• TEMİZ TOPLUM – BİLGİ TOPLUMU!

    Masallardaki gibi bir dev toplumumuzun önüne çıkıp da, “dileyin benden ne dilersiniz?. Enflasyonu mu düşüreyim, trafik canavarını mı yok edeyim yoksa terörü mü durdurayım? Yoksa hepsini birden bir çırpıda halledivereyim mi?” dese, insanlarımızın kesinlikle bunları istemeyeceği bellidir. Daha doğrusu bir süredir bunları istemeyeceği, bunların yerine “temiz toplum” isteyeceği muhakkaktır

    Okuduğumuz masallardaki cin ve devlerin şakacı tiplerine ben pek rastlamamıştım. Ama bu çağdakilerin biraz şaka duygusu gelişmiş olacağından dolayı, “pekiyi madem öyle istiyorsunuz , o halde alın size temiz toplum” deyip hepimizi bir güzel şampuanlayıp yıkasa fena halde bozum olur, “sayın dev, biz temiz deyince bunu kastetmemiş, hırsızlık ve uğursuzluklardan arınmışlığı kastetmiştik, siz yanlış anladınız!” demek zorunda kalırdık.

    Şaka bir yana, yazarlarımız, politikacılarımız ve düşünürlerimiz -ki bununla yazar ve politikacılarımızın düşünmediği kastedilmiyor, lafın gelişi böyle kullanılıyor-, içtenliğine kuşku bulunmayan bir arzuyla, böyle bir arınmışlığı sağlayabilecek bir kişi, ama babayiğit bir kişi arayışı içindeler.

    Söylenenler yoluyla, karşı karşıya bulunduğumuz musibetin nasıl hayal edildiğini kestirmek mümkündür. Örneğin, “şu pislik örtbas edilmesin, nereye kadar gidiyorsa gitsin” denildiğine göre buradan anlaşılan, bu pisliğin, yalnızca belirli kişileri kapsayan “bir zincir” biçiminde hayal edildiğidir. Öyle bir zincir ki, dışındakilerle kesin olarak ayrı ve de bağlantısız.

    Uzmanlar, öğrenme denilen süreci bir deneme-yanılmalar dizisi olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, musibetlerin bu biçimlerde açıklanmasını, toplumsal öğrenme sürecinin sağlıklı bir işleyişi saymak da mümkündür. Ancak, endişe verici olan, bu açıklamanın verdiği olağanüstü rahatlıktır.

    Büyük çoğunluk bu olaylarla kendisini ilgili saymamak eğilimindedir ama bundan pek de emin değildir. Yaşamının çeşitli kesitlerinde, isteyerek ya da olayların akışına diren(e)meyerek, bu tür olaylara küçük ya da büyük katkılarda bulunduğunu hissetmektedir. Ama, en güvenilir sayılması gereken ağızlardan, “bu iş bir zincirdir, sizinle ilgisi yoktur, biz zincirin ucunu çeke çeke gittiği yeri buluruz, siz müsterih olun!” hükmünü duyunca kuşkularının yersiz olduğunu düşünmektedir.

    Buna göre, bu sürecin bir öğrenmeye yönelmediği, giderek daha derin gerçekdışılıklara gebe olduğu söylenebilir. Temizlik yolunda bu tür arayışların, kendini kurtarıcı ilan edeceklere son derece uygun bir iklim oluşturduğu bellidir.

    Bilim eğlence ihtiyacından değil, olayların açıklanabilmesi arzusundan dolayı gelişmiştir. Bu basit gerçek, bize musibet mücadelesinde en sağlam yol göstericidir.

    Her bilim dalı, belirli bir alandaki olayları açıklayabilmek için o alanla ilgili bazı temel yasalar ortaya koymuş, sonra da o yasalara dayanarak olayları açıklayabilmiştir.

    Yıllardır karşılaştığımız, günümüzde giderek hızlanan (ya da medyanın daha çok farkına varılmasını sağladığı) olaylar, sokaktaki insan mantığıyla açıklanamaz.

    Birbirinden farklı gibi görünen çeşitli olayları birbirine bağlayabilmek için, toplumumuzun sorunlarının kompoze edilebileceği “sorun elementleri tablosu” kavramının öncelikle anlaşılması gerekmektedir. Bu tablo ve onu kullanarak çeşitli “sorun bileşimleri” üretimine “sorun kimyası” denilebilir*.

    Bu tablodaki sorun elementlerinin önem düzeyleri, bileşimine girecekleri sorunlara göre değişir (aynen madde kimyasında olduğu gibi). Ama bunlardan bir tanesi, diğerlerine göre daha önemlidir. Bu da, toplumumuzun “Sorun Çözme Kabiliyetinin Düşüklüğü”dür. Nitekim, bunca iyi eğitilmiş insanının bu olayları açıklayabilmek için doğru sorular soramaması, bu yetersizliği göstermektedir.

    Bilgi toplumu, sorunlarını çözmede bilgiyi kullanan ve bu nedenle de sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumların adıdır. Bilgi toplumu hedefimiz, bu sorunlara bilgi tabanlı bakmayı gerektiriyor. Sorun Kimyası bunun için önemlidir.

    Pazar, 17 Kasım 1996

  • TEMİZ TOPLUM

    Kirli işlerin, yapanlara bir çıkar sağladığı doğrudur. Ama, bu çıkarın ne kadar süre ve/ya toplumun ne kadarlık bir bölümü için geçerli olduğuna dikkat edilirse, bir kişi ya da gruba çıkar sağlayan bir kirliliğin, toplumun bütününe zarar verdiği ya da bir süre için sağlanan çıkarın sürekli olamadığı görülecektir.

    Bu gerçeğe karşın insanların kirli tutum ve davranışlara bu denli eğilimli olmalarının nedeni, toplumun bütünü ya da uzun vade yerine yalnızca kendini (veya küçük bir grubu) ve kısa vadeyi tercih edebilmesinden kaynaklanmaktadır.

    Toplum çıkarlarını zedelemek pahasına kendine çıkar sağlamak, ancak çıkarlarını -gerçek anlamda çıkar- gözetmesini bilmeyen toplumlarda mümkün olabilmektedir. Bu tür toplumlarda akıl değil bir çeşit orman kanunu egemenliği geçerlidir ve er ya da geç akıl egemenliği altındaki toplumlar tarafından topluca yutulmaktadırlar.

    Toplu çıkarlarını gözetmesini bilen, akılcılığı rehber edinmiş toplumlarda ise böyle bir çıkar çatışması’na (conflict of interest) izin verilmez. Çünkü oralarda kısa vadeli çıkarların uzun vadeli çıkarlara tercih edilmesinin akılcılıkla bağdaşmadığı öğrenilmiştir.

    Buna göre kirliliği, akılcılıktan uzaklaşma, temizliği de akılcılık olarak tanımlamak mümkündür. Temiz Toplum ise, akılcılığı egemen kılabilmiş toplum demektir.

    Pekiyi, toplumumuzu bu denli olumsuz etkileyen, onu maddi ve manevi olarak yozlaştıran kirliliklere yol açan akıldışılık nere(ler)den kaynaklanmaktadır?

    Sorunların büyük bir çoğunluğunun değişmez nedeni olan “dün de öyle olduğu için”, toplumumuzun akıldışı yaşam biçiminin bir nedenidir. Birey ve toplum davranışları da aynen mekanik sistemlerde olduğu gibi eylemsizlik (inertia) yani eski konumunu koruma içgüdüsüne sahiptir. Birşeyleri dün nasıl yapıyorsak -eğer güçlü bir değiştirici etki yoksa- bugün de aynı biçimde yaparız.

    Toplumumuz dün akıl yerine akıldışılığın etkisindeydi. Bugün, değişmesi için bir etken yoktur, dolayısıyla yine akıldışılık egemendir.

    Bir diğer neden, okul-aile-toplum üçlüsünce bireylere kazandırılan formasyonun, akılcılığı değil akıldışılığı yaratmakta oluşudur. Ancak bu üçlüden en etkin durumda olan okul’un, ilk ve orta öğretimde benimsemiş olduğu felsefe akıl yoluyla oluşturulmuş olmayıp, her dönemde ayrı fakat hepsi de yetersiz görüşteki siyasi kadroların egemenlik savaşı verdiği Milli Eğitim Bakanlığınca çizilir.

    Yüksek öğretimde ise artık iş işten geçmiş, temel formasyonunu akıldışı bir müfredatla almış olan öğrenciler, akıldışı ön eğitimli öğretmenler tarafından yine akıldışı bir müfredata zorlanırlar.

    Bireylerin formasyonlarını oluşturan üçlünün aile ayağı ise, bebeklikten itibaren yaratıcılığı törpüleyen, aklısıra çocuğu tehlikelerden koruyan ve kişiliğini geliştirmesine en büyük yardımcı olabilecek olan oyun’u aşağılayıp mümkün olan hallerde de yasaklayan bir tutum içindedir.

    Okul ve ailenin bu tutumu, ancak başkalarını taklid edebilen, kişiliği baskılanmış, daima korunma bekleyen (toplulumuzun hemen her kesiminin histerik korunma taleplerinin kaynağı budur), girişimciliği narkoz altında bir üçüncü ayak yani toplum yaratmış, o da ilk iki ayağı destekleyen kurumlar oluşturmuştur.

    Bu yapıdaki bir toplum, kendini yüceltebilecek sistemleri kuramamış ve halen de kuramamakta, önüne çıkan ya da çıkarılan sorunları kurcalama yoluyla çözmeye çalışmakta ve çözemeyip yüzüne gözüne bulaştırmaktadır.

    Doğal yaradılışı nedeniyle tehlikelerden sakınmak isteyen, tutunacak bir dal arayan bireyler ve onlardan oluşan toplum ise sürekli kurtarıcı arayışında, baba’lar, ana’lar ve bacı’ların eline düşmektedir.

    Akıldışılık, tanımı gereği büyük bir vakum yaratmıştır. Uzaydaki karadelik’lere benzer biçimdeki bu akılcılık vakumu, çevresinde her ne varsa yutmakta ve yutmagücü daha da artmaktadır.

    Bu karadelik içinde birşey hariç herşeye yer vardır: o da, akılcılık’tır !

    Şimdi bir kısım insanın “Refah geliyor!” yaygarası, sorunun kaynağının hala anlaşılmamış olduğunu gösteriyor.

    Gerçek tehlike, bu karadelik içinde örgütlenen etnik veya köktenci akımlar değil, akılcılığın gerçek anlamını kavrayamamış, dini de bütünüyle akıldışılık vakumuna itmiş olan, kravatlı, okumuş, çağdaş görünümlü ama kafasının içi gerçek örümcek ağlarıyla kaplı aydın bozuntularıdır.

    Temiz Toplum ancak bu acı gerçeğe korkmadan bakabildiğimiz gün yapılanmaya başlayabilir. Yoksa, evrenin büyük gücü, minicik Dünya’nın minicik bir coğrafyasında oluşmuş bulunan bu akıldışılığı, onu yok ederek temizleyecektir.

    İlahi gücün kirliliğe yani akıldışılığa tahammülü yoktur, olamaz.

  • SOSYOLOJİK SİLAHLAR TEHDİT EDİYOR!

    Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Ömer Saygın’ın “Dünyayı Tehdit eden Bomba” başlıklı bir makalesi, hızla artan Dünya nüfusunu konu alıyor.

    Her 39 yılda 2 katına çıkan Dünya nüfusunun yaratacağı çeşitli sorunlara dikkati çeken Prof. Saygın, sonuçta “bizi bizden başka sınırlayabilecek kimse yoktur” diyerek biraz ümitsiz de olsa bir çözüm yolu ile makalesini bitiriyor.

    Verilen sayılar gerçekten ürkütücüdür. Halen 200×200 metrelik bir parsele bir kişi düşen Dünya’mızda 80 yıl sonra 50×50 metreye 1 kişi düşer hale gelecektir. Karaların %25’inin kullanılabilir olduğu hesaba katılırsa 80 yıl sonra 25×25 metrelik bir alana sıkışacağız demektir.

    Konunun beslenme tarafı da ayrı bir sorundur. Halen, 6 milyar nüfusun bile 2 milyar’ının açlık çektiği dikkate alınırsa arazi yetmezliğinden çok daha önce “beslenme” sınırına dayanılacağı anlaşılacaktır.

    Bu hesaplar daima “ortalama” lara göre yapılır. Besinlerin, doğal kaynakların, su kaynaklarının daima eşit kullanıldığı varsayımıyla bulunan ortalamalar çevresindeki “istatistik dağılımlar”, gerçek paylaşımın göstergeleridir.

    İşte işin çözümü de buradadır: Nüfus bu hızla artmaya devam edecek, hatta bazı toplumlar içine düştükleri döngüleri kırabilmek için daha da hızlı çoğalmayı kendilerine amaç edinecekleri için “ortalama” nüfus artış hızı daha da artacaktır.

    Bu kalabalık içinde refah, belirli bir ortalamanın çevresinde bir istatistik dağılım gösterecek ve örneğin toplam nüfusun %90’ı kaynakların %10’unu tüketir durumdayken, %10’luk bir nüfus da kaynakların %90’ını tüketerek refah düzeylerini bugüne oranla daha da artırmış olacaklardır.

    %90’lık nüfus bu denli az kaynakla yaşayamayacağı için, tüm değerleri yozlaşaçak ve en temel gereksinimlerini karşılamak için en vahşi yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen bir ilkellik içine düşeceklerdir. Bu kalabalık, içinde her türlü virüsün üremesine uygun bir ortamdır. Virüsler sosyolojik, hatta biyolojik olabilecektir.

    Bu dejenere toplumlar, bu tür virüslerin yaratacağı sorunlarla başa çıkamayacakları için, her defasında mesela yüzer milyon kişinin öleceği kitlesel ölümler kaçınılmaz olacaktır.

    Gelişmiş ülkeler bu toplumlara hiç bir yardımda bulunamayacaklardır. Somali örneği bunun somut bir kanıtıdır. Çünkü, iki grup toplumun değer ölçüleri o denli farklılaşmıştır ki, birisi için “iyi” olan diğeri için muhtemelen “kötü”, birisi için “güzel” olan diğeri için “çirkin” olmuştur.

    Nitekim, bu değer ölçüleri farklılaşması, gelişmiş ve geri kalmış toplumlar arasında, hatta aynı bir toplumun içindeki kesimler arasında halen de gözlenebilmektedir.

    Bu çağlar, nükleer ve biyolojik silahlardan daha acımasız bir tür olan “Sosyolojik Silahlar”ın yoğunlukla kullanıldığı çağlar olacaktır.

    %90’lık çoğunluğu oluşturan toplumların hepsinin ortak yanı, “sorun çözme kabiliyetleri”nin düşüklüğüdür. Bu toplumlar, herhangi nedenlerle karşılaştıkları sorunları çözemedikleri için, onları kendi kendilerine yok ettirmek isteyenler, sürekli olarak önlerine sorunlar koyacaklar, o toplumlar da bunları çözebilmek için varlarını yoklarını tüketeceklerdir.

    Çoğunluğu oluşturan gelişmemiş toplumlar sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşacaklar ve böylece imkanlarını başka yönde kullanabilme şanslarını da kaybedeceklerdir.

    Bu tür toplumlar kötü beslenecekleri için zekaları da gerileyecek, ama zeka geriliği çok yaygın olacağı için yüksek bir değer olarak kabul edilecek, geri kalan azınlık ise aşağılanacak ve kimse tarafından ciddiye alınmayacaktır.

    Bu toplumlar, kendilerine uygun eğitim sistemleri de benimseyecekler, çoğunluğun akli düzeyine ve değer ölçülerine uygun -ki buna da demokrasi adını takacaklardır- bilgileri herkese belletmeye çalışacaklar ama onu da beceremeyip, bir sürü “ünvanlı cahil” üreteceklerdir.

    Özet olarak, %10’luk kesimin demokrasi, insan hakları, bilim gibi tüm yüksek değerleri, %90’lık kesim içinde aynı adda, fakat düşük düzeyli içeriklere kavuşacak, %10’luk kesim için refah ve mutluluk kaynağı olan değerler, %90’lık kesim için birer “birbirini yeme, hırpalama ve kaynak tüketme” aracı haline dönüşecektir.

    Gelişmiş toplumlar, -aynen yüzyıllardır yaptıkları gibi- bu tür toplumları izole etmek için çeşitli yöntemler kullanacaklar ve bu ilkel çoğunluğun birbirini yoketmesini sadece seyredeceklerdir. İşin acı yanı, bu sürecin doğal evrim sürecine de son derece uygun olmasıdır.

    “Sosyolojik Silahlar” aslında yeni değildir. Tarih boyunca, ister kendisi üretmiş ister başkalarınca yapay olarak üretilmiş olsun sosyolojik virüslerle başa çıkmayı becerebilmiş, yani sorun çözme kabiliyeti yüksek toplumlar varlıklarını sürdürebilmişler, gerisi ise yok olmuşlardır.

    Tarihçilerin büyük günahı daima “ne olduğu” ile ilgilenip “niçin olduğu”nu önemsememeleridir. Halbuki insanlık tarihi boyunca yok olan toplumlar, çeşitli “biçimler”de -ki işte tarihçiler onunla ilgilenir- yok olmuşlar, ama daima tek nedenle yok olmuşlardır: sorunlarını çözememek!

    Sosyolojik silahlar, iletişim devriminin küçülttüğü Dünya’mızda giderek daha yoğun olarak kullanılacaktır. Gelişmiş azınlığa refah ve mutluluk getiren iletişim devrimi, bu defa gelişmemiş çoğunluğa her zaman olduğu gibi yine mutsuzluk ve fakirlik getirecektir. Tabii ki kabahat iletişimde değil, onu (-) işaretle çarpıp kullanan gelişmemiş toplumlardadır.

    Hızlı nüfus artışı, dar kafalı insanlarımızın Türkiye’yi ayakta tutabilmek için buldukları aptalca bir çözümdür. Ama tehlikenin büyüğü, sorun çözme kabiliyetimizin düşüklüğünde ve bunun nedenlerini sorgulayamayışımızdadır.

    Toplumumuz, bütün güçlüklere karşın hala bir altın çağ yaşamaktadır. Henüz, gelişmiş toplumlardan izole edilip “kendi kendini bitirsin” kampına konulmamış, hala üzerinde testler yapılmaktadır.

    Bu resmi görebilirsek bir kampa, göremezsek “yok olacaklar” kampına yollanmak üzere!

    Pazar, 02 Temmuz 1995

  • SOKAKTAN GELEN TASARIM

    Konut sorunu, toplumumuzun en eski meselelerinden birisidir. Nüfus artışı üzerine binen kırdan kente göç olgusu, konut sorununu bir “gecekondu ile mücadele” sorununa çevirmiştir. Hergün bir semtte gecekondu yıkmak isteyenlerle buna direnenlerin çatışma haberlerini okumaktayız.

    Konut sorunu ile ilgili kamu kurumlarının yetkilileri, çeşitli yöntemlerle sorunu çözmeye çalışırlar. Hemen her türlü çare -birisi hariç- uygulanır ve belki de iyi niyetlerle çaba harcanır. Uygulanmak istenen çözümler değişik olmasına karşın bir ortak yanı vardır: vatandaşa hazır konut -hem de her türlü konforu yerinde- anahtarı vermek ! Ancak, mevcut kaynaklar çok az sayıdaki talihli vatandaşa yetebildiği için genel ihtiyaç karşılanamaz.

    İnsanlarımızın spor yapma ihtiyaçları da benzer bir başka alandır. Her ne kadar “Dünya’da spor, ahrette sağlık!” gibi bir atasözümüz yoksa da, sporun ne denli önemli bir gereksinim olduğu çoğumuzca malumdur.

    Bu konuyla da ilgili birçok kurum ve yetkili mevcut olup onlar da vatandaşın bu ihtiyacını karşılayabilmek için çaba harcarlar. Bu alandaki çabalar da aynen konut konusunda olduğu gibi “çeşitli” olmasına karşın ortak yanı, devasa spor salonları, stadyumlar (bilhassa olimpiyat köyleri) inşa etmeye çalışmak gibi, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veremeyen yaklaşımlar olmasıdır.

    Çocuk ve gençlerimizin hayatlarını kazanabilecekleri bilgi ve becerilerin kazanılması ise üçüncü örnektir.

    Bu konu devletimizin en önemli konusu olup bununla ilgili kurumların (ve yetkililerin) sayısı ise diğer sorunlarla uğraşanlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Onlar da çeşitli yollarla çabalar harcamaktadırlar.

    Eğitim konusunda uygulanan yöntemler de “çeşitli” olmasına rağmen, onların da bir ortak yanı vardır: insanlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap verememek!

    Bu, birbiriyle ilgisiz üç konuda idareler genellikle vatandaşın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremezken acaba vatandaşlar kendi kendilerine neler yapmaktadırlar?

    Vatandaş, kendi çok sınırlı bilgisiyle ve bütün kaynaklarını seferber ederek gecekondu inşa etmekte; son derece uygunsuz yerlerde, son derece uygunsuz saatlerde (mesela geceyarısı) ve son derece uygunsuz hava koşullarında (yağmur, kar altında ya da smog içinde) spor yapmak üzere halı sahalar oluşturmakta; bilgi-beceri kazanmaktan ümidini kesmiş durumda hiç olmazsa ölülerinin ardından bir-iki dua edebilsin diye çocuklarını mahalle aralarındaki kuran kursları’na göndermektedir.

    Bu üç örnek, insanlarımızın kendi kendilerine yaşadıklarını, kendilerine yardımcı olsun diye oluşturdukları, vergileriyle finanse ettikleri devletin yeterli katkı sağlayamadığını göstermektedir.

    Bu işte bir yanlışlık vardır. Konut sorununu çözmek isteyenler, modelleri içine mutlaka gecekondu sisteminin girdilerini katmalıdırlar. Spor konusunun yetkilileri halı sahalarda geceyarıları duman ve yağmur-kar altında top koşturanları daha dikkatle incelemelidirler. Eğitim konusunun sorumluluğunu taşıyanlar, insanlarımızın mahalle aralarında, ceplerinden para vererek oluşturdukları kursları ıska geçmemelidirler.

    Kısacası, kamu yönetiminin herhangi bir noktasında rol almış ve de rol almaya istekli olanlar, sistem kurma konusundaki bu olağanüstü beceriksizliklerini görmek, bunu kabul etmek ve sonra da bunu gidermek zorundadırlar.

    İnsanlarımızın kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri ne yazık ki yalnızca bu üç alana özgü değildir. Adaletlerini kendileri dağıtmakta (kan davası), alacaklarını kendileri tahsil etmekte (çek-senet mafyası), ombudsman sistemlerini kendileri işletmekte (gazetelerin “gelirsem ağzını yırtarım” köşeleri) ve daha da ilginci kendi yasalarını kendileri yapmaktadırlar (yasaları beğenmeyenlerin uymayışları bu demektir)..

    Bunlar, toplumun kimi somut ihtiyaçlarına, aydın kesimin hemen hiçbir katkısı olmadan, sokaktaki insan tarafından tasarımlanmış çözümlerdir. Çözümler zekicedir, ama bilim (akıl) yoluyla rafine edilip zenginleştirilmediği için yararlı değillerdir.

    Aydın kesimin bu çözümler karşısındaki tutumu, onları anlamak değil, yok saymak, kendi geçersiz tasarımlarını boyuna tekrarlamak biçiminde olmuştur.

    Ama her ne olursa olsun, sokaktaki insanın egemenlik sağladığı bu alanlar, yine de elle tutulabilir sayılabilecek ihtiyaç alanlarıdır. Bunların dışında ise öyle bir alan daha vardır ki, o alan Dünya’nın hiçbir yerinde, sokaktaki insanın tasarımına bırakılmamış, toplumların daima en seçkin kesimlerince şekillendirilmiştir. Bu alan, “düşünme stili”dir.

    İlk çağlardan itibaren en seçkin düşünürlerce kafa yorulan ve Rönesans döneminde bir norm haline gelen, “neden-sonuç ilişkisine dayalı düşünme stili”, bizim elitimizce benimsenip, geliştirilip yaygınlaştırılamamıştır.

    Bu boşluğu -her alanda ve her zaman olduğu gibi- yine sokaktaki insanımız doldurmuş, toplumumuz için -seçkinler de dahil- bir düşünme biçimi tasarımlamıştır. Bu “biçim”, iki karakteristik özelliğe sahiptir: “sürekli yakınmak” ve “sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle boğuşmak” !

    Bugün gelinen noktada, şu soruların yanıtlanması gerekir:

    1. Toplum ihtiyaçları doğrultusunda iyi ve gerçekçi tasarımlar yapabilen bir aydın kesime sahip olmaksızın, varlığından yakındığımız sorunları çözebilmemiz mümkün müdür?
    2. Bu sorunları, çok nadiren rastlayabileceğimiz “kurtarıcılar” yoluyla çözmek mümkünse, bu doğal olmayan sürecin yan etkileri neler olmuş ve de olmaktadır?

    Salı, 27 Ağustos 1996

  • Sizi Kimi Arıyorsanız Lider Odur!

    Ülkemizdeki “kanaat oluşturucu” kesim başta olmak üzere çoğunluğun ortak kanısı, ülke sorunlarını çözmeye ehliyetli lider(ler)in bulunmayışı nedeniyle bir kriz yaşandığıdır.

    Bu görüş doğru değildir. Ülkemizin çok sayıda sorunu olduğu doğrudur. Ekonomik sorunlar, terör sorunu, çevre bozulması, ahlak ölçülerinin aşınması vs ve bunların çeşitli kombinezonlarından oluşan onlarca hatta yüzlerce sorunumuz vardır. Ama tek olmayan sorun lider sorunudur.

    Toplumumuz istisnasız her alanda en uygun liderlere sahip olup, bu geçmişte böyleydi, bundan sonra da böyle olacaktır. Hatta yalnız ülkemizde değil, tüm toplumlarda da lider sorunu yoktur. Her toplum kendi ortalama tercihlerine en uygun lideri arayıp bulmakta ve başına geçirmektedir.

    Bir an için kuralın bozulduğunu ve toplumun tercihlerine uymayan bir liderin tesadüfen veya hileyle yada zorla gelip toplumun bir konudaki liderliğine -ki bu iktidar liderliği ya da futbol ligi liderliği olabilir- oturduğu farzedilse, çok kısa bir süre içinde toplum o lideri tasfiye edip yerine tercihlerine uygun bir diğerini getirecektir. (Bununla, her tasfiye edilen liderin toplumun tercihlerine uymadığı anlaşılmamalıdır.)

    Bir gün gelir, enerjinin sakınımı ilkesi değişebilir ama “toplum, tercihlerine uygun lideri bulur” kuralı değişemez. Peki hal böyleyse, hiç bir dönemde sonu gelmeyen “lider yok” yakınmaları neyin nesidir?

    Bu yakınmalar, ortalama toplum tercihlerinin dışında -alt veya üstünde- tercihlere sahip kesimlerle, ortalama tercihe sahip ama lider yoluyla beklediği menfaate ulaşamayanların yakınmalarıdır.

    Sokaktaki düz insan, bu yakınmalara bakarak gerçekten de ülkede “düzgün adam” bulunmadığı gibi bir kanıya kapılabilir. Bu kanı yaygınlaşır ve kökleşirse bu defa gerçekten de bir güven krizine yol açabilir.

    Bu nedenle, lider yokluğundan şikayet edenler, en uygun liderler tarafından yönetildiklerini bilmeli ve eğer samimi iseler, ne tür özelliklerde liderler aradıklarını bir daha ve bir daha düşünmelidirler.

  • SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİMİZ BAŞARILI MIDIR?

    Demokratik yaşam biçiminin, birisi hariç tüm kurumlarından vazgeçilmek gerekse, herhalde o tek `olmazsa olmaz’ Sivil Toplum Örgütlenmesi’dir.

    Toplumu oluşturan bireyler, ilgi ve çıkarlarını paylaşmak ve de savunmak için, o ilgi ve çıkarlar çevresinde örgütlenirler. Ancak, bu örgütlenmelerin başkalarının ilgi ve çıkarlarını zedelememesi için o başkalarının da örgütlenmiş olmaları gerekir. Aksi halde, tek yanlı bir ilgi ve çıkar savunusu ortaya çıkar ki, bu doğrudan doğruya başkalarının ilgi ve çıkarlarına bir tecavüz demektir.

    Böyle bir duruma `eksik örgütlenme durumu’ denilebilir ki bu, hiç örgütlenmemiş ve bir `üstün otorite’ tarafından yönetilmekten daha da kötü sonuçlar yaratabilir. Nitekim ülkemizin bugünkü durumu böyledir.

    Toplumumuzun niçin `tam’ örgütlenemediği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur*. Ama çeşitli nedenlerden birisi de, mevcut Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) nin genellikle başarılı olamayışlarıdır. İçlerinde etkin ve de yararlı çalışmalar yapanlar ise istisna denilebilecek kadar azdır.

    Bu genel başarısızlığın maliyeti yüksektir. Çok sayıda STÖ’nün üye ve destekleyicilerinin harcadıkları zaman, para, enerji ve de umutlarına ek olarak, bir de iyi çalışmış olsalardı STÖ’nin sağlayabilecekleri yararlardan mahrum kalınmaktadır.

    Pekiyi, bu başarısızlığın sebepleri nelerdir? Eğer bu nedenler doğru olarak belirlenebilirse bunlardan sakınmak mümkün olabilecektir.

    Önemlilik düzeyleri dikkate alınmaksızın başlıca nedenler şunlardır:

  • «SİVİL» Mİ «GÖNÜLLÜ» MÜ?

    Yabancı dillerde “hükümetle ilişkisiz” (non-governmental) biçiminde kullanılan deyim dilimizde genelde “sivil” olarak anılıyor. Buna, “devlete dayalı olmayan örgütlenme” demek daha doğrudur.

    “Sivil”, latince “civicus” kökünden geliyor ve halk, hemşehri, yurrtaş anlamlarına geliyor. “Sivil haklar” ise, vatandaşların siyaset dışı bireysel hakları olarak anlaşılıyor. Aynı zamanda askerlik ve din dışındaki işler için de sivil sözcüğü kullanılıyor.

    Bir de herhangi kişisel bir maddi karşılık beklemeksizin, yalnızca toplum yararına yapılan işler için kullanılan “gönüllü” sözcüğü var.

    Görüldüğü gibi üç ayrı deyim, üç ayrı boyuta karşılık geliyor: Devletle olan ilişki boyutu, siyaset-askerlik-din alanlarının içinde olup olmama boyutu ve nihayet hizmetin kişisel maddi karşılığı boyutu..

    Bu üç boyutun en az ikişer ucu bulunduğu düşünülürse, asgari altı ayrı kombinezon ortaya çıkmaktadır.

    Toplumumuzda bütün bu bileşimler için bir ayrım gözetilmemekte, hepsine birden “sivil toplum kuruluşu (veya girişimi)” deyimi kullanılmaktadır. Din işleriyle uğraşan dernekler, siyasi partiler ya da güvenlik görevlerini yaparken yaşamlarını kaybedenlerle ilgili kuruluşlara da “sivil toplum kuruluşu” denilmektedir.

    Ayrıca da, sivil toplum kuruluşu deyimiyle, toplum kuruluşlarından sivil olanlar mı yoksa sivil bir toplumun kuruluşları mı kastedildiği belli değildir.

    “Sivil”i medeni olarak çevirince daha da içinden çıkılmaz bir durum doğmaktadır. Medeni, bilindiği gibi Medine kentine ait anlamına gelmektedir. Aynen “kutsal”ın Kudüs kentine ait anlamına geldiği gibi!

    Yukardaki üç boyutlu olgunun tamamına birden tek isim vermek gerekirse “yurttaş girişimi” gibi bir deyim kullanılabilir. Durum böyle değil de, üç boyutun özel bir kombinezonu kastediliyor ise, o takdirde kastedileni tam ifade edebilecek şekilde her boyutu ayrı ayrı söylemek gerekir.

    Ama gündelik konuşmada en çok kullanılan, sanırım ki girişimin kişisel maddi karşılık olmaksızın yapıldığının vurgulanmasıdır. Bu nedenle de “gönüllü girişim” ve “gönüllü kuruluş” deyimleri daha bir yerine oturmaktadır. Ayrıca da Türkçe olması bir ayrı üstünlüktür.

    Ben bundan böyle bu deyimleri bu yaklaşım uyarınca kullanacağım. Yani kastim neyse tam onu kullanarak.

  • İŞ GÜVENCESİNİ DEVLET VEREMEZ, İŞGÜCÜ PİYASASI VEREBİLİR

    Bir gazete haberi, sağlık teknisyeni olarak kursa tabi tutulan lise mezunlarının, kendilerine verilen “iş güvencesi” sözüne rağmen işsiz kaldıklarından söz ediyor ve Sağlık Bakanı’ndan bu “güvence” nin yerine getirilmesini istiyor.

    “İş güvencesi”, bütün saklamalara karşı devletçi niteliği eski SSCB’den daha aşağı olmayan sistemimizin ürettiği yeni bir “kandırmaca”dır.

    Bundan evvel LİMME adıyla ortaya konulan ve 1985-88 arasında uygulanan ve “Beceri Kazandırma Programı”nın kötü bir taklidi olan uygulamada da aynı yanlış yapılmış ve lise mezunu gençlere (niçin lise mezunlarıdır o da bilinmez), “istihdam güvenceli” kurslar düzenlenmiş ve sonra da acemi berber eliyle usturaya vurulmuş kafa gibi ortada kalan gençler, “devlet bize güvence verdi, işsiz kaldık” diye tutturmuşlardı.

    Bu tür kursları düzenleyenlerin ve bunları onaylayanların öncelikle birer kursa tabi tutulmalarını öneririm. Bu kursta, katılanlara işgücü piyasası denilen mekanizmanın işleyişi anlatılmalı ve istihdam güvencesinin devlet tarafından verilemeyeceği, ancak piyasanın isteklerine uygun insanlar yetişiyorsa bunların doğal olarak istihdam güvencesine sahip olacakları öğretilmelidir.

    Aksi yapılırsa ne olur ? Cevap basittir. Güvence verirsiniz, sözünüzü tutamazsınız ve devletin güvenilirliğini zedelersiniz. O kadar. Ne eksik, ne fazla !

  • SERBEST DOLAŞIMDAN TÜRKLER KORKMALI !

    AT üyeliği konusunda Avrupalıların yıllardır başlıca engel olarak gördükleri “işgücünün serbest dolaşımı”nın, gerçekten korkulması gereken bir konu olduğu artık yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Ancak ufak bir farkla: Korkması gerekenlerin Avrupalılar değil biz olduğumuz farkıyla!

    Tam üyelik gerçekleşir ve niteliksiz işgücümüz Avrupa’ya yayılırsa ne olur?

    Hiç birşey olmaz. Sadece göçen insanlarımız, halen oralarda yaşamaya çalışan işsizlerimizin sayısını bir miktar artırır. Bu, Avrupa’nın sosyal yaşamına bir miktar olumsuz etki yapar.

    Ama madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde halen işsiz bulunan nitelikli işgücü Tükiye’ye akmaya başlarsa ne olur? Çok şey olur. Öğretmenler, mühendisler, bilim adamları, ve özellikle de politikacılarımızın büyük bölümü işsiz kalır.

    Bir engel gibi sanılan “Türkçe bilmemek” katiyen bir sorun değildir. Türkiye’ye gönderilen yabancı görevlilere kısa sürede mükemmel Türkçe öğretilebildiği ve ayrıca yeni teknolojiler yoluyla bunun daha da kolaylaşacağı dikkate alınırsa dil sorununun önemsiz olduğu anlaşılacaktır.

    Bu Türkiye için iyi olur mu? Şüphe edilmemelidir ki çok iyi olur.!

  • “SEKRETER”LER YOLUYLA NASIL HAKARET EDİLİR?

    Hukukumuzda hakaret, cezalandırılması gereken bir eylem olarak tanımlanmıştır.

    Ancak neyin hakaret sayılacağı konusunda kanaatimce büyük yanlışlar yapılmaktadır.

    Örneğin, “Aslan gibi” ya da “Ceylan gibi” denilince keyiflenen insanoğlu “yılan”, “sıçan”, “öküz” gibi hitaplardan hiç hoşlanmamakta, bunları hakaret olarak almaktadır.

    Aslında ne birincisi övgü ne de diğeri hakarettir. Tüm hayvanlar muhteşem varlıklardır.

    Dolayısıyla bu yolla hakaret etmek hem anlamsızdır hem karışıklığa yol açar hem de kanunlara göre suçtur.

    Hayvanların, büyük sistem içindeki yerinin bilincine varmış kişiler için ise hayvan adları hakaret anlamı taşımaz.

    O halde, kanunlara göre suç olmayan yöntemler geliştirmek lazımdır. Bilimde, teknikte, ekonomide, siyasette yeni ürünler geliştirmekte çok üretken olmayan insanımız çeşitli hakaret metodları üretmekte olağanüstü bir beceri göstermiştir.

    Çok çeşitli ürünlerinden bir tanesi sekreterler yoluyla hakaret etmektir.

    Bu metodu kullanmak isteyenler için tarifnamesini aşağıda arzediyorum.

    1. Önce, sekreter olmaya yeteneği bulunmayan bir hatun seçilir.(Unutkanlık, Türkçe bilmezlik, savrukluk, haddini bilmezlik gibi özelliklere bakılarak aranan bulunabilir.)

    2. Sekreterlik eğitimi gibi bir gerekliliğin saçmalık olduğuna inanılır ve bulunan bu hatun da inandırılır.

    3. Sekreterin, birlikte çalıştığı kimsenin dışarı bakan bir yüzü olmadığı, kapı önünden geçerken çalan telefonu duyup koştuğu telkin edilir.

    4. Sekreterin, birlikte çalıştığı kişinin yetkilerine sahip ama onun sorumluluğunu taşıyamayan bir kişi olduğu zannettirilir.

    5. Sonra sıra iş tanımına gelir. En önemli bölüm de zaten budur. Sekreterin görevleri şunlardır:

      1. Telefonla arayanları atlatmak için çeşitli standart numaraları öğrenmek ve yapmak (filan beyefendi şu an bina dışında bulunmaktadır, gece çok geç çıktılar henüz gelmediler, biz numaranızı alalım sizi ararız vs.)

      2. Kendisine bırakılan mesajları unutmak ya da bu mümkün olmazsa hiç olmazsa yanlış aktarmak

      3. Telefon aktarmaları sırasında sevimsiz müzik dinletmek ve sonra tekrar hatta girip “ne istiyordunuz” diye sormak,

      4. Okey, bay bay gibi kelimelerden oluşan yabancı dil dağarcığı oluşturmak

      5. Çalıştığı kuruluşla, dışarısı arasında aşılmaz, sinir bozucu bir engel oluşturmak.

    Belirtmeye gerek var mıdır bilmem ama, bu tanıma uyan sekreterler en çok kime zarar verirler bilirmisiniz? Sekreterliğin ne olduğunu anlamış, işini haklarıyla yapan sekreterlere. Eskilerin “kenarına bak bezini, anasına bak kızını al” sözü biraz değiştirilerek, sekreterlerin hizmet vermek “durumunda” oldukları görevlilerin kaliteleri anlatılabilir:

    “Sekreterine bak, amirini tanı”.