• “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Question Conference®

    ‘Question Conference’ connotes a group of people who have come together with different views to pose questions and provide answers to these questions and consult with each other on controversial issues.

    The definition is as follows: “A method designed to generate the questions likely to express in the best possible fashion the issues for which solutions are required and/or realizing the plans considered to be implemented, and to produce answers to the questions formulated by the collective mind of the stakeholders.”

    The distinctive characteristics of this method are; its objective to transform a given issue into a series of questions (see Right Questions)  and its requirement to provide answers to them in accordance with the correct questioning methods.

    Questions are determined by the participants’ selection from among a set of questions that are generated by brain storming, picked up by workshops and processed in a logical order. Questions determined in this way become explicit and clear and their answers will be to a great extent inherent in them.

    The “solution” on the other hand, is defined as suppression or alleviation of the pain created (due to an undesirable situation) to an acceptable level. This would be an arduous process especially if the issue at hand has multi-stakeholders.The question itself may under such circumstances become almost inexplicable, let alone the actualization of a satisfactory solution. The reason for this is the likely difference in each stakeholder’s own definition of a given term on which he or she will be partial on insisting that the ‘only logical’ core meaning should be his or hers.

    In such similar conditions, the way to proceed will be to break down the issue at hand into a series of questions in order to give a clear account of the matter. Only if we achieve this, we canarrive at a proper solution by way of reconciliation1. This method is what we call the ‘Question Conference’.

    This is the only method that can be relied on in working out a solution for controversial issues.Giving the stakeholders the floor in turn and listening to their interminable and tautological arguments will not avail an agreement although at first glance this may seem like a good idea. As a matter of fact, each argument contains a series of propositions and the responding participants can hardly be expected to be convinced.

    Approach to the majority of issues either social or public, made as has been mentioned here, will give rise to new questions rather than solving the matter in hand (See Chemistry of Problems).

     

    [1] See the related document. 

  • Mavi – Beyaz Yaka ayrımında yeni dönem..

    Alimler ve Medreseler Birliği web sitesinde (http://bit.ly/1F0rlHQ) duyurulduğuna göre, Van ilimizde 11 alime bayan diplomalarını almışlar. Sitede bu olayın niçin önemli olduğu, alim ve alimeler yoluyla ne gibi toplumsal yararlar sağlanacağı anlatılıyor. Ne diyeyim vatana millete hayırlı olsun.

    Aynı tarihli bir gazete haberinde ise, ping-pong oynayan robotun, Dünya 1 numarası karşısında 20 oyunun 9’unu alarak nasıl zorladığı video kanıtlı (http://bit.ly/1zOfWL2) duyuruluyor. Bu iki haberi peş peşe okuyunca aklıma ister istemez şunlar geldi..

    Açık mavi – kirli beyaz!

    Yakın geçmişe kadar mavi renk bedensel yönü ağırlıklı zihinsel yönü hafif işlerin simgesiydi. Beyaz ise tam aksi. Henüz içinde bulunduğumuz çağa net bir isim konulmadı ise de “bilgi çağı” gibi bir niteleme yerleşiyor gibi.

    Bu çağın simgeleri ise, bilgileri giderek daha hızlı işleyen “işlemciler” ile daha çok bilgiyi daha küçük hacimlerde –atomik düzeyde-depolayabilen “bellekler”.

    Bu iki öğenin otomatik bileşimi ise yapay zeka yazılımlarının giderek gelişmesi ve onun da bir türevi olan robotlar. Masa tenisi oynayan robot videosu bu gelişim sürecinin an itibariyle en ileri aşaması gibi. Geleneksel mavi yaka – beyaz yaka skalasındaki yeri açısından teknolojinin bu son durumuna karşılık gelen iki renk var: Açık mavi ve kirli beyaz.

    İster halı süpürme, ister masa tenisi, isterse apandisit ameliyatı, hangi işi yaparsa yapsın, robot teknolojisinin birkaç öğesinden birisi o işlere ait modelleme (algoritma tasarımı), diğeri de oluşturulan modelleri uygulanabilir kılabilecek yazılım (programlama).

    Bu süreçteki algoritma tasarımıkirli beyaz” renge, programlama (kodlama) ise “açık mavi” renge karşılık geliyor. Bu süreçteki iki işin ortak yanı ise, düşünme zincirinde iğne ucu kadar bile boşluğa yer vermeyen, her şeyi ama her şeyi sorgulayıp kuşku eleğinden geçirebilen düşünme biçimidir.

    Bu yeni düşünme içiminde alim ve alimelere yer yoktur; ama, nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünmeyi konu alan kitaplar yazıp, nedensel düşünmenin “bir sonuca yol açan tüm nedenleri bir ağaç formunda ortaya koymak”; kritik düşünmenin ise, bu “çok sayıdaki nedeni, sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralamak” olduğunu anlatamayan bilgin ve bilginelere de yer yoktur.

    Masa tenisi videosu birçok yönden göz açıcıdır. Hatta, modelleme ve kodlama işleri gün gelip bizzat robotlarca yapılmaya başlanacak, bu yeni yaka renklilere de ihtiyaç azalacaktır. Bu şu demektir: Geri kalan posalar (yani bu işlere yaramayan, herhangi bir değer üretemeyenler) temizlenecektir.

    Nasıl mı, şöyle:

    Bu acılı süreç alim ve alimelerce başlatılacak; kendisine sorgulamadan belletilenlerden başka şeyler düşünmesi imkansız hale getirilenler –laik sandığımız okullarda ezber profesörü haline gelmiş çocuklardan büyüyenler de dahil-, birbirlerini kıtır kıtır keseceklerdir. Herkes bildiği yolda devam etsin, yanlış olmuş ve olacak bir şey yoktur.

    7 Mayıs 2015

  • Mesafe tanımadan birlikte sorun çözmek..

    İnternet üzerinden Beyin Fırtınası (e-BF diyelim) yoluyla, birbirinden uzak yüzlerce insan bir konudaki fikirlerini belirtebilir.

    Şirketler, yerel yönetimler, devlet kurumları, merkezi yönetimler, siyasi partiler, kısacası her kurum, bu yolla “çeşitli sorunların çözümü” konusunda yurttaşların fikirlerine başvurabilir.

    Bu eğilim Dünya’da bir çığ gibi yayılıyor.

    Şu adrese tıklayarak bu yoldaki bir egzersize katılabilirsiniz.

    Bu egzersizin sonuçlarına göre, çeşitli sorunlarımız konusunda e-BF’ler düzenlenmesi öngörülüyor. Tek ihtiyaç olan bir bilgisayar ve bir internet bağlantısı.

    Çok mu uçuk geldi?

    Yarınlarda bir norm olabilir.. 🙂

    17 Şubat 2015

  • Limit

    Bir öğretmen arkadaşımın bana ilettiği aşağıdaki küçük olayı yorumsuz sizlere aktarıyorum.

    Lise son sınıf matematik dersinde limit konusu işleniyor ve öğretmen aşağıdaki örneği tahtada çözüyor:

    lim 1 / (x-8) = ∞

    x → 8

    Sonra da öğrencilerin alıştırma yapmaları için aşağıdaki soruları soruyor:

    lim 1 / (x-5) = ?

    x→5

    lim 1 / (x-3) = ?

    x→3

    Tüm sınıf -muhtemelen bir kısmı da kopya çekerek- aşağıdaki cevapları veriyorlar:

    lim 1 / (x-5) = yan yatmış 5

    x→5

    lim 1 / (x-3) = yan yatmış 3

    x→3

    İşte ezberin limiti budur!

    22 Kasım 2004

  • “Çalışmalarımız sürmektedir” ne demektir?

    Dünya’da nelerin koleksiyonlarının yapıldığının koleksiyonunu yapanlar herhalde vardır. Ben de oldum olası “yetkili beyanatı koleksiyonu” yapmaya meraklıyımdır..

    Örneğin, bir kazadan sonra yetkililerin ilk söylediklerinin koleksiyonu, yabancı bir heyetle görüşmeden sonra verilen demeç koleksiyonu, ek bütçe isteme konuşması koleksiyonu gibi çok sayıda koleksiyon vardır.

    Bu küme içinde öyle bir tanesi vardır ki bu denli yaygın kullanılanı hemen hemen yoktur. Bu, “bu konudaki çalışmalarımız sürmektedir” koleksiyonudur.

    Ana su borusu patladığında tamiratın ne zaman biteceği sorulan belediye başkanı, suikasttan sonra sanıkların ne zaman yakalanacağı sorulan emniyet görevlisi, Bilgisayar Destekli Eğitim’e ne zaman geçileceği sorulan eğitim yetkilisi daima, “çalışmalarımız sürmektedir” biçiminde yanıt vermektedirler.

    Bunun tam tercümesini bilmeyenler, gerçekten de bir çalışma yapıldığını zannedebilecekleri için, onları aydınlatmak halkımıza bir hizmet olacaktır. “Çalışmalarımız sürmektedir”in ilk sözcüğündeki (mız) eki, “bu iş bize aittir, başkalarını pek ilgilendirmez” demektir. Aynı sözcükteki (ler) eki ise yapılan işin öyle basit bir iş olmadığını, çoğul olarak tanımlanması gereken bir yaygınlıkta olduğunu anlatır.

    Bazen bunu kuvvetlendirip, ukalalık etmek isteyebilecekleri kesin olarak caydıran “çalışmalarımız çok yönlü̈ olarak devam etmektedir” denilir ki, artık buna da karşı çıkıp “kuzeyde veya kuzeybatıda neler yapıyorsunuz” gibi sorular sorabilecek meraklı bir babayiğit ortaya çıkamaz.

    İkinci sözcükte olan “sürmektedir” ise, düz Türkçe‘deki “patlamadın ya!” demektir. Bu beklemenin sonu belli olmadığı için ve genellikle de hemen ertesi gün unutulacağı için büyük yararlar sağlamaktadır.

    Genellemeler her zaman dikkatli kullanılmalıdır. Bu nedenle gerçekten “çalışmalar” yapan yetkilileri de bu tercümenin kapsamı dışında bırakmak gerekir.

    4 Ekim 1993

  • Sorular beyni geliştirir

    Bugünlerde sosyal medyada dolaşan, ama daha evvelce de bir yabancı yazara[1] referansla ortaya konulan bir bilgi[2] var: 185 ülkelik bir liste içinde Türkiye, Bosna-Hersek, Şili, Hırvatistan ve Kırgızistan ile birlikte 90 puanı paylaşıyor. Bu puanın anlamı, çeşitli grupların karşılaştırmalı bir listesinde[3] verilmiştir.

    Eğitimin çeşitli düzeyleri ya da mesleki kategoriler içinde yüksek IQ’ya sahip kimseler bulunabilir. Bu hemen her yerde –özellikle de Türkiye’de- rastlanan bir durumdur. Koşulları nedeniyle iyi eğitim görememiş ve/ya sıradan meslekler içinde yer alan insanlar her yerde vardır.

    Bir ilke olarak, kişinin elinde olmayan özellikleri / koşulları nedeniyle övülmesi ya da yerilmesi etik açıdan doğru değildir. Ama, kaçırılmadan sorulması gereken soru da şudur: Ne yapıyoruz da böyle oluyoruz?

    Tek bir zeka tanımı (IQ) yerine şimdilik[4] dokuz zeka türünün varlığı kabul edilse de, ortalama bir zekadan söz edilebilir[5].

    Kalıtsal miras, akraba evlilikleri gibi adetlerin zeka düzeyini yakından etkilediği biliniyor. Kültür ve gen etkileşiminin zeka düzeyini etkilemesi ise İkili Kalıtım Kuramı[6] tarafından ortaya konulmuştur. Yoz kültürün biyolojik evrimi kendi yönünde etkilediği, daha yüksek kültürlerin ise evrimi olumlu değiştirdiği bu kuramın tezidir.

    Son yıllarda popüler bir kavram olarak üzerinde konuşulan Öğrenme Devrimi[7], şu iki ilke çevresinde örgülenmektedir: Akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı[8].

    1. Birinci ilke: Öğrenme akademik bir süreç değildir. Bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel ve zihinsel eylem beyinde yeni bağlantılar geliştirir.
    2. İkinci ilke: Beyinde oluşan her yeni bağlantı, yeni bedensel ve zihinsel eylemleri tetikler. Bu süreç –bir spiral gibi- kendi kendini besler.

    Basit görünüşlü bu ilkeler, gelişkin toplumlardaki okullarda beden eğitimi dersleri ve satranç kulüplerinin niçin ciddiye alındığının nedenidir.

    En az beden eğitimi ve satranç kadar, açıklanan bu spiral süreci olumlu yönde etkileyen bir öğe de “merak” ve onun ikiz kardeşi “soru”dur.

    Her ne amaçla olursa olsun “merak” ve onu tatmin edilebilmek için başvurulan “sorular”, cevap bulabilmek yolunda zihinsel ve/ya bedensel eylemleri tetikler; böylece de beyinde yeni bağlantıların oluşumlarını tetiklerler; kısacası kişileri daha zeki hale getirir.

    Buraya kadarki ansiklopedik hatırlatmaların ışığında, “bu düşük ortalamanın başlıca nedenleri nelerdir?” sorusuna tekrar eğilince, şu belirgin kültürel özelliğimiz dikkat çekmeye başlıyor: Az ve de kısır[9] sorulara karşılık bolca cevap üretimi!

    Bu savın doğrulanması için iki yere bakmak yeterlidir: (1) Her düzeydeki eğitim kurumunda, “doğru soru sormak” ile ilgili bir öğreti ya da bir telkin kültürünün bulunmayışı, (2) TV tartışmalarının –izleyebildiğim kadarıyla- hiçbirisinde tartışmalara, tartışılacak sorunun ne olduğunu açıklığa kavuşturacak soru(lar) ile başlanmayıp, herkesin doğrudan cevaplarını savunmaları. (Böylece her cevap, tartışılan sorun’un ayrı bir yüzüne ilişkin sorulara yönelik olduğu için uzlaşma olasılığı çok düşük oluyor).

    Doğru soru sorma konusunda bir duyarlık oluşmadıkça, en yaşamsal konularda sorulan sorular, “muhtemel Marmara depremi hakkında düşünceleriniz nelerdir?”, “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “işsizlik meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?” gibisinden, verilecek her cevabın, sorun’un bir yerlerine uyabileceği “kısır cevaplar” ile yaşamak zorundayız.

    Doğru sorular, merakın doğal uzantılarıdır. Merakı, kimin kimle birlikteliği ya da kimin kimi hangi cevapla oturtacağı ile sınırlanmış bir toplum “ortalaması”nda, beyinlerde yeni bağlantıların oluşması için bir tetikleme niçin oluşsun? Bu insanların çocukları meraklarını ne tetikleyecek ki ardından sonsuz sayıda soru üretsinler?

    Bütün yaşam sorun çözmek ise[10] ve soru sormak, sorun çözmenin biricik aracı sorgulama’nın[11] yapıtaşı ise, kronik sorunlarımızın niçin çözülemediği, 90 IQ ve soru sorma becerisi yetmezliği arasındaki sıkı ilişki açık değil mi?

    Soramayan aptal olur, övünmekle de giderilemez.

    3 Ocak 2015 Cumartesi

    [1] Richard Lynn, Tatu Vanhanen, IQ and the Wealth of Nations, Praeger / Greenwood, 2002

    [2] Bkz. http://goo.gl/eydxbe

    [3] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Intelligence_quotient#Other_correlations

    [4] Hovard Gardner (http://goo.gl/feJHDY) tarafından 1983’te ortaya atılan Çoklu Zeka Kuramı o tarihte 7, bir süre sonra 8 zeka türü (müzikal-ritmik, görsel-uzaysal, sözel-dilsel, matematik-mantık, bedensel-hareketsel, dışa dönük, içe dönük ve doğaya ait) tanımlamış ve daha sonra varoluşsal-ahlaki (moral) zekayı da katarak şimdilerde 9 zeka türüne ulaşmıştır (bkz. http://goo.gl/G6nC5M). İleride bu konudaki araştırmalar geliştikçe, kişiye özgü yeni zeka türlerinin tanımlanabileceği beklenebilir.

    [5] Çoklu zeka kuramına göre hemen herkes 9 zeka türünün her birinde bir varlık göstermekte, bazı türlerde ise diğerlerine göre daha yüksek skor elde edebilmektedir. Sadece tek zeka türünde yüksek, diğer sekizinde hiç düzeyinde bir skor beklenen bir durum değildir. Buna göre, çok dar amaçlar haricinde yine de ortalama bir zekadan söz etmek yanlış olmaz. Doğru ifade, ortalamanın dışında hangi bir veya birkaç türdeki zekanın ortalamadan önemli ölçüde yüksek olduğudur.

    [6]İkili Kalıtım Kuramı (Dual Inheritance Theory) için bkz.http://goo.gl/nocgML

    [7] Bkz. http://goo.gl/72Acgj

    [8]Dryden G. ve Vos.J., The New Learning Revolution, Network Educational Press , 2005, Sah. 379

    [9]Doğru soruların üç ortak özelliği tekil (singular), belirli (definite) ve net (clear) olmasıdır (bkz. http://goo.gl/s8yaU4).Bu tür sorular yol açıcı olup, cevaba götüren yolda yeni soruları çağırır. Bunun aksi ise yeni soruların sorulmasına imkan vermez. Bunlar “kısır” sorulardır.

    [10]Karl Popper’in ünlü sözü ve aynı isimli kitabı: All Life is Problem Solving.

    [11]Çeşitli alanlar için çeşitli kişilerce üretilmiş sorular ve o sorular sorulsa idi ortaya çıkabilecek değişik bakış açıları için bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com

  • Yeni BDE (Bilgisayar Destekli Eğitim)

    BDE-Bilgisayar Destekli Eğitim, bundan 10 yıl önce (1986’da), o günün bilgisayar donanım ve yazılım teknolojilerine göre tasarımlanmış bir proje idi. Okulların hemen hepsi, bilgisayarı, öğretilmesi gereken yeni bir ders olarak yorumlayıp buna göre dersler koydular. Bunların içinde ilkokullara Basic programlama dili öğretimini koyanlar bile oldu.

    Okulların çok küçük bir bölümü ise, BDE’nin gerçek anlamını kavradı, fakat onların da büyük çoğunluğu ya mali engellere ya da kalıplaşmış anlayışların engellerine takıldılar.

    Bu sınırlara ilaveten teknoloji de önemli kısıtlar getiriyordu. Zamanın başbakanı Turgut Özal’a, bilgisayarın yabancı dil öğreniminde de kullanılabileceğini kanıtlamak üzere planlanan bir gösteride, bir-iki cümleyi bilgisayara söyletebilmek için yaklaşık 2 ay kadar uğraşılmıştı. O zaman “mikro” denilen bilgisayarların en kabacasının RAM belleği 520 KB, disk belleği de 20MB  civarındaydı. Ses kartı, video kartı, CD-ROM gibi eklerin gelecekte “mümkün olabileceği” konuşulurdu.

    Bütün bu kısıtlar altında BDE, bir “bilgisayar satınalma” sürecine dönüştü. Bilgisayar firmaları, Türkçeleşmiş eğitim yazılımları üretmek, yazın dilleri aracılığıyla özgün programlar üretmek gibi güç uğraşlar yerine, bilgisayarı yarı-Tanrı gibi gören kişilere bol miktarda bilgisayar satmayı yeğlediler. Bu tür uğraşlara girenler ise diğerlerinin yarattığı acımasız rekabet dolayısıyla, doğruluklarının cezasını gördüler.

    Eğitim alanındaki bu olaylara paralel olarak, eğitim alanının dışında da ilginç durumlar meydana geliyordu. Örneğin, Anadolu ilçelerimizden birinin kaymakamı, ilçenin ortaokuluna gönderilen bir bilgisayara ihtiyati tedbir koyduruyor, bu şüpheli mahlukun ancak aklandıktan sonra kullanılabileceği fetvasını veriyordu.

    Bugün geldiğimiz noktada, bütün bu olumsuzluklara karşın bazı olumlu sonuçlar da ortadadır. Artık bilgisayarlar tutuklanmıyor. Hemen her okulda az ya da çok bilgisayar vardır, ya da en azından bilgisayar sahibi olma arzusu vardır. Bazı okullar bilgisayarı oldukça etkin olarak,  eğitim sürecinin bir parçası haline getirme yolundadırlar.

    Donanım ve yazılımda ise, sıçrama denmese de ona yakın gelişmeler olmuş, bellek bir sorun olmaktan neredeyse çıkmış, erişim hızı da eskiye oranla neredeyse 100 kat artmıştır. CD teknolojisi gelişmiş, etkileşimli videodisk pratik olarak katlanılabilir maliyet sınırları içine girmiştir.

    Bu gelişmeler karşısında BDE, daha kolay gerçekleştirilebilir durumdadır. Şimdilerde bir “yeni BDE” ‘yi hayata geçirebiliriz.

    Projenin ilk şeklinde, gerekli finansmanın bütününün devlet tarafından karşılanacağı  öngörülüyordu. Bugün devlet bunu yapabilecek durumda değildir. Buna göre, finansman için de “yeni” bir model bulmak zorundayız.

    Bu yeni modelin içinde finansal kiralama’nın yer alması kaçınılmazdır. Çünkü ne devlet ne de bir özel okul, gereken sayıda bilgisayarın satınalma finansmanını, leasing kullanmadan karşılayamaz. Hele, öğrencinin evde de bir bilgisayara sahip olması gibi bir seçenek, ancak çok az sayıda kişinin başarabileceği bir iştir. Dolayısıyla  kiralama kaçınılmazdır.

    Bilgisayar edinme modelinin ikinci parametresi, bilgisayar yatırımının ne kadarının okul (devlet ya da özel okul sahibi), ne kadarının da öğrenci tarafından karşılanacağıdır.

    Bugün bilgisayar piyasasında bir durgunluk yaşanıyor. Devlet, bütçe kısıtları nedeniyle alım yapmıyor ve bu gidişle yapmayacak da.. Özel kesim ise sınırlı bir talep yaratıyor.

    Eskiden beri potansiyeli en büyük pazar kesimi eğitimdir. Oradaki engel ise firmaların dışında değil bizzat kendileriyle ilgili. Bilgisayarın eğitimde kullanımının ortaya atıldığı 1986’dan bu yana, eğitim konusunda (özellikle Türkçeleştirilmiş veya Türkçe üretilmiş olanlar) kayda değer bir gelişme yaratamamış durumdadırlar.

    1960’ların başlıca pazarlama stratejisi olan “bir düğmeye bastın mı istediğine cevap verir” yaklaşımı [bkz.1], bugün henüz değişmemiştir. Küçükler bir yana, hiç bir büyük bilgisayar firmasının ya eğitim bölümü yoktur ya da varsa pazarlama organizasyonunun bir parçası olarak vardır. Temsil ettiği ana firmanın inanılmaz zenginlikteki eğitim yazılımlarının Türkiye’ye getirilmesi, bir zamanlar Sovyet Rusya’ya satışı yasak olan yazılımları hatırlatacak gibidir [bkz.2].

    “Yeni BDE”, bunların aşılması anlamına gelmektedir. Bilgisayar yazılım ve donanım firmaları, yanlarına eğitim konusunda uzmanlaşmış yerli ve yabancı kişileri, finansal kiralama kuruluşlarını ve belki bankaları da alarak konsorsiyomlar oluşturmalı ve ilk iş olarak, ana firmalarının eğitim bölümlerini Türkiye’ye irtibatlamalıdırlar.

    İnsanların karşısına makul seçenekler oluşturulabildiği takdirde, eski BDE’nin saplandığı “bilgisayar laboratuvarı” çıkmazından kurtulunması ve büyük bir pazarın açılması mümkündür.

    BDE projesinin ortaya atıldığı 1986’dan bu yana  meydana gelen büyük değişiklik, İNTERNET oldu.

    İletişim tekelini, bilgilenme özgürlüğünü güçleştirmek olarak anlayan kuruluş ve onlara bu cesareti veren “tepkisizlik ortamı” böyle sürmez de bir değişiklik olursa, İNTERNET’den en büyük yararı okullarımız sağlayabilecektir. Ancak bunun için bazı değişiklerin gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. İNTERNET erişiminin hızlandırılması ve düşük gelir kesiminin yoğun olduğu yörelerin – ki çoğunluktur- , katlanabileceği kullanım ücretlerinin gerçekleştirilmesi, bu değişikliklere dahil değildir.

    İnsanlarımızın ortalama gelirleri, gelirini dolar ölçüleriyle kazanan ülke insanlarına oranla 80,000 kat daha düşüktür. Bu nedenle İNTERNET ücretlerinin büyük oranda  sübvansiyone edilme zorunluğu vardır.

    Bütün bunların dışında gereken birinci  değişiklik, İNTERNET kanalıyla, istenilen aramaların yapılabilmesi için İngilizce dilinin iyi düzeyde bilinmesi zorunluğudur. Bu, bugün için önemli bir handikaptır ve geri kalmış yöreleri geri kalmış olarak bıraktıracak ve BDE’den  yararlandırmayacak olan bir handikaptır.

    İkinci değişiklik gereği, eğitimizin temel öğretme yöntemi olan ezberden vazgeçilmesidir. Meraklı insanlar, ezberle yetiştirilemez. Ezber merak ve yaratıcılığı öldürür.

    BDE’nin amaçlarına ulaşabilmesini engelleyebilecek bir unsur da, bilgisayarın eğitimde ne amaçlarla kullanılabileceği konusundaki bulanıklıktır. Bu bulanıklık, bu aletleri “bilgisayar laboratuvarı” denilen odalara hapsetmiş, böylece “bizde de var” gösterişi altında öğrencilere, öğretmenlere ve velilere  şu mesaj ulaştırılmıştır: “Bilgisayar oyuncak değildir. Ciddi laboratuvarlarda ancak  haftada bir defa, o da fazla kurcalamadan dersi yapılır”..

    Öğrencilere, bilgisayar konusunda  yol gösterebilecek bilgi düzeyindeki öğretmen sayısını dikkate alırsak, BDE’nin bu boyutunun diğer boyutlarından daha önemli olduğu anlaşılacaktır.

    Bu bulanıklığın nedenlerinden birisi kuşkusuz, halen dünya eğitim piyasalarında dolaşan yazılımların çok büyük bir bölümünün, dil farklılığı, bilgiye erişme konusundaki isteksizliğimiz, fiyat pahalılığı ve özellikle de “kültür farkı nedeniyle bunları reddedişimiz” gibi nedenlerle Türkiye piyasasına girmemiş oluşudur.

    Sık sık ve de ağırlıkla dile getirilen, “yabancı yazılımlar bizim kültürümüze uymaz, bu nedenle biz yazılımlarımızı kendimiz üretmeliyiz”  gerekçesi, fazla üzerinde durulmaması gereken bir noktadır. Çünkü, yabancı kültürleri tanımak ve düşünce biçimimizi değiştirmek için bundan daha iyi fırsat olamaz.

    Hele hele, fen yazılımları bakımından dile getirilen, “birim farklılıkları”, tam tersine bir avantajdır. Kullanageldiğimiz birimlerden başkaca birim bulunmadığı gibisinden bir yanlışa yönlendirilen çocuklarımızı bu kalıptan kurtarmanın yolu, farklı birim sistemlerine sahip toplumların yazılımlarını kullanmaktır.

    Bilgisayarın eğitimde nasıl kullanılacağı konusundaki bir diğer bulanıklık nedeni, tüm okullarda tek müfredatın uygulanması, bu nedenle de mevcut dış kaynaklı bilgisayar yazılımlarının işe yaramaz hale gelişidir. Ama çok daha önemli bir neden, bu müfredatın, çevrel koşullara uygun işlenebileceği konusundaki genel ilkenin göz ardı edilmesidir. Ezber yalnız verilen bilgilerde değil, onların verilme yöntemlerinde de kalıplaşmaya, yaratıcılığın kaybolmasına yol açmıştır.

    Bilgisayarın eğitimde kullanım yolları olarak düşünülebilecek olanlar şunlardır:

    • İNTERNET  aracılığıyla belli bir konuda araştırma yapmak, surf yapmak, özel ilgi grupları  ile akademik ya da hobi amaçlarıyla ilişki kurmalarında,
    • Kelime-işlemci (word processor) olarak, öğrencilerin ödevlerini yapmalarında,
    • Eğitsel yazılımları (educational software) kullanarak;
      1. Öğretmenin işini kolaylaştırmak için,
      2. Öğrencinin kendi kendine deneyler ve/ya ekzersiz yapması için,
      3. Yabancı dil öğrenmek ya da pekiştirmek için,
      4. Eğitlence (edutainment) yoluyla okul öncesi dönemde temel yetenekler kazandırılmasında,
    • Sınırlı ölçüde programlama öğrenmede (özel merak ve/ya yetenek sahibi olanlar için)
    • Otomatik sınav makinesi olarak,
    • Öğretmenlerin, öğrencileriyle ilgili kayıtları tutmasında,
    • Çok az sayıdaki öğretmenin, yazarlık dili (authoring language) kullanarak eğitsel yazılım hazırlamasında,
    • Diğer tasarımlanabilecek eğitsel ve idari amaçlar için..

    Bu bağlamda yanıtlanması gereken iki soru şunlardır:

    (1)          Zaten ağır ders yükü altında bulunan öğrenciler, bunları ne zaman yapacaklardır?

    (2)          Derslerin geleneksel yöntemlerle işlenmesi sırasında bilgisayar (daha doğrusu yazılımlar), nasıl kullanılacaktır?

     Bugüne kadarki uygulama, bilgisayar laboratuvarı yoluyla bir ek ders biçiminde olmuştur. Bu aynen, çamaşırları elle yıkamaktan bunalmış bir ev kadınının, eve getirilen çamaşır makinesi için söylediği, “bu kadar işin yanında bir de bununla mı uğraşacağım?”  yakınmasına benzemektedir.

    Bilgisayar, öğrenci ve öğretmenin işlerini kolaylaştırıcı bir araç olarak anlaşılıp kullanılmalıdır. Buna göre, mevcut ağır ders yüküne eklenmesi gereken değil, o yükün bir bölümünü ortadan kaldıran, bir “eğitim süreci yeniden yapılandırma” yöntemi olarak algılanmalıdır. Aynen, (BPR-business process re-engineering) yöntemi gibi, (yani EPR-education process re-engineering) !

    Bilgisayar, böylesine bir yaklaşımın içine oturtulunca, yukarıdaki iki soru birleşmekte ve tek soruya inmektedir: Bilgisayar, ders işleme sürecinde nasıl kullanılmalıdır?

    Bu soru ise, “dersin amacı ne olmalıdır?”   sorusunun yanıtına bağlıdır:  Bilgi-Beceri-Tutum-Davranış (BBTD) konisinde yer alması arzu edilen bir BBTD’ın, kişide var olan BBTD örgüsüne eklenmesi, bir dersi işlemenin amacı olmalıdır

     Bu amacın ışığı altında:

    ilke 1- Her öğrenci, kendi “öğrenme profili”ne göre öğrenir

    Her öğrencinin fiziki ve akli yetenekleri, belirli biçimlerde öğrenmeye uygundur. Bu bilinmeksizin öğrenme süreci başarıya ulaşamaz. Bu profilin öğretmen ve öğrencinin kendisince keşfedilmesi, zaman içinde dersler işlendikçe olabilir. Bir dersi işlemenin vazgeçilemeyecek ögesi budur.

    ilke 2- Ortalama tempoda toplu öğretme yerine, herkesin kendi hızında bireysel öğrenmesi

    Bu ilkenin pratik sınıf ortamında uygulanması, ön-bilgileri ve öğrenme profilleri birbirine yakın öğrencilerin gruplandırılması  anlamına gelecektir. Evvelce değinilmiş bulunan  “Bilgisayar sınıfı” kavramı da bu uygulamayı kolaylaştıracak bir ögedir.

    ilke 3- “Oyun” yoluyla öğrenme

    “Oyun”, tüm canlıların en etkin öğrenme yöntemidir. Kişiye kazandırılması arzulanan tüm BBTD, tüm canlıların kısa süre içinde yaşam becerilerini kazanmasında en önemli genetik araç olan “oyun” aracılığıyla verilmelidir. Fen bilimleri alanında yaptırılmak istenilen tüm deneyler, fiilen oynanacak olan ya da bilgisayar benzetimi (computer simulation)  oyunları haline getirilmelidir.

    ilke 4- “Gözlem”, öğrenmenin bir başka etkin yoludur

    Kişilere kazandırılması arzulanan tüm BBTD, çevredeki doğal ve toplumsal ortamlarda mevcuttur. Bunları gözlemeye yönlendirilen bir kişi, buralardan kaynaklanacak BBTD’ı, kendinde var olan BBTD örgüsüne eklemekte güçlük çekmeyecektir.

     Kazanılması arzulanan bir BBTD’a ilişkin dersin işlenmesi, yukarıda  sıralanan ilkelerin ışığı altında, şu formlardan birisi altında “tasarım”lanmalıdır:

    (A)          Konu hakkında merak uyandırmak

    Öğrenme sürecinin bu en önemli evresine öğretmenlik mesleğinin sırı olarak bakılabilir. Meraksız öğrenme ancak ezberle mümkündür. Dolayısıyla, EE’in ‘olmazsa olmaz’ koşulu merak uyandırmaktır.  Merak uyandırma, öğrenci grubunun  ilgi alanlarına göre değişir. Öğretmen buna göre özgün tasarımlarla konu hakkında merak uyandırmalıdır. Bunun için:

    (a)   Günlük yaşam içinde dikkat çekmeyen bir gerçeği sergilemek

    (örn. hava basıncının büyük bir yüzey  -mesela insan bedeni- üzerine büyük bir kuvvet uyguladığını göstermek için, yarısı bir gazete kağıdı altına sokulmuş  bir uzun tahta cetvel üzerine vurulduğunda cetvelin kırılması hayret uyandıracak bir gerçektir. Böyle basit bir deney, hava basıncı konusunu sıkıcı olmaktan çıkarabilir.

     (b)  Basılı – görsel – işitsel araçlardan yararlanmak

     Merak uyandırmak için, video film veya CD, çizgi roman, çevrede yapılacak bir gözlem yoluyla dikkat edilmemiş bir gerçeği göstermek gibi yollar kullanılabilir. Merak uyandırma, yaratıcılığın sonuna kadar zorlanmasını gerektiren bir adımdır. Bundan sonraki adımda, öğrencilerden şunlar istenilebilir:

    (B)          Gerçekleri ortaya koymak için oyun tasarımı

    Bu konu hakkındaki “gerçekler”i (facts) ortaya getirebileceğiniz bir oyun “tasarım” ı yapınız. Bu tasarıma göre rol paylaşımı yapıp, ilgili gerçekleri (relevant facts) toparlayacak şekilde oyunu oynayınız.xx

    (C)          Gerçeklerin gözlenebileceği bir gözlem süreci tasarımı

    Bu gerçekleri gözlemleyebileceğiniz bir gözlem süreci tasarımlayınız. Tasarladığınız gözlem süreci için rol paylaşıp gözlem yapınız.

    (D)          Bu olayı bir bilgisayar benzetimi haline getiriniz ya da hazırlanmış böyle bir yazılım varsa onu kullanarak olayı bilgisayar ortamında oynayınız.

     (E)          Şunları düşleyiniz:

    –      Bu olmasaydı ne olurdu?

    –      Bu olduğu için neler olmuştur?

    –      Bunun yerine şu olsaydı ne(ler) olurdu? (What if analysis)

    (F)           Kazandırılmak istenilen BBTD’ı kazanabileceğiniz ve gerçekleşmesi mümkün olan bir senaryo tasarlayınız ve rol bölüşümü yaparak senaryoyu oynayınız.

    Amacı ve ilkeleri bu olması gereken derslerin bir bölümü de sınavlardır. Sınavlar açısından kritik soru ise, “soru nasıl sorulmalıdır?” biçimindedir. Bu, şu iki alt-soru biçiminde anlaşılmalıdır.

    (a)     Nasıl soru sorulmamalı ?

    Soru, kişinin sınava hazırlanma sürecine yansıyıp, sınanacak bilginin, ilişkili diğer bilgilerle ilişkilerini kuramayarak, kalıp halinde bellemeye ve bunları sınavda geri vererek başarılı sayılmasına yol açacak biçimde olamaz.

    (b)    Nasıl soru sorulmalı ?

    Buna yanıt verebilmek için, “sınav ne için yapılmalıdır?” ın yanıtını vermek gerekir. Sınav, şunları anlamak için yapılmalıdır:

    1)   Bir bilgi, beceri, tutum ya da davranışın (BBTD), kişinin var olan BBTD’ları ile ilişkisinin ne ölçüde kurulduğunu,

    2)   “Ezber Tabanı”nda* bulunması gereken bir BBTD’ın ne ölçüde kazanıldığını,

    3)   Öğrencinin, belirli bir konudaki bilgilere erişme becerisini ne ölçüde kazandığını,

    anlamak ve buna göre öğretmen ve öğrencinin, gerekli önlemleri alıp eğitim ve öğretim hedeflerine yaklaşmasını temin için sınav yapılmalıdır. Bunlara göre, soru sorma ilkesi şöyle özetlenebilir:

    Soru, dersin işlenmesi sırasında verilmiş ya da ders kitaplarında bulunan bir bilginin hatırlanmasını istemek biçiminde olmamalıdır. Soru’nun, üzerine yapılandırılacağı “ön-bilgiler”, ya soru metni içinde verilmeli, ya da belirli bir kaynak (ders kitabı, notlar vbg) belirtilerek oradan edinilmesi önerilmelidir.

     Sorular, onların yanıtlanması için bilinmesi gereken  “ön-bilgiler”in ışığı altında, şu formlardan birisi ya da benzeri içinde “tasarım”lanmalıdır:

    –      Siz olsanız ne yapardınız?

    –      Bu olay karşısında başka neler olabilirdi?

    –      Bu olayın ardışık sonuçları ne oldu, niçin?

    –      Bu olay olmasaydı ne(ler) olurdu?

    –      Bu, niçin oluyor?

    –      Bu, nasıl oluyor?

    –      Bu olay, açıklayamayıp öylece kabul ettiğimiz (ez-ber) hangi varsayımlara dayalıdır?

    –      Bu varsayımlar değişirse, bu olay nasıl olur?

     Bilgisayar kullanılarak bir dersin nasıl işleneceği, görüldüğü gibi, mevcut “öğretme” geleneğimizden epey farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Geleneksel ders işleme yöntemimiz ise, kitaptaki (veya öğretmenin notlarındaki) kalıp bilgilerin öğrencilere belletilmesi, sınavlarda da bunların (ya da benzerlerinin) geriye istenilmesidir.

    Bu yeni yaklaşımın her bir evresine egemen olan anlayış ise, “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmiş oluşu; öğretmen, bilgisayar, tüm ders araç ve gereçlerinin, “öğrenme” sürecine yardımcı olacak biçimde konumlandırılmalarıdır.

    Bu yeni yaklaşımda, dersin işlenmesi ve  sınav sorularının hazırlanması evrelerinde daima öğrenciden “tasarım”lar yapması istenmekte, ondan birşeylerin adlarının ezberlemesi istenmemektedir. Bugünkü metodumuz ise neredeyse bütünüyle “ad öğretme”ye dayalıdır.

    Öğrencilerin ezber tabanlarında bulunması gereken bilgilerin bellenmesi ise burada üzerinde durulan noktadan çok farklıdır.

    İşte, bilgisayarın derslerde en çok kullanılacağı nokta budur. Öğrenci, sık sık karşılacağı, “….konusunda bir tasarım yapın”   ya da “….konusunda bir fikir üretin”  istekleri için bilgisayarını kullanacak, öğretmen, merak uyandırmak için vermek istediği örnekleri, bilgisayarındaki veri-tabanına zaman zaman yüklediği örnekler içinden seçebilecektir. Ayrıca, her dersin öğretmenleri, aralarındaki örnek  ya da soru alışverişini yine bilgisayar aracılığıyla yapabileceklerdir.

    Bütün bunların yapılabilmesi, öğretmen ve öğrencilerin ellerinin altında zengin birer yazılım stokunun bulunmasına ve internet erişiminin kolaylığına bağlıdır.

    Okul içinde bir intranet kurulması, çocukların birer NC (network computer) ile okul ve evlerinden bu ağa erişmeleri gibi uygulamalar da bilgisayarın eğitimde kullanılabilme alanı içine girmektedir.

    Ama önce, bilgisayarı bir “laboratuvar aracı”, onun kullanımını ise matematik öğretmenlerine özgü bir görev olmaktan çıkarabilmemiz gerekiyor.

    Pazar, 11 Ağustos 1996

    [1]2014 yılında eklenen not: Bu olay gerçektir. Bu satırların yazarı bir zamanlar bilgisayar pazarladığı bir firmaya sattığı bilgisayar  nedeniyle, arayan firma sahibinin “size teessüf ederim; bu bilgisayarın tüm düğmelerine bastık geleceğe ait hiçbir şey söylemedi “ sözlerine muhatap olmuştu. Bugün ülkemizin büyükçe firmalarından birisidir.

    [2]Apple firmasının eğitim departlmanı, ülkemizin üniversitelerinden geniş bir eğitim birimine sahip;ti.

  • Çalışkan insanlardan korkarım..

    Çoğu kavram gibi “çalışkanlık” da iyi tanımlanmış değildir. Sebebi de, eskilerin izahtan vareste dedikleri gibi bir kavram sayılmasıdır (herhalde).

    Türk Dil Kurumu’na göre, “çok çalışan, çalışmayı seven, faal” şeklinde tanımlanan çalışkanlık, bu haliyle çok acayip örnekleri de içerebilir.

    Mesela, sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar kalp para basan bir şebeke bu tanıma göre çalışkan sayılmalıdır. Ya da öldürülecekler listeleri hazırlayıp, bunları gerçekleştirebilmek için  sürekli hareket halinde olan bir örgütün üyeleri de, “faal” statüleri dolayısıyla çalışkan sayılmalıdırlar.

    Keza kollu kumar makinesi başında evinin geçim parasını büyük bir istek içinde harcayan kumarbazlaştırılmış bir baba da çok çalışkan sayılmalıdır.

    Ama çalışkanlığın bu üç örnekte olduğu gibi illaki yasa ve/ya ahlak dışı işlerle ilgili olması gerekmez. Sabahtan akşama kadar, gelen gideni karşılayıp uğurlayan bir vali de “faal” dir ve de çalışkandır.

    Sekiz çocuğunun muzırlık yapmasına engel olabilmek için koşturan bir anne de yine TDK’na göre çalışkan dır.

    Sekreterini eğitmediğinden dolayı onun yanlışlarını düzeltmek için sürekli çalışan bir yönetici, doğru bir sistem kuramadığı için boyuna, doğan sorunlarla uğraşan bir bakan ya da öğrenmesini öğrenmediği için derslerini ezberleyen ve bunun için de uyku uyumayan öğrenci, mesai saatleri içinde işini bitirebilecek yöntemleri  geliştiremediği için eve dosya götüren memur ya da sürat ve telaş arasındaki farkı bilmediği için sürekli koşturan bir kişi, TDK tanımına göre hep “çalışkan” dırlar.

    Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Korkuyorum ve bunlar keşki çalışkan olmasalardı  diye düşünüyorum. Çünkü o takdirde işlerini nasıl yapabileceklerini düşünürler ve mutlaka da bir yol bulurlardı.

    “Çalışkanlık” a benzer ve onunla çok ilgili bir deyim de “elinden geleni yapmak” tır. “Gece gündüz çalıştım ve elimden geleni yaptım” deyimi bir sihirli tabirdir. Böyle söylenince akan sular durur.

    Karşısındaki de “kardeşim, senin çok çalışmandan ve de ellerinin küçüklüğünden bana ne, ben senden elinden geleni değil işin yapılmasını istiyorum” demez. Daha doğrusu çoğu kişi demez.

    Demez, çünkü ne yapılması gerektiği konusunda hedefler konulmamıştır da onun için diyemez. Burada doğru deyim “çalışmak” ya da “elinden geleni yapmak” değil, “işin gereğini yapmak” tır.

    Gece bekçilerinden beklenen ellerinden geleni yapmaları değil, korudukları yerlere hırsız ve uğursuzları sokmamalarıdır.

    Yüksek atlama sporcularına hiç bir zaman ellerinden geleni yaptıkları zaman değil, çıtayı aşabildikleri takdirde madalya takılmaktadır.

    O halde çalışkanlık, faal olmak, çalışma eylemini sevmek (ki onlara işkolik deniyor) değil, işin gereğini yapmak tır.

    Bekçi, hırsız, uğursuz vs yi sokmadığı zaman işinin gereğini  yapmıştır ve de çalışkandır.

    Memur, işini zamanında bitirebiliyorsa işinin gereğini yapmıştır ve o da çalışkandır.

    Sorun üreten durumları teşhis edip, onlar için sistem kurabilen yönetici de işinin gereğini yapmıştır ve çalışkan sayılmalıdır.

    Konuya böyle bakılınca çalışkanlık özel bir önem kazanmaktadır.

    Çok çalışan (veya öyle söyleyen) kişilere dikkatli bakınız. Şu sebeplerden birisi veya birkaçı yoksa o kişi gerçekten çalışkandır ve madalyayı hak etmiştir:

    • Yetki devri yapmamakta her işi kendi yapmaktadır,
    • Acele ve önemli işleri birbirinden ayıramamakta, önüne gelen işleri yapmaya mahkum olmaktadır,
    • Zaman kullanımının etkinliğini artırıcı, iyi iletişim, planlama vb teknikleri kullanmadığı için sürekli meşgul durumdadır,
    • Astlarını eğitmediği için onların yanlışlarını temizlemekte, belki de onların işlerini yapmaktadır,
    • Sorunların kaynaklarını teşhis edememekte, onun yerine sorunların sonuçlarıyla boğuşmaktadır,
    • Düşünmekten korkmakta (ki çok yaygındır), düşünce zamanını faaliyetlerle doldurmakta ve kendisini de düşünmeye zamanı olmadığına inandırmaktadır,
    • Herhangi bir işi tam yapmak, gereğini yapmak konusunda bir deneyimi yoktur. İşin yapım süresi ilegereklerin yapılmışlığı arasında bir ilişki olduğunu sanmaktadır,
    • Başkalarının hoşuna giden işleri yapmaktan işini yapmaya vakit kalmamaktadır,
    • veya daha büyük bir facia olarak kendi hoşuna giden işleri yapmakta ve hoşuna giden iş üretmektedir.

    Bunların ister tek tek isterse çoklu olarak tek olası sonucu vardır: İşinin gereğini yapmamak!

    Lütfen kimse kimseden çok çalışmasını ya da elinden geleni yapmasını istemesin veya kimse çok çalıştığını ve elinden geleni yaptığını söyleyip övünmesin. Sadece işinin gereğini yapmasını istesin. Kişiler de sadece işlerinin gereğini yaptıkları zaman övünsünler.

    Ama o gerek, bazen yeteneklerimizi aşabilir, bazen korkularımıza gelir dayanır, bazen de çıkarlarımızı zedeleyebilir.

    Bunların hepsinin çareleri vardır. Gerçekten çare olmadığı durumlar varsa bu takdirde işin gereği o işi bırakmak, kim gereğini yapabilecekse yerini ona terketmektir.

    İşte, çalışkan insanlardan korkumun sebepleri bunlardır. Bir çalışkanlık görüldüğünde orada gereği yapılmayan bir işin kokusu alınmalıdır.

    Profesyonellik, çoğu zaman yanlış kullanılmakta, Türkçeyi bozuk konuşmak, Türkçe kelimeleri unutmuş taklidi yapmak olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.

    Gerçek profesyonellik işinin gereğini yapmak tır.

    Ocak 20, 1992

  • Öğrenme Nasıl Engellenir?

    İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?

    Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.

    “Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.

    Bunu niye ve nasıl yapıyor?

    Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.

    Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.

    Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.

    Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.

    Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.

    Hesapta olmayan yalnızlık!

    Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.

    Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.

    Neredeyse bir kural gibi!

    Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.

    Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.

    Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.

    Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”

    28 Kasım 2014