• MEDENİYET ÇARKI ACIMASIZDIR

    Söz ve yazı yoluyla çok sayıda doğru dile getiriliyor. Bunların bir bölümü, çok sayıdaki doğruya kaynaklık eden doğruların türevleri biçimindedir. Ama geri kalanları, sorunlarımızın anlaşılmasına, çözümlenmesine ve sonra da çözülmesine pekala yarayabilecek değerdedir.

    Ama ne var ki, bu işe yarar doğruların çoğu, bunlardan etkilenmeyecek adreslere yönelik olarak ifade edilmektedir. Sanki o adreslerdekiler bu doğruları benimseyebilecekler ve tutumlarını bu yeni doğrulara göre değiştirecekler!

    Doğrularını değiştirmeye razı insan sayısı inanılamayacak kadar azdır. Sosyal düzen de, bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, insanları doğrularına çivileyip sabitlemeye çalışmaktadır. Her türlü ünvan, o ünvana sahip olanlara birer üniforma gibi oturmakta, dışarıdan gelebilecek yeni doğrulara karşı bir zırh görevi görmektedir.

    Bir düşünceyi tarih içinde sabitlemek, onu anlayabilecek olanların bir gün eline geçmesini ummak gibi nedenlerle ifade edilen düşünceler tabii ki yerlerini bulurlar. Ama eğer yazılıp söylenenler birşeyleri değiştirmek amacını güdüyorsa, bu uğraşın beyhude olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Nitekim, dile getirilen düşüncelerin, üzerlerinde etki yapılmak istenen kişileri ne kadar az etkilediği, medya aracılığıyla kolaca gözlenebilir.

    O halde bu enerjilere yazık değil midir? Düşünme ve eylem koordinat sistemleri içinde, yalnız kendi doğrularına yer bulunan insanlara yönelik söylenenler bir işe yaramamakta, aksine, bunları söyleyenlerde yalancı bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

    Türkiye, bütün kurumlarıyla, bir demiryolu hattı gibi başka yöne dönülemez biçimde yürümekte, tuttuğu yolun çıkmazlığını görmemektedir. Dışımızdaki toplumlara refah ve mutluluk getiren değişimler bizim için yeni sorun kaynakları oluşturmakta, üzerinde bulunduğumuz değişmez yol ise bu sorunların çözülmesi bir yana anlaşılmasına dahi imkan tanımamaktadır.

    İlişkileri, değer ölçüleri giderek karmaşıklaşan dünyanın Türkiye’ye yansımaları, bu ilkel düşün ve eylem koordinatları içinde asgari yaşam koşullarının dahi korunamaz duruma gelmesine yol açmaktadır.

    1 Mayıs kutlamaları (!) sırasında, istihbarat, yönetim ve güvenlik birimlerinin akıl almaz beceriksizlik konserinin, “vatandaş görsün istedik”, “artık yumuşak davranmayacağız”, “sakın ha bir daha karşımıza çıkmayın” , “başbakan sert davranılmasın dedi” şeklinde geçiştirilmeye çalışılması, derebeylik gibi ilkel bir yönetim biçiminin dahi ilk görevi olan “tebanın can ve mal güvenliğini sağlamak” işlevinin artık yerine getirilemediğini, ama daha da kötüsü, içinde bulunulan “yol”un, ancak buralara gelebilen bir “yol” olduğunun da görülemediğini göstermektedir.

    Bu şekildeki bir yaşam biçimi, toplumumuzun isteği dışında doğaüstü güçler tarafından dayatılmış değildir. Toplumumuzu oluşturan bireylerin -büyük çoğunluğunun- sürekli olarak yakınmaları bu tercihlerin yanlışlığından değil, kendilerinin daha fazla kollanmamış olmalarından kaynaklanmaktadır.

    İnsan değil ama bir varlık olmanın basit temel gereklerini savunan, ama bu savunuyu özverisi ve cesaretiyle de destekleyen küçük bir bölüm ise, bu akıldışılığın icracısı ve destekçisi olan geniş kesimlere boyuna bu basit temel gerekleri anlatmaya çabalamaktadır. Bu çaba çok insanca ama aynı zamanda da çok akılsızcadır.

    Bu kurtkapanı’ndan kurtulma imkanı yok mudur? Yoktur da vardır da!

    Tarih boyunca binlerce kavim bu kurtkapanı’nı çözememiş ve yok olup gitmiştir. Bugüne gelebilenler ise ya atalarından öğrendikleri oyunlarla bu kapanlara tutulmamış, ya da yüksek bir sorun çözme kabiliyeti geliştirip kapanları açabilmişlerdir.

    Ama kesin olan, hiç bir toplumun bu kapanlardan, sahip olduğu düşünce biçimini değiştirmeden çıkamadığıdır. Orta çağın karanlıkları içinde bunalan Batı, rönesans yoluyla düşünce biçimini değiştirerek bir üst düzeye sıçrayabilmiştir.

    Biz bu değişimi yaratabilir miyiz? Ana kucağından üniversiteye kadar ezberle yoğurulmuş bir toplumun bireylerinden bu denli yaratıcılık beklemek haksızlık sayılabilir. Ama medeniyet çarkı çok acımasızdır. Toplumumuzda pek yaygın olan “bir kurtarıcı beklemek”, “birisinin, bizim adımıza sorunlarımı çözeceğine söz vermesi” gibi yöntemler ne yazık ki (!) işe yaramamaktadır. Buna göre bir yol bulup, bu düşünsel değişimi yaratabilmeliyiz. Bunun olabileceğinin bir örneği Japon toplumudur. Deming-Ishikawa ikilisi, bir toplumun düşünce biçimini değiştirebilmiştir.

    Bir “düşünme biçimi değişim anayasası” na ihtiyacımız vardır. Sonraki adım, bu anayasa çevresinde toplanabilecek kişileri bulmaktır.

    Yeterince kişi bulunamazsa ne mi olur? Medeniyet çarkı evvelce ne yaptıysa yine aynısını yapar!

    Pazar, 05 Mayıs 1996

  • KURTARICI TIRTIL YOKTUR !

    Yalnızca çam kozalaklarıyla beslenen ve de kozalakların döküldüğü dönemlerde ortaya çıkan tırtıl’ları bilirsiniz.. Bu yaratıklar, birinin başı diğerinin ardından tutacak biçimde, bazen uzunluğu metrelerce zincirler oluştururlar ve öyle hareket ederler.

    Zaman zaman da, -herhalde zincirin en başındaki tırtıldan koku vs yoluyla aldıkları bir emirle- kozalakların kabukları üzerindeki maddeleri yiyerek beslenirler.

    Ömürleri birkaç haftadan daha uzun olmayan tırtılların davranışlarını inceleyen bir biyolog şöyle bir deney planlar: Beslenme emri, zincirin en başındaki tırtıldan geldiğine göre, acaba “baş tırtıl” olmazsa ne olur? Zincirin başındaki tırtılın başı, en sondakinin ardı ile birleştirilir ve bir çember oluşturulursa “baş tırtıl” kalmayacak ve emri kimin vereceği belirsizleşeceği için açlığın güdülediği tırtılların bireysel davranışları gözlemek mümkün olabilecektir..

    Bunu anlamak için bir yere kozalaklar yığılır ve uygun uzunluktaki bir tırtıl zincirinin bu yığının çevresinde bir çember oluşturması sağlanır.

    Biyologun tahmini, çember haline gelmiş tırtılların, “bir baş tırtıl’dan emir geleceği inancıyla” düşünmeden dönmeye devam edeceği, ama açlık güdüsüyle bir süre sonra zincirin parçalanacağıdır. Bundan emindir, ama merak ettiği, zincirin nasıl kopacağıdır..

    Deney birkaç gün sürer ve tırtıllar kozalak yığınının çevresinde sürekli döner dururlar. Sonuçta, beklenen emir gelmez ve tırtıllar, bir “baş tırtıl”dan gelecek emri bekleye bekleye ölürler..

    Belirli bir tarikatın üyelerinin inançlarına göre, ayaklarının çevresine çizilen bir çember, daha yaşlı birisince kırılmaksızın o çemberden dışarı çıkılamaz.

    Her iki olayda da ortak olan nokta, tırtıllar ve tarikat üyelerinin, “bir yerlerden ” geleceğine emin oldukları “bir şeyleri ” beklemeleridir.

    Kaç tırtıl zinciri ve kaç tarikat üyesi bu birşeyleri beklerken ölmüştür bilinmez ama bilinen, günlük yaşam içinde çoğunluğun,biryerlerden birşeyler gelip sorunlarının çözüleceğini beklemekte olduklarıdır.

    Siyasi ya da ekonomik, hangi eleştiri olursa olsun, sonu büyük bir olasılıkla, “bu iş böyle gitmez, o halde mutlaka düzelecektir” gibi bir yargıyla bittiği hatırlanırsa, tırtılların da böyle düşüne düşüne öldükleri unutulmamalıdır.

    İnsanlarımız niçin “kurtarıcı tırtıl” olarak Ankara’yı görüyorlar? Çünkü gazete ve TV’ler hep oradan söz ediyor, Ankara’nın güçlü olduğunu söylüyorlar.

    Halbuki güç, söylenmekle sahip olunabilecek bir şey değildir. Gücün göstergesi hakim olmaktır.

    Toplum düzenine, üstüste yerleşmiş çeşitli alt-düzenler olarak bakılabilir. Adalet alt-düzeni, vergi alt-düzeni, eğitim ya da sağlık alt-düzeni gibi onlarcası bir araya gelerek toplum düzenini oluştururlar.

    Her bir alt-düzen de kendi içinde ince tabakalardan oluşmuştur. En üstte, basit ve yaptırımı kolay kurallar, altlara indikçe daha karmaşık ve uygulanması gerçekten “güç” gerektiren kurallar olmak üzere bir tabakalanma.

    Bugün idare, işte bu en üstteki basit ve yaptırımı kolay kuralları uygulayabilmektedir. Simitçilerin garibanlarını kovalamak, vergisini düzenli veren bir vatandaşın yapıştırmayı unuttuğu pul parasını tahsil etmek, küçük hırsızlık yapanları bulup çıkarmak ya da basit eğitim ve sağlık hizmetlerini yerine getirmek gibi, her alt-düzenin en basit hizmetlerini yapabilmektedir.

    Bu düzenlerin alt tabakalarına inildikçe karşılaşılan karmaşık ve güç gerektiren sorunlar için ise, alternatif mekanizmalar oluşmuştur. Adalet sisteminin yerini alan çek-senet tahsil ve adalet mafyası, sağlık sisteminin yerini alan üfürükçü (mafyası) ve benzeri yüzlerce mafya, işlemeyen alt-düzenlerin yarattığı boşlukları doldurmuştur.

    Ankara’nın sembolize ettiği merkezi idare zayıfladıkça, toplum düzenini oluşturan alt-düzenler ve sonuçta toplum düzeninin bütünü onun kontrol alanı dışına çıkmıştır.

    Eğer, simitçi takibi ve pul parası tahsili gibi işlemleri bir yana bırakırsak, merkezi idare fiilen yoktur gibi bir gerçekle karşı karşıya geliriz.

    Merkezi idarenin, yerini yerel idarelere ve sivil toplum kuruluşlarına bırakması gibi sevindirici bir gelişme ile bu durum arasında bir ilinti yoktur. Çünkü merkezi idarenin yerini bunlar almadığı gibi, merkezi idarenin her zaman için yapması gereken önemli işlevleri de vardır.

    O halde, merkezi idare büyük ölçüde yoktur ve bu boşluğu yerel idareler ve STK yerine çeşitli mafyalar doldurmuştur. (devamı 2nci sayfada)

    Yani, TBMM’nin çıkardığı yasalar, hükümetin verdiği emirler ya da bürokrasinin bunlara dayalı işlemleri yerine, boşlukları dolduran alt-düzenler (kısaca mafya denilebilir) toplum yaşamına yön vermektedir.

    Bu gibi durumlarda ortaya çıkması adet olan kurtarıcı örgütlenmeler de birer ikişer sahneye çıkmaktadır. Yarın daha radikalleri de çıkacaktır. Çıkacak ve aralarında mücadele etmeye başlayacaklardır. Bu mücadelenin nerelere kadar varacağını tahmine gerek yoktur, çünkü bellidir.

    Bu durum karşısında yapılması gereken çok şey vardır. Ama birincisi, kendisini aday gösterip seçtirenlere karşı vefa borçlarını, akıl yolunun dışına çıkarak, zarar göreceği korkusuyla yutkunup sesini çıkarmayarak oturan, bunun yerine ülke gündemini incir çekirdeğini doldurmaz kişisel çekişmeleriyle dolduran insanları dinlememek, bunları yazan gazeteleri okumamak, yayınlayan TV’leri seyretmemek, bunu da ilan edip henüz uyanmamış olanları haberdar etmektir.

    İnsanlarımız bu tür değersizliklere ilgi gösterdiği sürece, bunları üretenlere pirim vermiş olmaktadır.

    Bu ilk adımdan sonraki, bu çılgınca gidişi seyredip ara sıra kendi doğrularını mırıldananların, seyirci olmadıklarını hatırlamalarıdır. Bu ara en değerli şey, “ben, doğrularımı terkediyorum, yeni doğrular arıyorum” diyebilmektir.

    Pazartesi, 17 Haziran 1996

  • KURALLARIN UYGULAN(A)MADIĞI YERDE HER KURAL İYİLERE CEZADIR..

    İnsanlarımızın herhangi sorunlar hakkındaki düşüncelerini dile getirdikleri her yerde, ortaya atılan çözüm kümelerinin içinde bir tanesi ortaktır: o sorunla ilgili kural(lar) koymak.

    Uyulamayacak kural koymak ise herhalde insanlık tarihiyle yaşıttır. Düşünce yasakları buna en iyi örnektir. Ama denemeyen de kalmamıştır. Bu işin kural koyarak çözümlenemeyeceğini anlayan Adolf Hitler, “ne mutlu o yöneticiye ki yönettikleri kişiler düşünmezler” diyerek bu önemli sorunu içten-güdüleme (empowerment) yoluyla halletme yolunu seçmiştir.

    Kuralları doğru koyanlar ise bu defa da ona uymayanlarla hep uğraşmışlardır. Örneğin, cilalı taş devrinde, evleneceği kızı saçından yerde sürükleyerek götürme konusunda mutlaka bir yasaklama kuralı konulmuş ve de büyük olasılıkla dinlenmemiştir.

    Kurallara uyma konusundaki bu iki kategorinin yanısıra iki grup daha vardır: kuralların yaptırımını bilerek uygulamayanlar ile bunları uygulayamayanlar!

    Birinciler üzerinde fazlaca düşünmeye gerek yoktur. Sokakta çanta kapanlar ile onların arasındaki tek fark, ceza kanunlarında ilgili oldukları madde numaralarıdır. Bununla beraber, bu tür kişilerin haklarını da teslim etmek gerekir. “Ben inceliğin her türüne hayranım” diyen Machiavelli herhalde bu tür kişileri kasdetmiş olsa gerektir. Bunlar kuralları, belirli alanlardan uzak tutmak ve böylece o alanları daha rahat kullanabilmek için koyarlar.

    İkinci gruptakiler ise iyi niyetlerle sürekli kurallar koyarlar, fakat bunları uygulayabilmek için gerekli yaptırımı sağlayamazlar. Bunun nedeni bazen güç yetmezliği, bazen kuralın kendisinin bir yaptırımı olduğunu sanmak, çoğu zaman da değer yargıları içindeki virüslerdir. Örneğin, rüşveti yasaklamak gibi bir kuralı koyan bir kişi, bir gün sonra, elindeki imkanları hemşehrisi, okuldaşı ya da partidaşı için kullanıp bunun da rüşvet olduğu hatırlatılınca imdadına değer ölçüleri içindeki, “hemşehri, başkalarından imtiyazlı kişi demektir” virüsü yetişir.

    Bütün bu kargaşa içinde daima ezilen ise, kurallara uyulması gerektiği gibi bir değer ölçüsüne sahip olanlardır. Onlar için hayat iki defa güçtür: Bir defa kural kirlenmesi yüzünden, bir defa da uydukları kuralların kendileri dışındakilerce devamlı olarak ihlal edilişine şahit oluşlarından!

    Bir toplumu ayakta tutanlar ise bu saf (temiz anlamında) azınlıktır. Onların sayısı arttıkça barbarlıktan medeniliğe yol alınabilir.

    Eğriliklerle başa çıkmak isteyenler genellikle yeni kuralların gerekli olduğunu savunurlar. Trafik terörünü önlemek için daha ağır cezalar, rüşveti önlemek için rüşvetin cezasının ağılaştırılması, görevini yapmayan memurun hemen işten el çektirilmesi gibi önlem önerilerini her gün defalarca duyarız. Bunların hiçbir işe yaramadığı açıkça görülmektedir.

    Çözümün bir ayağı, “zihinsel kurgu”muzu, yani değer ölçülerimizi yeniden oluşturmakta, daha da açığı onun içindeki virüslerden arınmaktadır.

    Diğer ayağı ise, eğriliklere karşı yeni kurallar peşinde koşarak iyilerin cezalandırılmasından vazgeçip, mevcut kuralların uygulanması yolunda sivil girişim örnekleri geliştirip uygulayabilmektir.

  • KURALIN İYİSİ YAZILI OLMAYANDIR!

    En güç işlerden birisi herhalde doğru kural koymak olmalıdır. Bunun güçlüğü, kural koymanın teknik karmaşıklığından değil, aksine çok kolaylıkla konulabilen kuralların “doğru” olduğunun sanılıp, hiç kuşkulanılmamasından gelir. Bir bakıma, “kuralın kolay konulabilmesi, kural koymanın en büyük güçlüğüdür” denilebilir.

    Toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin, yarışmak istediğimiz toplumlara göre düşük olduğunu gösteren çok gösterge vardır. Gelişmiş toplum, sorunları olmayan değil onları çözebilen toplumdur. Hatta, toplumlar geliştikçe, sorun yaratabilecek ilişkilerin sayısı artabileceğine göre gelişmiş toplumların daha çok sorununun olabileceği de söylenebilir.

    Sorunlarını çözümleme ve sonra da çözmede zafiyeti olan toplumlar, sorun çözme dağarcığındaki aletlerinin çeşidi az olan toplumlardır. Onlar, cami avlusu dişçileri gibi yalnızca kerpetenle iş yaparlar. Bu tür dişçiler için tüm diş hastalıkları iki gruptan birisine dahil olmak zorundadır: çekilmesine gerek olmayan ve çekilmesi gereken dişler!

    Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da aynen böyle, az sayıda -hatta tek- aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikayet etmekten ibarettir.

    Ulus olarak genel karakterimiz denilebilecek kadar belirgin bir özelliğimiz, sorunları çözümleme (analiz) evresine hemen hiç zaman ayırmamak, bunun yerine tüm enerjimizi onları çözmeye çalışmaktır. Bu o denli yaygındır ki, köy kahvesinden entel barına kadar her yerde insanımız sorunları “çözme”ye -dikkat çözümlemeye değil- çalışmaktadır. Sokakta rastlaşan iki kişi kısa bir hoşbeşten sonra mutlaka ülkenin bir sorununu “çözme”ye girişmektedirler.

    Sorunları bu denli çok kişinin ve de sürekli olarak çözmeye çabaladığı bir ülkede ister istemez çözümler de bulunmak zorundadır. Bu çözümleri kim bulursa bulsun ortak özellikleri çabuk bulunur olması ve bulana bir yükümlülük yüklememesidir.

    Bu koşullara en çok uyan çözüm grubu ise “kanun çıkarmak”, daha da genel bir ifadeyle “kural koymak”tır. Kural koyma, yalnız TBMM’nin çıkardığı değil, belediye meclislerinin kararlarını, bürokrasinin koyduğu kuralları ve babayiğit yetkililerin “şöyle olacak” biçiminde kükrediği tüm yazılı ve yazısız kuralları kapsadığı için en genel durumdur.

    Bu kurallara kimlerin uyduğu konusunda yapılacak çok kaba bir gözlem, düzene saygılı çok küçük bir azınlıktan başkasının bunları dikkate almadığını, dikkate alanların ise dolaylı olarak cezalandırıldıklarını gösterecektir.

    Kurallara uymayanlar, aldıkları bu riskin ödülüne erişirken, kurallara uyanlar bundan mahrum kalmakta, hatta kurallara yeteri kadar uymadıkları için bir de cezaya çarptırılmaktadırlar.

    Bu çarpıklığın altında, sorunları kural koyarak çözmeye çalışma yanlışı yatmaktadır.

    Bir toplumun yönetiminde kuşkusuz ki kurallar en büyük öneme sahiptirler. Ancak bu kuralların, yönetimlerin koyduğu ve kimin uyup kimin uymadığı belli olmayan, denetlenemeyen, yaptırımı olmayan ya da daha kötüsü yaptırımları keyfi uygulanan yazılı kurallar değil, toplum bireylerinin bilinçlerine yerleşmiş kurallar yani gelenekler olmak zorundadır. Daha doğru bir ifadeyle, temel kuralların böyle olması, ancak ayrıntı düzeyinde olanların -o da gerekirse- yazılı olması gerekir.

    İnsanlar, kurallar yazılı olarak mevcut bulunduğu için değil, o kurallar kafalarının içinde bulunduğu için uymalıdırlar.

    Dolayısıyla, halkın peşinde koşması gereken boyuna kanun çıkmasını beklemek değil, o kanunların içeriklerinin, kamuoyu bilincine yerleştirilmesi yönünde yönetimleri zorlayıp yönlendirmektir.

    Pazar 30 Temmuz 1995

  • KÜLTÜRÜMÜZÜN KÖŞE TAŞLARINDAN BİRİSİ: DOĞUYA SÜRMEK!

    Mesela, yirmiye gelip de boyu 1.68’i aşmayan yurttaşlarımızın, yalnızca illerimizden birisinde yaşaması gibi bir zorunluk getirilse ve buna uzunca bir süre uyulsa acaba bu süre sonunda ne olur? Bu ildeki evlenmeler de hep 1.68 altı boylar arasında olacağı için uzunca bir süre sonra burada doğanların erişkinlikteki boyları da 1.68’e doğru asemptotik bir yaklaşım gösterecektir.

    Doğal seçim benzeri bu mekanizmaya sosyal seçim denilebilir. Sosyal seçim, toplumdaki birçok kesim üyelerinin kendi içlerinde birbirine benzer davranışlarını -hatta dış görünümlerini- açıklayabilen bir mekanizmadır.

    İşe yaramayan veya yaramadığı iddia edilen, hatta sakıncalı veya öyle olduğu iddia edilen kamu görevlilerinin ülkemizin doğusuna doğru görevlendirildiği, ne kadar işe yaramaz ve sakıncalıysa ya da öyle iddia ediliyorsa da o denli “daha doğu”da görevlendirildiği bir gerçektir. Burada “doğu”, yalnızca coğrafi doğuyu değil, gelişmemiş tüm yöreleri sembolize etmektedir. Atama sistemi nedeniyle doğu ve batı illeri (gelişmemiş ve gelişmiş yöreler) arasında bir denge kurulan meslek mensupları bu gerçeğin istisnalarıdır.

    İşe yaramayan ve yaramadığı iddia edilen görevlilerin, görevlendirildikleri yörelerdeki davranışlarını tahmin etmek pek güç değildir. Gerçekten işe yaramayanlar görevlerini layıkıyla yapamazken, gerçekte işe yaramasına karşın amirlerinin işe yaramazlığı nedeniyle buralara gönderilenler de büyük ölçüde bir hınç alma duygusu içine itileceklerdir. Bunlardan çok küçük bir bölümü hıncını daha çok çalışarak, daha güzel işler yaparak gösterirken (Erzincan eski Valisi Yazıcıoğlu gibi), geri kalan büyük bölümü negatif bir ruh hali içine girerek tatmin edeceklerdir.

    Kamu görevlileri tarafından yerine getirilmesi beklenen işlevler, her şeyini devlete bağlamış bir toplumda yurttaşlar açısından çok önemlidir. Becerikli bir kamu görevlisi çevresine aydınlık saçarken, beceriksiz ya da hınç dolu bir görevli ise tam tersini sergileyecektir. Beceriksizlik ya da hıncın sistematik olarak tekrarlanmadığı hallerde bu büyük bir sakınca yaratmayabilir. Ama uzun yıllar boyunca süren bir alışkanlık sistematik etki yapar ve o yörelerde açıklanamayan geri kalmışlık semptomları ortaya çıkmaya başlar.

    Ülkemizin doğu ve güneydoğusundaki ve de tüm geri kalmış yörelerindeki kamu hizmetlerine ve geri kalmışlık işaretlerine bu gözlüklerle bakmakta yarar vardır.

    Bu eğilim toplumsal kültürümüze ne denli egemen olmuştur? Maalesef sanıldığından çok daha fazladır. Bu konuda en duyarlı olması gereken kesim kuşkusuz sanatçılardır. Herşeye eleştirel gözlerle bakmayı gerektiren sanat, bu olguyu yakalayabilmeli, hicvedebilmeli ve bu konudaki duyarsızlığı dile getirebilmeliydi.

    Televizyonlarımızda zevkle izlediğimiz Yasemince parodilerinin birisinde -ve daha birçok oyunda-, bir polis ve amiri arasında geçen, “şimdi seni Şırnak’a sürdürürüm” sözleri, senaryoları yazan ve oynayanların da bu olguyu artık normal kabul ettiklerini göstermektedir.

    Doğu ve güneydoğuda uzun yıllardır süren terör olaylarında, bu aymazlığın acaba payı ne ölçüdedir? Bunu düşünmeye başlamamız iyi olur.

    Siyasi partilere vereceğimiz oylar karşılığında onlardan isteyeceklerimizden birisi de, gerice yörelerin, kamu görevlilerini cezalandırmak amacıyla kullanılmayacağı konusunda taahhüt istemek olmalıdır.

  • “KONUK KONUŞMACI” DAN BAŞKA YOLYOK MUDUR ?

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan sivil toplum örgütleri, geçmiş yıllardaki gecikmişliğimizin acısını çıkarmak istercesine çoğalıyor.

    Çeşitli çıkar gruplarının örgütlenmesi, çoğunlukçu (majoritarian) demokrasiden, çoğulcu (pluralist) demokrasiye geçişin somut işaretleri sayılmak gerekir.

    Şimdi, madalyonun öbür yüzü: Dernek, vakıf, duyarlık grubu gibi adlarla örgütlenen bu gruplar genellikle tek tip bir faaliyet türünün etrafında oluşuyorlar. Bu üniforma gibi faaliyet, “konuk konuşmacı çağırma” dır.

    Bir grubun, çıkarları konusunda bilgili ve/ya yetkili bir konuşmacıyı davet edip onu dinlemesi, sorular yöneltmesi şüphesiz ki birçok bakımdan yararlıdır. Ama, bu yararı sağlayabilmenin ön koşulları, grubun çıkarları ile bağlantısı çok iyi kurulmuş bir konunun ve bu konu ile ilgili bir konuşmacının çağrılması ve de çağrılan bu konuşmacının bilgili ve/ya yetkili olmasıdır.

    Yalnızca ünlü olduğu için çağrılan bir konuşmacı ya da yüksek dağlardaki buzullarla ilgili bir konu, gruba zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramaz.

    Mevcut uygulamada ise çok sayıda grup, oldukça sık aralıklarla toplantılar düzenlemekte ve bu da çok sayıda bilgili ve/ya yetkili konuk konuşmacı’ya ihtiyaç göstermektedir.

    Grubun ilgi alanı çevresinde bu nitelikte konuşmacı bulmak güçleştikçe, ilgi alanı ister istemez genişlemekte ve grubun çıkarlarıyla doğrudan ilgili olmayan konulara kayılmaktadır.

    Bir yandan da grup bazen, karşısına gelip karakolda ifade vermeye hazır vatandaş uyumluluğu ile sorgulanmayı bekleyen konuşmacılarda, o güne kadar tatmin etmek için beklettiği çeşitli duygularını doyurmaya kalkışmaktadır.

    Kimi konuk konuşmacılar ise kişisel hatıratını ya da kimseyi ilgilendirmeyen teorilerini anlatarak zaman hırsızlığı yapmaktadır. Bu gibi yersiz kullanımlar, bu çok yararlı olabilecek aletin etkinliğini azaltmaktadır.

    Konuk Konuşmacı metodunu iyi kullanabilmek için gruplar iyi bir ön çalışma yapmalı, çıkarlarını analiz edip parçacıklara ayırmalı, her parça ile bilgi ve/ya yetki bağlantısı bulunan kişileri saptayıp uzun vadeli bir program taslağı hazırlamalıdırlar.

    Mevcut uygulamada grupların yaklaşımlarını fazla ciddiye almayıp çağrı tekliflerini reddedebilecek birçok bilgili ve/ya yetkili kişi, ciddi bir programı ise reddedemeyecektir.

    Bir çıkar grubunun kullanabileceği araçlar şüphesiz ki Konuk Konuşmacı’ dan ibaret değildir. Grubun çıkarlarının analizi sonunda belirlenecek konu parçacıkları üzerinde grup üyelerinin yapabilecekleri Yaratıcı Düşünce Seansları da (Beyin Fırtınası, Arama Konferansı gibi) son derece yararlıdır ve ayrıca da grup üyeleri arasındaki iletişimi pekiştirerek bir Grup Kültürü oluşmasına yardımcı olurlar. Birçok grubun, hayatiyetlerini devam ettiremeyişlerinin nedeni, bu Grup Kültürü eksiğidir.

    Sivil toplum örgütlerimizin etkinliklerini artırabilecek çarelerin araştırılması, bu grupların üzerinde yoğunlaşmaları gereken ilk konudur.

    Her grup, bu etkinliğin artırılabilmesi için mümkün olabilecek yöntemleri ortaya koyabilecek Konuk Konuşmacı” lar bulup, önce onları davet etmelidirler.

  • KİMLERDEN KURTULMALI?

    Toplumumuzun ortalama “düşünme stili”nin “kalıpçılık” ağırlıklı olduğu, Rönesans’ın Batı toplumlarına kazandırdığı “nedensellik” özelliğinin ise bizim düşünce stilimiz içindeki ağırlığının küçüklüğü her geçen gün daha belirgin hale geliyor.

    Osmanlıdan bu yana süregelen bu yetersizliğimizin giderek daha belirginleşmesinin bir nedeni de, karşılaştığımız sorunların giderek daha karmaşık hale gelmesidir.

    Kızışan rekabet , azalan kaynaklar, kirlenen çevre ve artan Dünya nüfusu gibi nedenler, yalnız bizim değil tüm toplumların karşılarına çıkan sorunların daha girift, daha zor anlaşılabilir ve daha güç çözülebilir olmasına yol açmaktadır.

    “Kalıpçılık” ağırlıklı düşünce stilinin en önemli iki kaynağı, “ezbere dayalı öğretim sistemimiz” ve “birey yerine devleti önemli gören ve devletin kalıplarına uyan bir örnek kişiler yetiştirmeyi hedeflemiş yaygın anlayışımız”dır.

    Bu iki kuvvetli etki altında şekillenen düşünce biçimimiz, kalıpçılık yöntemiyle başaçıkabileceği düzeyin üzerindeki güçlükteki sorunlarla karşılaştığında çaresiz kalmakta, bu defa kendisini bu sorundan kurtaracak bir “yiğit” (erkek ya da kadın, sivil ya da asker, olabilir) aramaya başlamaktadır.

    Ülkemiz, çeşitli kaynaklar açısından pek zengin sayılmasa da, bu tür “kurtarıcı yiğit” ler açısından son derece şanslı olup, hemen her ihtiyaç halinde bir kurtarıcı ortaya çıkmaktadır. İşin ilginç yanı, hemen her defasında, “kurtarıcı”, kurtarma işlemleri’ne başladıktan bir süre sonra, toplumu kurtarmayı vadettiği sorunun büyüklüğünü anlamakta, onunla başaçıkamayacağını, aslında başkalarının da başaçıkamayacağını, bu sorunun gerçekte bir sorun değil, sorun kılığına bürünmüş bir “canavar” olduğunu söyleyip işin içinden çıkmaktadır.

    Günümüze değin peşpeşe gelen kurtarıcılar bu “canavar” hikayelerini o denli güzel anlatmışlardır ki, halkımız da bu “canavar”ların varlığına iyice inanmış ve “enflasyon canavarı”nın pahalılığın, “”trafik canavarı”nın kazaların, “terör canavarı”nın cinayetlerin, “medya canavarı”nın yalan-yanlış karalamaların nedeni olduğuna inanmıştır.

    Eski Yunan’da her işten sorumlu bir Tanrı ile bunları yöneten Baş-Tanrı örneği, bizde de her beladan sorumlu birer canavar ile, bu canavarları yöneten bir Baş-Canavar’dan oluşan bir sistem mevcut bulunmaktadır.

    Toplumumuzun bu kurtarıcı anlayışından vazgeçmesi ve kurtarıcı namı altında ortaya çıkanlarla, kurtarıcı arayıcılarından kurtulması gerekmektedir.

    “Sizi, sorunlarınızdan ancak kendiniz kurtarabilirsiniz. Ben ise sizi, kurtarmaya kalkışmayacağıma, yalnızca kendinize yardım etmenize yardımcı olacağıma söz veriyorum” diyebilecek yeni “yiğit”lere ihtiyacımız vardır.

    Bu denli yiğit bolluğu içinde herhalde o türlüsü de çıkar.

    Cumartesi, 03 Aralık 1994

  • KEFİL OLMAK SORUMLULUK GETİRİR!

    Bankadan borç ya da taksitle buzdolabı almak isteyen herkes, kendisinden bir iki kefil isteneceğini bilir. Kefiller de, söz konusu borcun ödenmemesi halinde bunun kendilerince üstlenileceğinin bilincidedirler ve bu yüzden de kefil olacakları insanı iyi tanıyıp güvendikleri takdirde buna razı olurlar.

    Bu süreç, toplumumuzda çok iyi anlaşılmış ve iyi işleyen bir kurum halindedir. Zaman zaman borçlu ve kefillerin aralarında anlaşıp karşı tarafı dolandırdıkları olursa da bunlar azınlıktadır.

    Ancak kefalet konusu, buzdolabı, banka borucu ve bu gibi elle dokunulabilir olmaktan çıkıp da, “iş arayan bir kişiye kefil olmak”, “bir göreve birisini tavsiye veya telkin etmek” gibi alanlara kaydığında, bu iyi işleyen süreç birdenbire bir laubaliliğe, bir aldırmazlığa dönüşüyor.

    Halbuki bu durumda kefil olunan borç , bir buzdolabı ya da tüketici kredisi limitlerini çok aşmış, ödenmemesi halinde vereceği zararlar açısından baştan planlanması mümkün olmayan sınırlara ulaşmıştır.

    Örneğin, bir işe girmesi için kefil olunan kimse, girdiği iş yerinin kasasını soyarak bin adet buzdolabı parasını bir anda yürütebilir ya da bilgi-becerisine kefil olunan kişi beceriksiz çıkarak şirketi onulmaz zararlara uğratabilir.

    Benzer şekilde, bir görev için isim telkini de potansiyel riskler içerir. Eğer yüzeysel göstergelere bakarak bir telkinde bulunulmuşsa -ki bu göstergeler anlayanlara çok şey anlatır- doğabilecek zararlara ortak olunmuş demektir.

    Bu gibi durumlarda dürüst davranış, doğan zararın sorumluluğunu üstlenerek, “evet, bu kefalete temel oluşturması gereken bilgilere sahip olmadan kefil oldum ve yanıldım. Zarar ziyan ne ise ben de ortağım!” diyebilmektir.

    Ama bir alternatif de pişkin davranmak ve doğan zarardan kefilin de şikayet etmesi, hem de yüksek sesle şikayet etmesidir.

  • KAFAMIZIN İÇİ GÖRÜNSEYDİ!

    Ortaokulda, emme-basma tulumbanın nasıl işlediğini kitaptan okumuş, ama okul laboratuvarları için saydam bir malzemeden yapılmış bir tulumba görene kadar nasıl işlediğini pek de anlamamıştım. Bu metodun yalnız emme-basma tulumbalar için değil bir çok mekanik araç gereç için kullanıldığını ve çok da yararlı olduğunu hemen herkes bilir.

    İnsanlar yalnız mekanik araçların değil hemen hemen tüm fizik Dünya süreçlerinin nasıl işlediğini anlamak ve başkalarına anlatmak için kafa yormuşlar, bir bölümünü tulumba örneğinde olduğu gibi saydam malzemelerden yapmışlar, bir bölümünü de kesit resimleri gibi yollarla görünür kılmaya çalışmışlardır.

    Çok büyük ya da aksine çok küçük olması nedeniyle mekanik bir benzeri yapılması ya da kesit resimlerinin çizilmesi mümkün olmayan, örneğin kozmolojik olgular ya da hücre zarı süreçleri ise matematik veya kimyasal sembollerle görünür kılınmıştır.

    Fizik Dünyanın kapsamı içine girmeyen, örneğin sosyal olgular için de benzer yöntemler kullanılmaktadır. “Zengin Resim” denilen bir yöntemle, mesela karayolu üzerindeki eczanelerde satılan ağrı kesici ilaçların, yine yol üzerindeki bakkallarda satılan biralarla nasıl birleştiği ve bunların da trafik katliamlarına nasıl dönüştüğü kolayca “görünür kılınmakta”dır.

    Bu “görünür kılma” işinin, medeniyetin gelişmesinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bugün artık mikro ya da makro ölçekte, fizik ya da sosyal alanda hemen her şey görünür kılınabilmektedir.

    Ancak bu gelişmeler içinde görünür kılınmamış, belki de görünür kılınmasına gerek duyulmamış bir süreç vardır: farklı toplumların düşünme biçimleri!

    Dünya yüzünde mevcut tüm canlı türlerinin davranışlarını, fiziki yeteneklerini, kültürlerini ve akla hayale gelebilecek her türlü özelliğini merak edip incelemiş olan insanoğlu, onun sadece tek biçimde düşündüğünü varsaymıştır.

    Halbuki düşünme biçiminin, dil zenginliği ve yapısıyla, eğitimle, gelenek göreneklerle çok yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Pekiyi, bu bakımlardan büyük farklılıklar gösteren toplumlar (hatta aynı toplum içindeki bireyler) içinde, nasıl olup da herkesin aynı “biçimde” düşündüğü varsayılabiliyor?

    Keşke mümkün olsa, insanların kafaları da aynen okuldaki saydam emme-basma tulumba örneğinde olduğu gibi içlerini gösterebilse. Bu durumda çeşitli toplumların ve bireylerin düşünme biçimlerini görüp, aralarındaki inanılmaz farkları hayretle gözleyebilecektik.

    Bunun ne işe yarayacağı açıktır. Düşünme biçimi yetersiz olup, sorunlarını çözemeyen toplumların sorun çözme kabiliyetlerinin nasıl artırılabileceği bu şekilde anlaşılabilecekti.

    Gözlemler, toplumumuzun düşünme biçiminin içinde eksik bir parçanın bulunduğunu gösteriyor. Bu parça, “nedensellik” parçasıdır. İnsanımız, karşılaştığı sorunların nedenlerini merak etmemekte, doğrudan onu çözmeye çabalamaktadır. Toplumumuzun enerjisinin, zamanının, parasının ve diğer kaynaklarının, sürekli olarak çözüm aramak ve daha da kötüsü bulduğu çözümleri uygulamak için kullanılmaktadır.

    Bu sorun, ulusal nitelikli bir sorundur. Tüm düşünenlerin buna kafa yormaları, bunun nedenlerini araştırmaları ilginç, yararlı ve de kaçınılmaz bir gerekliliktir.

    Salı, 25 Temmuz 1995

  • İŞSİZLİK VE BÜYÜME YANILGISI

    Toplumumuzun sorunlarını oluşturan yapı taşları incelendiğinde, az sayıda «Kaynak Sorun»un, çok sayıda «Görünen (hayalet) Sorun» ürettiği görülecektir. «Görülecektir», ama ne yazık ki sorunlarımızla ilgilenen 65 milyon kadar vatandaşımız bulunmasına karşın bu gerçek bir türlü görülememekte, tüm kaynaklarımız sorunların kaynakları yerine onların görüntüleriyle boğuşmak için harcanıp durmaktadır.

    İşte bu «Kaynak Sorunlar»dan birisi de, «çeşitli temel kavramların içerikleri konusunda bir toplumsal uzlaşı bulunmayıp, herkesin her kavrama, yere, zamana ve zemine göre, yani işine geldiği gibi anlam yükleyebilmesi» dir.

    Tabiidir ki iş yalnızca temel kavramlarla sınırlı kalmamakta, aynı uzlaşmazlık ve belirsizlik onlardan türemiş kavramlara da bulaşmaktadır.

    «İşsizlik», bu ikinci tür, yani dolaylı olarak enfekte olmuş, herkesin kendi anladığına göre anlam yüklediği kavramlardan birisidir.

    Ülkemizde işsizliğin çeşitli nedenleri vardır, dolayısıyla da o nedenlere yönelik olarak tanımlanabilecek çözümler mümkündür. Bu çözümlerin bir bölümü kısa vadeli, diğerleri ise orta ya da uzun vadelidir. Bütün bu nedenleri ve bunları kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırabilecek çözümleri içeren bir belge, 1986 yılında «İSTİHDAM POLİTİKASI» adıyla ilgili Devlet Bakanlığınca yayımlanmıştır.

    Toplumumuzda ve özellikle de kamu yönetimlerinde pek yaygın olan ve «Kaynak Sorunlar»ımızdan bir diğerini oluşturan «yaygın haset duygusu» nedeniyle de o yıllardan sonraki yetkililer, bu belgeyi okumak yerine yuvarlak ve büyük laflarla durumu idare etmeyi seçegelmişlerdir.

    Ülkemizde, «işsizlik» sözcüğü altında toplanan, bir bölümü ise işsizlikle ilgili olmayan olgular mevcutken, istihdam ediliyor gibi görünen ama gerçekte işsiz olan gizli işsizler de vardır. Bir de, «potansiyel işsiz» denilebilecek kesim vardır ki, bugün için bir işe sahip olan, ama çeşitli nedenlerle (teknoloji yenileyememe, sermaye erozyonu vbg) ileride işini kaybedebilecek olan «işliler»i içermektedir.

    Diğer yandan, işsiz sayısı kadar -hatta daha da fazla-, aradığı uygun elemanı bulamayan işveren mevcuttur. Buna «uygun olmayan eşleşme» (mismatching) adı verilmektedir.

    Ama, bütün bu nedenlerin dışında öyle bir neden vardır ki o neden, ülkemizdeki tüm işsizlik türlerinin değişmez ve de başlıca nedenidir.

    Evet, ülkemizdeki işsizliğin nedenlerinden birisi de, «yeni işler ancak büyümeyle yaratılabilir» düşüncesidir. İstihdamın tek kaynağını “yeni yatırım yapmak” olarak düşünen çok kimse vardır. Çözüm böyle ve hem nüfus artışını hem de tüketim arzularını tatmin edebilecek bir büyümenin gerektireceği finansman mevcut olmadığına göre, yapacak bir şey kalmamaktadır.

    Bu düşünce tam yanlış değil ama iki bakımdan “sakat”tır. Birincisi, yeni işlerin yaratılması için geliştirilmiş teknikler artık bir “iş yaratma teknolojileri” bütünü oluşturabilecek kadar zenginleşmiştir. Dolayısıyla “yeni yatırımlar yapmak” tek yol olmaktan çoktan çıkmıştır.

    İkincisi, yeni yatırımların istihdama dönüşmesi belli koşullara bağlıdır. Yani her yeni yatırım yeni işler yaratır demek değildir. Hatta bazı hallerde -ki bizim durumumuz daha çok budur- yeni yatırımlar işsizlik yaratır. Zamanla eskiyen teknolojileri yenilemek için yapılan yatırımlar genellikle iş değil işsizlik yaratır.

    Bu gibi durumlarda yatırımların işsizliğe değil istihdama yol açmasının iki ön şartı varıdır:

    1. Yenilenen teknolojiler dolayısıyla işini kaybedecek kişilere yeni beceriler kazandırmak ve böylece onları daha yeni teknolojilere uydurmak,

    Artık inşaat ya da yol yapım sektörünü canlandırarak istihdam yaratmak söz konusu değildir. Daha doğrusu, bu tür yaratılan istihdama konu olan insan niteliği ile bu topraklarda tutunmak söz konusu değildir.

    1. Beceri düzeyleri yükselen bu insanların, yeni işleri oluşturacak daha yeni teknolojileri sürekli üretmeleri (yani buluşçuluk becerisi),

    İşini robota kaptıran kişinin bu defa örneğin robot yazılım uzmanı olarak geri dönüp, hem kendine hem de başkalarına yeni işler yaratmaları, Dünya’nın en çok sayıda robotuna sahip Japonya’nın nasıl olup da en düşük işsizliğine sahip olduğunun açıklamasıdır.

    İşte “beceri kazandırma” ve “innovation (yenilik) üretimi” iki koşul olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi halde teknoloji yenileme yatırımları işe değil işsizliğe dönüşür.

    (İş)lerin kaynağı olarak yeni yatırımlara böylece bel bağlanınca, diğer yola yani iş yaratma teknolojilerine kimse kulak asmamakta, herkes bir kurtarıcı gibi yeni yatırımları beklemektedir. Tüm toplumun sıradan işçi olması için

    İş yaratma teknolojileri ise ilke olarak kendi işini kurmaya yani girişimciliğe dayalıdır. İşte bu sebepten dolayı, bu sakat düşünce, aynı zamanda girişimciliğin önündeki engellerden birisi de olmaktadır.

    OECD’nin 1970 ve 1986 yılları arasındaki 17 yıllık dönemi kapsayan bir araştırması, A.B.D., Japonya ve o zamanki S.S.C.B. hariç 5 büyük Avrupa ülkesindeki yatırım-istihdam ilişkilerini inceleyen bir araştırması, yukarıdaki iki koşulun yerine getirilmediği ülkelerde, büyümenin istihdam artışına yol açmadığını, aksine iş kayıplarına neden olabildiğini göstermiştir (tıklayınız)

    Çare nedir? İlk çare, istihdamla ilgili bürokrat, akademisyen ve politikacılarımızın çağdaş iş yaratma teknolojileri konusuna «daha çok zaman ayırmaları»dır.

    İktisat kitaplarını, sorunlarımızın ve onların çözümlerinin genel çerçevelerini tasarımlamak için kullanmak bilimin gösterdiği yoldur. Ama o ilkesel yaklaşımları özgün sorunlarımızı çözme yolunda reçeteler olarak kullanmak doğru değildir.

    Pazartesi, 04 Eylül 1995