• Arılardan zekiyiz ama onlar daha bilge!

    Arı kolonileri, beslendikleri floradaki -insan eliyle ya da doğal- nedenlerle değişimler sonunda zaman zaman yuvalandıkları yerlerden (kovan) göç etmek zorunda kalıyorlar.

    Bu durumda ortaya çıkan “nereye göç etmeliyiz?” sorusunun cevabını milyonlarca yıldır, muhtemelen deneyerek ve giderek daha az yanılarak kendileri veriyorlar. Buna “kovan aklı” (hive mind) deniliyor.

    İnsanlar uzun yıllardır bu süreci inceliyor ve çoklukla başarılı olan bu karar sürecinin doğasını anlamaya çalışıyor[1]. Örneğin, “yeni nektar kaynaklarını nasıl arıyorlar?”, “hangi bilgileri ve de nasıl toplayıp saklıyorlar?”, en önemlisi “bir araya gelip bu bilgileri nasıl müzakere edip sonuca varıyorlar?”, “kararlarını basit ya da nitelikli çoğunlukla mı alıyorlar?”, “bu kararlar ne kadar doğru çıkıyor?” gibi.

    Bu ansiklopedik nitelikli bilgi üzerinden cevabını bulmak istediğim soru, arıların en az %80 doğrulukla verdikleri karara yol açan müzakerede sadık kaldıkları ilke(ler) nelerdir ve türümüz bu konuda niçin bu denli başarılı değildir? Ya da “daha yetkin olduğunu bildiğimiz beyin donanımımız ile ne yapıp da arılardan geri düşüyoruz?”.

    Beyin ve düşünme süreçleri ile ilgili araştırmalar her geçen gün kimi gizemleri aydınlatıyor. Örneğin yakın zamana kadar öznel olduğu düşünülen sezgi (intuition) kavramının laboratuvar ortamında deneysel olarak gösterilebildiğini artık biliyoruz[2].

    Bu bağlamda gözlemlerimiz şöyle bir hipotez ileri sürmeye götürüyor: Arılar, yeni nektar kaynakları hakkında önemli sayılabilecek bilgileri birer biyolojik sensor sadakatiyle kaydedip geri getiriyorlar ve “waggle dance”[3] adı verilen bir iletişim yöntemiyle “sensor verilerine yorum katmadan” müzakere ortamında paylaşıyorlar.

    İşin içine, bir arının bir diğeri ile ilişkileri, sempati ya da antipatileri, ideolojileri, planları, dini görüşleri, rekabeti gibi faktörler söz konusu olmaksızın salt maddi gerçekliklerin karşılaştırılıp, daha “doğru” olan bilginin yanında toplanıyorlar.

    Bu müzakereler sırasında bir işçi arı belirli bir uzaklıktan, 200 ila 500 arı arasındaki waggle dance yoluyla iletişimleri izliyor ve belirli bir olgunluğa varıldığı anda özel bir ses (piping deniliyor) çıkararak nitelikli çoğunluğun kararının benimsendiği[4] ilan ediliyor.

    İnsan kümelerinin müzakereleri ise buna hiç benzemiyor. Arıların tek amacı hangi veri setinin daha işe yarar olduğunu aramak iken, insan kümelerinin amacı daha karmaşık. Akılcı karar ve zevk alma arasında gidip geliyor[5].

    Şaşırtıcı sonuçlara varmak, bunları başkalarına duyurmak hemen herkese zevk verir. Tek adımlı bir düşünce yoluyla şaşırtıcı sonuca varmak zordur; bunun için çok adımlı süreçlere ihtiyaç var. Örneğin 1=2 gibi bir sonuç çok şaşırtıcıdır ve kanıtlanabilse çok da beğeni toplar. Bu amaçla bir düşünme zinciri şöyle olabilir:

     a2-a2 = a2-a2

    a(a-a) = (a-a).(a+a)

    a=2a

    1=2

    Üç adımda kanıtlanan(!) bu sonuç çok keyif vericidir ve sıfırla bölme kuralı dikkatten kaçtığı sürece çok da beğeni toplayabilir.

    Benzer biçimde, düşünce zincirleri arasına, yanlışlar, tahminler, temenniler, nefretler, tutkular, sempati / antipatiler, ideolojiler ve biraz da doğrular katılarak -hele de unvan ve ses yüksekliği eşliğinde- uzun zincirler oluşturulursa kahvehane veya TV tartışmalarındaki durum ortaya çıkar; yani sıfır değerinde düşünceler.

    Kişilerin -muhtemelen kendilerinin bile farkında olmayabilecekleri- onlarca ön yargı altında, nesnel olarak niteledikleri ama büyük ölçüde öznel seçimlerin söz konusu olduğu, bunların kurumsal, toplumsal çıkarlarla birleşerek daha tanınmaz hale geldikleri görülüyor.

    Bütün bunların önemi nedir?

    Tüm yaşam sorun çözmekten ibarettir” Karl Popper’in ünlü sözü. İçinde yaşadığımız toplumun bir stok oluşturmuş ve her geçen gün kendi içinde yeni bileşikler yaparak büyüyen sorunları ve de bunları çözmek için gereken Birleşik Akıl’lar[6] yerine tek akıllara yönelişimiz de bir realite.

    Bu olgu dikkate alındığında, zincir baklaları içine beğeni artırıcı ama değer azaltıcı elemanlar katılmış düşünceler yerine, biraz alçakgönüllü davranıp arı dostlarımızdan kopya çekmek, sorun stokumuzun artışını durdurabilmek için gerçek bir beka meselesi olarak ortaya çıkıyor.

    Bu durumda başarılı bir müzakere[7] için, düşünce zincirlerimiz içindeki değer azaltıcı elemanlardan sıyrılmak, onları en azından askıya almak gerekiyor ki bunun ne denli güç olduğu da belli.

    Bu yolda yapılabilecekler sınırlı da olsa yok değil, işte birkaçı:

    • Bir sorun çözmek amacıyla Birleşik Akıl (kovan aklı) üretecek kişiler, cinsiyet, etnik köken, inanç vd kültür öğeleri açısından farklılıklar içermeli.
    • Kişiler içinde, yürürlükteki paradigmaların uçlarına götürebilecek provokatif düşünceleri ileri sürebilenler bulunmalı.
    • Bir sorun çözme müzakeresinin performansı, kişiler arası etkileşimlere, o da, kişilerin başkalarının fikirlerinden etkilenerek kendi düşüncelerinde değişiklik yapmalarına, hatta düşüncesini terk edip başka bir düşünceyi benimseyebilme esnekliğini göstermesine ve de gerektiğinde bunu defalarca tekrarlayabilmelerine bağlıdır. Buna göre kişiler böylesi bir esneklik konusunda bir ön-yönlendirmeye razı olabilirler.
    • Ve en önemlisi, kişilerde şöyle bir önyargı oldukça yaygındır: “doğru tektir, aklın yolu birdir; çok sayıda kişi bir araya gelse de -adını ne koyarsanız koyun- ortaya farklı bir şey çıkmaz”.

    Birleşik Akıl (kovan aklı, hive mind) kavramının inanılması güç sihiri, insanoğluna göre daha az zeki arıların, daha yüksek bilgelik göstererek “doğrularına bizler kadar güvenmediğini” gösteriyor.

    Bu nedenle “birikimlerimizi (müktesebat) askıya alabilme” + “objektif bilgi kaynaklarından daha çok yararlanma”, üzerinde en çok durulması gereken nokta olarak öne çıkıyor.

    Sonuç

    Kendi tek akıllarımıza, birikimlerimize bu denli güvenerek gelebildiğimiz son durak burasıdır. Eğer yolculuğa devam edilmek isteniliyorsa bu inatlardan -hep birlikte- vazgeçilip, Birleşik Akıl alçakgönüllülüğünü kabul etmek zorunlu görünüyor. Yeni bir başlangıç aramıyor muyduk, işte burada.

    6 Nisan 2019

    [1] bkz. http://bit.ly/2KcpLNV Sıra No. 2-MD ve 3-MD

    [2] bkz. http://bit.ly/2H3cRvT

    [3] Arıların gövdelerini titreterek ve kanatlarını oynatarak sağladıkları iletişim yöntemine verilen ad.

    [4] Kararın salt ya da nitelikli çoğunlukla alındığı, bir araştırmanın konusu olmuştur.

    [5] Bkz. https://npistanbul.com/tr/haber/362/beynimiz-nasil-calisiyor-tarhan-harward-business-review-e-yazdi

    [6] Uzlaşı (ortak akıl) bir müzakereye katılan kişiler arasındaki kesişim kümesidir.  Birleşik Akıl ise, kişilerin tümünün katkılarından oluşan akıldır. Birleşik Akıl’a katkıda bulunanların hiç birisi sorunu tek başına çözemeyebilir, ama tetiklediği bir ipucu yoluyla çözümün yolunu açabilir. Bu durumda uzlaşı olamayabilir ama çözüm mümkün hale gelebilir. Tabii ki hem soruna çözüm bulup hem de uzlaşı oluşturmak en iyisidir; ancak bu her zaman -hatta çoğunlukla- mümkün olmayabilir.

    [7] Türkiye sorunları üzerine çalışan bir grup (bkz. www.BirlesikAkilAgi.com), sorunların çözümü için algoritmik bir yöntem üzerinde çalışıyor. Bu yoldaki denemelerin birisinde uygulanan kurallar (http://bit.ly/2Vo9QgL) ve Ortak Erişimli Müzakere Formu (http://bit.ly/2UjYi1u) söz konusu müzakere için bir örnektir.

  • ESAS MESELE

    Wilfredo Pareto, 19. asırda yaşamış bir İtalyan ekonomistidir. 80-20 kuralı diye bilinen, “sonuçların %80i sebeplerin %20since oluşturulur” kuralını ilk ortaya koyan odur. Pareto kuralının ilk söylediği, bir sorunun çok sayıda sebebi olduğu, ikincisi ise bu sebeplerin %20 kadarının, sorunun %80ine yol açacak kadar önemli olduğudur.

    Diğer yandan, görevi herhangi bir önem düzeyinde sorun çözmek olan kişilerin (belediye görevlisi, imar plancısı, vali, müsteşar ve ilh..) sorunlarla ilgili yaklaşımları gözlendiğinde hemen hepsinin bir “esas mesele” arayışı (ve buluşu) içinde olduğu görülecektir. Hemen hepsidir, Çünkü dış görünüşü ile gerçek yapısı arasında fark bulunmayan basit sorunlarla uğraşan görevliler herhangi bir “esas mesele” aramaksızın sorun çözerler. Sokaklarımızdaki çöpleri süpürenler, çöpler arasında bir ayrım yapmadan, yani “esas çöpler” aramadan temizlik yaparlar.

    “Esas mesele”, daha üst düzeyde sorun çözümüyle yükümlü görevlilerin bir yaklaşımıdır. Enflasyon konusunda esas mesele….. diye başlayan, belki her biri gerçeğin bir parçasını tanımlayan ama hiçbiri tek başına gerçek olmayan sözleri her gün duymuyor muyuz ?

    Buradaki gariplik, çok boyutlu bir olguyu daha az boyutla (hatta tek) ifade edebilmek isteğinden kaynaklanıyor. Sorunların çoğunluğu çok boyutludur. Çünkü ya birden fazla kök sorunun kendi aralarında birleşerek oluşturduğu sorunlardır ya da tek kök sorunun zaman içinde dallanıp yeni sorunlar yaratması biçiminde oluşmuşlardır. Her iki halde de içlerinde, yaradılışlarındaki kök farklarını yani farklı boyutları taşımaktadırlar.

    İster enflasyon, ister işsizlik, ister milli bütünlük sorunları olsun, hepsinin sosyal, kültürel, teknolojik, hatta psikolojik boyutları yok mudur ? Sorunu bütün bu boyutlarıyla kavrayıp, çözüm araçları geliştirip, mevcut kaynakları bu araçlara tahsis edebilecek duruma gelmeden bu boyutlardan hangilerinin önemli, hangilerinin daha az önemli olduğu gibi bir arayış anlamsızdır. Çünkü her biri kendi arasında da etkileşmesine rağmen bağımsız olarak vardır ve bütün üzerine etki yapmaktadır.

    Çok boyutlu bir sorunu, bir “esas mesele”ye indirgemeye çalışmayı, iç içe iki daireyi gösterip bu nedir? diye sormaya benzetiyorum. Şakaya göre, uyuklayan Meksikalının tepeden görünüşü imiş!

    Acaba insanlarımız sorunlarını tüm sebepleriyle tanımlamak yerine niçin onları birer “esas mesele”ye indirgemeye bu kadar meraklıdırlar? Bunun dar görüşlülükten kaynaklandığına inanmıyorum. Mutlaka başka sebepler olmalıdır.

    Pareto’nun kuralı biraz deforme edilip yanlış anlaşılırsa bu tek boyutluluğa yol açabilir mi ? Pek sanmam. Kural tam aksine sorunların çok sebepli olduğunu, ancak onların içinde %20 kadarının daha önemli olduğunu söylüyor. Esas mesele arayın demiyor. Üstelik de bu kuralın, sorun çözenlerce ne kadar yaygın kullanıldığı da ayrı bir konudur.

    Peki acaba tembellik bir sebep midir ? Olabilir. Uzun uzun uğraşıp birçok sebep keşfetmek yerine önemli gibi görünen birisi, esas mesele olarak ilan ediliyor olabilir. Gibi görünendir, çünkü esas meselelerin gerçekten esas mesele olduğuna pek rastlanmamaktadır. Bu da doğaldır. Bir meselenin gerçekten esas mesele olup olmadığı ancak duyarlık analizi   ile anlaşılabilir. Yani, o esas mesele denilen sebepte 1 birimlik bir değişim tanımlanıp, bunun sorunun bütününde kaç birimlik değişime neden olduğu ölçülür.

    Her soruna ait esas meseleyi hemen biliverenlerin böyle bir analize ihtiyaç duymuş olması olasılığı biraz düşük görünmektedir. Dolayısıyla esas meseleler genellikle kişilerin beğenilerine göre şekillenmektedir. Nasıl ki renkler ve zevkler tartışılmaz ise sorunlara yol açan esas meseleler de böylece tartışılmaz olmaktadır.

    Bir sebep ise sorun çözme kültürümüz denilebilecek alışkanlıklarımızdan gelmektedir. Sorunları teşhis etmek ve çözmek durumunda olanların ortaya koydukları teşhisler, içerik zafiyetini gizleyebilmek için o kadar süslenmektedir ki bunları dinleyenler bütününü okuyup dinleyerek vakit kaybetmemek için bir esas mesele testi yapmaktadırlar. Bu testler genellikle “menfi” çıktığı için testin geçerliği de artmaktadır. Esas mesele arayışı böyle bir içerik zafiyetinden de doğmuş olabilir.

    Bunlardan hangi(ler)inin geçerli olduğuna varın siz karar verin.

    1996 Eylül

  • Otobiyografi kesiti-5: Bir Plaj Nasıl Kumlanmalı?

    EKIYıl 1972, yer Zonguldak. O günkü adı Ereğli Kömürleri İşletmesi (şimdi T.Taşkömürü Kurumu). Etüd-Tesis şubesinde mühendis olarak çalışıyorum.

    Bu şube, işletmenin ihtiyacı olan yatırımları yapmak üzere etütler yapıp, sonra da onların bir bölümünün uygulamalarını bizzat yapmakla yükümlü. Kısacası hem büro hem de şantiye işlerinden ibaret. Bu bağlamda çeşitli projeler için sıkça yabancı uzmanlar gelip gidiyor; bir bölümüne ben de katılıyorum.

    Bu arada -bilenler bilir- Zonguldak kıyıları tüm Karadenizde olduğu gibi denize dik bir yapıda; denize girebilecek plaj alanı neredeyse yok gibi. Bunlardan bir tanesi de -biraz zorlama ile plaja dönüştürülmüş Deniz Klübü. 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Zonguldak kömürlerini işletmek üzere kiralayan Yahudi girişimcilerin getirdiği çeşitli şirketlerin (büyük bölümü Fransız ve İngiliz, bir kısmı da Yahudi ve Ermeni küçük işletmeciler) ailelerinin ihtiyaçları amacıyla birazı doğal, çoğu da kayalıklar düzeltilerek kazanılmış bir plaj ve yanında da bir klüp binası.

    Fakat bir sorun Karadenizin haşin yapısı. Şu kadarını söylersem bu konuda bir fikir vermiş olurum. Denize kuş uçuşu uzaklığı en az 400 metre kadar olan bir evde oturuyoruz. Hemen deniz kısısında bir fener var ve mahalle de adını (Fener Mahallesi) bu fenerden alıyor. Denize dik inen sahilden 40-50 metre kadar yükseğe kurulmuş fenerin camlarının fırtına sırasında dalgalar tarafından kırıldığı söylenirdi; doğru mudur bilemem ama evimizin camlarına deniz sepkeninin geldiğini hatırlarım.

    İşte böyle bir denizde plaj yapmanın, kumdan oluşan bir sahili kış mevsiminde korumanın güçlüğü belli. Bu nedenle her yıl deniz mevsiminden önce mavnalarla kum getirilir ve sahile dökülerek yapay bir plaj oluşturulur ama daha mevsim bitmeden dalgalar kumları alır götürürdü. Bu nedenle de her sene daha çok kum dökülürdü.

    Zonguldak limanındaki kömür ve maden direği yükleme boşaltmasını sağlayan tesisler bir Hollanda şirketi tarafından yapılmıştır. Bu nedenle de zaman zaman oradan uzmanlar gelirdi. İşte sözünü ettiğim bu Hollandalı uzman da o münasebetle gelmiş bir liman uzmanıydı.

    Kendisini ağırlamak için Deniz Kulübünde bir öğle yemeği sırasında bu sürekli kumlama meselesini sorunca adam gülmüş ve bu şekilde kum dökmekten vazgeçmemizi öğütlemiş; “e peki ne yapalım?” diye sorunca da şu cevabı vermişti: “Kum dökmek doğru ama sahilde dik bir engel şeklinde kum yığınları oluşturduğunuzda dalgaların kinetik enerjisini boşaltacağı bir yer yapmış olursunuz ve o enerji sadece kumları almakla kalmaz, alttaki sağlam zemini de alır ve böylece her yıl daha çok kum döker ve kendi kendinize sahili kazmış olursunuz. Bu nedenle rüzgar ve akıntı durumuna göre belirlenecek sahilden uzak bir yere kum dökülür; dip dalgaları çok yavaş biçimde kumu sahile taşır ama doğa sizin yaptığınız gibi değil, bir kum duvarı oluşturmayacak eğimde sahili kumlar”.

    Gerçekten de sorunlarla baş etmenin en kötü yolunun “önüne doğrudan engel koyarak doğrudan çözmeye kalkışmak” olduğunu böylece anlamıştım. Acaba “plaj yapıyoruz derken sağlam sahili derinleştirme işini -birçok sorun alanında- kendimiz mi yaptık?”

    Sağlam sahil derinleştirme uzmanları”mız acaba tohum[1] konusuna bir de böyle bakarlar mı acaba?

    7 Şubat 2019

     

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2FumYIw

  • Kuşkusuzluk bir hastalıktır!

    (Lütfen 2018de aynı başlıklı şu yazıya göz atınız: https://tinaztitiz.com/kuskusuzluk-bir-hastaliktir/)

    Justus F. von Liebig[1] (1803-1873) bir kimyacı. Minimum yasası[2] adı verilen ve 1828’de Carl Sprengel tarafından bulunan yasayı popüler hale getiren kişi. Özet şu: “Bir bitkinin büyümesi toplam kaynaklara değil, en eksik olana bağlıdır”.

    Sonraları, bu yasanın yalnız bitkilerle sınırlı olmadığı, toplumsal metabolizma ile de yakından ilişkili olduğu iddia edilmiştir[3].

    Şimdi bir sanal deney önerisi üzerine spekülasyon yapalım: “Kuşku” denilen duygu muhtelemen evrimin sonuçlarından -hediye diye okuyabiliriz- birisi. İlk defa karşılaştığı bir meyvayı yiyenlerin ya da güzel kürklü bir hayvanın öldürücü olup olmadığı yolunda deneyimi bulunmayan atamız Bay/Bayan Toplar Avcıoğlu kararsızlık içinde kalmışsa bu “kuşku”dur ve bu sayede hayatta kalabilecektir. Bu duygusu yeterince gelişmemiş atalarının ise bu şansa sahip olamadıklarını tahmin edebiliyoruz.

    Diğer bütün yetenekleri üstün olabilen çok sayıda insan (ve canlı) sadece kuşkusuzluk nedeniyle silinip yok olmuşlar, yalnızca kuşku duyabilenler kalmıştır. Bu süreç adaletsiz gibi görünebilir ama, Herr Liebig böyle düşünmüyor. Bir sonuç için gereken girdilerden hangisinin ne kadar kullanılacağına, o girdilerin ne kadar “mevcut oldukları” değil; bu girdilere ihtiyaç duyan canlının bünyesindeki “girdi bileşimi” karar vermekte; bünyenin yapısını koruyabilmek için, girdiler arası oranı sabit tutmaktadır.

    Bu önlem doğanın -yaratıcının- çok zekice bir çözümü olsa da, girdilerden birisinin gereken alt sınırın da altında olması halinde, bünyede tuhaflıklar çıkmasına yol açabiliyor. İnsan türünün fizyolojik ve duygusal ihtiyaçlarının tamamına yakını karşılansa da eksik olan birinin (mesela paylaşma duygusu gibi) ne gibi sorunlara yol açacağına sıkça rastlıyoruz.

    Evrimin bir yanı böyle işlerken, diğer yandan da başka şeyler oluyor. Örneğin, yaşam sürdürme –Sorun Çözme Kabiliyeti ve Beka Kabiliyeti ile eşanlamlıdır -için “kuşku” girdisini zaman içinde geliştiren evrim, bir yandan da sınırlı besin kaynakları karşısında, “kuşku”nun türevi durumundaki “düşünme” çok enerji harcayacağı için onu minimize etmeyi öğretmiştir.

    Böylece, yaşamı güvence altına almak için bir taraftan kuşku’yu geliştirirken, bir yandan da kuşku’dan enerji tasarrufu amacıyla, “ilk bulduğun cevaplara yapışmak” şeklindeki çözümü üretip bir optimizasyon yapmıştır.

    Bu “eniyileme” başlangıçta iyi işlese de zaman içinde bol yiyecek bulabilenler tarafından bozulmuş ve kuşku önlenemez biçimde genişleyerek çeşitli “bilim” dallarını ortaya çıkarmıştır.

    Besin bollaşması zıt bir etkiyi de beraberinde getirmiş; bir yandan besin bölüşümündeki adaletsizlikler nedeniyle giderek dağılım bozulmuş ve çoğunluk, düşünmeyi gerektiren kuşkudan iyice uzaklaşmış; diğer yandan besini fazla bulanlar da az bulabilenleri istihdam ederek (çeşitli kölelikler yoluyla) kuşkudan uzaklaşmıştır.

    Mesele bununla bitmemiş, bol besinli kuşkucuların (bilim insanları) saygınlıklarına öykünen kişiler, “kuşkusuz ama kuşkulu gibi” roller oynamayı öğrenmişlerdir. Günümüzdeki “bilim insanı ünvanlı ama kuşkusu az /yok” sınıf böyle ortaya çıkmış olmalıdır.

    Bütün bu karmaşık süreç sonunda toplumlarda kuşkusuzluk katmanları ortaya çıkıyor; ince bir dilim kuşkucular (bilim ve teknoloji üretenler), biraz daha kalın “kuşku taklitçileri” ve nihayet geniş bir “kuşkusuzlar” dilimi.

    Kuşkusuzluğun normalleşmesi!

    Toplum kalabalığı açısından en küçük dilim hariç tutulursa, toplumun büyük bölümünün -çeşitli düzeylerde- kuşkusuz olduğu kabul edilebilir görünüyor. İşte bu, kuşkusuzluğun normalleşmesi denilebilecek olguyu yaratıyor. Yaklaşık 4-5 milyon yıllık geçmişi olan evrilmişliğimizin damıtık bir ürünü olan “kuşku”, bir yandan son onbin yıllık tarım yoluyla azalan -nispi- besin kıtlığı ve diğer yandan da iletişim devriminin sonuçlarından birisi olan kültürel yozlaşma nedeniyle yaşamlarımızın temel taşı olma özelliğini kaybedip, küçük bir azınlık sayılabilecek “kuşkucu bilimciler”in bir özelliği olmaya sıkışıp kalmış durumda.

    Bu sıkışmışlık üç ayrı sorun üretti!

    Birincisi, her türlü fanatizmin üremesi için mükemmel bir ekosistem demek olan yaygın kuşkusuzluk ortamı. Herhangi bir varsayımı esas alan süzgeçler[4]sadece kendi doğru-iyi-güzellerine geçit verip gerisini yanlış-kötü-çirkin sayarak, selameti “diğerlerini yok etmekte” buluyor.

    İkinci sorun, kuşkusuzluk ekosisteminin, her tür değer sistemini ret eden, sadece kendi amaçlarını önemseyen istismar türlerinin ortaya çıkışını özendiriyor. Kavramların istismarı, kuralların (yasaların) istismarı, ahlak ve etiğin istismarı ve bileşik bir tür olan dinin istismarı gibi.

    Üçüncüsü ise, dar kuşku ortamı içinde oluşan “kuşku fanatizmi”. Deney ve gözleme dayanmayan her olguyu yok sayan, böylece kendi çevresine aşılmaz bir kibir duvarı ören bu fanatizm türü ile kuşkusuzluk içinde üremiş fanatizm türleri arasında sonuç itibariyle bir fark yok; ikisi de katı ve dışlaycı.

    Eh ne yapalım kaderimiz böyleymiş…

    Kuşkusuzluğun normalleşmesi olgusu bir değişmez olarak kabul edildiğinde “kader” yargısına katılmamak elde değil. Yok öyle değil de bu kaderi değiştirmek ya da en azından o yolda elinden gelenin en iyisini yapmak seçeneği benimsendiğinde bu defa biraz daha düşünmek gerekiyor.

    Kuşkusuzluk, beka kabiliyeti’ni dahi olumsuz etkiliyebilecek bir öğe ise, ilk yapılabilecek olan, söz konusu normalleşmenin farkına varılması; bunun propaganda veya kuşkusuzluk sonuçları ile alay edilerek[5] değil, kuşku’nun vazgeçilemezliğini –örneğin akıl-sezgi etkileşiminin[6] ancak kuşku yoluyla mümkün olabileceği– gösterilerek; bir yandan da kuşku kavramının antitezi gibi anlaşılagelen sezgi kavramının giderek deneysel ortamlara konu olduğu gerçeği[7] yollarıyla yapılabilir.

    Kuşkusuzluk yaygın ortamına yol açan nedenlerin başında, toplumun rol model olarak benimsediği –akademik unvan sahipleri, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar vb.- kişilerin -daima kuşkuyu esas alan küçük bir bölümü hariç- müthiş bir çoğaltıcı-büyütücü etkiye sahip iletişim ortamlarını kullanarak, hemen hiçbir sınır tanımadan yaptıkları yorumlar geliyor. Şöhret olgusunun bu pervasızlıkta başrolü oynadığı düşünülebilir; bir diğer neden kuşkusuzluk ortamının kendini besleyen etkisi, bir diğeri ise kesinlik yanlısı çoğunluğun beğenilerinin belirleyici etkisi olmalıdır.

    Bu denli kök salmış bir olgunun köklerine yönelik yaygın bir çaba olmaksızın tersine çevrilmesi güç görünüyor. Bu durumda “duruma özgü çözüm araçları” geliştirmek bir çözüm olabilir. Örneğin bir araç “tohumlama[8]” olabilir. Kullanılabilecek çok sayıda tohum fikrinden birisi “bir davranışın toplumsal değerler içinde ayıp ilan edilmesi”[9], bir diğeri “sosyal medyada hiçbir sınır tanımadan ard arda iddiaları sıralayıp bunlardan çarpıcı(!) sonuçlar çıkaran viral paylaşımlar”a karşı kullanılabilecek “kopuk zincir” tohumudur[10].

    Daha uzun vadeli olsa da en derin etki sağlayabilecek tohumlardan birisi de, kuşkusuzluğun kök nedenlerinden birisi olmaya aday “kavram dağarcığı fakirliği”ni azaltmaya yarayabilecek “dağarcığa kavram eklemek” tohumudur[11]. Toplumun ya da en azından bir kesim veya kişinin kavram dağarcığı zenginleştikçe, bir tıkayıcı süzgeç[12] rolü oynayarak tek doğrululuğa (kuşkusuzluk, fanatizm) yol açan kavramlar çeşitleneceği için süzgeç etkisinin azalması beklenebilir.

    Bütün bunlara karşın, süzgeç kavramlar konusunda halis olmayan niyetlerle çaba harcayan kişilerin girişimlerinin önlenmesi için sayılan çareler, özellikle de çocukluk çağlarında -bir çeşit bağışıklık öğesi olarak- “kuşku süzgeci” ile korunmak kadar etkili olamaz.

    Hayal midir bilinmez ama, bir Niels Bohr’un bu topraklarda da çıkıp “benden duyabileceğiniz tüm yargıları lütfen birer soru olarak anlayınız” diyerek, gerek gerçek kuşkucu bilim insanlarımızı daha aktif rol oynamaya, gerekse ikinci grupta olan kuşkucu rolü oynayanlardan küçük bir bölümünü de olsa uyanmaya ikna edebilir (mi?). Hatta ve hatta, bir ilahiyatçımızın çıkıp, “kuşkuya dayalı olmayan, sürekli merakının ardında -bir spiral boyunca- idrak peşinde koşmayan iman kendi kendini kandırmadır” demesi. Çok mu şey bekliyorum dersiniz?

    23 Ocak 2019

    [1] Bkz. http://bit.ly/2R6DxzH

    [2] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Law_of_the_Minimum ve https://goo.gl/zpL8w3

    [3] Bkz. https://www.bio.vu.nl/thb/research/bib/Troo2006.pdf

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d

    [5] Bkz. http://wp.me/a2t6mi-25B

    [6] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu. Akıl-sezgi etkileşimi dinde sorgulamayı mümkün ve de vazgeçilmez kılan tahkiki iman (https://goo.gl/61Rc93 Sah 71-72) kavramının da temeli olmaya değerde görünüyor.

    [7] Bkz. https://www.livescience.com/54825-scientists-measure-intuition.html

    [8] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-24T

    [9] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 420

    [10] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 425

    [11] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 4

    [12] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d

  • “Kültürel işlevler nasıl bozuluyor?” tam anlaşılmadan sorunlar çözülemez

    Hangi ölçekte –bireysel, kurumsal, toplumsal– olursa olsun sorunların çoğunun, onları çevreleyen Sorun İklimleri’nde üreyebildiğini, böylece üreyen sorunların kendi aralarında bileşikler yaparak –hatta o bileşiklerle de birleşerek çoğaldıklarını– gözlemliyoruz. Bu üreme sürecini daha iyi anlayabilmek için maddeler kimyası’na benzetme yaparak Sorun Kimyası[1]gibi bir terim de kullanılabilir.

    Üreyen sorunlarca bozuma uğratılan yaşam alanlarının (kültürel işlevler alanı)[2] kendini onarabilmesine yardımcı olabilecek tohumlar[3] yoluyla onarılabilmesi mümkündür.

    Ama -akıllarınıza ihtiyaç gösteren- bir durum var!

    Sorun Salkımı

    Sorun Kimyası uyarınca üremekte olan Sorun Salkımı’nın nerelerine hangi tohum(lar) ekilerek o bölgelerin kendilerini onarmasına yardım edilebilmesi için, sorun üreme sürecini tam olarak anlamak gerekiyor. Bir anlamda, tedavi edilmek istenilen hücre reseptörlerinin kabul edebileceği tohum fikirlerinin seçilmesi ya da mevcut tohum stokumuzda yok ise üretilebilmesi gerekiyor

    Cevap bekleyen soru, herhangi bir kültürel işlevi bozarak –mesela herhangi bir fikri sorgulamayı kendi kendine yasaklayarak- o fikir dışındaki tüm fikirleri yanlış-kötü-çirkin[4]  olarak niteleyen sebep nedir?

    Acaba, herhangi bir anda –çocuklukta istem dışı, erişkinlikte isteyerek ve/ya koşullandırma, propaganda vb. ile– öğrendiğimiz bir kavram, herhangi bir tatminkar cevap bul(a)madığımız soru(lar)a cevap vererek, o sorular ve cevaplar arasında sağlam bir bağ oluşturup böylece oluşan zihinsel konfor alanı girişini bir süzgeç gibi kapatarak, kendisi ve bağlantı kurduğu diğer kavramlarla uyuşmayan tüm fikirlerin girişini önleyerek bir fanatizm ortamı mı oluşturuyor?

    Birey, kurum ve/ya toplumun, sorularına cevap bulma telaşının farkında olan ve kendilerine özgü çeşitli doğru-iyi-güzel ideoloji sahipleri bu aciliyeti kullanırken, asıl görev sahiplerinin –aile, aydın kesim– bilgisizlik / bilinçsizliklerinin sonucu olan aymazlık acaba bu sürecin birincil dürtüsü olabilir mi?

    Böylesi bir durum oluştuğunda, nasihat, “kendi doğrularımız, iyilerimiz, güzellerimiz”e çekebilecek argümanlar, ödüler, tehditler, aşağılamalar, alaylar üretmemiz hiçbir işe yaramayacak; belki de giderek kutuplaşmaları derinleştirecektir.

    Bu süzgeç(ler)i teşhis edemediğimiz, reseptörlerinin neleri-nasıl kabul edeceğini bulamadığımız ve bundan sonra da uygun tohumlar yoluyla işlevlerin kendilerini iyileştirmelerine izin vermediğimiz sürece tüm çabalarımız şu üç sonuçtan en az birkaçını verebilir:

    (1)   Sorun Kimyası uyarınca üreme süreci (hızlanarak) sürecek ve stok giderek büyüyecektir,

    (2)   Bu mekaniği anlamadan girişilecek her çözme çabası yeni sorunlar oluşturacağı için stokun -kefir gibi- büyümesine yol açacaktır ve

    (3)   Zaman olumsuza işleyeceği için çözme çabalarımız -mağdurların bilinçsiz şikayet ve yol göstermeleri(!) altında giderek zorlaşacaktır.

    Birey, kurum ve de toplumun, sorunlardan yakınması ve bunların “kendi dışındaki birileri” tarafından çözülmesini istemesi doğal bir tepkidir. Ama en az bunun kadar doğal olan bir diğer şey, birey ve kurumların bizzat içinde yer almadığı çözüm süreçlerinin zaman ve enerji kaybından başka bir işe yaramayacağıdır.

    Aradığımız cevabı -biraz uzunca da olsa- açıklayabildiğimi sanıyorum.

    8 Ocak 2019

     

    [1] Bkz. Sorun Kimyası (https://goo.gl/eaoKEL)

    [2] Çalışmak, öğrenmek, eğlenmek, sevmek, ibadet etmek, affetmek, unutmak, sorgulamak, risk almak, tartışmak, kavga etmek, dövüşmek, feragat etmek, yardım etmek gibi yüzlerce kültürel işlev, bir bütün olarak kültürel işlevler alanını oluşturuyor

    [3] Tohum: Yaşam alanlarımızın (eğitim, aile, iş, eğlence, öğrenme, ibadet, inanç, gönüllülük ve benzer) bir veya daha çoğunda, tek kişilerce dahi ortaya atılıp uygulanarak küçük ölçekli olumlu farklar yaratabilen; ama bir araya geldiğinde daha gözlenebilir bir dönüşüme yol açabilecek davranışlardır.

    [4]Doğru-yanlış (akıl alanı), iyi- kötü (ahlak alanı, güzel-çirkin ise (estetik alanı)na ait terimler olmak üzere.

  • Seçimlerde Etik Güvence

    Herhangi bir göreve seçimle gelecek kişilerin görevleri boyunca uymayı taahhüt edeceklerini kapsayan birer Etik Güvence’yi seçilmeden önce ilan etmeleri öneriliyor. Bu güvencenin, alışılmış genel çerçeveli “yemin”lerden farkı, somut ve kolay denetlenebilir az sayıda kuraldan oluşmasıdır.

    Bu taahhüte tüm adayların ilgi göstermeyebileceği, bazı adayların güvence vermeye yanaşmayaceği ya da güvenceye uymayabilecekleri düşünebilse de, en azından örnek tavır sergileyebilecek adayların çıkması daha büyük ihtimaldir. Bu, bir demokrasi geleneği oluşturmak açısından küçümsenemeyecek bir başlangıç sayılmalıdır.

    Güvence verenlerin vermeyenlere göre dezavantajlı olacağı”, böylece hareket serbestilerinin azalacağı yolundaki yaygın kanı, “eşitliği eğride aramak” gibi trajikomik bir seçimdir. Şu unutulmamalıdır ki, insanlık ailesinin ortak çabalarıyla oluşmuş medeniyet, büyük kitlelerce değil “doğruları, kendine avantaj sağlamayacak durumlarda da yapmanın güçlüklerine göğüs gerenlerce” inşa edilmiştir.

    Az sayıda somut ve denetlenebilir kural yoluyla ahlaki değerler tabanını kurmadan, siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alan kişileri eleştirebiliyoruz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten uzak durmaya çalışmalarına, siyasetin “bulaşmak” kavramıyla birlikte kullanılacak kadar kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını artık görebilmeliyiz.

    Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanları, etik güvence yaklaşımını yaşama geçirmek için önümüzdeki yerel seçimler bir fırsattır. Aşağıda bu yolda birkaç somut ve denetlenebilir kural önerisi bulunuyor. Yaklaşımı benimseyenlerin, çevrelerindeki adaylara ve/ya varsa bağlı oldukları siyasi kurumlara erişerek hayata geçirmeyi denemek istemez misiniz?

    Önerdiğim iki yalın kural şöyle:

    1. Her yıl akçalı işlerimi bağımsız bir denetleme kurumuna denetlettireceğimi ve sonuçlarını seçmenlerime internet üzerinden açıkça ilan edeceğimi,
    2. Görevim dolayısıyla sahip olacağım her türlü imkanı doğrudan ya da dolaylı olarak kendime, yakınlarıma, siyasi veya ideolojik görüşlerini paylaştığım kişilere, hemşerilerime, meslektaşlarıma, okuldaşlarıma bir avantaj sağlamak amacıyla kullanmayacağımı; ırk, dil, din, mezhep ya da başka bir ayırıcı ölçü benimsemeyeceğimi; bu bağlamdaki tek ölçünün “bütünleştiricilik” olacağını; bunu söz ve eylem üsluplarımla da kanıtlayacağımı

    taahhüt ediyor, taahhüdümün herhangi bir yolla denetlenmesine hiçbir şekilde karşı çıkmayıp aksine kolaylaştıracağıma; bunlardan birisinin aksinin varit olması halinde görevimden ayrılacağıma söz veriyorum.

    Her yurttaşın yapabileceği basitlikte bir öneri. Bunların “niçin yapılamayacağını”, “hangi imkansız koşullar yerine gelirse düşünülebileceğini” ileri sürmek ya da yapmak. Aynen “to be or not to be” gibi.

    31 Aralık 2018

  • Akla yerleşen her kavram sonrakiler için birer süzgeç olur!

    Özellikle küçük yaştaki çocuklar, ama genelde genç denilebilecek yaşlara kadar hemen herkeste gözlediğim bir olgu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

    Küçücük çocukların belirli bir ideoloji yolunda nasıl koşullandıklarını, hatta giderek o yolda ölmeye ve de öldürmeye nasıl hazır hale geldiklerini; o fırsatı(!) yakalayana kadar da içlerindekileri nasıl birer nefretle “karşı cephe”ye yönelttiklerine şahit olmuşsunuzdur.

    Bu nasıl olabiliyor?

    Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar? Bu geçiştirilebilecek, “efendim nasıl eğitir, koşullandırırsanız öyle olur” gibisinden beylik kalıplarla karşı tezleri susturmaya veya düşünsel çaba harcamaktan kurtulmaya dönük bir soru olamaz. Bu zehirli sürecin nasıl işlediği tam anlaşılamadığı sürece herhangi bir toplum ya da kişi varlığını koruyup sürdürebilme (beka diye de okuyabilirsiniz) misyonunu güvende sayamaz.

    Davranışsal psikoloji -çoğu B.F.Skinner’ın hayvan deneylerine dayalı- çok sayıda bulgu ortaya koymuş olsa da çoğu, çevrel koşulların uygun bileşimlerinin bu tür davranışları ortaya çıkardığı şeklinde kısmi bir genelleme şeklindedir; ama esas cevap bulunması gereken, daha da temelde “kendinden sonrasını şekillendiren bir şey”in olup olmadığıdır.

    O şey “süzgeç kavram” olabilir mi?

    Yaşam boyu çeşitli sorulara cevaplar ararız. Eğer soruların önünü kesecek bir “toplu cevap” (ideolojik, siyasi ya da sorgulamaya kapalı bir dini yorum[1]) ile karşılaştırılmayacak kadar şanslı isek, bulabildiğimiz cevaplarla sınırlı, ama giderek genişlemeye açık bir evren tasavvuru[2] oluştururuz. Bilim de dini imân da ancak öyle bir genişleme süreci yoluyla ortaya çıkabilir.

    Bebeklikten başlayarak -çoğu beslenme ve güvenlikle ilgili- sorular ebeveyn tarafından doğrudan fiilen cevaplanırken, daha sonraları okul ve sosyal çevre yoluyla her soru için alternatifli cevaplar ile karşılaşılır; bunlardan önceden (bebeklikte) cevaplanmış olanlarla çatışmayan ve de daha çok soruya cevap veren birileri seçilir ve her bir seçilen cevap aynen bir süzgeç gibi, artık yeni sorulara cevap adaylarını süzer, gerisini “yanlış” olarak niteler.

    Bu süreçteki süzgeç kavramlardan birisi kuşku[3] kavramı olup, yaşam boyu yeni sorular sorabilmenin ve “anlama” denilebilecek mutluluğun önünü açar. Kuşkusuzluk ise yaşamı daraltan “sorusuzluk” denilebilecek ölüm türünün eşdeğeri olup toplu cevaplarca oluşturulan bir yan üründür.

    Süzgeç kavram konusundaki iki kural önerim: (1) Her süzgeç kendisinden önce oluşmuş süzgeç(ler)in geçirebildiği kavramlar yoluyla oluşabilir, (2) Kendinden önce oluşmuş bir süzgece aykırı kavramlar kişide ya kafa karışıklığına ya da çok nadiren o yeni kavramın yolu üzerindeki eski süzgecin terkedilmesine yol açar.

    İster seküler ister dinsel olsun bebeklik ve çocukluk çağlarında karşılaştırılan kavramlar bu nedenle çok belirleyicidir. Toplu cevaplar, soruların önünü kesen tüm doğrular her zaman için hem bireyler hem toplumlar için birer risktir. Toplum sorunlarıyla başa çıkmak isteyenler, toplumu toplu cevaplardan koruyacak rotalar çizebilmek için bu kavramı bir “tohum fikri”[4] olarak kullanılabilirler.

    30 Aralık 2018

    [1] “Sorgulamaya kapalı dini yorum için” bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7356

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7922 (parag. 19)

    [3] Burada bilimsel kuşku (skepticism) kastedilmekte olup, ucu paranoya’ya kadar dayanan kuşku (suspicion) kastedilmiyor.

    [4] Bkz. https://goo.gl/Uz6WCo

  • Ayrık Sorun Alanları Aslında Bir Bütündür

    Bir soru: Üzerinde kafa yorulan çeşitli sorunlar gerçekten de birbirlerinden ayrık olarak var mı, yoksa ortada büyük bir bütünlük var, ama onu tüm boyutlarıyla algılamak imkanımız olmadığı için daha küçük parçalara mı ayırıp üzerinde konuşuyor, yazışıyor, uğraş veriyoruz?

    Akıl Dışı Eğitim (ADE), Kadınsız Toplum (KT), Din İstismarı (Dİ) ya da Beka vd. sorunlar[1] arasında belirli sınırlar var mı ya da bunlar birbirlerini etkileyerek daha farklı ve aralarında sınırlar olmayan (hücre yapıları farklı) yapılara mı dönüşüyorlar?

    Biraz daha ileri giderek, acaba tüm alanlarla bileşik yapmaya istekli ama ayrı -ve saygın- bir alan adı bulunmadığı için önemsenmeyen bazı “kirleticiler” de var mı? Örneğin, kleptoman bir kişi gün içinde girip çıktığı her yerde kimi şeylerin kaybolmasına yol açıyor ve kurnazlığının yardımıyla bunu gizlemeyi de becerebiliyorsa, çeşitli alanlarda ortaya çıkacak sorunları nasıl ele almak gerekir?

    Muhtemelen her alan, eşyalarının kaybını önleyebilecek karmaşık denetim prosedürleri geliştirecekler; bir süre sonra işe yaramadığını görünce bu önlemleri daha karmaşık hale getirecekler; giderek de o alanın asli işlevinin çok geri planlara düşüp, gereksiz işlerin asli unsur haline gelmesi gibi bir ucube ortaya çıkmayacak mıdır?

    Bu ayrık yaşam alanları -genelde- Dünyayı kendilerinden ibaret sayma eğiliminde oldukları için, sorunları kendi çapları içinde çözmeye çalışacaklar ve de çözemeyeceklerdir. Örneğin, İstanbul’un trafik sistemini yönetmekten sorumlu alan ile sokakların temizliğinden sorumlu alan ilgisiz iki alan olduğuna göre, her iki alanı da derinden etkileyen mesela “saygısız hemşeriler” daima dikkat dışında kalacak ve birinciler sorunları daha çok yol yaparak; ikinciler ise daha çok otomatik süpürge satın alarak çözmeye çalışacaklardır.

    Sadece bir adet ”kirletici”nin ne denli karışıklık yaratacağı belliyken, kirletici çeşitlenmesinin ve de kirleticilerin birbirlerinin üremesini özendirmesinin bileşik etkisinin ne kadar büyük olacağı tahmin edilebilir.

    Bu hipotetik -görünüşlü- yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuçlardan birkaçı şunlar olabilir:

    –       Sorunlar ayrı kompartımanlar şeklinde değildirler; bu ayrıştırma, bütünleşik (sistem yaklaşımı) olmayan “parçalara ayırarak algılama” kolaycılığından kaynaklanır. Halbuki “bütün”, “parçalarının toplamından daha büyük” bir şeydir.

    Ortada masif hale gelmiş, yapı taşları kolay ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine geçmiş bir “bütün sorun” mevcuttur. Bu bütün, ilgilenilen alan üzerinde ayrı bir izdüşümü bırakmakta ya da nereye bakılırsa oraya çökmektedir.

    –       Kompartıman olarak algılanan alanlar zaman içinde etkileşerek birbirlerinin içine geçerler ve umulan işlevlerini kısmen ya da tamamen yitirirler. Bu etkileşimleri dürten sebep, alanların içlerinde bulunan “güç kaynaklarından nemalanma” isteğidir.

    Örnek olarak verilen “saygısız hemşeri” kirleticisi durumundaki dürtü, ideal bir trafik düzeninde bulunan “başkasının hakkını çiğnememe” kuralının içerdiği “kuralı çiğneyerek zaman kazanma” dürtüsü; veya yine ideal bir düzende çöpünü atmak için çöp sepeti arama amacıyla harcanan zamanı, çöpü olduğu yere atarak zaman kazanma dürtüsü; ya da ideal olarak vergi affının olmadığı bir düzende vergisini zamanında ödemek yerine, ödemeyip bir seçim affını bekleyerek maddi kazanç sağlama dürtüsüdür. Saygısız hemşerinin bu kazanımlarının hepsi birer güçtür.

    Bu örneklerin hepsinde görülen eğriliklerin çözümü, o kompartımanlara sıkı ve giderek karmaşıklıkları artıracak denetimler koyarak, haksız kazanımları önlemek olamaz. Çünkü o tür karmaşıklaştırmalar, sonunda o ayrık alanlardan beklenen işlevlerin giderek gerilere itilmelerine; ayrıca da kural çiğneyenlerin giderek güç sahibi olup bütünü etkilemelerine yol açacaktır. Bu tam bir “çığ etkisi”dir.

    –       Bu durumda geçerli olabilecek bir çözüm, ayrık alanların -hepsini diyerek genellememek için- çoğunu olumlu etkileyebilecek, sinir uçlarına ekilebilecek “tohum[2]” denilebilecek dönüştürücülerden yararlanmaktır.

    –       Sinir uçları’nın, “güç kaynaklarından nemalanma” ile ilişkisi anlaşılabiliyor. Her nerede bir eğrilik (kirletici) izi yani sorun varsa, orada mutlaka “istismarı yoluyla sağlanan bir çıkar” vardır. O halde çıkar izlerini sürerek sorunların kaynaklarına varılabilir.

    Bu yol çözümlerin de geliştirilebilmesine ışık tutuyor: Süreçler içindeki güç kaynaklarını kaldıramayız; çünkü toplu yaşam zaten bu güç kaynaklarının yönetimi demektir. Ama güç kaynaklarının kullanımını blok zinciri[3] felsefesiyle yaygın denetime açabiliriz. Örneğin trafik dahil onlarca alana “haksız kamu kaynağı kullanma suçu işleyen” saygısız hemşeri sorununa karşı yaygın bir şikayet sistemi[4] oluşturulabilir. Bu bir tohum fikridir.

    –       O halde, ADE, KT, Di ya da Beka olarak adlandırdığımız sorunların, bir bütünün izdüşümleri olarak ele alınıp uygun birincil (o alana yönelik) ve diğer (diğer alanların etkilerine yönelik) tohumların neler olabileceklerine yoğunlaşılması daha geçerli görünüyor.

    Yoğun gücün yaygınlaştırılması (blok zincir) yaklaşımının bir avantajı da, merkezi otoritelerin katkısı olmaksızın tamamen birer sivil yurttaş İnisiyatifi olarak uygulanabilmesidir. Gerek örnek olarak verilen Trafik Şikayet Sistemi, gerek diğer alanlarda uygulanabilecek Yaygın Şikayet (veya denetim) Sistemleri, sivil inisiyatifler olarak uygulanıp, yerel ve/ya merkezi idareyi harekete geçirmek üzere kullanılabileceği gibi, doğrudan etkileri olabilecek şekiller de geliştirilebilir. “Ben ne yapabilirim ki” sloganıyla istirahate çekilmiş geniş bir kesimin toplum düzeni açısından büyük bir atıl potansiyel olduğu bellidir.

    13 Aralık 2018

    [1] Bu şekilde adlandırılan sorunlar, Birleşik Akıl Ağı® (BAA) adlı bir platformun üzerinde çalıştığı bazı sorunlardır. BAA bildirgesi için bakınız. http://www.birlesikakilagi.com/baa-manifestosu/

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7991

    [3] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Blockchain

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005121838_Trafik_Sikayet_Sistemi.pps

  • Sorun alanlarının “tohumlama” yoluyla iyileştirilmesi

    “Tohum” tanım olarak, “Yaşam alanlarımızın (eğitim, aile, iş, eğlence, öğrenme, ibadet, inanç, gönüllülük ve benzer) bir veya daha çoğunda, küçük ölçekli olumlu farklar yaratabilen; ama bir araya geldiğinde daha gözlenebilir bir değişim ve/ya dönüşüme yol açabilecek etkenler” şeklinde özetlenebilir[1].

    Sürdürülebilir bir kültür dokusuna sahip olmak: Beka anahtarı!

    Bir toplumun uzun süreler içinde geliştirdiği kültür, bir bölümü kendi içindeki özgün öğeler, bir bölümü ise başka toplumlarla kültür değişmeleri yoluyla içselleştirilen öğeler olmak üzere iki ana kaynaktan geliyor[2]. Her iki kültür bileşeni içinde de süzülüp evrensel hale gelen kültür ile uyumlu olmayan, uyumlu olmadığı gibi toplumun sürdürülebilirliği açısından da olumsuz öğeler bulunabiliyor.

    Bunları tespit edip gereken değişim ve/ya dönüşümleri becerebilenler varlığını sürdürürken, diğerleri zaman içinde yok oluyor ya da daha gelişkin kültürlerin egemenlikleri altına girip, içinde eriyorlar.

    Bozuk doku alanları

    Kültür dokusu içindeki “sürdürülemez doku alanları”, iyileştirilmeye konu sorun alanları olarak tanımlanabilir ve kısaca bozuk doku da denilebilir. Bozuk doku alanı’nın başlıca özelliği, “kendini besleyecek ve de kendinden beslenecek etkenleri çevresine çağırıp, kendine yeterli bir kolonileşme yaratması”dır.

    Herkes, çevresine bu gözle baktığında, her eğriliğin tek başına var olmadığını, o eğrilikten beslenen ve o eğriliği besleyen diğer eğriliklerle birlikte varlığını giderek güçlendirilip kolay başa çıkılamaz birer tümör alanı oluşturduğunu göreceklerdir.

    Bozuk doku parçaları ve onlarla iştirak halinde olan etkenlere daha yakından bakıldığında şunlar kolayca görülebilir:

    • Doku’nun çıktıları: İyileşmesi istenilen kültür öğeleri yani bozuk doku (örneğin, karşılıklı saygı eksiği, kopya çekme, özgüven eksiği, tembellik ya da boş övünme gibi),
    • Doku’yu besleyenler: Salt şikayet, salt suçlama, göz yumma, kanıksama, aldırmama, kendini sorumlu saymama, bilmezlik, aymazlık, bilinçli taksir vb.
    • Doku’dan beslenenler: Bozuk kültür dokuları sürdürülemez olsa da kısa vade ve/ya toplumun bir kesimi için kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu da yadsınamaz. Buna göre, örneğin kopya çekenler sınavda başarılı(!) olarak not alır, işe girer veya terfi ederler; yalan söyleyenler ceza almaktan kurtulabilirler; saygısızlar kuyruklarda zaman kaybetmezler ilh..
    • Bozuk doku’lar arası görünmez etkileşim: Aralarında bir bağlantı olmasa da her eğrilik, bir başka alanda da eğrilik yaratma potansiyeline sahiptir. İnsan aklı bu konuda çok yaratıcıdır.

    “Tohum”un bir iyileşme sağlaması: Ama nasıl?

    Bozuk doku yapısına ait açıklanan tasavvura dayanarak, iyileştirme için şu formül ileri sürülebilir: Bozuk dokuyu besleyen ve dokudan beslenen yardımcı eğriliklerin etkilerini nötralize edebilecek bir çekirdek teşkili.

    Ama bir sorun var: Yardımcı eğrilik olarak anılanlar da diğer eğrilikler gibi besleyen – beslenen ilişkilerine sahip olacağına göre, bir sorun alanında iyileşme amaçlanırken bu defa çok sayıda sorunla karşı karşıya kalınacak demektir[3]. Nitekim pratikte çoğu sorun’un -o sorun için doğru önlemler alınsa da- kolay çözülemeyişinin altında bu ardışık ilişki gerçeği bulunuyor.

    Ancak bu ardışıklık zincirindeki ilişkilerin giderek zayıflaması, güç de olsa bir çıkış yolu oluşturuyor. Buna göre örneğin her adımda yarı yarıya azalan bir ilişkiler zincirinde, ilk etkinin üç adım sonraki etkisi 0.5^3 yani yaklaşık %12’ye düşmektedir. Ama yine de, bir eğriliği “onu besleyen ve ondan beslenen yakın eğriliklerle birlikte ele almak zorunluğu” bir altın kural olarak ortaya çıkıyor.

    Bir de amorti var: Sorun çözme girişimcilerinin işlerini zora çıkan bu ardışıklığın olumlu bir getirisi ise bir bozuk doku alanında iyileşme sağlamaya çalışırken, onunla iştirak halindeki (besleyen – beslenen) alanlarda da kısmi de olsa iyileşmeler sağlanabilmesidir.

    Bir diğer beklenmeyen yarar ise, bozuk doku alanlarındaki iyileşmelerin, umulmayan alanlarda mutasyon etkileri yaratıp baştan öngörülemeyen iyileşmelere yol açabilme olasılığıdır.

    Bir örnek: Sınavlarda kopya’ya karşı önlem.

    Gerek okullarda gerekse kamu yönetiminin diğer alanlarında giderek daha çok kullanılan[4] sınavları enfekte eden kopya olgusunu[5] kökten çözebilecek bir yöntem olarak gelişkin kültürlerce benimsenen yöntem, “kendine güvenildiğini bilen kişilerin bu güveni istismar etmeyerek onurlarını korumaları”dır.

    Nitekim, toplumumuzun başlıca sorun çözme yöntemi(!) olarak benimsediği “Japonya, Finlandiya vd. yerlerde şöyle, bizim burada ise böyle” alaycılığına konu olan olgu bu “onurunu korumayı amaç edinmiş insanların güveni kötüye kullanmama tutumları”dır.

    Toplumumuzda bu tutumu yaygınlaştırmak için kullanımı yaygınlaştırılmak istenilen Gözetimsiz Sınav[6]  (diğer adıyla Onur Sistemi) kopya denilen bozuk doku’ya karşı bir mücadele örneğidir. O dokuyu besleyen – beslenen etkilerini nötralize edebilecek “çekirdek” ise şu öğleleri dikkate almak zorunda:

    • Onur’unu korumanın kişisel bütünlüğünü[7] korumak anlamına geldiği bilinci uyarılmış yeter sayıda[8] öğrenci,
    • Çocuklarının aldıkları notlardan çok değerlerini korumanın daha önemli olduğu bilincine sahip aynı sayıda ebeveyn,
    • Kopya’nın yol açacağı zararların ve onur korumanın yararlarının farkında birkaç öğretmen,
    • Kopya çekerek (hırsızlık) yoluyla başarı(!) sağlayan öğrencilerin olası itirazlarına pabuç bırakmayacak idareci ve okul aile birliği üyeleri,
    • Kendilerine dolaylı yoldan “onursuz” denilmek istendiğini iddia ederek kopya düzenini sürdürmek isteyenlere alet olmayacak sosyal çevre.

    Gözetimsiz Sınav, kullanılacak olan ana tohum ise de, kopya tümörünü besleyen ve beslenen bozuk kültür alanları da dikkate alınarak birkaç tohum daha bileşik olarak kullanılması gerekecektir. Örneğin böylesi üç besleyen – beslenen bozuk doku alanı için:

    • Beyana güven, söz verme, taahhüt gibi değerlerin daha öncelikli sayıldığı” yakın geçmişteki kültürümüzün yarattığı boşluğun, kendimizden saydıklarımızı kayırma, saymadıklarımızı ise cezalandırma amacıyla kullanma amaçlı bürokrasi ile sureta doldurmaya çalışmanın yol açtığı güven bunalımına[9] karşı tohum fikirleri: Saklı içerik[10], “Okul – Veli – Öğrenci Sözleşmesi[11]”
    • Din kurumunun şekli ritüellerden ibaret sayılması, bunun dışında ahlak (bütünlük, integrity) ile ilişiğinin koparılmışlığı olgusuna karşı bir tohum fikri: “Din iyi ahlaka dayalı yaşamdır”.
    • Kavramların içlerinin boşalmış, böylece içlerine kişiye özel yükleme yapılabilmesine karşı bir tohum fikri: “Toplum yaşamının temel kavramlarında ortaklık sağlanması[12]”.

    Bu tohum fikirlerinin her birinin kendi kendine yaygınlaşması mümkün olamaz. Bu nedenle Tohum Uygulama Araçları adı verilebilecek çeşitli yaygınlaştırma yolları kullanılmalıdır[13].

    Bu açıklamalardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, bir kültürde bozulmaların oluşumu kadar giderilmesinin de kolay olmadığı, emir ve direktiflerle, hatta yasalarla dahi düzeltilemeyeceği; mümkün tek yolun, bozuk kültür dokularını besleyen ve ondan beslenen eğriliklerin tek tek anlaşılması ve sonra da yine tek tek her birini besleyen kan akımlarının azaltılması / durdurulmasıdır.

    25 Kasım 2018

     

    [1] Çeşitli tohum fikirleri ve beklenebilecek etkileri için bkz. https://goo.gl/BrsWvi

    [2] Bkz. http://bit.ly/2zqyC73

    [3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-RG

    [4] Sınav olgusunun giderek daha çok kullanımı bir başka hastalığın belirtisi gibi görünüyor: İmkanların kıtalması taliplerin çoğalması karşısında çare olarak “eleme”nin bulunması ve sınavların bu amaçla yapılması.

    [5] İntihal olgusu da bu bağlamda düşünülmelidir.

    [6] Bkz. https://goo.gl/wvBnMH

    [7] “Bütünlük” (integrity) kavramı kimi kültürlerde “namus” anlamında kullanılıyor. Namus’u cinsellikle eş anlamlı kullanan kültürlere göre, söz ve eylem bütünlüğü anlamına gelen bu kavram dikkat çekicidir.

    [8] Gözetimsiz Sınav’ın okul ya da en azından bir sınıfının bütününde uygulanması istenilirse de, sistemi başlatmak için bu her zaman mümkün olamayabilir. Bu nedenle göze çarpabilecek -ve istisna olarak nitelenemeyecek sayıda- öğrenciden ibaret bir grupla da başlanabilir.

    [9] Anketlere göre (http://bit.ly/2OZma2U) Türkiye’de kişilerin birbirlerine güveni %8 civarında.

    [10] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-XN

    [11] Bkz. https://goo.gl/REmnsr

    [12] Bkz. http://bit.ly/2P1E8ln

    [13] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp adresindeki belgenin sağ sütununda sıralanan araçlar.

  • Gerçek devrim “salata söze son” ile olacaktır!

    Eskiden devrim tehlikeli bir sözdü. şimdi artık o korku bittiği için bol bol kullanılıyor. TV ekranında başbakan adayı, “değişim yanlısı” olduğunu vurgulamak için ” ben devrimciyim” diyebiliyor.

    Gerçekten de, ekonomiden sosyal yaşamamıza varıncaya kadar hemen her alanda “devrim” denilebilecek köklülükte değişimlere ihtiyacımız var.

    Ancak bu kadar çok alanda değişebilmek için açılması gereken bazı kapılar var. Onların kilitleri açılmadığı sürece, öbür tarafa geçmek mümkün değil. Ben buna Türkiye’nin “Kök Sorunlar”ı diyorum.

    Bu kök sorunlardan birisi, çeşitli kavramların ortak anlamlarının oluşmamışlığıdır. İnsanlarımız, çeşitli kavramlara büyük bir özgürlük(!) içinde istedikleri, daha doğrusu işlerine gelen anlamları yükleyebilmektedirler. Böyle esnek bir anlamlandırma insanlarımıza rahat bir yaşam sağlamaktadır. Bugün bir kavrama yüklediği anlam yarın işine gelmediğinde, yeni bir anlam yüklemesi yapmakta, karşısındaki de sık sık aynı şeyi yaptığı için herhangi bir sorun çıkmadan(!) ortak yaşamımız sürüp gitmektedir.

    Bu “anlam yükleme özgürlüğü ” en çok politikacıların işine yaramakta, hiç bir taahhüte girmeden, hatta hiçbir anlamlı mesaj ortaya koymadan saatlerce (veya sayfalar dolusu) laf edebilmektedirler.

    Halk da buna bir karşılık bulmuş, “laf salatası” demektedir.

    “Salata” sözcüğünün sözlük karşılığı; “birbirine benzemeyen çeşitli elemanların düzensiz bir karışımı” şeklindedir. Gerçekten de “laf salatası” deyimiyle anlatılmak istenen tam budur.

    Benim, devrim yapmak isteyen ama nereden başlanacağı konusunda tereddütü bulunanlara tavsiyem, operasyonlarına “laf salatasına son” sloganıyla başlamalarıdır.

    Ancak bunun olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçları olduğuna da dikkat etmelidirler. TV, radyo, gazete, dergi gibi büyük çoğunluğu politikacı “laf”larının iletiminden oluşan medya bir anda bomboş kalabilir. Örneğin, “enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?” gibi bir soruya verilen şu geleneksel yanıt artık kullanılamayacaktır: “Enflasyon, halkımızın kanını emen yedi başlı bir canavar olup, milli birlik ve beraberlik içinde yenilemeyecek hiç bir sorun yoktur

    Şaka bir yana, toplumumuza musallat bu hastalığı yenebildiğimiz gün gerçek bir devrim olacaktır.

    Devrim yapmak isteyenlere duyurulur.

    Pazartesi, 28 Haziran 1993