra, birçok metropol yöneticisinin, İstanbul ekibini transfer etmek için sıraya gireceklerini tahmin etmek zor değildir. Her halde en büyük kazanç da bu olacaktır.

    Bu tür süreçlerde daima isimsiz kahramanlar olur. Ben naçizane olarak kendimi onlardan birisi sayıyorum ve işin onurunu önde gelenlere bırakıyorum. Ama içten içe bir buruk gurur da yaşamıyor değilim. Kendi aklımla çok yaşayayım e mi!

    4 Eylül 2013

  • Sözler ve doğru düşünme..

    Doğru düşünme bir zincire benzetilebilir. Düşünme sürecindeki her yargı, zincirin bir baklası gibidir. Nasıl ki bir zinciri, belirli bir kuvveti taşıyabilecek şekilde yapmak için her baklasını aynı sağlamlıkta yapmak gerekirse, bir düşüncenin de doğru olabilmesi için, her yargısının aynı sağlamlıkta olması lazımdır.

    Arada yalnızca bir baklası zayıf olan uzun bir mantık zincirinden oluşan bir düşüncenin, bütün doğru görüntüsüne (içindeki yargıların % 99.9999’u doğru olabilir) rağmen, “doğru” olmadığı günlük hayatta sık rastlanan olaylardandır. Bu zincirlerin bir bölümü ise ülkenin hayati denilebilecek sorunlarına ilişkindir. İşte o yüzden üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır.

    Bu niye böyledir? % 99.9999’u doğru olan bir düşünceye niçin bir (veya daha fazla) bozuk bakla eklenir? Bunun “niçin” böyle olduğundan önce, “nasıl” yapıldığına bakılmalıdır.

    “Bozuk Bakla”, ilk anda zannedilebileceği gibi mantığı yanlış bir bakla değildir. Zaten öyle olsa onu kullanan da farkına varır kullanmazdı.

    Ama, mantığı doğru da değildir. Daha doğrusu, mantığının ne olup ne olmadığı belli de değildir. Ama mutlaka süslü, tumturaklı, dinleyeni ciddiyete davet eden, bazen şiir, bazen atasözü gibi ve kolay kolay doğruluğundan şüpheye düşülmeyecek kadar ikna edicidir. Zaten tehlikesi de buradadır.

    Saçma sözler, karışık kafa ürünleri ve bu gibi konularda ihtisas sahibi(!) olmayanlarca kolay anlaşılamayan bu sözler biraraya getirilerek makaleler, kitaplar yazılabilir, söylevler verilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşünceler, ilk defa deneyenler için üretimi oldukça zor görünebilir. Ama zamanla alışkanlık kazanılır ve özel bir çaba sarfetmeden üretilebilir. Hatta yeterince geyret gösterilirse, insan kafası tamamen bunları üretir hale de getirilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncelere örnekler vererek anlaşılması daha iyi sağlanabilir. Mesela;

    –        “Bin yıllık tarihimizin sayfaları bu gibi olaylarla doludur” (inanmayanlar oturup bin yıllık tarihimizi inceleyebilirler)

    –        “Daha mutlu, daha müreffeh olmak istiyorsak çalışmalı, ama çok çalışmalıyız” (çünkü o zaman düşünmeye vaktiniz ve de ihtiyacınız kalmaz)

    –        “Geri kalmışlık zincirlerinin kırılıp, refaha doğru emin adımlarla yürümek…”.

    Buna benzer örnekler artırılabilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncenin “niçin” üretildiğine gelince: Örneklere bakılarak bunun bir abesle iştigal olduğu düşünülmemelidir. Bu tür baklalar birkaç sebeple üretilir. Bir sebep, “işine öyle gelme” dir. Hasmını muhtelif parçalara ayıran bir kişi, emniyetteki sorgulamasında, eğer gerçeği itiraf etmek niyetinde değilse, bu tür zayıf baklalardan kullanmak zorundadır.

    Bir çok “doğru” şey söyleyecek, araya bir veya birkaç tane “tam doğru olmayan” bakla sıkıştıracaktır.

    “Sayın memur bey, maktul(e) bana borçluydu (doğru). Defalarca ödemesini istedim (doğru). 
Her defasında bir bahane buldu (doğru). Son defasında üstüme saldırdı (doğru değil). Ben de onu doğradım (doğru).”

    İkinci ve daha sık rastlanan bir sebep “sıkışmak”, yani zaman ve/ya bilgi açısından cevap verememek durumunda kalmaktır. Genellikle politikacılar sıkıştıklarında “Bozuk Bakla” tipi düşüncelerden yararlanırlar.

    Temelde doğru olmayan ya da yeterli bilgi sahibi olunmayan bir düşünceyi savunmak için bu tür “bakla”lara ihtiyaç vardır.

    Tek bir “Bozuk Bakla”, imkansızı mümkün kılar.

    Eğer söylenen sözler hayati bir konuya ilişkin değilse, vakit kaybından başkaca uğranılan bir zarar yoktur. Ama eğer öyle değilse, üzerinde o sözlerin söylendiği sorun çıkmaza itilmiş olur.

    Hele aynı tür düşünce, çok sayıda ağızdan tekrarlanırsa, çıkmaz bu defa perçinleşmiş olur ve “eğri”, “doğru” olarak yerleşir.

    İlke olarak “Bozuk Bakla” tipi düşünce üretiminde, önce zincirin son baklasında varılacak yargı peşinen ortaya konulur. Ondan sonra gerekli baklalar dizilip zincir tamamlanmaya çalışılır.

    Burada karikatürize edilen düşünce sistematiği toplumumuzda oldukça yaygındır. Sokaktaki insanın, hatta ortalama elitin bu sistematikle düşünüp konuşması yine de pek zararlı sayılmayabilir. Ama işi, kopuksuz, hatasız düşünce zinciri kurmak olan, buna göre yetiştiği varsayılan insanların bu sistematiği kullanmalarını açıklayabilmek ve kabullenebilmek kolay değildir. Bu durumun tek açıklaması, insanımıza, okul-aile-çevre üçlüsünce verdiğimiz eğitimin, ancak bu tür düşünebilen insanlar yetiştirebildiğidir.

    Bu hastalığın sonuçlarının ne denli onulmaz olduğunu görebilmek için, iki ayrı düşünce tipini kullanan toplumların, sorunlara yaklaşımlarına göz atmak yeterlidir.

    Akılcı düşünce ile yetişip bunu bir yaşam biçimi haline getirebilen toplumlarda sorunlara yaklaşım, yol gösterici, insanların ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini gösterebilen sonuçlar üretir. “Bozuk Bakla” tipi düşünen toplumlarda ise en küçük sorunlar dahi içinden çıkılmaz hale gelir.

    Bu hastalık tedavi edilebilir mi? Sonucu kestirmek güçtür. Ama en azından tedaviye çalışılabilir. Bu illete yol açan etkenlerin başlıcası, süslü, tumturaklı, sınırları belli olmayan, yuvarlak söz etme merakıdır. O halde öncelikle bu terkedilmelidir.

    Her nerede bu türlü sözlere (ve yazılara) rastlanırsa, orada eğri bir düşünce üremekte olduğundan şüphelenilmelidir.
Bu tür sözleri kullananlara dikkat edilmeli, uyarılmalı, kısa adımlı, sağlam, basit düşünmeye, konuşmaya davet edilmelidirler. (Mümkünse, anayasaya, “Tumturaklı Söz Dinlememe Özgürlüğü” şeklinde bir temel özgürlük maddesi konulmalıdır.)

    Doğru düşünmek bir seçenek değil bir görev, hem de en temel ahlaki görevdir. Kendini daha doğru düşünmek konusunda geliştirmeye çalışmak, bu öldürücü illetten kurtulmanın en sağlam yoludur.

    12 Eylül 1992

  • Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenlerinin irdelenmesi

    Taksim Gezi Parkı olaylarının nedenleri ve sonuçlarını irdeleme amaçlı sanal beyin fırtınasının (e-BF) süzülmüş  sonuçları.. (Rev 3.0 – 16.07.2013)

    ÖZET

    Gezi Parkı olayları ilk defa karşılaşılan bir toplumsal olay gibi görünse de, aslında çeşitli kisveler altında çok sık olarak ortaya çıkan bir durumdur. Şablon’un aşamaları şöyledir:

    (1)  Biz bir sorun yaratırız ya da önümüze bir sorun konulur ,

    (2)  Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliği nedeniyle sorunu çözemeyiz,

    (3)  Yurt içi ve dışındaki çeşitli niyet sahipleri bu çözüm yetmezliğini kullanarak sorunu derinleştirir ve kendi amaçlarına katkı sağlamaya çalışırlar –ki bu süreç yerçekimi kadar doğal sayılmalıdır-,

    (4)  Bu sürecin doğallığını ve temel nedenin Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yetersizliği gerçeğini reddedip, iç ve dış düşmanlarımızın komplo kurduğunu iddia eder, onları aşağılar, cezalandırırız,

    (5)  Böylece, evvelce karşımızda olmayanları da kendimize muhalif hale getiririz,

    (6)  Sorun Kimyası uyarınca yeni sorunlar üremeye başlar,

    (7)  GİT (2)

    Bu 7 adımlı şablon UEFA’nın şike konusundaki kararına, Suriye ile düşman hale gelmemize ya da Gezi Parkı’ndaki demokratik tepki başlangıcını yönetmekteki zaafiyete uygulandığında şaşmaz biçimde benzer şekilde işlemiştir.

    Gezi Parkı protestolarının da durup dururken ortaya çıkmadığı, bir dizi SÇK yetmezliğinin sonucunda ortaya çıktığı bu belgedeki ortak akla dayalı incelemede net olarak görülmektedir.

    Gezi Parkı olayları, genelde aşağılama, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık,  yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim ve polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesiyle oluşmuş, meşruiyeti sağlam bir taşıyıcı üzerine binmesi kaçınılmaz olan iç ve dış niyetlerin açık ve/ya örtülü bileşiminden ibarettir.

    Bu olgunun nedenleri iyi anlaşılırsa, çoğunluk egemenliğinden çoğulcu demokrasiye geçiş için bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Aksi halde sorunun giderek derinleşeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Çünkü yukarıdaki şablon bir doğa kuralı kadar hatasız işlemektedir.

    GİRİŞ

    Doğruların neler olduğu koşullara bağlı ise de, bir dizi koşul altındaki doğrulara erişmek için iyi yollardan birisi de, “analiz edilmek isenilen konuyu, onu iyi ifade edebilen sorulara çevirmek, sonra da bu sorulara ortak akılla cevap arayabilmektir” denilebilir.

    Bu yaklaşıma göre Taksim Gezi Parkı olayları için aşağıdaki üç soru ve bir de bunlarca kapsanmayan diğer cevaplar için dört başlık oluşturulmuştur. Bunlar:

    • SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?
    • SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?
    • SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?
    • Ilk 3 soru tarafından kapsanmadığı düşünülen fikirler.

    Bu sorulara verilebilecek cevapların farklı yer ve zamanlarda, birbirleriyle etkileşmeksizin oluşturulması yerine, kalabalıkça bir grubun, internet üzerinden on-line olarak ve bir beyin fırtınası (e-BF) şeklinde yapılması yoluna gidilmiştir. Bu amaçla:

    • Toplam yaklaşık 180 kişiye katılım çağrısı yapıldı (tüm BN üye ve gönüllüleri ile, onların referansları ile çağrılanlar).
    • Davet edilen 137 kişiden (yanlış e-posta adresi, seyahat, yönteme yabancılık, kişisel neden vbg) çeşitli nedenlerle cevap alınamadı; 41 kişi katılacağını teyit etti ve teyit edenlerden de 25 kişi  20 Haziran’daki e-BF’ye fiilen katıldı.
    • Katılımcılar İstanbul, Yalova, Ankara, İzmir, Trabzon, Washington DC ve Colorado’dan on-line olarak katıldılar. 3 saat süren e-BF sırasında yukarıdaki sorulara toplam 827 cevap ürettiler.
    • Çalışmadan beklenen yararlardan birisi de değişik yerlerdeki çok sayıda katılımcının etkileşimli olarak, hatta zaman zaman chat yaparak çeşitli sorunların çözümü için fikir üretebilmeleri oldu.

    Beyin fırtınalarında üretilen fikirlerin önce gruplandırılmaları, sonra da süzülmeleri nesnel bir süreç değildir. Gruplama ve süzmeyi yapacak, sonra da bunları yorumlayacak kişi sayısı kadar farklı sonuç elde edilebilir. Aşağıdaki sonuçlar incelenirken bu özellik dikkatten kaçırılmamalıdır.

    Tek doğru tuzağından kaçınabilmek için, e-BF sonunda üretilen 827 fikir aynen tüm katılımcıların bilgisayarlarına indirilebilmiştir. Böylece, her katılımcı kendi ölçütlerine göre süzme yapıp sonuçlar çıkarabilir.

    Bu raporda yazılanlar, sorulan üç soru ile bunlarca kapsanmayan konulardaki cevap ve fikirler içinden, “soruya en çok katkı yaptığı değerlendirilenler”in moderatör görüşleri ile birleşimleridir. Bunların salt moderatör görüşleri olmadığına özellikle dikkat edilmelidir.

    Özet olarak, sonuçlar birkaç bakımdan ümit vericidir. Birincisi, bundan böyle yapılabilecek ortak akıl çalışmaları için etkili bir yöntem denenmiş ve işlerliği görülmüştür. İkinci olarak ise, önemli bir konuda, tek yönlü bakış açıları yerine akla gelebilecek tüm yönler irdelenmiştir. Yeni bir e-BF için, daha iyi hazırlık yapılması, yöntem yabancılığını aşabilecek bilgilendirmelerin yapılması gibi öğrenme kazanımları da unutulmamalıdır.

    AÇIKLAYICI NOTLAR

    (1)  e-BF sonuçlar için  siyah ve URL adresleri için ise alt çizgilimavi font kullanılmıştır.

    (2)  Gerek gruplandırmalar, gerek moderatör katkıları ve gerekse katılımcı yorumları tamamen kişisel görüşleri yansıtmakta olup, başka kişileri ve kurumları bağlamaz. Aynı belge üzerinde farklı kişiler farklı gruplamalar ve farklı yorumlar yapabilirlerdi.

    (3)  Sayfa düzeni açısından seçilen font Cambria 11 punto olup, kolay okuma için sayfa %150 gibi bir büyütme ile görüntülenebilir.

    (4)  Rapor MS WORD ve PDF olmak üzere iki ayrı formatta düzenlenmiştir. Doğrudan yazılmış URL adreslerine tıklanmasında sorun yoktur; ancak söcüklere bağlı URL adresleri bazı Acrobat Reader okuyucularda görüntülenemeyebilir. Bu gibi durumlarda belgenin MS WORD formatlısına bakılmasıdır.

    İyi okumalar.

    Moderatör: Tınaz Titiz ,

    16 Temmuz. 2013

    BAŞLIKLAR

      SORU 1

    1. Protesto olaylarinin morfolojisi

    1.1.   Çok bileşenli sosyal taşıyıcı

    1.2.   Lidersiz, plansız

    1.3.   Ateşleyici öğeler

    1.4.   Sürdürücü nedenler

    1.5.   Faydalanıcılar

    1.6.   En temeldeki kök neden

    1.7.   Nedenlerin ağırlıklandırılması

    2. Birikmiş rahatsizliklar

    2.1.       Kapitalizmin eziciliği

    2.2.       Korku Ortamı

    2.3.       Ayrımcılık

    2.4.       Aşağılama

    2.5.       Otoriter yönetim

    2.6.       Yaşam tarzına müdahale

    2.7.       Uluslararasi boyut

    2.8.       İletişim yetersizliği ve kavramlara farklı anlamlar yüklenmesi

    2.8.1.  İletişim kanallarının azlığı

    2.8.2.  Demokratik ortam eksiği

    2.8.3.  Çalışmanın tekrarı

    2.8.4.  Ortak kavram tabanı eksiği

    SORU 2

    3. Saygılaşım ve dini değerler

    4. Dil

    5. Temel hak ve özgürlükler

    6. Sözleşme – fayda esaslilik

    SORU 3

    7. Ortam hazirlayicilik

    8. Sorun çözücülük

    9. Hukuk, hesap verebilirlik

    ILK 3 SORU TARAFINDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER

     10. Katılımcıların soru önerileri

    10.1.    “Dış güçler”in bir ülkeyi “kaos”a sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlar?

    10.2.    Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?

    10.3.    Peki ne yapmalı?

    10.4.    GP eylemcileri STK / siyasi partide yer alır mı?

    10.5.    GP eylemlerinin STK gelişimine etkisi

    10.6.    Cumhuriyet ile hesaplaşma

    __________

     SORU 1) Bu toplumsal hareketi oluşturan birbiriyle etkileşim içindeki nedenler arasında, bütün resmi etkileyen “en doğurgan birkaç neden” sizce nelerdir?   

    1. PROTESTO OLAYLARININ MORFOLOJİSİ

    1.1.   Çok bileşenli sosyal taşıyıcı: Genelde aşağılayıcılık, özelde cumhuriyet değerlerinin aşağılanması, din-mezhep temelli ayrımcılık,  yaşam tarzına müdahale, tek adam temelli otoriter yönetim, polis şiddetinin, birikmiş rahatsızlıklar’la birleşmesi.

    Önerilebilir Eylem: Tanımları üzerinde genel uzlaşı bulunmayan kimi cumhuriyet değerlerinin (laiklik, bağımsızlık, egemenlik gibi) ortak bir tanıma kavuşturulması için katılımlı bir tanım çalışması yapılabilir.

    1.2.   Lidersiz, plansız

    Önerilebilir Eylem : Spontan başladığı gözlemlenen olayların, amaçlananın dışındaki yönlere evrilmeyip, aksine çoğulcu demokrasinin yeşerebilmesi için, Taksim Platformu ile işbirliği halinde bir manifesto ve yol haritası hazırlanabilir.

    1.3.   Ateşleyici öğeler: Gezi parkı ağaç sökümü, topçu kışlası israrı, gençliğin yoldan çıkmışlığına karşı islâh edilmeleri söylemi.

    1.4.   Sürdürücü nedenler: Kullanılan kriz yönetimi araçlarının, bizatihi krizi oluşturan nedenler oluşu (pozitif feedback)

    1.5.   Faydalanıcılar: Yurt içi çeşitli örgütler ile yurt dışı çeşitli istihbarat servislerinin kendi özel amaçları.

    Önerilebilir Eylem : Değişik ve zaman içinde değişebilir Sorun Çözme Kabiliyetlerine sahip toplumların kaotik bir yapı içinde amaçlarına erişmek için mücadele içinde olduğu uluslararası ortamda:

    –       bir toplumun bir sorunu’nun, bir diğerinin nasıl “koz”u haline gelebildiği,

    –       toplumların içinde ve dışında, söz konusu kozları kullanmak yolunda nasıl örgütlenmeler geliştiği (Bkz 10.1)

    bir güç mücadelesi simülasyonu yoluyla incelenebilir. Akademik kuruluşlar içinde böylesi bir benzetim çalışmasını yapmak isteyenler aranabilir.

    1.6.   En temeldeki kök neden: Kendi sorunlarını çözmek ile eş anlamlı bir kavram olan “demokrasi” ile bağdaşmayacak düzeyde  düşüksorun çözme kabiliyeti” ve onun türevlerinden birisi olan “yetersiz liderlik  üslubu”.

    Önerilebilir Eylem : Hemen daima soyut bir kavram olarak işlenegeldiği için somut ön koşulları gündeme gelememiş “demokrasi”nin, halkın kendini yönetmesi özü’nün aslında bunun  yüksek sorun çözme kabiliyeti’ne sahip bir halk demek olduğu (Bkz 2.5) yolunda bir iletişim kampanyası yapılabilir.

    1.7.   Nedenlerin ağırlıklandırılması (kritik düşünce): Gezi Parkı olaylarını “anlamak” amacına yönelik BF’nda ortaya konulan nedenlerin (ana başlıklar olarak) ağırlıklandırılması önemlidir. Kritik (eleştirel) düşünme bu ağırlıklandırmaya yarasa da, aralarında çapraz ilişkiler bulunan karmaşık olayları ağırlıklandırmak için daha sofistike ağırlıklandırma yöntemlerine ihtiyaç var.

    Bunlardan birisi, BN’nın Rüşvet Olgularının İncelenmesi amacıyla kullandığı EZ-Impact [1] adlı çapraz etki analizi (cross impact analysis) yazılımıdır [2]. Üniversitelerimizin sosyal bilim bölümlerinin ilgi göstermesi halinde gerekli paylaşım sağlanablir.

    Önerilebilir Eylem : (1.5)de önerilen eylem için önerilen benzetim (simulasyon) aracı bu amaçla da kullanılabilir.

    2. BİRİKMİŞ RAHATSIZLIKLAR

    2.1.   KAPİTALİZMİN EZİCİLİĞİ

    Ortak Katılımcı Görüşü: Giderek ezici, vahşi kapitalizmin, yaşamın her alanında kendini göstermesi.

    Önerilebilir Eylem : Ezici kapitalizmin, sosyal piyasa ekonomisi adı altında ehlileştirilmesi taahhüdünü siyasi partilerin programlarına almaları için bir etik güvenceyi imzalamaları, etkili bir eylem olabilir.

    Daha kısa vadeli önlemler ise, kişilerin pazarlık güçlerini (bireysel rekabet güçleri) artırabilecek eğitimlerin yaygınlaştırılması ile aileler arasındaki dayanışmayı sağlayabilecek bir projenin yerel yönetimler eliyle uygulamaya konulması  olabilir.

    Bu üç girişim de, bu konuyu destekleyebilecek STK nezdinde (örneğin Anti-Kapitalist Müslümanlar, Toplum Gönüllüleri Vakfı vb)  tanıtılabilir.

    2.2.   KORKU ORTAMI

    Ortak Katılımcı Görüşü: Hukuk’a güven yok, korku var.

    Önerilebilir Eylem : Hukuk ve ona dayalı bir adalet sisteminin, kendini mağdur hisseden herkesin başvurulacak yer olarak varlığına güvenilmesi, korkmama özgürlüğü’nün temelidir.

    Bu temel insan hakkının birdenbire gerçekleşmesi beklenemeyeceğine göre, ilk adım toplumda zaten var olan ama adı böyle konulmamış ve de siyaset diline, parti programlarına, politik vaatlere girmemiş olan bu kavramın kamuoyu gündemine getirilmesi olmalıdır.

    Bu yolda etkili olabilecek bir araç, 170 civarındaki üniversite ve 80 dolayında hukuk fakültesi nezdinde bir girişimde bulunularak, bu konuda etkili olmalarını talep etmek olabilir. Bir diğer girişim, Dört Özgürlük Ödülü benzeri bir ödül ihdas edilip, bu yolda en etkili çalışan kişi veya kuruma verilmesidir.

    2.3.   AYRIMCILIK

    Ortak Katılımcı Görüşü: Toplum inanan-inanmayan diye bölünmüştü; şimdi bir de mezhep ekseninde ayrım var. Ayrıca, diğer %50 üzerinden tehdit.

    Önerilebilir Eylem : Toplumu kendi tek doğrulu görüşlerine göre bölmek isteyebilecek kişi ve kurumlar daima olacaktır. Eğer toplum, belirli ilkeler çevresinde uzlaşan ve bunları “birarada yaşama iradeleri”nin temeli yapabilen bir yapıya sahipse, bu tür bölücü girişimler başarılı olamayacak, aksine girişimler bu iradeyi güçlendirebilecektir.

    Aksi durumda ise toplum her an herhangi bir sosyolojik fay hattı (din, mezhep, etnik köken, dil gibi) çevresinde bölünme eğiliminde olacak, uluslararası çok yönlü rekabet ortamı da bu tür eğilimleri istismar edebilecektir.

    Buna göre yapılabilecek olan, az sayıda temel ilke (maxim [3]) çevresinde uzlaşabilmektir. Çoğulcu demokrasinin gereği olan dört özgürlük –iyi tanımlanmaları şartıyla- bunun için yeterlidir.

    Görünen odur ki, toplumumuzdaki yerleşik kalıp, bu özgürlüklerden birisi olan inanç-ibadet özgürlüğü’nü, sadece İslam inancı ve onun Sünni mezhebinin sınırsız özgürlüğü olarak yorumlamak şeklindedir ve bu konuda bir uzlaşı arayışı yoktur.

    2.4.   AŞAĞILAMA

    Ortak Katılımcı Görüşü: Kürt açılımı / barış süreci bağlamında, Kürt milliyetçilerince ileri sürülen T.C., Türk gibi adlandırmaların kullanılmaması girişimleri, Devletin adının (T.C.) değiştirilmeye çalışılması;  Atatürk adı ile birlikte cumhuriyetin kurucularının sistematik aşağılanması yoluyla sürekli bir aşağılanma gözleniyor. Dindar gençlik, kinini unutmayacak gençlik, yoldan çıkmış islaha muhtaç gençlik, ya dindar ya tinerji gibi söylemler de, yönetime hakim din referanslı anlayışı paylaşmayanların aşağılanması anlamına geliyor.

    Önerilebilir Eylem :

    Sorun’un ideolojik yönü: Cumhuriyet rejiminin en önemli özelliklerinden birisi olan “sorgulayıcılık”, “bilim”, “kuşku” gibi özellikler toplumun geniş kesimlerince benimsenip içselleştirilememiştir.

    Bu kesimlerin laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmayışı, bu eğilimdeki siyasal partilere –Cumhuriyetin ilk yıllarından beri- uygun bir alan yaratagelmiştir.

    Bu alan basit / zoraki önlemlerle daralabilir olmadığına göre, T.C. yerine Osmanlı özlemlerinin yol açtığı bu sorun için ancak orta-uzun erimli bir yaklaşım söz konusu olabilir. Buna göre: “Sorgulama”, “kuşku” gibi kavramların tüm okul sistemine, özellikle de dini eğitim veren İH okullarının tüm derslerinin dokuları içine yerleştirilmesi [4] için, eğitimle ilgili STK’nın girişimde bulunmaları düşünülebilir.

    Sorun’un iletişim yönü: Muhalefet partilerinin benimsemiş oldukları “ayniyle mukabele” yöntemi, misliyle geri dönerek söz konusu aşağılayıcılığın olumsuz etkilerini artırmakta; kutuplaşmayı keskinleştirmekte, ayrıca da bir işe yaramamaktadır.

    Gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinin dikkatlerinin çekilerek daha yapıcı bir strateji geliştirmeleri istenilebilir.

    Önerilebilir Eylem : Kürt açılımı bağlamında ortaya çıkan T.C., Türk gibi adlandırmalardan kaçınılması sorununun kestirme bir çözümü görünmüyor. Tarafların kırmızı çizgileri belirlenmeksizin “ne pahasına olursa olsun akan kanın durması” gibi bir söylem, son derece belirsiz ve sonu gelmeyebilecek taleplere açıktır. Bu söylemin totoloji olmaktan öte bir anlam taşıması için, barış için nelere razı olunabileceği ve olunamayacağı bilinmeli ve bu bağlamda bir uzlaşı sağlanmaya çalışılmalıdır.

    2.5.   OTORİTER YÖNETİM

    Ortak Katılımcı Görüşü: “Çoğunlukçu demokrasi = sandık’tır. Kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği esastır. Ve o kuvvet tek kişiye aittir. Toplumun tüm kurumları o tek sesle uyum içinde olmalıdır” anlayışı. “Doğrular tektir; o da bizim dediğimizdir” anlamına gelen durum.

    Önerilebilir Eylem : Siyaset kadroları, oluşumlarından itibaren tek kişilere (genel başkan) biat etmeye ya da eder görünmeye dayalıdır. İktidar ya da muhalefet partilerinde de şablon aynıdır.

    Bu şablon, genel başkanlara yaranarak çıkar sağlamayı amaç edinmiş kişilerin ezici bir baskı oluşturmalarına, şablonu benimsemeyenleri pasifize ya da elimine etmeye; bir yandan da genel başkanlarda aşırı bir özgüven oluşmasına yol açıyor. Bu resmin geri planında ise hakim bir toplumsal renk yer alıyor: Övünme!

    Bu iki öğe, benmerkezli bireysel özelliklerle birleştiğinde, tek adamcılığın rahatsız edici semptomları ortaya çıkıyor. Bununla beraber sorunun özü bu bireysel özellikler değil, onun yıkıcı hale gelmesine yol açan ortam koşulları, yani yukarıda açklanmaya çalışılan “biata veya öyle görünmeye dayalı siyaset şablonu”. Ezberci eğitimle yetişen bireyler elinde siyasetin rant paylaşım aracı haline gelmiş olması; öyle kalması için direnen “siyaset esnafının” toplumsal dinamikleri doğru okuyup etkin sorun çözme araçları geliştirmesi beklenemez.

    Tek adam – otoriter yönetim sorunu’nun bir diğer bileşeni, üzerinde bu denli çok konuşulan demokrasi içinde “sandık bileşeninin ağırlığı”dır.

    Eğer “halk”, seçimlere katılan ve katılmayanlar + aramızdan ayrılmış olanlar + henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak anlaşılırsa, “sandık”, bu paydaşlar arasında çoğulculuk ortamının kim tarafından oluşturulacağının belirleyicisi olarak anlaşılır.

    Ve ancak bu durumda, çoğunlukçuluğun karanlıklarından uzak durulabilir. Buna göre yapılabilecekler:

    –       Alternatif siyaset anlayışı bağlamındaki az sayıdaki temel ilkenin bir etik güvence olarak ortaya konulup, siyaseti çıkar amaçlı kullanmayacağına söz verenlerin imzalarına açılması. Demokrasi ve  siyasal  yönetişim modeli burada ortaya konulmalıdır.  ABD’de founding fathers  bunu Philadelphia  bildirisiyle başarmıştır.

    –       Yeni paradigma, herkesin katılımını sağlayabilen (Ağ Temelli Yapılanma), küçük partilerin koalisyonlarıdır.  Yeni siyasi örgütlenmenin yönetişim tarafı kadar kimlerin desteğiyle organize olacağını da görmek gerekir.    Görünen o ki çevreci/yeşil bir partinin başarılı olması şansı vardır.

    –       Yeni anayasada dar bölge sistemi, geri çağırma (recall) kurumlarının getirilmesi için kamuoyu baskısı oluşturulması,

    –       Sandığın demokrasideki yeri konusunun kamuoyunda netleştirilmesi için yapılması gerekenler konulu bir e-Beyin Fıntınası (e-BF) düzenlenmesi.

    2.6.   YAŞAM TARZINA MÜDAHALE

    Ortak Katılımcı Görüşü:  Dini referanslara dayalı yaşam empoze edilmesi (içki, ayran, flörte ayar, minimum çocuk sayısı, vapurdan çıkan kadınlar, kürtaj, zorunlu din dersleri, İH okullarına dönüştürme, dindar gençlik gibi).

    İslam dininin, tüm kuralları ile bir bütün (şeriat) olduğu, bunların bir bölümünün kabul edilip bir bölümünün edilmeyişinin “izin verilebilir bir tutum” olmadığı, din bilginlerince ileri sürülüyor.

    Diğer yandan, örneğin hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, zina edenin taşlanarak katli gibi kurallar, şeriat hükümlerinin toplumca ya hep ya hiç biçiminde kabul edilmeyeceğini gösteriyor. Ayrıca da toplum içindeki farklı inanç gruplarının ahlak anlayışları farklı da olabilir.

    Bu basit muhakeme, devlet yönetiminin herhangi bir dini referansa dayanmaması gerektiğini, devlet yöneticilerinin tüm tutum ve davranışlaryla dini referanslardan uzak durmaları gerektiğini gösteriyor. Bu, yöneticilerin sofu düzeyinde de olsa dindar olabileceklerini, ama çoğulculuğun bir gereği olarak bunu sergilememeleri gerektiği anlamına geliyor.

    Ayrıca, toplumun çeşitli kesimlerinin kendi özerk alanlarında dine ya da bir başka öğretiye dayalı ahlak kuralları uygulayabilecekleri; ortak yaşam alanlarında ise -dini öğretilerden dahi esinlenebilerek- seküler ahlak kuralları geliştirmeleri anlamına geliyor.

    Aksi tutum ve davranışların sadece toplum kesimleri arasında huzursuzluk doğmasına, kendilerine adil davranılmadığı algısı geliştirmelerine değil, bizatihi dini öğretilere de zarar vereceğini görmek gerekiyor. Buna göre:

    Önerilebilir Eylem : Toplum kesimlerinin farklı değerlere sahip olabileceklerinin kabulü ile, her birine eşit saygının, ama hiçbirisinin bir diğerine baskı ve/ya koşullandırma uygulamamasının çoğulcu demokrasinin temel şartı olduğunun iletişimi amacıyla neler yapılabileceğinin dindar kesimlerin ağırlıklı olduğu bir grupla e-BF yoluyla aranması.

    2.7.   ULUSLARARASI BOYUT

    Ortak Katılımcı Görüşü: Ortadoğu’nun uluslararası siyasal dinamikleri ve çıkar çatışmaları gözardı edilerek, daha yurt içindeki barış ortamı sağlanmadan, kısa yoldan bölgesel güç olup Osmanlı’yı canlandırmak gibi heveslerle uluslararası planda oyun kuruculuğa soyunulması.

    Önerilebilir Eylem :

    –       “Değer transferi”, “her şey enerjidir” gibi kavramların toplumsal ölçekte iletişimi,

    –       Sorun Çözme Kabiliyeti düşük bir Türkiye için herkesin düşman sayılabileceği gerçeğinin toplumsal ölçekte iletişimi.

    2.8.   İLETİŞİM YETERSİZLİĞİ VE KAVRAMLARA FARKLI ANLAMLAR YÜKLENMESİ

    2.8.1.      Moderatör Görüşü: Demokratik tepki (iletişim) kanallarının azlığı ve yetersizliği (Bkz. Slide 4, 5 ve 16) nedeniyle kişilerin ve STK’nın (kaale alınmayışlarından ötürü) kendilerini yeterince ifade edemeyişleri de öfke birikimine katkıda bulundu.

    Önerilebilir Eylem :

    –       Gezi olayları özellikle sosyal medyanın etkin bir kanal olarak kullanılabileceğini gösterdi. Bu kanalın istismar edilmeden kullanımı için iletişim etik kurallarının belirlenmesi önerilir.

    –       Halkın oyu ile süreli bir yetki ve sorumluluk almış olan hükümet ve yerel yönetimler ile bir iletişim yararlı olur.

    –       Gezi parkı eylemine katılmış ve destekleyenlerin içinden rastgele bir grupla iletişim kurulması ve buna benzer bir e-BF içinde görüşlerinin alınması.

    –       Kullanılan e-BF yönteminin daha geniş kesimlerce kullanımı amacıyla bir  webinar (web üzerinden seminer) düzenlenmesi. (Bu konuda çeşitli web siteleri mevcuttur).

    2.8.2.      Ortak Katılımcı Görüşü: Kişiler fikirlerini ifade edebilecekleri uygun demokratik ortamlar bulamıyorlarsa, ihtiyaçlarını birer politika belgesi olarak hazırlamalıdırlar.

    Önerilebilir Eylem : BN’nın elindeki belgeler bu çalışma havuzuna küçük bir katkı olabilir. Bu belgelerin en azından formatları örnek alınarak çeşitli konularda Politika Belgeleri (örn. Hayvan Hakları PB) hazırlanıp, siyasi partilere (iktidar, muhalefet dahil) önerilebilir. Bu yolla, genellemeler yoluyla siyaset yapma üslubu yerine bir politika belgesinin netliği içinde siyaset yapma konusunda da iyi örnekler ortaya çıkabilir.

    2.8.3.      Ortak Katılımcı Görüşü: Bu çalışma ümit verici oldu. Farklı sorularla tekrarlanırsa -bugün edindiğimiz deneyimlerle- daha iyi sonuçlara varabiliriz.

    Önerilebilir Eylem : .

    –       Bu e-BF çalışmasının, çeşitli sosyal medya gruplarına (Twitter, FaceBook gibi) duyurulması ve katılmalarının özendirilmesi.

    –       Bu e-BF sonunda bir ortak metin hazırlamak için, İstanbul’da bir Üniversite Kampusu içindeki bir  kapalı spor salonunda, karma on kişilik grupların oturduğu masalar ve bir günlük çalıştayın düzenlenmesi.

    2.8.4.      Ortak Katılımcı Görüşü: Aynı dili konuşmanın koşulu olan “ortak kavram tabanı”, demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, sekülerlik vbg kavramlar konusunda eksiktir, bazıları da tahrif edilmiştir. Türk toplumu, bu tanım farklılıkları altında birlikte yaşamaya çalışıyor.

    Önerilebilir Eylem : Türkiye ölçeğinde, kavram tanımlama konusunda yetkin bir çalışma grubu oluşturularak, ortak akılla belirleyecekleri az sayıda temel kavramın tanımlarını yapmaları ve sonuçlarının, (senaryo entegrasyonu) yöntemi de dahil olmak üzere toplumsal iletişimi.

    SORU 2) Farklı değer yargılarına sahip kesimlerin birlikte barışık yaşayabilmeleri için, sizce en önemli ortak değer ne olmalı?                  

    Aşağıda, bu soruya cevap olabilecek katılımcı önerilerinden derlenmiş seçenekler yer almaktadır:

    3. SAYGILAŞIM VE DİNİ DEĞERLER

    Ortak Katılımcı Görüşü: Din tamamen bireysel planda tutulmalıdır. Kutsal kitaplar bireyler için  anlam ifade ederler. Çeşitli inançların karışımından oluşan toplumlar ise kendi yasalarını ihtiyaçlara göre  inançlardan bağımsız olarak  düzenlemelidir. AB hukuku ihtiyaçlar doğrultusunda  sürekli olarak değişmektedir.  ABD  anayasası 27 defa değiştirilmiştir.  Keza Fransa beşinci cumhuriyet dönemini yaşamaktadır.

    Toplum kesimlerinin birarada barışık yaşamasını sağlayacak ortak değer ise tek kelimeyle, “saygılaşım” olmalı; yani canlı ve cansız tüm varlıklardan oluşan büyük bütünün parçaları arasındaki karşılıklı saygı (recognition).

    Önerilebilir Eylem :

    –       Saygılaşımı kolaylaştırıcı ortak değer olarak, İslamî inanışın rolü akla gelebilse de pratikte gözlemlenen din algısı’ndaki çarpıklıklar yüzünden bu dinin, paradoksal bir etkiyle ayrıştırıcı rolü oynar duruma düşürüldüğü görülüyor. Buna göre, şekilciliği dinin temeli sayan kısır bakışın ötesinde; İslamî inanış sisteminin hayata yönelik temel değerlerinin (maxims) ortaya koyulması önerilir.

    –       Çeşitli inançların, çeşitli değerlerin birlikte yaşayabilmesi konusunda çalışmalar yürüten http://www.pluralism.org  ile ilişki kurulabilir.

    4. DİL

    Ortak Katılımcı Görüşü: Birlikte yaşamayı kolaylaştırabilecek öğelerin başında dil birliği gelse de, ortak tanıma kavuşmamış kavramlar, yaşam kolaylaştırıcı değil güçleştirici olabilir. Demokrasi, hak, özgürlük, inanç, laiklik, sekülerlik vbg çok sayıda soyut kavram konusunda bir uzlaşı yoktur.  Bu sorun, sorgulama konusundaki tüm tabulardan kurtulabilme ve sorgulama yoluyla yüksek düşünsel ürünler üretebilecek bir düşünme-anlama-ifade etme becerisi’ne erişerek çözülebilir.

    5. TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

    Ortak Katılımcı Görüşü: Koşullanmama hakkı ile desteklenmiş temel hak ve özgürlükler, ortak değerler olarak kabul edilebilir.

    6. SÖZLEŞME – FAYDA ESASLILIK

    Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal Kontrat (bireyin bazı haklarından devlet lehine feragati karşılığında devletin geri kalan hakları korumayı taahhüt etmesi) kavramına esas olacak haklar üzerinde bir toplumsal mutabakat oluşmuş ise sözleşme bir anlam taşır. Ortak kavram tabanının henüz oluşmadığı toplumumuzda, yeni anayasa da bu nedenle yapılamıyor.

    Arrow Çelişkisi (http://bit.ly/oacId6) olarak adlandırılan teori, özellikle çoğunlukçu demokrasinin nasıl haksız tercihlere yol açtığını gösteriyor. Özellikle derin kültürel ayrılıklar bulunan ve çeşitli niyetlerle ayrılıkların derinleştirildiği toplumlarda demokrasinin giderek imkansızlaşması bir vakıadır. Bu durumda çoğulcu demokrasinin uzun uzlaşı labirentlerine razı olmak (İtalya örneği) veya ayrı kültürlerin kendi özerk alanlarını kurabildiği federatif sistemler (ABD örneği) veya kalkınmacı diktatörlerin hükümranlığı (Singapur örneği) ya da her kültür grubu için özgün modeller bulup uygulamak (İngiltere gibi) gibi seçenekler irdelenebilmelidir.

    SORU 3) Çoğulcu (plüralist) demokrasi, erişilmek istenen bir hedef ise, bu süreç içinde hükûmetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke sizce ne olmalı?

    7. ORTAM HAZIRLAYICILIK

    Ortak Katılımcı Görüşü:

    Karmaşık yapılı toplumsal ilişkiler içinde hükûmetlerden beklenen en iyi rol, ilave bir aktör olarak ortaya çıkıp, elinde bulurduğu olağanüstü güçlerle yeni ve dengeleri bütünüyle değiştirebilen bir aktör olması olamaz. Teorik olarak en iyi hükûmet, bu ilişkiler yumağı içine sıfır etki yapan, yani hiç görünmeyen bir hükûmettir.

    Bu yaklaşımın ön koşulu, toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimlerin, kendileriyle ilgili karar seçeneklerini en katılımlı ve bilgiye en dayalı biçimde oluşturabilme yetisine (teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne) sahip olduklarıdır.

    Kuşkusuz bu yolla ortaya konulacak seçenekler her zaman için tüm birey, kurum ve kesimleri mutlu etmeyebilecek, aralarında oydaşmaya dayalı bir seçim yapmaları gerekecektir. Bu oydaşmaya dayalı seçim süreci, tüm bozucu etkilerden arınmış bir ortam gerektirir. Seçime konu olan seçenekleri manipüle edebilecek hiçbir etki bulunmamalıdır. Bu ortamı oluşturmak ve korumak bir kuruma ihtiyaç gösterir ki bunun adı hükûmettir.

    Hükûmetin ikinci işlevi ise, oluşturdukları özgür ortam içinde ortaya çıkacak seçenekler arasından, programlarında ilan ettikleri ilkeler uyarınca bir optimal seçim yapmalarıdır.

    Özet olarak, kararları halk alacak ve bunun uygulanmasını hükûmetler yapacaktır. Bir benzetmeyle, otobüs durağının yerine ve tasarımına halk karar verecek, uygulayıcı organ ise tam olarak bu kararı icra edecektir. Ne azı ne de fazlası.

    Hükümetlerin rolünü en iyi açıklayabilecek yol gösterici ilke, “bütün bir toplumun hükümeti olduğunun bilincinde ve yolunda; bireyin ve devletin karşılıklı hukukunun adilane düzenlenmesi ve korunmasının zeminini ve imkanlarını hazırlayıp uygulanmasını güvence altına almak” olmalıdır.

    Kuşkusuz pratikte olaylar tam böyle yürümez. Ama ilkeler bunlar olup, olabildiğince buna yaklaşılmaya çalışılmalıdır.

    Toplumumuzda sorumluluk taşıma kültürü genelde ihaleye dayalı olduğu için, yukarıda çerçevesi çizilen katılımlı karar alma süreci de ihale edilir. Müteselsil ihaleler sonunda da tüm kararlar tek kişi tarafından alınır. Şimdi bundan şikayet ediliyorsa, bunun sadece bir sonuç olduğuna dikkat edilmelidir.

    Önerilebilir Eylem :

    Bu görüşler ışığında halkın her ölçekte katılımının sağlanabileceği ortamların özendirilmesi ve buna paralel olarak da çoğulcu demokrasinin bir ihale rejimi olmadığı, içinde senaryo entegrasyonu aracının özellikle kullanıldığı bir iletişim kampanyası olabilir.

    8. SORUN ÇÖZÜCÜLÜK

    Ortak Katılımcı Görüşü: Ortam hazırlayıcılık rolüne paralel olarak eğer hükûmetlerden mutlaka bir işlev daha bekleniyorsa bu, “eğitim” olmalıdır.

    Geleneksel olarak ideolojik benimsetmeye dayalı eğitim sistemlerinin, her türlü dogmadan arındırılmış, rasyonel ve kritik düşünme temelli sorgulamaya dayalı hale dönüştürülmesi ve ezberden (sorgulanamazlık) arındırılması tüm sistemi derinden etkileyebilecek bir adım olabilecektir.

    9. HUKUK, HESAP VEREBİLİRLİK

    Ortak Katılımcı Görüşü: Hükûmetlerin birinci derecede yol göstericisinin hukuk olması tartışmasız olsa da, hukuka can veren öğenin kavramlar ve kavram tabanında mutabakat olduğu bir gerçektir.

    Örneğin, “laiklik” kavramının, birisi “her inancın gereklerinin özgürce yaşanabilmesi”, diğeri ise “kamusal kararların din referanslı olmaması” gibi iki zıt tanımı, iki ayrı kesim tarafından hukukun gereği olarak tanımlanıyor.

    ILK 3 SORU TARAFıNDAN KAPSANMADIĞI DÜŞÜNÜLEN FİKİRLER

    10. KATILIMCILARIN SORU ÖNERİLERİ

    10.1.    Katılımcı Sorusu: “Dış güçler”in bir ülkeyi kaosa sürüklemesinin ortamını kimler, nasıl hazırlayabilir?

    Önerilebilir Eylem : “Bir Ekonomik Tetikçisinin İtirafları” adlı yayında yeterli ayrıntı vardır.  Ayrıca, İstismara Açık Alan kavramı’na da göz atılması önerilir (Bkz. http://bit.ly/WylFPW, sh. 36 ve 91)

    10.2.    Katılımcı Sorusu: Nitelikli kesimlerin ilgi eksiği sorunu nasıl aşılabilir?

    Moderatör Görüşü: Nitelikli kesimin toplum sorunlarına ilgi eksiğine yol açmış olabilecek kimi nedenler şunlar olabilir: Çeşitli mazeretler (seyahat, sağlık, ailevi vd nedenler), korku, utangaçlık, çıkar hesabı, Kafa karışıklığı,  kibir, ünvan arkasına saklanma, aldırmazlık, tembellik, “ben fazlasıyla yaptım şimdi başkaları yapsın”, “filan dururken bana sorumluluk düşmez”, tavırları, sürükleyiciler vd.

    Ama bunların dışında öyle bir neden vardır ki, o neden, en önemli konularda ihtiyaç duyulan nitelikli kesim katkılarının alınamayışına yol açar. Buna bir isim vermek gerekirse yapışma veya odak iddia denilebilir.

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, kavramlara kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur. Odak iddia, kişilere ek bir konfor alanı (comfort zone) yaratır; katkıda bulunması gereken durumlar karşısında hiçbir şey yapmadan ve sadece odak iddiasını tekrarlayarak yaşamını huzur içinde sürdürmesini sağlar. Bu korunma kalkanını aşarak kişileri katılıma ikna etmek imkansız değilse de çok güçtür.

    Önerilebilir Eylem :

    –       Bilimi sorun çözme yolunda etkinlikle kullanabilen aydınların rol model olarak toplumu değiştirme katsayısı daha yüksek. Bilimsel elitlere ayrıcalık tanımanın demokratiklik standartları açısından doğru bir yol olduğu söylenemeyeceğinden; onların toplumun değişerek gelişiminde öncü rol üstlenmeyi kendiliklerinden görev saymaları beklenir.

    –       http://bit.ly/15AQF2v adresinde bu konuda kimi öneriler bulunmaktadır.

    –       Bu önemli sorun konusunda bir e-BF düzenlenebilir.

    –       Bu sorun için örnek olabilecek birkaç nitelikli kişiyle derinlemesine görüşme tekniğine göre görüşme yapılabilir.

    10.3.    Ortak Katılımcı Sorusu : Peki ne yapmalı?

    Ortak Katılımcı Görüşü: En önemli sorulardan birisi. “Ezberlerimizi bir kenara koyup önce ne olup bittiğini TAM anlamaya çalışmalıyız.  Slogan ÖNCE ANLA olmalı”. Sorunları ve çözümleri bildiğinden emin olmak en kolay yanlışa erişme yoludur.

    Eylemden kaçınmak insan doğasına uygun olsa da bir süre sonra bir karakter özelliğine dönüştüğünde bir çeşit “yaşayan ölü” yaratabilir. Öteki uç ise düşünme-anlama aşamalarından sürekli kaçış olarak adlandırılabilecek durum olup, en az birincisi kadar sorun kaynağıdır.

    Eylem Eğilimlilik [5] olarak adlandırılabilecek bu ikincisi, kuşkusuzluk ile birleştiğinde, sürekli eylemden eyleme koşan, hiç birisini tam anlamak için gerekli çabayı gösteremeyen, bunun bir sonucu olarak da sürekli konuşan, herkesi harekete geçmeye davet eden bir çeşit hiperaktivite ortaya çıkabiliyor. ÖNCE ANLA bu açıdan –özellikle de yüksek enerjili gençler için- yararlı bir ilke olabilir.

    10.4.    Ortak Katılımcı Sorusu : Gezi parkı eylemcileri bir sivil toplum örgütü ya da siyasi parti oluşumunda yer alablir mi?

    Ortak Katılımcı Görüşü: Sosyal eşitliği unutmadan ekonomik ve fikirsel serbestilerin yaşandığı yeni bir düşünce şekillenmekte.  Bunu okuyarak topluma öncülük edebilecek fikri yapıların oluşması ve sonra icraata dönecek fiziki alt yapılarının tesis edilmesi gerekli. Beyaz Nokta® vizyon ve misyonu şu anda silkelenmiş gibi görünen insanlara yol gösterici olabilir.

    Diğer yandan, bir çok kişinin, bu metinde ortaya koyulan yol göstericiliğe ihtiyacı olduğu görülüyor. Örneğin:

    –       ”Ağ tipi örgütlenme” gibi bir modelle etkin olabileceklerini, tepkisellikten öte dönüştürücü  ”örnek tavır ağları” oluşturabilirler,

    –       Seçim sistemi ve gerçek çoğulcu demokrasinin nasıl işlemesi gerektiği konusunda net vizyona sahip olabilirler,

    –       Sorun çözme, empati, ortak akıl oluşturma, koşullanmama özgürlüğü…vb .gibi konulardaki bilgi ve davranış eksikliklerinin giderilmesine katkıda bulunulabilir.

    Önerilebilir Eylem :  İyi şeyler yapmak isteyen insanlara bu metindeki bilgileri ulaştırabilirsek çok yardımcı olabiliriz.

    Hazırlanan metin, bu amaçlara ve net hedeflere yönelik parçalara ayrılarak, kendi çevrelerimizde ve eyleme dönüştürülerek büyük farklar yaratılabilir.

    10.5.    Ortak Katılımcı Sorusu : Sivil toplumun gelişmesinde Gezi Parkı eylemlerinin olmulu bir etkisi olacak mı? Varsa bu etki nasıl sürdürülebilir? Etkileşimli hareketi sağlayan bir iletişim ağı nasıl dizayn edilir?

    10.6.    Ortak Katılımcı Sorusu : “Cumhuriyet ile hesaplaşma” niçin şu ana kadar bitememiştir? Yüzlerce yıllık kalıpları sorgula(ya)mayanlar Cumhuriyet değerlerini sorgulamaya nasıl geçiverdiler?

    Ortak Katılımcı Görüşü:

    –       Her nerede bireylerin nedensel ve kritik düşünmeye dayalı kararları, yerini kitlelerin sorgulamasız karar ve eylemlerine bırakmıştır, orada her türlü hak-hukuk biter, dogmalar ve bu dogmaları kullanan istismarlar başlar.

    Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe giren eğitim sistemimiz, olağanüstü sayılabilecek başarıları ile hiç de bağdaşmayan, sorgulanamazlığa (ezbere)  dayalı geleneksel yöntemi bünyesinde barındırmış ve bugünlere kadar getirmiştir. Bu konuda UNDP için hazırlanmış bir raporda konu etraflı olarak irdelenmiştir.

    –       Bunun bir evrim olduğu unutulmamalı, bundan sonra olacakların nasıl  kurgulanabileceği  tartışılmalı.

     

    [1] Anılan adresteki Ek-5’e bakılmalıdır.

    [2] Anılan yazılım BNGV kurucu üyelerinden Prof. Birsen Karpak tarafından sağlanmıştır.

    [4] İmanı pekiştirmek üzere sorgulama”, en az fizik biliminde olduğu kadar dinde de gereklidir. Bu yapılmadığı takdirde, taklidi iman (Bkz. https://bit.ly/37Xi22M) denilen inanç türünden ileri gidememek tehlikesi de vardır. Bu ise her şeyden önce dinin kendisine zarar demektir.

    [5] Bkz. https://bit.ly/12cSe7A Sayfa 203-205 ve https://bit.ly/17xdD0a  Sayfa 187.

  • En büyük günah ne olabilir?

    Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam

    Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz

    Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.

    Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.

    Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.

    Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.

    Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.

    Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?

    Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?

    6 Temmuz 13 Cumartesi



    [1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.

    Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.

  • Herkesin ayrı dünyaları..

    Herkesin ayrı dünyaları ya da zihinsel kurgu uyuşmazlığı

    Beyin araştırmaları o hale geldi ki, kişinin her an beyninin hangi bölgelerinin aktif olduğu, kafatasını delip oralara elektrotlar yerleştirme gerek kalmadan izlenebiliyor. Eğer bu gelişme hızı bu eğilimde sürerse, yakın bir gelecekte, bireyselden tutun da küresel sorunlara dek her kişinin sorunlar dünyası’nı nasıl farklı algıladığını; aynı bir sorunsala yol açan nedenlerin nasıl farklı ağırlıklandırıldığını, böylece uyuşmazlıkların da nasıl doğabildiğini görsel olarak izleyebileceğiz.

    Henüz, tam bu durumda olmasak da kimi dolaylı göstergelere bakıp akıl yürüterek, nasıl olup da aynı bir sorun karşısında taban tabana zıt tanılara varılabildiğini tahmin edebiliriz. Aynı durumlar içinde bulunan ve o durumları anlamak konusunda benzer düzeyde merak ve kararlılığa sahip kişilerin, gözlemledikleri bir soruna yol açabilecek nedenleri ağırlıklandırırlarken niçin farklı davrandıklarını tahmin etmek nisbeten kolay görünüyor.

    En başta gelen iki faktör, değer sistemleri ve bilgi düzeylerindeki farklar olup, soruna yol açan bir dizi nedenin ancak bir bölümünü anlayabilmelerine, onları da değer sistemlerindeki farklar nedeniyle  farklı ağırlıklarlandırmalarına yol açabiliyor. Farklılık yaratabilecek diğer nedenler arasında, ağırlıklandırmayı derinden etkileyebilecek özgüven, sevgi, nefret, kin, çıkar, korku gibi faktörler de düşünülebilir.

    Ama bunların dışında bir tanesi, parantez dışı çarpan etkisi yaparak tüm nedenleri ve o nedenlerin ağırlıklarını etkileyebilir: Çeşitli sorunların etkileşimiyle oluşan ve aralarında yaptıkları yeni sorun bileşikleriyle [1] daha karmaşık hale gelen sorunlar dünyasının ne kadarına ilgi duyulduğu!

    Bir kural kadar keskin olmasa da şu denilebilir:

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan -kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur.

    Bu kendini besleyen bir süreçtir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güçleşir. Güçlüğün bir nedeni de, kişinin yapıştığı o odak iddia’ın, onun yaşamını tanımladığı koordinat sistemini oluşturmasıdır. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür ve doğrularına sıkı sıkıya sarılır. Ta ki, o koordinat sisteminin dışında geniş bir dünya olduğunu deneyimleme cesaretini gösterene ya da rastlantılar kendisini buna mecbur bırakana dek.

    Buradan kimi pratik sonuçlar çıkarılabilir. Hemen herkesi ilgilendirebilecek bir örnek üzerinde bu sonuçlar tartışılabilir. “Eğitim alanındaki sorunların çoğunun sorgulanamazlık geleneği ile ilgili olduğu, hatta sorgulanamazlığın eğitim dışındaki alanlarda da önemli olumsuzluklara yol açtığı” yolundaki bir görüşü destekleyebilecek bir çalışmaya [2] göre, “hemen her düzeydeki eğitim müfredatı (içerik), sorgulamaya kapalı (aksi iddia edilemeyecek) doğruların bellenip geriye istenmesinden oluşuyor.

    Böyle yetişen insanlar ise bireysel, kurumsal ve toplumsal yaşamlarında karşılarına çıkan sorunları, o güne kadar belledikleri cevapların arasında arıyor ve muhtemelen bulamıyorlar. Bu durumda öğrendikleri yol, cevapları bilen birisinin cevaplarına inanmaktan ibaret. Böylece, demokrasinin hiç kabul edemeyeceği bir yurttaş tipi ortaya çıkıyor”. Bu görüş doğru, kısmen doğru ya da tamamen hatalı olabilir.

    İlginç olan, uzun yıllardır bunun tartışılması için çaba harcayan BN hareketinin duyulmazlıktan gelinmesi; ama çeşitli darbeler, etnik ve dini terör olguları vb musibetlerin başlıca nedeni olduğu kanıtlanabilecek sorgulanamazlık olgusuna tüm gözlerin, eleştiri dahi olsa kapatılmış olmasıdır. Bu nasıl bir ilgi profilidir? Belki bu soru karşısında, devlet kurumlarının duymazlıktan geldiği varsayılabilir. Bu kısmen doğrudur; ama esas kulak vermesi gereken, ama duymazdan gelen kesim, öğretmeni, eğitim akademisyeni, velisi, öğrencisi, medyasıyla nüfusumuzun yaklaşık yarısıdır. Çoğunluğun bütünüyle kulak asmadığı bir yaklaşıma hangi devlet kurumu kulak verebilirdi ki?

    Peki niçin?

    Odak iddia yaklaşımı bu vurdumduymazlığı [3] büyük ölçüde açıklıyor. Her insanın zihninde, yaşadığı her an, çevresinde olup bitenleri yorumlayıp kendine yarayışlı sonuçlar çıkarmasına yarayan bir model oluşuyor. Zaman içinde oluşan ve her an duyu organlarımıza ulaşan verilerle güncellenen bu modelin omurgası, odak iddia olarak adlandırdığım kavram.

    Kişi, kendine gelen tüm dış uyarımları, bu modelle anlamlandırıp uygun bir tepki geliştiriyor ve bu sırada bir şeye de itina gösteriyor: Göstereceği tepkinin, uyarım kaynağınca bir ilgisizlik işareti olarak yorumlanmaması için üretilen yapay bir ilgi! Şimdi bu basit modeli gerçek durumlara biraz daha yaklaştırabilmek için kimi zorlaştırıcılar eklenebilir. Bunlardan birisi, kişinin beyninde 24 saat işler durumda bulunan ve uykuda dahi çevresinden gelen uyarımlarla güncellenen yorumlama modelinin niteliğini belirleyen en temel unsur, yani düşünme becerisi niteliği’dir.

    Eğer düşünme becerisinin olmazsa olmaz iki parçası olan rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerinde [4] kimi yetersizlikler var ve bu yetersizlikler siyasi, askeri, ticari, sivil vd rütbeler nedeniyle kolay ortaya konulamaz ise, zihinlerdeki modellerin “gerçek durumları temsilden uzak” hale gelmesi kaçınılmazdır. Buraya kadarki mülahazalar, kişilerin zihinsel kurgularının (mindset),  “makûl olduğu varsayılan” fikirleri kabul etmekte  hiç de istekli olmayabileceğini, bu isteğin ancak bir dizi koşulun yerine gelmesine bağlı olacağını gösteriyor.

    Aşağıda, bu koşullardan sadece bir bölümü kabaca görselleştirilmiştir (http://goo.gl/u0WAf8).

    Hemen akla gelebileceklerden 22 öğenin her biri konusunda, %95’lik bir benzerlik içinde olabilecek iki kişinin, sorunları açıklamakta kullandıkları odak iddia’ları arasındaki benzerlik en fazla 0.9522 ~ %30 kadar olabilir ki, bu en yakın iki arkadaşın bile bütün iyi niyetlerine rağmen birbirlerinin yaklaşımlarını pek kavrayamaması demek olur. Doğası itibariyle yüksek karmaşıklık düzeyli toplumsal sorunların anlaşılması ve çözüm geliştirilmesi süreçlerinde uzlaşı kurulmasının güçlüğü bellidir.

    Beyaz Nokta® özelinde yorumlama..

    • Toplumun, paylaşılmış kavram dağarcığında bulunmayan “Sorun Çözme Kabiliyeti” kavramını misyonunun öznesi haline getirmiş olan BN hareketi, bir de bunları “sorgulanamazlık”, “istismara açık alan”, “koz”, “refah-enerji özdeşliği” gibi yine paylaşılmamış kavramlar’la açıklamaya çalıştığında, farklı odak iddia’lara sahip kişilere açıklamakta güçlüklerle karşılaşacağı tabiidir.

    Çareler neler olabilir?

    1. Bir kısmı hemen bir üst cümlede sayılmış bulunan paylaşılmamış kavramları, halen kullanmakta olduğumuz açıklama yöntemlerinden daha etkili yollarla “daha paylaşılır” hale getirmek. Örneğin:

    (a) Bu bağlamda iki örnekten birisi, sözel ve görsel anlatımın, biraz da mizah katarak harmanlandığı anlatım biçimidir[5].  Paylaşılmamış kavramlardan mesela refah-enerji özdeşliği’ni, bu yolla anlatabilecek birkaç dakikalık bir görsel yaptırılıp, etkileri ölçülebilir. Böyle bir görsele TV kanallarının çoğu ilgi gösterebilir.

    (b)Karadeniz TV’de yayımlanan “Çözemeyeni Çözerler” programında [6] bu kavramlar üzerinde bir şekilde durulmuştu. Bu defa, her bir kavram üzerinde, birer forum formatında programlar yapılabilir.

    (c) Gerçek ve çizgi  kişiliklerin birleştirildiği videolar şeklinde birkaç görsel [7] hazırlatmak ise yukardaki seçeneğe göre daha uygun olabilir. Bu görseli hazırlamış bulunan Ali Murat Erkorkmaz bu defa yeni görseller hazırlayabilir.

    (d) Hiç olmazsa önemli kavramlar konusunda bir uzlaşıya sahip olabilmek için E. DeBono’nun “Sözcük Gücü” adlı kitabındaki yöntem uygulanabilir (kitabın birkaç sayfası için bkz. https://bit.ly/3RhWMcC)

    (e) Bir diğer veya tamamlayıcı seçenek, paylaşılmamış kavramları bir dergi formatı içinde ve görsellerle desteklenmiş biçimde yayımlamaktır.

    2. Geçmiş yıllarda zaman zaman yaptığımız ve BN ile ilgili soruları cevaplamaya çalıştığımız bir tam günlük bir Soru Konferansı® [8] düzenlemek. Bu çalışmaya katılımcı olarak çağrılabilecek kişilerin özenle seçilip katılmaları sağlanabilirse, bir yandan bu yazıya konu olan soru’nun cevabı konusunda yaratıcı fikirler elde edilirken, bir yandan da paylaşılmamış kavramlar’a ilişkin sunumlar yapılabilir.

    3. Sözü geçen odak iddia kavramının, paylaşılmamış kavramlar’a göre kişilere sağladığı en önemli avantaj, odak iddia’ların herkesin–bir çeşit ısmarlama elbise gibi- bedenine (yani zihinsel kurgu’suna, mindset’ine) uyması, kişiyi rahat hissettirmesidir. Çünkü her özgün odak iddia, kişiye özeldir ve onun zihnindeki diğer öğelerle az çok uyum içinde iken, paylaşılmamış kavramlar diğer öğelerle uyum içinde değildir; birincisi %100 kendi malı iken diğeri büyük oranda yabancı’dır.

    Odak iddia’lar kişilere birer değer olan “rahatlık” sunarken, paylaşılmamış kavramlar bunu yapamamakta, hatta belki değer kaybettirici birer tehdit olarak görünmektedirler. O halde, paylaşılmamış kavramlar, kişilere en az odak iddialar’ı kadar değer sunacak hale getirilebilmelidir.

    Peki örneğin, refah-enerji özdeşliği gibi, paylaşılmamış, yabancı, rahatsız edici bir kavram acaba nasıl değer sunar, dolayısıyla da paylaşılabilir hale getirilebilir? Acaba; çok basit benzetmeler bularak ve hiç kuşku bırakmayacak kadar net, ama herkesçe kolay izlenebilir (1.1’deki gibi) yollarla göstererek, “anlamak mutluluktur” deyişi uyarınca bir rahatlık, dolayısıyla bir değer olarak mutluluk sunulabilir mi? En azından maddi mutluluk peşinde koşmayan bir kısım insan için bu mümkündür.

    • Bu yolla paylaşılmış kavramlar’a varılırsa, sonra ne olacak? Paylaşılmamış kavramların bir bölümü ve de bir kısım kişi açısından paylaşılmış hale getirilebilirse, bu sonuç kuşkusuz bir başarı olur; ama, bu nihai bir amaç olamayacağına göre, toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinde kayda değer bir gelişmeye yol açılabilir mi?

    Toplumsal sorun çözme kabiliyeti, ayrıntılı bir plan uyarınca geliştirilebilecek bir özellik olmadığına göre, yapılabilecek olan ancak, toplumun kavram dağarcığına, o kabiliyeti geliştirebilecek doğurgan yeni kavramlar/araçlar eklemeye çalışmak ve gerisini zamanın tedavi ediciliğine bırakmaktan ibarettir.

    • Şimdi nereden başlanabilir?

    Bu notta açıklanmasına çalışılanlar paylaşılıp zenginleştirilemedikçe, olumlu bir süreci başlatmak güç görünüyor. O halde, çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir Soru Konferansı®, sürecin ilk adımı olabilir (mi?)

    27 Nisan 2013

     


    [2] Ezbere Dayalı Eğitim’in yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bkz. https://tinaztitiz.com/ezberin-turevleri/
    [3] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki Öğrenme Bildirgesi’ni 2008 tarihinden bu yana 482 kişi imzalamıştır. Bu arada ilgili STK’nın web sitesinin aylık ziyaretçi sayısının 30,000 civarında olduğuna işaret edilmelidir.
    [4] Doğru  düşünme becerisinin rasyonel ve kritik düşünme bileşenleri için bkz. http://bit.ly/15TH2Qk, sayfa 3, madde 3
    [7] Ezbersiz Eğitimin tanıtımı amacıyla hazırlanmış böylesi bir video klip için bkz. https://youtu.be/kyFmdpT-cvU?si=DOqOWzgKaot3WIA_
    [8] Soru Konferansı yönteminin açıklamaları için bkz. (https://tinaztitiz.com/sorukonferansi/)
  • İhracatın, ithalatın ve diğer uluslararası ilişkilerin başlıca amacı: Değer ithal etmek!

    deger_akimi

    Herhangi bir mal veya hizmet’e (M/H) konu olan ithalat, ihracat vbg bir işlem söz konusu olduğunda iki süreç söz konusudur: M/H akımı süreci ve değer akımı süreci. Bu iki sürecin yönleri konusunda dikkat edilmesi gereken kurallar şöyle özetlenebilir:

    –       M/H ihracı halinde: deger_akimi

    1. Zorunlu ihracat (zorunlu ithalat için gereken dövizin temini için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
    2. Zenginleşmek için ihracat:

    Değer akımı süreci’nin mutlaka ihracat yapan yönünde (yani ihracat süreci ile ters yönde) olması gerekir.

    –       M/H ithali halinde:

    1. Zorunlu ithalat (zorunlu M/H’in satın alınabilmesi için):  Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
    2. Zenginleşmek için ithalat: Değer akımı’nın ithalat yapan yönünde (yani ithalat süreci ile aynı yönde) olmasına dikkat edilmelidir.

    –       Diğer uluslararası ilişkiler: Her ne olursa olsun amaç, Değer akımı’nın “değer ithali” yönünde olmasıdır.

    –       Bütün bu kurallar:

    1. Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olsa bile, bir şey yapabilecek güçte olmayan toplumlar için geçerli değildir.

    O tür toplumlar, zorunlu ihracat / zorunlu ithalat kurallarına tabidir. Örn. Açlıkla, yaygın hastalıklarla, iç çatışmalarla uğraşan toplumlar değer akımını gözetemezler.

    1. Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olmayan toplumlar ise, farkında olanlar için mükemmel birer av alanıdır.
    2. Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olan toplumlar için, yukarda değinilen kuralların, M/H akımının taraflarınca bilinip gözetildiği varsayılmalıdır.

    –       En kritik nokta, değer akımı’nın yönünün nasıl kontrol edilebileceğidir. Değer akımı yönü, o akıma konu olan M/H üzerine bir Yaratıcılık Temelli Katma Değer (YTKD) eklenerek kontrol edilebilir.

    –       Yaratıcılık Temelli Katma Değer keşif, icat, inovasyonla üretilebilir ve bu üretim için harcanacak “değer”, edinilenden küçük olacağı için bu tür KD makbuldür.

    Aksine, örneğin re-eksport yoluyla daha yüksek değer harcayarak üretilebilecek katma değerler, pazara girme, kısa vadeli taktik hedefler vbg amaçlar için kullanılabilirse de, değer akımı yönünü sürdürülebilir biçimde etkileyemez.

    Eğer, mal / hizmet üretiminize paralel olarak, sürekli biçimde Yaratıcılık Temelli KD de üretiyor iseniz, rekabet gücünüz o kadar artacak; ithalat da ihracat da yapılsa daima siz “değer kazanan” taraf olabileceksiniz.
    Sürekli olarak sömürü edebiyatı yerine Yaratıcılık Temelli Katma Değer üretmeye çalışmak akılcı yoldur.

    20 Mayıs 2013

  • İstismar: Medeniyetlerin itici gücü..

    İnsanın, oluşturduğu çeşitli büyüklükteki kümelenmelerin ve doğanın çeşitli yol ve acımasızlık düzeylerindeki istismarı, insan türünün geliştirmekle övünç duyduğu medeniyetlerin başlıca iticisi olageldi; binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca değişen, sadece istismarın boyutları ve gizlemek için geliştirilen kamuflaj araçları oldu.

    Başlıca bileşeni istismar olan medeniyetin bir diğer bileşeni, bu istismar süreçleriyle taban tabana zıt, kendini, çevresini ve olayları var eden nedenleri anlama yoluyla mutlu olma süreçleri. O süreçlerin yan ürünleri ise medeniyet adına övündüğümüz “kültür-sanat birikimleri”.

    İstismar, tarih boyunca milyarlarca insanın acı çekmesine yol açtı, bundan korunmak isteyenler ise çoklukla karşı-istismar yolunu seçerek yeni melanet yolları keşfettiler. Yıkılıp kurulan imparatorluklar, fetihler, işgaller, göçler aslında bu çatışmanın diğer yüzü değil mi? Günümüzde küresel ölçekte giderek artan çatışmalar ve bunların doğal sonucu olan düşmanlıklar istismar ve karşı-istismar süreçleri değil mi?

    İstismar (sömürü, exploitation) ince bir iştir!

    İnsanlar ya da insan toplulukları arasındaki ilişkiler temelde birer değer değişimi (takas) sürecidirler. Bu süreçlerde değişen değerler tam eşit olmayabilir. Eğer bu eşitsizlik sürekli olarak taraflardan birisi lehine oluşuyorsa orada bir istismardan söz edilebilir. Buna göre ticaret, istismarın söz konusu olabileceği alanlardan birisidir.

    İkinci ve daha dikkat edilmesi gereken alana, “sorunlar yoluyla istismar” denilebilir. Bu durumda ya taraflardan birinin sorunlu bir alanı bulunup istismar gerçekleştirilir ya da önce bir yapay sorun yaratılıp sonra da o sorun istismar edilir; ince istismar budur. Bir de “en ince” denilebilecek istismar türü vardır ki, tek tek  sorun yaratmakla uğraşılmaz, bir toplumun sorun çözme kabiliyeti zayıflatılarak sürekli olarak bizzat kendisinin istismara açık alanlar hazırlaması sağlanır.

    Peki bu yıkıcı eğilimin temelinde ne yatıyor; nedir istismarı tetikleyen, iten?

    Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin her bir basamağında yer alan fizyolojik, güvenlik, sevme/sevilme, onaylanma/saygı görme ve potansiyellerini gerçekleştirebilme’nin, ancak enerjinin çeşitli yoğunluktaki formları [1] ile mümkün olabileceği; daha basit deyişle, tüm ihtiyaçlarımızın bütünüyle enerji demek olduğu kolayca görülebilir (https://tinaztitiz.com/3243).

    Dünyadaki yerel, bölgesel ya da küresel ölçekli çatışmalara bu gözle bakıldığından, hemen hepsinin ardında, refah ihtiyaçlarını istismar yoluyla karşılamayı seçenlerle, onları karşı istismar yoluyla dengelemeye çalışanlar ile söylem temelli düşmanlıklar yoluyla kuzu kuzu sömürülen kitleler olduğu görülecektir. Türkiye bu ikinci gruba dahildir.

    Bu bağlamda sorun, bu kaçınılmaz ihtiyacın tartışılması, hattâ ihtiyacın karşılanma yollarının ahlaki olup olmadığı değil, kullanılan “istismar karşı istismar” sarmalı sonunda ortaya çıkan “düşmanlık” olgusunun insan da dahil tüm türlerin en temel güdüsü olan “türünün devamını sürdürme”ye uygun olup olmadığıdır.

    İnsan dışındaki türlerin bu konuda duyarlı oldukları görülüyor [2]. Tüm türlerin aksine, dış görünüşleri birbirine benzeyen tüm insanları tek tür olarak kabul eden insan ise bu konuda benzer duyarlığa sahip olmadığı için istismarı, ihtiyaç tatmininde başlıca araç olarak kullanmaktan çekinmiyor. Düşmanlık, istismarın kullanabileceği araçlar içinde en kaba olanı ve de en son kullanılanıdır. Ondan önce, bilgisizlikten yararlama, kandırma, koz kullanma, tehdit ve şantaj gibi daha ince metotlar kullanılır; bunların işe yaramadığı yerde ise iş kaba kuvvete kadar götürülür; yeter ki istismar edilecek olanın sorun çözme kabiliyeti düşük olsun ya da düşük hale getirilebilsin.

    Türünün devamını tehlikeye atmaksızın ihtiyaçları tatmin etmenin, aynı zamanda istismar yoluyla ihtiyaçlarını tatmin etmeye çalışanlara karşı koyabilmenin yolu, sorun çözme kabiliyeti’ni artırmaktan ibarettir. Olup bitenleri “düşmanlar”ımızın niyetleriyle açıklayanlara ilanen duyurulur. Sorun Çözme Kabiliyeti düşük olanlara herkes düşmandır.

    11 Mayıs 2013



    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (https://tinaztitiz.com/5810). Güneş kolektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, enerji yoluyla kurutularak odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.

    [2] Örneğin Komodo Ejderi olarak bilenen yırtıcı, aynı türden bir diğeri ile mücadelesinde ona asgari zarar vermeye özen gösteriyor (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=yfNh20j1bnY)

  • Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu-Nisan 2013

     

    Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu

    Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerine..”

    M.Tınaz Titiz – Nisan 11, 2013 – Ankara

     

    Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler,

    Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerinde aslında iki soru sorup cevap adaylarımı paylaşmak istiyorum. Bu iki soru, eğitimi niçin yaptığımız ve politikanın –ya da hangi tür politikanın- eğitimi yozlaştırdığı üzerinedir.

    Ama önce, eğitim ve siyaset ilişkilerinin anlaşılmasını güçleştirerek zihinsel karmaşaya yol açan öğelerin temizlenmesi gerekir. Bunun için de birkaç başlık üzerindeki düşüncelerimi ortaya koyup, böylece o konularda zihnimi düzene soktuktan sonra sorularımı cevaplamaya çalışacağım.

    1)     “Kışlaya, okula ve camiye politika girmemelidir!

    Burada kastedildiği varsayılan politika, bu kavrama yüklenegelen iki anlamdan ikincisi olsa gerekir. Eflatun tarafından tanımlanan birinci anlam “insanları mutlu etme sanatı” iken, zaman içinde ikinci bir anlam daha kazanmıştır. Bu da “insanları mutlu edecek, ama çeşitli neden ve/ya amaçlarla, yerine getiril(e)meyecek vaatlerde bulunmak” şeklinde özetlenebilir.

    Sürekli olarak uzun ifadeler kullanmamak için birinci tür politikaya Pg (gerçek anlamında) ve ikinci türe ise Pyoz (yoz veya yanıltıcı anlamında) diyelim.

    Bu tanımlara göre, Pgerçekkışla, okul ve cami de dahil– her yere girmeli, hatta Pgerçek’in girmediği hiç bir yer olmamalıdır. Pyoz ise sadece kışla, okul ve cami değil hiç bir yere girmemeli; hatta mümkünse hiç var olmamalıdır.

    Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek birkaç sonuç olabilir:

    a)      Nedensel düşünme’nin şablonu “eğer …. ise ….dir” şeklindedir. Söz konusu genelleme bu kurala göre ifade edilmiş olsaydı, “eğer politika kavramı Pyoz şeklinde anlaşılır ise hiç bir yere, özellikle de kışla, okul ve camiye girmemeli dir” şeklinde olur ve de doğru olurdu.  Politikanın bu inceliğe dikkat edilmeden karalanması, insanları mutlu etme yolundaki güçlü bir aracı bozmuş, ayrıca da politikaya girmek isteyen nitelikli insanları caydırır olmuştur.

    Bu örnek, hemen her konudaki yargıları koşulsuz olan toplumumuzda rasyonel düşünme’nin yaygınlaşamamış olmasının örneklerinden birisidir. Toplumumuzun sorun çözme kabiliyeti açısından bunun ne denli talihsizlik olduğu açıktır.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) bu yoldaki bir çalışması, yaşamlarımıza yön veren –hemen hepsi yararlı- çeşitli yargı kalıplarının, hangi koşullar altında geçerli olduklarını sorgulayabilecek “doğru soru”lar üretmekte güçlük çekildiğini göstermiştir.

    Doğru düşünmenin iki temel bileşeni olan nedensel düşünme ve kritik düşünme’nin, toplu yaşamın vazgeçilmez iki öğesi olduğu bilinciyle, eldeki mevcut tüm araçlar harekete geçirilerek sorgulama, sorun çözmede etkili bir araç olarak toplumun dağarcığına girebilmeli.

    Bu temel düşünsel becerileri benimsememiş bir toplumun, önüne çıkacak sorunlar hakkında sorular sorması ve onları cevaplayabilecek yaratıcılığı göstermesini beklemek mümkün müdür?

    b)     Bir yandan da eğer, rasyonel düşünme ilkelerine uyulmuş olsa idi, topluma, politika kavramının bir de Pgerçek anlamı olduğu mesajı da iletilmiş olacak; politika bugünkü aşağılanmış (Pyoz’dan ibaret) anlamına indirgenmeyecekti.

    c)      Bir de soru ortaya çıkmaktadır: Politika yozlaşıp her yere Pyoz olarak nüfuz ederken bundan okul kurumu da nasibini aldığına göre, ne(ler) yapılmalıdır ki hem okul kendini koruyabilsin, hem de Pyoz’un yerini Pgerçek alabilsin?

    Eğer bu soru cevaplanamazsa, siyaset-eğitim ilişkileri üzerindeki görüşlerin pratik bir önemi olamaz.

    Bu soru’nun yanıtı hem kolay hem güçtür. Kolaydır, çünkü benzer sorunlarla –en azından potansiyel düzeyde- karşılaşıp onların gerçekleşmesini minimize edebilmiş toplumların sıkça uyguladıkları yöntemler bizde de uygulanabilir. Bu yöntemlerin başında, “Örnek Tavırlı” kişilerin aralarında oluşturabilecekleri ağlar (bkz. http://bit.ly/Utya2L) geliyor.

    Politikanın Pgerçek anlamını yaşama geçirmiş olanların imzalayıp topluma ilan edebilecekleri bir bildirge (bkz. http://bit.ly/Utyi2m) küçük fakat etkili bir arınma sürecini tetikleyebilir; daha doğrusu tetiklemesi için elden gelen yapılmalıdır.

    Ama aynı zamanda güçtür de. Siyaseti kolay çıkar sağlama aracı olarak benimsemiş kişilerin çokluğu bir yana, “bal tutan parmak yalar” kuralına inanmış kitleler karşısında, bu tür girişimlerin şans bulabilmesi, sıradan yollarla gerçekleşemez.

    Bu iki ters eğilimin bileşik etkisi altında, özlenen arınmanın gerçekleşmesi için kitleleri bu ideal yolunda harekete geçirebilecek bir toplum hareketine ihtiyaç vardır.

    Eğitim siyaset ilişkilerini gözden geçirirken değinilen bu başlıkların yalnız bu konuda değil, tüm sorunlarımız açısından geçerli olduğuna işaret edilmelidir.

    2)     Koşullanmama: Bir numaralı insan hakkı!

    a)      Py’nin işgal ettiği alanı boşaltıp, –orta veya uzun vadeli de olsa- Pgerçek ile doldurabilecek bir süreci başlatabilmek için, Pyoz’un etkili araçları farkedilip etkisizleştirilebilmelidir.

    b)     Bu araç, “benimsetme” olup, okul versiyonunun adı ise “öğretme”dir. Benimsetme kavramının temelinde, “mutlak doğru” inancı yatıyor.

    Bir şeyin değişmez (mutlak) doğru olduğuna inanıldığında, başkalarının da bu doğruyu –zorlayarak dahi olsa- benimsemesinin istenilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Koşullandırma, benimsetme’nin yollarından başlıcasıdır.  “Eğer … ise … dir” yaklaşımı yaygın bir kültür olabilseydi, benimsetme bu denli yaygın ve yıkıcı olmayabilirdi (bkz. http://bit.ly/10QO3MN).

    c)      Koşullandırma, insan türünün çeşitli sorunlar karşısında türünün devamını sağlama amaçlı milyon yıllık evrimi sonunda kazanmış olduğu olağanüstü öğrenebilme yeteneğini hiçe saymak, onunla mücadeleye girmek anlamına gelen yanlış bir girişimdir. Bu abes girişim yerine, genetiğimize yerleşmiş bulunan yüksek öğrenebilirlik yeteneğine güvenmek zorundayız.

    d)     Yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir ulus ve devlet inşa ederken kaçınılmaz sayılabilecek ideolojik eğitimi, günümüzde de sürdürmeyi haklı gösterebilecek bir neden olamaz.

    3)     “Düşünme” hep kutsanagelmiştir.

    a)      Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki;

    i)      Rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek,

    ii)     Kritik [1] düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek

    olup, bileşenleri ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.

     

    b)     Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan -kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir.

    c)      Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.

    4)     Bu irdelemeler yoluyla bir ölçüde netleştirildiği düşünülebilecek platform üzerinde iki soru sorulup cevaplanmasına çalışılabilir:

    Soru 1.     Eğitim; iyi de niçin?

    a)      Küçük ölçekte ticaret yapacak bir firmanın dahi misyon ve vizyonunun olması –ülkemiz istisna edilirse(!)- bir gereklilik iken, büyük kitlelerin yaşamlarını derinden etkileyen eğitim gibi bir sürecin:

    –       niçin yapılacağı (misyon),

     –       nereye varmak için yapılacağı (vizyon) ve

    –       hangi ilkelere sadık kalınarak yapılacağı (değerler)

    noktalarındaki ilkelerin ortaya konulması –ve sürekli sorgulanarak pekiştirilmesi- kaçınılamaz bir zorunluk değil midir?

    b)     Gerek misyon, gerekse vizyon –Türkçeye çevrilmeyişlerinden de görüleceği üzere- önemli diğer kavramlar gibi tanımsızdır (bkz. http://bit.ly/TKJwXJ).

    c)      Bir hatırlatma olması için:

    –       Misyon: En temelde ne yapılmak istendiği (örn. Bedensel engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak..)

    –       Vizyon: Misyon şeklinde tanımlanan derindeki amacı gerçekleştirmek üzere girişilebilecek çeşitli eylemlerin her birisinin varmak istediği hedef  (örnek; bu misyona yönelik 4 ayrı eylem örneği ve bu eylemlerin  vizyonları):

    Eylem 1.      Bedensel Engelliler (BE) Vakfı kurmak.

    Vizyon: Tüm engellileri üye yapıp, kapsayıcı bir dayanışma ağı oluşturmak.

    Eylem 2.      Uluslararası BE olimpiyatına katılmak üzere bir organizasyon yapmak.

    Vizyon: En az 3 altın madalya kazanmak.

    Eylem 3.      BE’in parlamentoda temsili ve haklarını savunmak.

    Vizyon: 5 yıl içinde, her seçimde 2 BE’nin yerel ve merkezi meclise girmesi.

    Eylem 4.      BE için araç-gereç üretimi yapacak bir ticari firma kurmak.

     Vizyon: Her BE’nin firma ortağı olmasını ve ortaklık payını, yapacağı inovasyonların bedeliyle ödemesini sağlamak.

    Görüldüğü gibi misyon tek, o misyona hizmet edebilecek eylemlerin vizyonları ise çok sayıda olabilir.

    – Değer(ler): Vizyon(lar)’a erişme yolunda daima sadık kalınacak değer yargıları (örn.  “daima ortak akla güvenmek”, “tüm organların birbirleri yerine kullanılabilirliği”, “engelden yakınma, acındırma yok”.

     d)     Bu tanımların ışığı altında, “eğitim için misyon, vizyon ve değerler neler olmalıdır?” konusundaki önerilerim (kuşkusuz başka öneriler de olabilir):

    –       Misyon: Kişinin –her bakımdan- ayakları üzerinde durabilmesi.

    –       Vizyon

     Eylem 1.      Bedensel, zihinsel, ruhsal ve ahlaki açılardan sınırlarını, tam olarak öğrenip, o sınırların özendirebileceği yönlerden birisi doğrultusunda ilerleyerek “kendini gerçekleştirmek”.

    Vizyon 1: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)

    Eylem 2.      İçinde bulunduğu toplum ve insanlık ailesine net katkı sağlamak.

    Vizyon 2: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)

    –       Değerler: (Kişi bu süreçte kendi değerlerini kendisi oluşturabilmelidir. Bu onun en doğal özgürlük alanı sayılmalı, müdahale edilmemeli, değer benimsetilmeye, öğretilmeye, empoze edilmeye çalışılmamalıdır. Bu ilke aynı zamanda, merak ve yaratıcılığına herhangi bir yolla –sorgulanamazlık, koşullandırma gibi- müdahalede bulunulmamasını da kapsamaktadır).

    e)      Bu çerçeveye oturacak bir eğitim sisteminin desteklenmesi, yaygınlaştırılması, çeşitli müdahalelere karşı korunması Pg anlamında politikanın vazgeçilmez ödevlerinden birisi olmalıdır.

    Soru 2.     Pg anlamındaki politika bu misyon ve vizyonun neresine oturuyor; Py niçin / nasıl kirlenme yaratıyor?

    a)      Politikanın kirlenmesi tek nedenle açıklanabilecek bir sorun değildir. Siyaset sisteminin kirlenmesine yol açan ve birbirini besleyerek yerleşen kirlenme olgusu Alternatif Siyaset Anlayışı adlı yayında irdelenmiştir (bkz. http://bit.ly/10XWp5p). Burada ise, kirlenme olgusunun eğitim sistemiyle etkileşimi üzerinde durulacak ve bir dizi neden arasında en önemli görülen birisi ele alınacaktır. Bu, tüm canlıların ve özelde de insan türünün olağanüstü öğrenme yeteneğinin gözardı edilmesi gerçeğidir.

    b)     Kimi sistemler “kendi kendini taşıyabilme” özelliğine sahiptir. Bu özelliği –iyi niyetlerle- güçlendirmek amacıyla yapılan müdahaleler çoğunlukla bu yeteneğin bozulmasına yol açıyor. İşte birkaç örnek:

    i)      Yumurtadan çıkmaya çalışan civcive “yardım”,

    ii)     Kendini taşıyacak şekilde tasarlanan uzay kafes kirişe destek koyarak “yardım”,

    iii)   “Zarar verme” (bkz. http://bit.ly/153ed3E) ahlak ilkesini, “zarar verme ve yarar sağla” şeklinde yorumlayarak yapılan “yardım”.

    Her üç örnekte de “yardım” edilen nesneler ya ölür ya yıkılır ya da zarar görürler. Bu nedenle, yapılacak yardımların, genetik miraslardaki öğrenilmişlikleri bozabileceklerine dikkat edilmelidir.

    c)      Canlılar’ın, milyon yılda geliştirdikleri “yaşadıklarından öğrenebilme” yetileri de kendi kendini taşıyabilme özelliğine sahiptir ve bilinçsiz yardımlar halinde zarar görür.

    Örneğin yüzme böyledir. Tüm canlılar gibi insan da milyon yıllık geçmişi boyunca  yüzmeyi öğrenip DNA’sında saklar; ama daha sonraları, öğrenilmiş çaresizlik yoluyla –ki o da bir öğrenmedir- bu yeteneğini geçici olarak kaybeder ve tekrar yüzme öğrenmeye çalışır.

    d)     Eğitim adını verdiğimiz benimsetme / öğretme süreci, bu milyon yıllık deneyime dayalı ve halen de süren muhteşem öğrenme süreciyle bir çeşit “mücadele”dir. Söz konusu “mücadele”, aile-okul-toplum üçlüsünün  kolektif çabalarıyla yapılıyor (bkz. http://bit.ly/VMHkAg).

    e)      Py türü politikanın ihtiyaç duyduğu insan malzemesi, mutlak doğru olarak kabul ettiği kendi ideolojisini benimsetme yoluyla yaymaya eğilimli olmak zorundadır. Çünkü kendi varlığının güvencesi, kendine benzer insanlarla çevrili olmaktır.

    Eğitim sistemimizin başlangıçtan beri ana renginin “ideolojik benimsetme” olmasının nedeni, Py türü politikanın amaçları için okul sisteminin en uygun ortam olmasıdır.

    Kuşkusuz, okul sisteminin yetiştirdiği tüm insanlar ideolojik benimsetici eğilimli değildir; ama, sistemi sorgulama yoluyla değiştirebilecek nedensel ve kritik düşünme yetileri de kritik kütleyi oluşturabilecek düzeyde değildir.

    f)      Buna karşı ne yapılabilir; hatta daha doğru olarak  yapılabilir mi ve de yapılmalı mı?

    Biyolojik yaşam gibi sosyal yaşam da –biz beğenelim ya da beğenmeyelim- kendine bir yol buluyor. Biz hem o kadar beklemek, hem de önümüze gelecek o çözümleri kabul etmek istemeyebiliriz. Bu durumda ayrıntılı bir planın işe yaramayacağı bellidir. Çünkü kimse bu denli karmaşık bir süreci, her adımını kontrol edip yönetemez.

    Bu gerçeğin idraki bir başlangıç noktası olabilir. Bir bulamaç’a benzetilebilecek kaotik yapılı sistemin içine atılarak, onu tedricen dönüştürebilecek bir nano-tool düşünülebilir. Bu dönüştürücü, insanlık tarihinde en güçlü etkiyi yapabilmiş olan “kuşku” kavramı olabilir.

    Bildiklerimizin, inandıklarımızın, hatta elimizle dokunup gözümüzle gördüklerimizin dahi, ancak koşullu –ve kuşkulu- doğrular olabileceğinin idrakini üretebilecek bir dönüştürücü.

    İşe yarar mı? Bilmiyorum, kuşkuluyum!

    Teşekkür ederim.

    Nisan 11, 2013

     


    [1] Critical º krisis (Gr.) º iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek.