• GİRİŞİMCİLER İÇİN YENİ BİR İŞ FİKRİ !

    Girişimciliğin çeşitli tanımlarından birisi de, “herkesin gözü önünde durup da farkedilmemiş ihtiyaçları görebilme becerisi” olabilir. İşte bu ihtiyaçlardan birisini girişimcilerimizin hizmetine sunmak istiyorum.

    Kendi işini kurmak isteyip de uygun bir iş fikri bulamamış kişilere arzediyorum. Bu, “bahane sözcüğü üretimi”dir. `Bahane’, insanların en çok gereksindikleri ve fakat kalitelisini de en güç bulabildikleri bir şeydir.

    Tanım olarak orta kalitede bahane nisbeten inandırıcı olan, yüksek kaliteli bahane ise duyanın hiç bir itirazda bulunamayacağı kadar inandırıcı olan bahanedir.

    Buradan hemen anlaşılabileceği gibi kalitesiz bahaneler ise derhal “sen onu benim külahıma anlat” gibisinden çağrışımlar yaratan bahaneler olup bunlara gündelik hayatta sıkça rastlanır.

    Yaşam koşulları zorlaştıkça insanların da kaliteli bahanelere olan ihtiyaçları hızla artmaktadır. Örneğin, sabahları işine geç kalmayı adet edinmiş kişilerin, “hayret bu sabah güneş geç doğdu” ya da “ben fabrikayı Tunceli’ye taşıdık diye oraya gitmişim” gibi bahaneler, hem çok kimse tarafından kullanılması ve hem de patron tarafından az da olsa farkedilme ihtimali nedenleriyle kaliteli sayılamaz.

    Hergün milyonlarca çalışanın ihtiyacı olan kaliteli geç kalma bahaneleri üretimi dahi onlarca kişiye iş imkanı demektir.

    Bahanelerin kalitelerini etkileyen ikinci bir niteliği de ne kadarlık bir kesimi ikna etmesi gerektiğidir. Yani bir kişiyi inandırması gereken bir bahane ile bir milyon kişiyi inandıracak bir bahane arasında mutlaka kalite farkı vardır. Bu yüzden, bu konuda iş kuracak girişimcilerin oldukça dar bir müşteri kesimini hedefleyip ona göre üretim yapması daha doğru olur.

    Akla gelebilecek bir soru, bu yolla üretilen bahane malzemelerinin yeterli bir gelir sağlayıp sağlayamayacağıdır. Bu konuda hiç şüphe edilmemelidir. Güç duruma düşmüş bir kişinin kaliteli bir bahane için ödeyemeyeceği bir karşılık düşünülemez.

    Çok uygun olmayan bir durumda eşi tarafından işyerinde ziyaret ediliveren bir koca, eğer o anda cep defterini açıp hemencik “hoş geldin karıcığım, biz de insan kaynaklarımızı geliştirme programımızın alıştırmalarını yapıyorduk” dese akan sular durur ve eşi de “aman ne iyi, ben de başka bir şey yapıyorsunuz sanmıştım” şeklinde inanmış olur.

    Bahaneler bilindiği gibi çeşitli kategorilere ayrılırlar. Bu kategorileri ise ihtiyaçlar belirler. Gruplardan birisi ve belki en geniş olanı “bozuk araçlar grubu” olup bu sınıfa bilinen her türlü araç gereç girer. İkinci bir bahane ihtiyacı grubu “kent sorunları” dır. Trafik, göç, dejenerasyon, çevre kirliliği gibi konular bu gruba girerler.

    “Sportif başarısızlıklar”, “enflasyon”, “kalitesiz eğitim” vs gibi gruplarla birlikte çok sayıda kategorinin hepsinde kaliteli bahane üretiminin püf noktası şöylece özetlenebilir: “ne demek olduğu belli olmamakla beraber insanların duymaktan hoşlanıp, bu hoşluk içinde başka sorular sormayı unuttukları sözcüklerin kullanılması” !.

    Bu ilkeyi örneklerle açıklamak gerekirse, `kilitlenme’ sözcüğü iyi bir misaldir. “Ölçüm cihazı kilitlenmiş bulunup, radyasyonun yükseldiği anlaşılamamıştır” cümlesi, geleneksel sözcüklerle “cihazın bakımı yapılmamıştır” şeklinde ifade edilseydi, ardından başka sorular gelebilirdi. Ama `kilitlenmiştir’ denilince, insanlar hafiften gururlanıp “oh artık bizim de kilitlenen bir şeyimiz oldu” diyecekler, o işi kimin niçin yapmadığını aramayacaklardır.

    Ya da kent sorunları konusundaki çözümleri duymak isteyen insanlara “İstanbul bir megapol olmuş bulunmaktadır” denilince duyanlarda hafif de olsa bir baş dönmesi olup “eh adam haklı artık ne rezalet olsa yeridir” diyebileceklerdir.

    Yüksek teknolojili bahane üretimi, iç tüketimin yanısıra ihracat açısından da fevkalade önemlidir. Toplumumuzun mukayeseli üstünlüğü tartışılmaz olan bu üretim alanında yabancı ülkeler çok gerilerde bulunmaktadırlar. İyi bir pazarlamayla buralara girilebilir.

    Ve nihayet daha da ileri giderek, bu üretim şekli, düşmanlarımıza da ihraç (veya hibe) edilerek onların içten içe çökertilmeleri ve böylece hem savunma giderlerimizin azaltılması ve hem de Dünya Devleti olmamız mümkün olabilecektir.

  • ETKİN BİR İŞKENCE ALETİ !

    1986 yılında, girişimciliğin bir iş yaratma aracı olarak kullanımını özendirmek amacıyla bir etüd yapılmıştı: “Acaba bir girişimcinin, iş kurma işlemleri sırasında karşılaştığı bürokratik işlemler nelerdir ve bunlar -eğer çok ise- azaltılıp basitleştirilebilir mi?”.. konulu bu çalışmanın birkaç hafta içinde biteceğini uman ilgililer, aradan altı ay geçmesine rağmen hala bitmediğini görünce, sorunun göründüğünden daha derin olduğunu anlamışlardı.

    Yedinci ayın sonunda, bir iş-akımı diyagramı biçiminde hazırlanan ve diyagramdaki her bir eyleme bir sıra numarası verilen rapor gelince gerçek tablo ortaya çıktı: sıra numaraları 19,000 civarında bitiyordu! Bir iş yeri inşa edip açmak isteyen birisinin, “DSİ’den, oraya baraj yapılmayacağına ilişkin rapor alması gerektiği” eyleminin, 19,000’den birisi olduğu düşünülürse gerisinin ne olabileceği kolayca anlaşılabilir.

    Bunun üzerine, bir sorunun görünmeyen köklerini keşfetmiş olmanın mutluluğunu yaşayan ilgililer derhal önlem geliştirdiler ve bir yasa tasarısı hazırlayarak, bütün bu işlemleri basitleştiren ve işyerinin açılmasından sonra da yapımını mümkün kılan bir düzenlemeyi gerçekleştirdiler.

    Fakat kısa bir süre içinde, beklenmeyen bir şey oldu ve basitleştirildi sanılan bürokratik yük daha da ağırlaşmaya başladı.

    Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki sorun mevzuatta, yani onun miktar ya da karmaşıklığında değil onun yorumlanmasındaki inanılmaz çarpıklıktadır.

    Batı’dan aktarılan kimi mevzuata ilişkin sorunlar konuşulurken genelde “bünyemize uymadığı” ileri sürülür. Böyle bir olasılık varsa da sorun bünyeye uyup uymama değildir. Sorun, gerek bu tür gerekse bünyemize uyacak diye geliştirdiğimiz diğer mevzuatın uygulanmasındadır.

    Neredeyse bir genelleme olarak, bunların şekillerinin, özlerinden daha önemsenir biçimde uygulandığı söylenebilir. Böylesi bir uygulama, mevzuatı uygulayanın işine daha çok gelir. Hele bu uygulamadan bir çıkar umuyorsa daha da çok gelir. Çünkü, şekli uygunsuzluklar her zaman için kolayca bulunabilir. Dilekçenin altına adres yazma konusundaki bir kural, öz olarak, yazanın adresinin bilinmesini isterken, ifade biçimi bu yazımın, “dilekçenin altına” olmasını isteyebilir.

    Dilekçeyi alacak memur, kuralın özüne değil şekline baktığı için dilekçeyi kurala uygun olarak (!) geri çevirebilir, ama isterse çevirmeyebilir de.

    Bu “öz yerine şekle bakma” olgusu mükemmel bir işkence aleti olarak kullanılabilir ve de kullanılmaktadır. Bu yolla, belediye zabıtası memurundan en yüksek bürokrata kadar küçük büyük tüm yetkililerin ellerine, istedikleri zaman istedikleri kişiye istedikleri güçlüğü çıkarabilecek, ama istedikleri kişiye de istedikleri kolaylıkları sağlayabilecek bir araç geçmiş olmaktadır.

    İşin garip tarafı, böylesine bir aracın, yine bir kural aracılığıyla caydırılması mümkün değildir. Çünkü böylesine bir kural getirilse ve örneğin, “hiç bir kamu görevlisi hiç bir kuralı farklı biçimde uygulayamaz” denilse, bizatihi bu kuralın şeklinin öne çıkarılıp özünün ıska geçilmesinin önüne geçebilecek hiç bir kuvvet yoktur.

    Peki bu inanılmaz bela nereden kaynaklanmaktadır? Başka toplumlara refah ve mutluluk getiren kurallar nasıl olup da bizde bir işkenceye dönüşmektedir?

    Buna verilebilecek “eğitim eksiği” yanıtı katiyen doğru cevap olamaz. Çünkü, bu aracı en çok kullananlar okumamış olanlar değildir. O halde bir başka neden olmalıdır.

    Neden, ilkokuldan üniversitelere kadar musallat olmuş bulunan, “belirli kalıpları belleyip, nedenini merak etmeden, sorgulamadan geriye kusmak” olarak tanımlanabilecek olan gelenektir.

    Bürokrasiden yakınanların, bunun başlıca nedeni olan “şekli öze tercih etmek” nedenini ve de onun nedeni olan bu geleneği hiç konu etmemeleri ise, ezberin bağışıklık sistemimizi nasıl kontrol altında tuttuğunu göstermesi açısından ilginçtir.

  • EN TEMEL İKİ DEĞER YARGIMIZI GÖZDEN GEÇİRMEYE HAZIR MIYIZ?

    Cumhuriyetçiler -birinci ve ikinci-, demokratlar, laikler, laik olmayanlar, Kemalistler ve daha birçok ideoloji kesimi çeşitli yollarla mücadele ediyorlar. Belden aşağı vurulmadığı, yani demokrasi bizzat demokrasiyi ortadan kaldırmak için kullanılmadığı- sürece çoğulcu anlayış açısından bu sağlıklı bir durum sayılmalıdır.

    Bu ideolojiler kuşkusuz birbirlerinden farklıdırlar, ama acaba bütün değer yargıları açısından mı yoksa az sayıda temel değer bakımından mı farklıdırlar ve eğer öyleyse onlar nelerdir?

    Vatandaş-devlet, hatta devlet-devlet ilişkileri açısından bu ideolojiler arasındaki başlıca fark nerededir?

    En çok yakınılan kamusal alan, eğitim alanı açısından üzerinde konuşulabilecek alternatif eğitim yaklaşımları acaba hangi temel değer farklılıklarının türevidir?

    Örneğin, tüm öğrencileri potansiyel hırsız olarak varsayıp sınavlarda kopyaya karşı onları denetim altında tutan yaklaşım ile, bunu öğrencilerin öz-denetimine bırakan “onur sistemi” sınav yaklaşımı arasındaki temel fark nedir?

    Öğrencilerin -ve de hiç kimsenin- kendi başına bir şey öğrenemeyeceğini, dolayısıyla bunun ancak “öğretme” yoluyla yapılabileceğini kabul eden anlayış ile, insanların yalnız ve ancak kendilerinin bir şey öğrenebileceğini, kendi dışlarından öğretmenin mümkün olmadığını kabul eden yaklaşımın temel farkı nerededir?

    Bir resmi evraka adını soyadı yazan kişiye inanmayıp, bunu muhtar denilen ikinci bir kişiden doğrulatmasını isteyen anlayışla, kişinin beyanına güvenen anlayış arasındaki farkın esası nereden geliyor?

    Bu değişik uçlardaki anlayışlar arasındaki farklar, iki temel değer yargısı açısındandır. Çeşitli yaşam kesitlerimize halen şu iki temel değer yargısı egemendir:

    Tek doğrululuk: Kendi farklı “doğrular”ına sahip olsalar da, “tek doğrululuk” konusunda mutabık durumdaki toplum kesimleri, “göreceli doğrular”a dayalı alternatif bir değer yargısını reddetmektedir.

    İnsan doğasına güvensizlik: İnsanın doğuştan doğru-iyi-güzel’e eğilimli bir varlık olduğunu kabul etmeyip, kendi doğru – iyi – güzelleri’ nin benimsetilmesini doğal ve insani bir haslet sayan çok yaygın anlayış.

    Bu iki temel yargı açısından varsayımlarını tartışmayıp bunların türevleri -hatta türevlerin türevlerini- tartışan kesimler acaba bu yeni anlayışların olası sonuçlarını kabul etmeye ne denli razıdırlar?

    Akıl var mantık var, benim ve benim gibi düşünenlerin dediklerinden farklısı yobazlık ya da Allahsızlıktır” diyenler, eğitim sisteminin içeriğinin buyurgan ve tek doğrulu yapısından yakınmaya hakları var mıdır?

    Ya da “insanlar nelere ihtiyaçları olduğunu bilemezler; bir küçük çocuk ne öğrenmesi gerektiğini nasıl bilebilir” yargısına sahip bir kişi, öğrenme odaklı eğitime nasıl evet diyebilir?

    Haydi gelin, şu iki değer yargısını benimsediğimizi düşünelim ve Türkiye’mizin hangi prangalardan kurtulup ilerlemeye başlayacağını düşünelim:

    Doğruların göreceli oluşu; ortak yaşam alanlarındaki doğruların ise tarafların uzlaşısıyla belirleneceği,

    İnsan doğasına güven; insanın doğuştan, doğruya iyiye ve güzele yönelimli olduğunun kabulü ile, ona ayrıca kendi doğru iyi ve güzellerimizi benimsetmenin gerekli ve de doğru olmadığı.

    Mevcut anlayışlara sahip kişilerin bu alternatif anlayışları gerçekçi ve de kabul edilemez bulacakları neredeyse kesindir. Ama ne yazık ki tarih süreci bu gibi katı ve kendi doğrularından ayrılmak istemeyenleri öğüte öğüte işlemektedir.

  • EĞİTİM DİN DEĞİLDİR!

    Eğitim bağlamında sorulabilecek çeşitli sorulardan birkaçı: Eğitim düzeyi ve/ya süresi arttıkça insanların daha medeni oldukları inancı doğru mudur? Ya da hangi hallerde bu ikisi arasında ilişki vardır? Bu ilişki nasıl doğuyor?

    Medeni olmak, eyleme dönük bir niteliktir. Medeni olmak, Daniska (Danimarkalı gibi beyaz olmak), İstanbuli (İstanbullu gibi olmak) gibi Medine kentinden olmak kökünden geliyor ise de, bugün için anlam kaymasına uğramış, insanlığın ortak erdem, akıl ve inanç değerleri birikimi yönünde davranmak anlamına gelir olmuştur.

    Buna göre medeni olmak bir konuda bilgili olmak değil, o bilgisini yaşamına geçirebilmektir. Ayaklı bir ansiklopedi gibi bilgi yüklenmiş, ama yaşamını bu bilgiler yönünde düzenleyememiş bir kişi medeni sayılmamalıdır.

    Buna karşın bilgi-becerinin medeni olmakla sıkı ilişkisi, bilgi-becerinin bir ufuk genişlemesine, bunun da insanın çevrelerini -fiziki ve toplumsal- daha iyi yorumlamasına yol açması “imkanı”ndan kaynaklanmaktadır. Bu yeni yorumlama ise -eğer uygun koşullar oluşursa- bilgi-becerilerin tutum ve davranışlara geçmesine yol açmaktadır. Burada kritik nokta olan ufuk genişlemesi daha somut terimlerle bir algılama genişlemesi‘dir.

    O halde iş gelip, çevrelerimizi algıladığımız algılayıcıların duyarlıklarının artmasına dayanmaktadır. Eğitim denilen süreç işte bu duyarlıkların gelişmesi sürecidir ve hem toplum hem de kendilerince salt bilgi kaynağı olarak görülen öğretmenlerin tutum ve davranışlarının modellenmesi yoluyla gelişmektedir. Bu tutum ve davranışlar ne denli “medeni” ise, bilgi edinen kişiler de o denli örnek almaktadırlar.

    İşin okul boyutu böyleyken bir de aile ve toplum boyutları vardır. Toplumsal boyutun en etkin hale gelen öğesi ise televizyondur.

    Böylece, çevrelerimizi algılama düzeyinin geliştirilmesi olarak özetlenebilecek eğitim süreci bağlamında bugün karşı karşıya bulunduğumuz bazı önemli sorunlar şunlardır:

    Başlıca eğitim aracı “söyleme” yoluyla istendik davranışlar kazandırmaya çalışmak olan okul, “medeni” olmak yolunda hemen hiçbir olumlu etkiye sahip değildir. Olumlu etki sağlamak bir yana, örneğin sınavlardaki gözetim yoluyla, öğrencilerin güvenilmez oldukları yolunda kuvvetli bir koşullandıma da yaratmaktadır. Eğitim kültürümüze musallat edilmiş bulunan bu “söyleme yoluyla eğitmeye çalışmak” ilkelliğinden vazgeçilmelidir.

    Eğitimin, medeni rol örnekleri verme süreci olma anlamı kaybolmuş, toplumda her şey bilgi edinmeye indeksli hale gelmiştir. Bir anlamda eğitim, yeni bir din olmuştur. Bunun sonuçlarından birisi, bilgi-becerili ama çevreleri hakkında duyarsız insanların rol modeli durumuna gelmesi olmasıdır.

    Toplum tüm ümitlerini bu eksik eğitime bağlamış, bu eksik yolda etkinlik sağladıkça da içinden daha çıkılmaz sorunlarla karşılaşır olmuştur.

    Bilgi-beceri edinmek, o süreç boyunca karşılaşılacak örnekler yoluyla algılarımızı geliştirebildiğimiz ve bunları yaşamımıza geçirebildiğimiz ölçüde değerlidir. Her sorunu getirip eğitime, onu da salt bilgi edinmeye bağlamak eğitim adına işlenebilecek bir cinayettir.

  • EĞİTİM DEVRİMİ “PROGRAM PARADİGMASI”NI AŞARAK GERÇEKLEŞEBİLİR..

    M.K.Atatürk’ün ulusal vizyon olarak ortaya koyduğu “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” hedefini uzun yıllar anlamamış, hatta epey abartılı bulmuşumdur.

    Öyle ya, çağdaş uygarlık düzeyine “yaklaşmak”, “erişmeye çalışmak”, hadi olsa olsa “erişmek” de değil, “aşmak”!

    Sözcük içeriklerine son derece hakim Mustafa Kemal’in bu vizyon direktifinde bir ifade yetersizliği olmadığını yıllar sonra anlıyorum. Söylenen şudur: Toplumumuz hemen her bakımdan çağdaş uygarlık düzeyinin çok altındadır. O denli altındadır ki, o düzeye yaklaşmak üzere geleneksel “yakalama” paradigmasıyla çabalaması olsa olsa kaynaklarını daha da tüketmesi anlamına gelir. “Yakalama” paradigmasının özü, öndekilerin izledikleri yöntemlerin onlardan daha hızlı olarak uygulanmasından ibarettir.

    Atletizim yarışmalarında öndekini yakalamak ve sonra da öne geçmek isteyenlerin uyguladıkları yöntem, öndeki(ler)in tamamen aynıdır. Sadece onlardan daha hızlı olmak gibi bir yöntem seçilmiştir. Ama eğer aradaki mesafe bir kaç tur olmuşsa artık yakalama paradigması işe yaramıyacaktır.

    Pistin ortasındaki alanı enine geçip öndekine yetişmeye de kurallar elvermediği için tek yapılacak, kadere boyun eğmekten ibarettir.

    Toplumların gelişme yarışında ise, atletizimdeki gibi yetişip öne geçmeyi yasaklayan kurallar yoktur.

    Mustafa Kemal, geleneksel “yakalama” paradigması ile aranın kapanamayacağını görmüş ve vizyon olarak aslında şunu ortaya koymuştur: “Paradigmalarınızı sorgulayın, değiştirin ve yakalamak takıntısından vazgeçip, öne geçmeyi ve mümkün kılabilecek bir paradigma bulun. Bu büyük uçurum ancak böyle aşılabilir.”

    Eğer bu yorum duğru ise, çeşitli yaşam kesitleri içinde en kritik olanı yani eğitime uygulanma ile başlanması en doğrusudur. Çünkü gelişkin bir insan nitelik dokusu hemen her sorunun bir numaralı girdisidir.

    Burada “nitelik dokusu” deyimiyle, toplumu oluşturan bireylerin “bilgi-beceri”, “zihinsel yetenekler”, “ruhsal sağlık” ve “ahlak” ögelerinin bileşkesi kastedilmektedir.

    Hangi düzeyde olursa olsun tüm eğitim kurumlarımızda uygulanmakta olan eğitimin temel paradigmalarından birisi “programlar”dır. Kişilere öğretilmek istenilenler parçalanıp programlar haline getirilmekte, sonra da kişilere öğretilmeye çalışılmaktadır.

    Günümüz Türkiye’sinde eğitimde yaşanan krizin nedeni bu benimsenmiş ve de hiç sorgulanmayan paradigmalardır. Sorgulanan, yalnızca okullaşma oranı, öğretmen maaşları ve üniversiteye giriş sorunlarıdır.

    Bu paradigmanın çıkmazının köklerinde şu nedenler yatmaktadır:

    İnsanlar-evrimlerinin bir gereği olarak- yalnız ve ancak kendi ihtiyaç duyduklarını öğrenirler. Kendi dışlarından gelen öğrenme taleplerini ise belleyerek geçiştirirler. Ama bunlar içselleştirilmediği için öğrenilemezler dolayısıyla da bir işe yaramazlar.

    İnsanlar kendi belirledikleri bilgi ve beceri ihtiyaçlarını inanılmaz bir yetiyle öğrenirler. Tekrarlamadan ve ezberlemeden.

    İnsanlar bilgi-beceri-davranış ihtiyaçlarını gerçek yaşam senaryoları içinde öğrenirler. Öğretilerin parçalanması, onları öğretmeye niyetlenenlerin işlerini kolaylaştırır, ama öğrenecek olanlar için anlamsızlaşır.

    Bu üç ana neden, hangi paradigma dönüşümünün gerekli olduğunu göstermektedir. Başkalarını izleyerek değil, ihtiyacımız olan büyük sıçramayı sağlayacak olan yeni yaklaşım şu ilkelere dayalı olmalıdır:

    Eğitimin, “program”ların tasallutundan kurtarılıp “bireysel öğrenme”ye dayandırılması,

    Kişilerin kendi eğitsel ihtiyaçlarını kendilerinin belirlemeleri,

    İnsan türü, milyonlarca yıllık evrimi boyunca bunlara hak kazanmıştır. Şimdi sıra, bu özgürlüklerin kendisine tanınacağı devrimlere sıra gelmiştir. Bu konuda gelişkin toplumların önüne sıçrayabilme şansımız vardır.

    Yeter ki, “bu iş bizlerden sorulur”, “başka ülkelerde var mı?”, “bu bizim saygınlığımızı yok eder” gibi cüce düşünceler tutsaklığından kurtulabilelim. Yoksa üçüncü bin yılda hala okullaşma oranları, öğretmen eğitimi, okul binası yaptırma gibi işlerle uğraşıyor olacağız.

  • EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

    Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

    Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

    Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

    • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

    • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

    • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

    Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

    Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

    “Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

    “Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

    Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

    Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

    “Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

    Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

    Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

    Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

    Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

    Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

    Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

    Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

    Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

    Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

    • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

    • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

    • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

    • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

    • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

    Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

    “Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

    Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

    İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.

  • “DONANIM ” VE “KULLANICISI”

    Ülkemizdeki kamu ve özel sektör kuruluşları, ürettikleri mal ve hizmetler için belirli bir zaman aralığında ne kadar “donanım” masrafı yaparlar? Burada “donanım” sözcüğü ile her türlü fiziki varlık kastedilmektedir. Röntgen cihazı, bilgisayar ya da otoyol gibi. Her kuruluşun yıllık gider raporlarında bu miktarlar bellidir.

    Diğer yandan, bu “donanım”ları kullanarak bir fayda elde edecek kişilerin (kullanıcı), bu donanımları usulüne uygun kullanabilmeleri, donanımdan beklenebilecek işlevleri en yüksek verimle alabilmeleri, arızaların en ucuza ve en kısa sürede giderebilmesi için de eğitilmeleri gerekmektedir. Bu eğitimlerin giderleri de yine kuruluşların raporlarından çıkarılabilir.

    Kullanıcı eğitimi için harcanan toplam paranın donanım için harcanan paraya oranı, önemli bir “gösterge” olup, bir toplumun kollektif aklı’nın şaşmaz bir göstergesidir.

    Bu gösterge her donanım için farklıysa da %0.5-%10 arasında değişmesi gerektiği söylenebilir.

    Örneğin $1000 değerinde bir bilgisayar için $100’lık bir eğitim gerekirken, $10 milyar değerindeki bir otoyol ağı için $500 milyon’luk bir eğitim ihtiyacı var demektir.

    Bu yapılmazsa ne olur? Hergün yüzlerce örneğini gördüğümüz ve çoğumuza “normal” gelen “kullanıcı yetersizlikleri”, bu göstergedeki olağanüstü düşüklükten doğmaktadır.

    Filosundaki bir uçağın değeri $50 milyon olan THY’nın, tahliye şütünden inecek hosteslerine papuçlarını çıkarmayı öğretemeyişinin nedeni onları yeterince eğitemeyişidir.

    Hastanelerdeki modern tıbbi araç gerecin her biri için milyon dolar mertebesinde donanım harcaması yapılırken, bunları kullanacak personelinin eğitimine para harcamayı akıl edemeyip, kalibrasyonu bozuk aletlerle teşhis üretmeye çalışmanın nedeni yine aynıdır.

    Hergün TV’lerde, masasındaki bilgisayarla caka satan bürokratlarımızın -çoğunluğunun- bunları kullanmayı bilmeyişleri; otoyollarda, köy yolundaki gibi araç süren sürücülerimizin durumları yine aynı “kullanıcı yetersizliği” nedeniyledir.

    Satın alınmak için bunca para harcanmaya çalışılan donanımların bazı kısımları eksik olsa herhalde kıyamet kopardı. Örneğin, bir kanadı eksik bir uçak, monitoru eksik bir bilgisayar ya da asfaltlanmamış bir otoyol herkese çok garip gelirdi. Ama, her ne hikmetse kullanıcısı yeterince eğitilmemiş, bu yüzden de fonksiyonlarını tam yapamayan -belki de yanlış yapan- donanımlar pek kimsenin dikkatini çekmez.

    Ülkemizde hemen herkes parasal kaynak eksikliğinin bir numaralı sorun olduğunu söyler, kaynak temin edebilmek için yeni vergiler düşünülür. “Kullanıcı eğitimsizliği”nin ne denli kaynak israfına neden olduğu ise düşünülmez.

    En ucuz kaynaklardan birisi tasarruf edilen kaynak, bir diğeri ise iyi kullanılan donanımlardır.

    Pazar, 1 Ocak 1995

  • DEPREM VE EZBER!

    Televizyonda Ali Kırca, bir yanında AKUT başkanı, diğer yanında okullarda deprem egzersizi yaptıran uzman, deprem sırasında alınacak önlemler konusunda görüşüyorlar. Ali Kırca, deprem konusunda uzman iki kişinin tartışmalarını yönetiyor. İki uzmanın ve sonunda yöneticinin de katılımıyla üç kişinin arasındaki konuşmalar aşağı yukarı şöyle:

    Deprem sırasında alınacak önlemler konusunda çok dikkatli konuşmak lazım. Ağızdan çıkan bir söz insanları öldürebilir.

    Doğru, ama ben Japonya’da 4 yıl kaldım ve öğrencilere konferanslarda öğrettiğim şeylerin doğru olduğunu gördüm. Onlar da, deprem sırasında, çocukların sıra altlarına girmelerini, öğretmenin de kapı altı ve bu gibi sağlam bir yerde durmasını öğütlüyorlar. Benim yaptığım da aynı şeydir.

    Ben, gözlemlerimi söylüyorum. Kocaeli’nde, Gölcük’te, Sakarya’da ne kadar ceset çıkardıksa hepsini masa altlarından kapı kirişlerinin altlarından ezilmiş olarak çıkardık. Dolayısıyla doğrusu, sıra altı , masa altı, yatak altı gibi yerler değil, bunların yanlarında kalan ve “yaşam üçgeni” denilen yerlerde korunmaktır.

    Ama Japonya’da böyle gördük ve ben bunları öğretiyorum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Ama bir hatamız varsa söylenir, biz de düzeltiriz.

    Bu anda Ali Kırca devreye giriyor ve:

    Yanlışım varsa düzeltin diye bir şey olabilir mi? Yanlışınız varsa birçok çocuk ölebilir.

    Efendim ben, yapılmamış bir şeyi başlatıyorum. Bundan sonra istiyorlarsa başkaları devam etsin vs vs..

    Bu üçlü görüşme, doğruların tek olduğu -hele deprem gibi somut bir konuda-, bu tek doğrunun sorgulanamayacağı gibi pek genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor. Her iki tartışmacı da kendi savunduğu -hem de gözlemleriyle desteklenmiş olarak- doğrunun tek doğru olduğunu düşünüyor.

    Gerçek ise -muhtemelen-, her iki tartışmacının savunduklarının birleşiminden oluşuyor. Şöyle ki:

    Japonya gibi binaları sağlam yerlerde ya da Türkiye’deki, pek sağlam olmayan ama alçak ve dolayısıyla üzerinde büyük yüklerin bulunmadığı binalarda ya da yüksek binaların üst katlarında, deprem sırasında sıra veya masa altı gibi yerler mükemmel birer koruyucu olacak; hem çürük hem de yüksek binaların alt katlarında ise aynı sıra ve masalar öldürücü birer prese dönüşecebilecektir.

    Bu yönergeyi daha ayrıntılı hale getirip, her bir durumda ne yapılması gerektiği de pekala ortaya konulabilir. Ama net olan şudur ki, bütün durumlar için geçerli tek reçete yoktur. Bir durum kümesi için doğru olanlar, bir diğer küme için yanlış olabilmektedir.

    “Ezber”, bir bilginin değişmez tek doğru olarak kabul edilmesi, buna kalben güven duyulduğu için de sorgulanmamasıdır.

    Okullarımızda -en şöhretli üniversitelerimiz de dahil- ezbere dayalı “öğretim” yapıldığı sürece, bu tür tek doğrularımıza sarılıp, bir durum için geçerli doğruları bulabilmekten mahrum kalacağız. Ulusça yaşadığımız kafa karışıklığının bir nedeni de herhalde, çok doğrululuk üzerine kurulu yaşamı tek doğrululukla algılamaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.

  • DEMİNG’İN BONCUKLARI!

    Batı tipi üretim kültüründeki yanlışları sergilemek yine bir Batılı’ya düşmüştür. W.Edward Deming’in derslerinde kullandığı bir örnek, yalnız üretim kuruluşlarımız için değil tüm kurumlarımız için ders alınabilecek çarpıcılıktadır.

    «Derse katılanlardan altı gönüllü ve deneyimsiz “işçi” istenir. “Şirket” gerekli eğitimi sağlayacaktır. Bir miktar ikna çabasından sonra gönüllüler ortaya çıkar. Şimdi, kalite için ilave kişiler gerekmektedir.Yine katılımcılar arasından iki kalite denetçisi atanır. Bunlardan beklenen tek yetenek yirmiye kadar sayabilmeleridir. Nihayet, bir Baş Denetçi ve bir Kayıt Görevlisi seçilir. Deming ise takım yöneticisi olarak görev yapacaktır.

    Altı işçi, dört idari eleman ve bir yöneticiden ibaret tipik bir çalışma ortamı oluşturulmuştur. Bu, en iyi ve en son yönetim tekniklerini uygulayacak olan bir fabrikadır. Fabrika, “Beyaz Boncuklar” üretmekte, fakat zaman zaman aralarına kırmızılar karışmaktadır. Bunlar hatalıdır ve müşteriler yalnızca beyaz boncuklara para vermektedirler.

    Başlıca üretim donanımı dikdörtgen şekilli iki kaptır. Biri diğerinden biraz daha büyükçe olup içinde toplam olarak 4000 boncuk -3200 beyaz ve 800 kırmızı- vardır. Üretim donanımının geri kalanı ise, üzerinde ellişer adet delik bulunan dikdörtgen şekilli küreklerdir. Deliklerin boyutu, boncukları düşürmeyip kürek üzerinde tutabilecek kadardır. Böylece, küreklerin üzerinde daima 50şer boncuk kalmaktadır.

    Kürekler işçiler tarafından boncuk dolu birinci kaba daldırılıp çıkarılacak ve üzerlerinde kalan boncuklar diğer küçükce kaba boşaltılacaktır. Tabii ki istenen, küreklerin üzerinde beyaz boncukların kalmasıdır. Fabrika standartı olarak her kürekte en fazla 2 kırmızı boncuk öngörülmüş olup, yönetim bu konuda çok titizdir.

    Son derece ciddi bir yönetici olan Deming, üretim tekniğini açıklar: “Dikkat edin, herkesin dikkat etmesini istiyorum” diyerek başlar. “Yöntemde herhangi bir sapma yoktur, dolayısıyla sonuçlarda da herhangi bir sapma olmayacaktır. Büyük kabı sağ elinizle kavrayacak, kürekle alacağınız boncukları yavaşça küçük kaba dökeceksiniz. Şimdi küreği eğip boncuklara tam olarak daldırın ve tekrar dışarı çıkarın. Dikkatli olun ve küreyi sallamayın”.

    Böyle söyledikten sonra küreği kendisi boncuklara daldırır ve çıkarır: 50 boncuk içinde 8 kırmızı vardır. “Gördüğünüz gibi, kasti olarak kırmızı boncukların neye benzediklerini göstermek için biraz fazla kırmızı boncuk aldım. Şimdi kalite denetçilerine doğru yürüyüp küreğinizi gösterin. Her denetçi kırmızı boncukları saysın. Baş denetçi ise kendi saydığını diğer denetçilerinkiyle karşılaştırarak saymanın doğruluğundan emin olsun. Eğer herhangi bir tutarsızlık yoksa, baş denetçi bağırarak sonucu ilan etsin”.

    Baş denetçi bağırır: Sekiz!

    Şimdi bu işçiyi kenara alın.

    Kenara!

    Güzel. Bu şirkette her şey yanlış yapılıyor.Yalnız bir şey hariç: denetçiler bağımsızdır.

    Kenara alınan işçi eğitilmeye başlanır. Deming de bir yandan, bir yöneticiden beklenen klişeleri bağırmaya devam eder:

    O şekilde değil, bana dikkat etmediniz, tam şöyle. Küreği sarsma, doğru açıyla daldır. Biz yalnızca en iyi işçileri istiyoruz, biz mükemmeliyete soyunduk.

    Takım yöneticisi işçisini eğittikten sonra ortalama bir işçi ister. Ken, böyle bir işçidir.

    Güzel. Şimdi Ken bizim ortalama işçimizdir. İlk olarak o üretim yapacak.

    Ken ilk gün üretimine yöneticinin dikkatli gözleri altında başlar. Bir kaptan aldığı boncukları diğerine aktarır.

    Sarsma, beni izlemedin mi? şimdi daha iyi!

    Ken işini bitirdikten sonra baş denetçi ilan eder: sekiz, kenara!

    Ken, pekala, ilk deneme için çok kötü değil, fakat giderek daha iyi olmalısın.

    Sonra Barbara gelir. İlk denemesinde altı kırmızı boncuk alır.Yönetici gürler.

    Bakın Barbara ilk denemesinde altı kırmızı yaptı. Eğer o 6 yapabiliyorsa kimse altıdan fazla yapmamalıdır.

    Lenny ilk denemesinde 11, Noboru 8 ve Cathy 15 kırmızı yaparlar ve yöneticiyi çileden çıkarırlar.

    Bir dakika durun. Cathy, sen beni anlamadın mı? Dikkat etmiyor musun? Böyle bir performans kabul edilemez. Bizim hedefimiz en fazla iki kırmızıdır, sen buna yaklaşamıyorsun bile.

    Sırası gelen Steve 5 kırmızı yapar.

    İlk çeyreğin performans değerlemesi yapılır.

    Steve ilk çeyrekte en iyi işçimizdi.En fazla ücret zammını ve pirimi o almıştır. Terfi sırasına girmiştir. Zavallı Cathy’yi hepimiz sevmemize karşın işini yapamamıştır. Yetenekleri kullanamıyor. Onu işten çıkarmak zorundayız.

    Böylece 3 çeyrek daha geçer. Her çeyrekte kişisel değerlendirmeler yapılır. Her defasında ayrı kişiler en tepede ve en altta kalırlar. Fakat genel sonuçlar değişmez. Deming her defasında daha fazla kızar ve klişelerini tekrarlar. Kim daha çok kırmızı yaparsa ona bağırıp kiminki az ise onu takdir eder. Dört çeyrek yılın sonunda sonuçlar şöyledir:

    Bu tablodaki sonuçlar, benzer yöntemleri kullanan bütün üretim kuruluşlarında hemen hemen aynıdır. İlk çeyrekte en kötü durumda olan Cathy’nin daha sonra yükselmesi, hemen her gün rastladığımız sıradan olaylardandır. Ama deneye daha devam edilseydi, durumunun ne olacağı belli olmazdı.»

    Sonuç şudur: Sistemin ana parametreleri farkedilip onlar geliştirilmedikçe bireysel performanslarla sistemi yönetmek imkansızdır.

    R.Aguayo’nun, “Dr.Deming : The Man Who Tought the Japanese About Quality, 1990” adlı kitabından alıntılar yapılmıştır.

  • ÇİZME AŞILMALIDIR!

    İş adamı Sakıp Sabancı’nın Doğu ve Güneydoğu hakkındaki görüşlerini ifade etmesine olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler gösterildi. Bu tepkilere -birisi hariç-, en az hakkında konuşulan görüş kadar saygı duymak gerekir.

    Tepkilerden bir tanesi ise üzerinde uzun uzun durulmaya, hatta sosyal laboratuvarlarda incelenerek altındaki hastalıkları teşhis etmeye değer niteliktedir. Kısacası çok ama çok değerlidir. Bu istisnai tepki, “çizmeyi aşma” uyarısıdır.

    Bu “çizme”, kuşkusuz sembolik anlamda kullanılmakta ve toplumun çeşitli renklerde çizmelere sahip kesimlerden oluştuğunu, her kesimin bir görevi olduğunu, ülke sorunları konusunda düşünce üretip ifade etmenin ise belirli renkte çizmeye sahip bir kesimin işi olduğunu, başka kesimlerin bu konularda düşünce üretip ifade edemeyeceğini, daha da ötesinde yönetime katılamayacağını kaba bir dille anlatmaktadır.

    Gelişmiş, çoğulcu demokrasiye sahip toplumların bir ortak özelliği, “çok elbiselilik” denilebilecek bir özelliktir. Bu ilkeye göre herkesin birden çok “elbisesi” bulunacak, yerine göre bunlardan seçip giyebilecektir.

    Bu ilke aynı zamanda bir “elbise”nin, ancak onunla ilgili kurum içinde giyilebileceğini, örneğin “Mahalle Güzelleştirme Derneği”, “İşçi Sendikası” ve “Siyasi Parti” üyesi olan bir kişinin siyasi elbisesiyle dernek toplantısına, ya da sendikacı elbisesiyle siyasi partiye gitmemesi gerektiğini söylüyor.

    Demokrasi yerine diktatörlükle yönetilen ya da buna teşne toplumlarda ise insanların tek elbisesi bulunur. Hatta, bu tek elbiseler emeklilikte dahi çıkarılmaz.

    Bu tür toplumlarda her görevin sorumluları bellidir ve hiç kimsenin elbise değiştirerek farklı bir görev yapması mümkün değildir. Başlıca görevler ise, “yönetme” ve “yönetilme” den ibarettir.

    Yönetenler, insanları değil devleti seven, yönetme işlevi için her türlü yeteneğe doğuştan (ve ırken) sahip, yönetilenler ise bunlara sahip olup olmadığı belli olmayan “şüpheli”lerdir. Yönetilenlerin tek görevi yönetenleri beslemektir. “Doğru”, “iyi” ve “güzel”ler yönetenler tarafından belirlenecek, yönetilenler ise bunlara itaat edeceklerdir.

    İnsanlar ise doğuştan buna uygun değildir. İnsan yavrusu soru soran, merak eden, itiraz eden, deneyen, başaran ya da başaramayan böylece gelişen bir yaratıktır.

    Diktatör özlemli yönetim türleri, bu tür insandan hoşlanmaz. Onlara soru sormayan, neden aramayan yalnız itaat eden, yani çizmesinin boyunu aşmayan insancıklar gereklidir.

    İşte otokrat gelenekli toplumların eğitim sistemlerine egemen olan “EZBER”in altında yatan neden budur. Ezber, çizmesinin boyunu iyi bilen onu katiyen aşmayan tek tip insanlar yetiştirir.

    Ezberin, bu kadar çok sorunumuz arasında önemli bir sorun olmadığını zanneden çok kimse bulunabilir.

    Ama işte bu “çizmeyi aşma” uyarısı, ezber yoluyla insanların niçin iğdiş edilmekte olduğunu acı ama çok öğretici biçimde ortaya koymaktadır.

    Bu ülke insanlarını, kendi çağdışı kalıplarına göre çizme boylarına ayırmaya, en uzun çizmeyi de kendi ayağına giymeye kalkışmaya iten düşünce biçimini hep birlikte teşhis etmek, hangi makyajı yaparsa yapsın onu tanımak zorundayız.

    İnsanlarımız, bu ülkenin bütünlüğünü korumak için tabii ki düşünce üretecekler ve onları özgürce ifade edeceklerdir. Bu, çizme aşmaksa her vatandaşımız çizmeyi aşmalıdır. Hatta çizmeyi aşmak bir görevdir.

    Şu söz unutulmamalıdır: Bir davaya, onu akıllıca eleştirenler değil onu ahmakça savunanlar zarar verirler!

    Pazartesi, 13 Kasım 1995