• UZLAŞMA NEDİR, NE DEĞİLDİR?

    Gün geçtikçe daha sık kullandığımız, fakat anlamı üzerinde durmayı pek gereksiz gördüğümüz kavramlardan birisi de uzlaşma’dır. “Milletçe uzlaşmaya ihtiyacımız var”, “liderler arası uzlaşma sağlanmalıdır” ve buna benzer uzlaşma önerileri giderek daha sık dile getiriliyor.

    Bu, uzlaşma denilen şey nedir? İki kişi, iki kesim ya da bir toplumun bütünü uzlaşabilir mi, nasıl uzlaşır, ne üzerinde uzlaşır, uzlaşmanın bilinen bir yöntemi var mıdır?

    Kavramları tanımlamak için en kısa fakat yanıltıcı yol onların ne olduğunu tariflemek; en uzun fakat güvenli yol ise onların ne olmadıklarını tanımlamaktır.

    Oldukça kısa ve yine oldukça güvenli bir yol ise bu iki ucun bileşimidir. Yani, o kavramın karışması ihtimali olan birkaç kavramı sayıp, sonra da ne olduğunu tanımlamak..

    Böylece mesela, uzlaşmanın, cinayet, cinnet, cesaret ya da alınganlık olmadığı gibi binlerce olmazı saymaktan kurtulmuş, ama ona yakın anlam taşıyan kavramlarla karışmasını da önlemiş oluruz.

    Uzlaşma neler değildir: Birincisi, pazarlık sonunda varılan nokta uzlaşma değildir. Pazarlık, tarafların bazı kayıplar vermeye ikna edilmeleridir denilebilir.

    İkincisi, görüşme ve müzakere sonunda varılan nokta da uzlaşma değildir. Görüşmeler sırasında, taraflar belki de aynı şeyleri ya da tam aksi şeyleri savunduklarını anlayabilirler. Bir bakıma zaten var olan fakat taraflarca bilinmeyenler ortaya çıkar.

    Üçüncü olarak, tahammül ve hoşgörü de uzlaşma değildir. Taraflar tek taraflı ya da belki karşılıklı olarak bazı şeyleri görmezlikten gelebilir ya da kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez taktiği izleyebilirler ki buda uzlaşma değildir.

    Uzlaşmayla karışması ihtimali yüksek olan ve zaman zaman uzlaşma niyetine kullanılan bu kavramlar dışarıda kalınca, uzlaşma için şöyle bir tanım yapılabilir:

    Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas olarak kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları ve bu gözden geçirmenin sonunda o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir.

    Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı, olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.

    Bu tanıma iyi bir örnek, çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı geleneksel anlayış yerine, son yıllarda giderek yaygınlaşan, çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği anlayışının geçmesi süreci olup bu tamamen bir uzlaşma örneğidir.

    Global rekabetin hemen hiç olmadığı ve ekonomilerin baskın vasfının ulusal olduğu geçmiş yıllarda çalışanların tek kazanma stratejisi çalıştırandan daha fazla hak elde etmek; çalıştıranların tek stratejisi de çalışanları ucuza çalıştırmak olmuştur.

    Ama gün gelip, ticarette ulusallıktan küreselliğe geçilince hem çalıştıran hem çalışan karşılarında yeni bir güç bulmuşlardır: kendilerinden daha iyi ve daha ucuza üreten rakipler!

    Bu defa, eski çıkar koşullarını gözden geçirmişler ve o koşulların değiştiğini görerek bu defa çıkarlarının rakiplere karşı güçlü olmak olduğunu, bunun da yolunun çalışan-çalıştıran çıkar birliği olduğunu anlamışlardır.

    Dikkat edilirse bu yeni anlayış, ne çalıştıranın çalışan üzerindeki baskısı ve tehdidi, ne de çalışanların direnişi nedeniyle oluşmamıştır.

    Buradan günümüz Türkiye’sine ve onun uzlaşma gereksinimlerine gelinirse, önce uzlaşmaya ihtiyacı olan tarafları tanımlamak gerekir. Bugünün karmaşık ekonomik ve sosyal ilişkiler Türkiye’sinde çeşitli açılardan taraf sayılabilecek belki yüzlerce kesim vardır. Hatta her T.C. vatandaşını bir taraf kabul edersek en az 30 milyon taraf vardır.

    Pratik olarak bu denli çok sayıda tarafın uzlaşması ve uzlaşabilse bile korunması güç olacağı için uzlaşma ihtiyacına yol açan nedenlerin tamamına değil, yeterince büyük kısmına bakmak gerekir.

    Pareto’nun 80/20 kuralı olarak bilinen, bir olayın %80 sonuçlarına nedenlerin %20’si yol açar kuralı burada da işe yaramaktadır. Ülkemizin toplam sorunlarının %80’i, Türk-Kürt, Laik-İslam ve Çalışan-çalıştıran tarafları arasındaki sorunlardan kaynaklanmaktadır.

    Bu üç grubun çıkarlarının tamamen aynı yönde olduğunu anlamaları için üç yeni kavram yeterlidir: Türkürt, laik müslüman ve çalışan-çalıştıran çıkar birliği..

    Türkürt, etnik kökeni Kürt (veya Türk) ama kendisini T.C. vatandaşı sayan kişidir.

    Laik müslüman, islamın temel inanç felsefesini benimsemiş, ama toplum yaşamında da akılcılığın egemen olmasını kabul etmiş kişidir.

    Çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği ise en kolay anlaşılabilecek olan yeni kavramdır. Rekabet gücümüzün ne denli düşük olduğunu görmek ve çatışarak vakit kaybetmek yerine rekabet gücümüzü geliştirmek için işbirliği yapmak gerektiğini idrak etmek yeterlidir.

    Toplumsal uzlaşma isteyenlerin bu üç kavramı toplumumuza anlatmaya çalışmaları, hergün uzlaşın denmesinden çok daha akılcıdır.

    Pazar, 17 Nisan 1994

  • ÜST ÜRÜN -ALT ÜRÜN

    Bir toplum alt ürünler üretemiyorsa üst ürünler de üretemez!

    Burada üst ürün (super products) deyimiyle, ekonomik kalkınma, iç barış, özgürlük ortamı gibi toplumun ihtiyaç duyduğu, ama daha basit yapı taşlarının biraraya gelmesinden oluşan kavramlar; alt ürün (sub products) deyimiyle de üst ürün’leri oluşturan bu yapı taşları kastedilmektedir.

    Sokaktaki insan normal olarak daima üst ürün’lerle meşguldür. Onun hangi bileşenlerden oluştuğu, hatta bileşenlerden oluşup oluşmadığı onu ilgilendirmez. Bu kavramlar, toplumu yöneten ve yönlendiren ya da yönetme veya yönlendirmeye talip olanların dağarcıklarında bulunması gereken malzemelerdir.

    Soyut görünümlü bu kavramlar, söz konusu bu kesimlerin kavram dağarcıkları içinde yer almamışsa, bu takdirde yerine getirilmesi imkansız vaatlerde bulunulması ama sonra da bunların yerine getirilemeyip güç durumlara düşülmesi kaçınılmazdır.

    Çirkin politika adı verilen olgunun başlıca özelliklerinden birisi olan “tutamayacağı sözü verme” hastalığının nedeni işte bu habersizliktir.

    Toplumumuz bugün, çirkin politika yerine alternatifler aramaktadır. Mevcuttan şikayetçidir ama yerine ne istediğini tam ifade edememektedir. Daha çok gelir, daha çok özgürlük istemektedir. Ama bunların birer üst ürün olduğunun farkında değildir. Bu ürünleri başkalarının üretip kendilerine sunacağını zannetmekte, politikacılar da bunları sunabileceklerini sanıp söz vermektedirler.

    Bu ürünler bizzat toplum, yani bireyler topluluğu ve dolayısıyla da bireylerce üretilebilir. O halde bireylerin ürettiği alt ürün’ler, onların tüketebileceği üst ürün’leri belirlemektedir.

    Ekonomik refah gibi bir üst ürün’ü arzulayan bireyler onun, zeka – bilgi beceri- ruhsal sağlık ve erdem alt ürün’lerinden oluşan nitelik dokusu’nun bir türevi olduğunu bilseler, kendilerine bol keseden refah vaadeden politikacıları seçerler mi?

    Bu aynen, “size ev vereceğim ama sizden birşey istemeyeceğim!” diyen bir kişinin durumuna benzer. Kendisine böyle bir vaatte bulunulan kişinin tek yapması gereken karakola başvurup kendisini kandırmak isteyen kişiyi şikayet etmesidir.

    İçinde yaşadığımız ekonomik bunalım günlerinden çıkıp, müreffeh bir hayata kavuşmak istemeyen hiç kimse herhalde yoktur. Ama bunun, mevcut alt ürün’leri üretmeye devam ettikçe mümkün olamayacağını bilenlerin sayısı da oldukça az görünmektedir.

    Dürüst politikacılardan beklenen, bu mekanizmayı halkın diline (hatta çeşitli kesimlerin dillerine) çevirip anlatmak ve onların halen ürettikleri alt ürün’ler yerine daha başka alt ürün’ler üretmelerini istemektir.

    İnsanımızın nitelik dokusunu oluşturan alt ürün’ler, bugün için ancak elimizde bulunan üst ürün’ü (refah düzeyi) tüketebilmeyi mümkün kılmaktadır. Buna razı değilsek -ki değiliz-, bu durumda nitelik dokumuzu geliştirmek zorundayız.

    Gerçek bir üretim toplumu haline gelebilmek, ekonomik refahın vazgeçilmez koşuludur. Bu ise daha buluşçu, daha yaratıcı bireylerle mümkündür.

    Bu güç hedef nasıl gerçekleştirilebilir? Bu kadar zaman var mıdır? Mevcut niteliklerimizi değiştirmeden bir çıkış yolu yok mudur? gibi sorular ancak zaman kaybettirir.

    Artık insanlarımız, politikacılardan bu katı gerçekleri ve bunlar için öngördükleri çözümleri duymak istiyor. Yeni Politika bu olmalıdır.

    Çarşamba, 15 Haziran 1994

  • ÜMİTLER BİTTİ, YAŞASIN YENİ ÜMİT !

    Ümit kadar iki yanı keskin bıçak yoktur. Yaşamın, bazen çekilmez hale gelen güçlüklerini, felaketlerini hep birşeyler ümidederek aşarız. Ümit olmasaydı, en küçük güçlükler bile insanları intihara sürükleyebilirdi.

    Ama aynı ümitler, birçok fırsatın heba edilmesine de yol açar. Daha iyi bir eş bulmak ümidiyle evlenmemiş bekar, daha iyi bir iş bulmak ümidiyle iş tekliflerini geri çevirmiş işsiz ya da kendiliğinden geçer ümidiyle doktora gitmeyip yatağa düşmüş hastayı o hallere düşüren de yine aynı ümit değil midir?

    Bu olumsuzluklara yol açan ümitlerin sönmesi, bu bakımdan insanoğlu için bir şans ya da yeni bir ümit, ama bu defa yüz güldürebilecek bir ümittir.

    Ekonomik çöküntülerin olumsuz yanları yanında yeni atılımlara gebe oluşunun nedeni işte bu “yanıltıcı ümitler” in bitişidir.

    Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturaları tabii ki ödenecektir. Bunların keyif verecek bir yanı yoktur. Ama, bir uzun rüyadan uyanıp gerçeklerin soğuk yüzüyle karşılaşmanın verdiği bir güven hazzı da yok mudur?

    Evet, artık aklı başında olanları yıllardır korkutan “üretmeden tüketme” rüyası bitmek üzeredir. Bitmek “üzeredir”, çünkü hala tam bitmemiştir ve işin kötü yanı da burasıdır.

    Hala, filan ülkeden gelebilecek bir borç, fişmanca borsada satılacak devlet garantili tahvil vs’nin uyuşturuculuğu altında, hala aynı imkansız rüyayı sürdürme peşinde olanlar ya da buna inananlar bulunabilir. O ümitler de tükendiği gün, toplumumuz gerçek sağlığına kavuşma şansını elde etmiş sayılmalıdır.

    The Day After” da ne yapılmak gerektiğine gelince;

    İlk yapılması gereken, bizleri bu rüyaya sürükleyen anlayışların derin beton çukurlara gömülmesi ve bir nükleer artık gibi hiçbir yolla tekrar yaşam zincirimize girmeyeceğine emin olunmasıdır.

    Çünkü bu yapılmadığı takdirde, aynı rüyanın tekrar gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Zira o filmi tekrar tekrar oynatmak isteyenlerin bulunacağından kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.

    Bu “betona gömme” işlemi açık, anlaşılır bir Ekonomik Manifesto ile yapılmalıdır. Ekonomik Manifesto iki ana bölümden oluşmalı, birinci bölümü tüm topluma, ikinci bölümü ise toplumun çeşitli kesimlerine hitabetmelidir. Şöyle ki;

    TÜM VATANDAŞLARIMIZA BİLDİRGE !

    Bir ekonomik kriz ve onunla iştirak halinde sosyal krizler yaşıyorsunuz. Bu durumdan kurtulabilmenin çaresi, bu bildirgede açıklanan durumu tam olarak anlamanız, içinize sindirip benimsemeniz ve sonra da gereklerini yerine getirmenizdir. Buna göre:

    1. Toplum olarak geleceğinizi ipotek ederek ve birbirinize borçlanarak hak etmediğiniz bir hayat yaşadınız. Bir bölümünüz diğerlerinden çok daha müreffeh yaşamakla birlikte, genel olarak sürdürdüğünüz yaşam düzeyi, sürdürmeye hakkınız olanın çok üzerindeydi.

    Çok çok küçük bir kesim ise gerçekten hak ettiğinden daha düşük standartlarda yaşamaya mecbur kaldı.

    Bu bir saadet zinciri idi. Şimdi ise zincir kopmuş bulunuyor. Bu saatten itibaren eski yaşam alışkanlıklarınızı bütünüyle değiştirmek durumundasınız.

    Bununla beraber, karşı karşıya bulurduğunuz durumu tam anlayabilir ve gereklerini yerine getirebilirseniz, sağlıklı bir toplum yaşamını kurma şansınız da olacaktır.

    1. Bu saatten itibaren, evinizin, işyerinizin görünür yerlerine ve mümkünse caddelere şunları yazıp iyice ezberlemelisiniz:

    • Yaratılmamış bir değerden pay istenemez.

    • Bir değer yaratmayan, bir karşılık alamaz. Bir değer yaratamayan ise, yaratanların yardımına muhtaçtır

    • Değer, ancak “nitelikle” üretilir. Daha yüksek nitelik, daha yüksek değer demektir.

    • Niteliğe dayanmayan değer ancak hırsızlıkla yaratılır.

    • iki toplumdan rekabet gücü yüksek olan, diğerini sömürür. Sömürülmek istemeyen rekabet gücünü yükseltmelidir.

    • Bİr toplumun rekabet gücü, bireylerinin rekabet güçlerine bağlıdır

    • Postacıları daha hızlı yürüyen toplumlar yavaş yürüyenlerden, daha zeki toplumlar daha az zeki olanlardan, daha az uyuyan toplumlar ise çok uyuyanlardan daha yüksek rekabet gücüne sahip olurlar.

    • Rekabet gücü yarışında torpil, rüşvet ve ukalalık sökmez. Hakemi Tanrı’dır.

    • TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE !

      Politikacılarımıza

    1. Geçimini sağlayabilecek bir mesleği ve işi olmayanlarınız, yani mesleği politikacılık olanlar -ne denli ünlü olurlarsa olsunlar- politikayı derhal bırakınız.

    2. Temiz Siyaset Yasası adlı bir yasa çıkarınız (EK-1).

    Sanayici ve İşadamlarımıza

    1. Rekabet Gücü’ nüzü artırmanın dışında ayakta kalma şansınızın bulunmadığı, Rekabet Gücü’ nün ana belirleyicisinin innovation olduğu, her innovation’ un bir teknoloji üretimi demek olduğu, teknoloji transferi denilen sürecin yurt dışından lisans ücreti ödeyerek teknoloji satın almak demek olmadığı gerçeklerini içinize sindiriniz.

    2. Ucuz işçi ile ucuz işçilik’ in farkını anlayınız. Ucuz ve kaliteli ürünleri ancak daha iyi sistemler kurarak üretebileceğinizi, bunun ise daha ucuz işçi çalıştırmakla mümkün olmadığının bilincine varınız.

    Çalışanlarımıza

    1. Çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı yalanını unutunuz. Çalışabilmeniz, sizleri çalıştırabilecek birileri olduğu sürece mümkündür. O halde ayakta kalabilmeniz, çalıştıranların ayakta kalmasıyla mümkündür.

    Çalıştıranları zorlamanız gereken tek nokta, daha iyi sistemler kurmaları, rekabet güçlerini artırmaları noktasıdır.

    Hükümetlerimize

    1. Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.

    2. Kilit kadrolarda bulunan ve oralarda bulunması gerektiği için değil de mağduriyetlerini önlemek vs gibi nedenlerle oralara getirilmiş bulunan bürokratları bir defada emekli ediniz.

    3. Güvenlik güçleri dışında, devlet memurlarının sayısını onda bire indiriniz. Gerisini emekliye sevkediniz. Kalan memurların maaşlarını birkaç misli artırınız. Sonra da hepsini gruplar halinde eğitime tabi tutup yeniden yapılanma için gerekli becerilerle donatınız.

    4. Emeklilere ikinci iş yasağını kaldırınız.

    5. Özel kesimle rekabet halindeki tüm KİT’leri bir defada kapatınız, birikmiş zararlarını siliniz. Öncelikle işletmeciliklerini, arkasından da mülkiyetlerini özelleştiriniz.

    6. Tekel durumunda olan KİT’lerin, ana amaç dışı işlevlerini özelleştirmek için T.B.M.M.’de beklemekte olan teklifin yasalaştırılmasını sağlayınız.

    Çalışan kadrolarını üçte bir azaltınız.

    Türkiye Taşkömürü Kurumu için ise özel yasa çıkarınız. Bu amaçla T.B.M.M.’de beklemekte bulunan teklifin yasalaşmasını sağlayınız.

    1. Her kapatılan KİT’in işsiz kalacaklarına yeniden istihdam imkanı yaratmak için T.B.M.M.’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirktetleri yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.

    2. Ücret ve fiyat artış oranlarını iki yıl süreyle %20’de sınırlayınız.

    3. Tüm götürü vergileri kaldırıp gerçek usulde vergiye çeviriniz.

    4. Tüm sübvansiyonları ve destekleme alımlarını kaldırınız. Koşulsuz teşvik ve desteklemeleri durdurup yeniden tanımlayınız (EK-2).

    5. Belgesiz hiçbir mal ve hizmet dolaşımı olmayacak şekilde belge düzenini kurunuz.

    6. Vergi oranlarını düşürüp, vergi iadesi oranlarını yükseltiniz.

    7. Kredi kartı kullanımını yaygınlaştırıp kayıt dışı ekonomiyi küçültünüz.

    8. Sanayi kuruluşlarının, kendi bankaları üzerinden kendilerini kredilendirmesini önleyiniz.

    9. Medya işletmeciliğinin hiçbir başka işle birleşmemesini sağlayınız.

    10. DPT’yi bütünüyle ve bir defada kapatınız. Özerk statülü bir Stratejik Planlama Enstitüsü kurunuz.

    11. Kamu arazilerinin işgaline karşı af niteliği taşıyabilecek kanun çıkarılamayacağı yönündeki Anayasa değişikliği önerisinin T.B.M.M.’den geçirilmesini sağlayınız.

    12. Kamu bankalarının az sayıda, konforlu ve ucuz konut yapması şeklindeki geleneksel uygulamayı durdurunuz. T.B.M.M.’de bekleyen Konut Edinimini Destekleme Sistemi yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.

    13. Ve nihayet, yukarıdaki önlemlerin hepsinden daha önemli olarak, “buluşçuluğu ve yenileştirmeciliği” (invention ve innovation) tam olarak destekleyiniz. Bu amaçla Patent Yasasını yenileyiniz. Her coğrafi bölgeye bir adet Patent Kütüphanesi ile bir adet Büyük Kütüphane kurunuz.

    Bu sıralanan ve bir “Acil Ekonomik Toparlanma Paketi”’ nin ana çizgileri niteliğinde olan maddeler, Türkiye’nin sosyal sorunlarını çözmesi için bir hazırlık mahiyetindedir.

    Bunların hemen ardından hatta mümkünse bu önlemlere paralel olarak iç barışı sağlayabilecek olan bir İç Barış Manifestosu’ na ihtiyaç vardır.

  • TÜRKİYE ÜZERİNE ÜTOPYALAR

    Gelmiş ve gelecek tüm çatışmaların içinden türetebileceği bir kavram aransa, acaba “yalıtma” (izolasyon) dan daha uygunu bulunabilir mi?

    “Küçük yapay ortamlar yaratıp”, onun içini arzularımıza göre düzenlemek, dışını ise ya içeriyi düzenlemek için gerekenlerin temin kaynağı olarak kullanmak ya da kendi haline bırakıp aldırmamak, “yalıtım” ın bir tanımı olabilr.

    Bu mantık bireysel yaşamdan Dünya düzenine denk her alanda yaygın olarak kullanılmaktadır.

    Elektrik enerjisi yetmediği için düşen voltajı regülatör kullanarak yükselten kişi, bireysel “yalıtım” için bir örnektir.

    Kendisi için yapay bir ortam yaratmakta, yapay ortamın içi için gereken ilave elektrik enerjisini, başkalarından çekmektedir.

    Başka ülkelerdeki doğal kaynakları kendi ülkesine aktararak (kolonyalizm vb yollarla), ülkesi içinde yapay bir zenginlik yaratan ülkeler de “yalıtım” kavramını kullanmış ve kullanmaktadır.

    Yalıtımın en yaygın örneği “coğrafi yalıtım”dır. A köyü B köyü ile, A şehri B şehri ile veya A ülkesi B ülkesi ile coğrafi olarak yalıtılmıştır. İster köy, ister il isterse ülke olsun (A) dakilerle (B) dekiler arasında bir çıkar zıtlaşması vardır. Bu çıkar zıtlaşması hiyerarşik bir yapı oluşturur. İllerin çıkarları söz konusu ise köyler, ülkelerin söz konusu ise iller bir cephede toplanır ve üst çıkar birliğinn çıkarını savunurlar.

    Yalıtım, kısa süre için avantaj sağlasa da bir süre sonra tıkanmaya başlar. Regülatör kullanarak evinin voltajını yükseltmeyi beceren kişi, bir süre sonra komşularının da bu yolu keşfetmesi üzerine sahip olduğu avntajı kaybedecektir.Bu durumda genellikle başvurulan çare, yalıtım alanını genişletmek, mesela apartman için daha büyükçe bir regülatör satın almaktır.

    Bu süreç, mahalledeki trafonun değiştirilmesine, o da yetmeyince yeni enerji santralı yapımının tartışılmasına kadar gidecektir.

    Bu örnekler çoğaltılarak olayın mekaniği irdelenirse görülecek olan, yalıtım olgusunun avntajları azaldıkça yalıtım çevresinin büyütülerek karşı konulduğudur.

    Avrupa Birliği fikri, Avrupa ülkelerinin -ki herbiri yalıtılmış birer alandır- tek başlarına yetersiz kalmaları sonucunda yalıtım çevresini genişletme biçiminde buldukları çözüme tipik bir örnektir.

    Bir süre sonra bu defa, bu “büyük yalıtılmış çevre” ile dışı arasındaki çatışma büyüyecek ve daha geniş yalıtımlar düşünülmeye başlanacaktır.

    Bu sürecin uzanacağı noktanın, yalıtımın ortadan kalkacağı yepyeni bir Dünya düzeni olacağı, bugününe kadarki gelişime bakarak söylenebilir.

    Bu girişin nedeni, Türkiye’yi Dünya’dan yalıtmaya dayalı ütopyaların, kısa dönem için Türkiye’ye avantaj, ama uzun vade için dezavantaj yaratacağına işaret etmek içindir.

    Bu yaklaşımın pratiğe nasıl uygulanacağı, aralarında “çıkar çatışmaları” yerine “çıkar birlikleri” bulunan belki onbinlerce şehir devletlerinin hangi süre içinde kurulabileceği ayrı düşünülmesi gereken bir konudur.

    Ama ne olursa olsun, “yalitım”ın ancak kısa erimli bir çatışma durdurma yöntemi olduğu bellidir. Türkiye üzerine tezler geliştirirken bu genel ve güçlü eğilimi gözden uzak tutmamak gerekir.

    Yalıtım olgusunun coğrafi boyutunun yanısıra bir de “varlık boyutu” bulunmaktadır.

    Bugün Dünyanın insanlara ait olduğu genel kabul görmektedir. Ancak bir kısım insan, eko-sistem’in daha güvenilir bir ev sahibi olduğunu savunuyorlar.

    Bu kesimden de daha küçük bir kesim ise, yalnız canlıların ve yalnız Dünya’nın değil tüm evrenin tüm varlıklarının bir bütün olduğunu, bunu daraltabilecek her yalıtma girişimi ya da uygulamasının yalnız insanı değil tüm sistemin işleyişini etkileyieceğini savunmaktadır.Bu etkilemeyi olumlu ya da olumsuzolarak nitelemek doğru değildir.

    İnsan (ya da başka canlı ya da cansız ögeler) sisteme ne etki yaparsa yapsın sistem sonunda yeni bir denge oluşturmaktadır. Bu kesindir.Kesin olmayan, yeni oluşan dengelerin mutlaka insana (ya da o etkiyi yapan diğer ögelere) yaşam şansı tanıyıp tanımayacağıdır.

    Bu yaklaşımın somut bir örneği insan hakları ihlalleridir. Bütün Dünyada bir numaralı sorun olan insan hakları ihlallerinin yine bir numaralı kaynak sorunu, bizatihi insanın başka varlıklardan üstün tutulması yani insanın yalıtılmasıdır.

    İnsan, sistemin bütünlüğü, onu oluşturan ögelerin her birinin diğerini etkilediği gerceğini bir yana bırakıp, bu ögelerden birine ayrıcalık tanıdığı anda felakete ilk adım atılmış olmaktadır.

    İnsan, kendinin üstünlüğü kararını alırken kendi dışındaki hiç bir varlığa (hayvan, bitki, taş, toprak) danışmamış, buna gerek dahi duymamıştır.

    Bunun haklı nedeni olarak da o varlıkların kendisiyle iletişim kuramadıklarını ileri sürmüştür.

    Amerikan zencileri de aynı nedenle yüzyıllarca köle olarak yaşamış, hiristiyanlar da aynı nedenle işkenceye uğramış, Bosnalı müslümanlar da aynı nedenlerle katledilmiştir.

    Doğayı kontrol etmeye soyunan insan, bu kararını yalnız kendine onaylatmış ve böylece sonsuz büyüklük ve çeşitlilikteki bir evrenin patronluğuna soyunmuştur.

    Bilinen tarihte acaba hiçbir başka yaratık, böylesine boş, böylesine aptalca bir serüvene girişmiş midir ?

    Coğrafi ve türsel yalıtımın bu gelip geçiciliği v e de yanlışlığı karşısında geleneksel Türkiye tezleri yerine, daha bütüncül bir bakış açısı hem daha alçakgönüllü hem de daha akıllıca olur.

    Bu coğrafyada yaşayan insanlarımız, içinde yeraldığı eko-sistemin ve de büyük sistemin bir parçası olduğunu unutmadan, sistemin geri kalan ögeleriyle çıkar çatışması değil çıkar birliği içinde yaşamını sürdürmeyi amaç edinmelidir.

    İçinde ve dışında bu amaca aykırı girişimler, küçük ya da büyük yalıtılmışlıklar yaratmaya kalkışmalar mutlaka olacaktır.

    İnsan, varlığını sürdürme haricinde tüm fonksiyonlarını aklı ile yerine getirir. Bu, “varlık sürdürme” işlevinin Tanrısal bir değer olduğu anlamına gelir. O halde, varlığnı yok etmeye yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı yalıtım girişimine karşı koymak, onu caydırmak “zorunda” dır. Ama bunu, karşı yalıtım amacıyla yapmamak zorunda olduğunu unutmadan!.

    Varlığını korumak için şiddet kullanmakla, çıkar sağlamak için şiddet kullanmak arasında büyük fark vardır. Ama dışarıdan her ikisi de aynı görünebilir.

    Tüm resme böyle bakılınca Türkiye coğrafyası içinde yaşamakta bulunan insanlara, onların görevlendireceği yöneticilerine, bilim adamlarına ve de sokaktaki insana düşen temel görevlerle, Yunanistan, Suriye ya da Cezayirde yaşayan insanların temel, görevleri tamamen benzerdir.

    Bu temel görevleri doğru anlayıp doğru yapabilmenin bilinen tek yolu da nitelikli bir insan dokusu için durmadan çaba harcamaktır. Tüm diğer insan faaliyetleri bu amaca hizmet edecek şekilde yeniden tariflenmek zorundadır.

    Milli gelir artışı, refah ve mutluluk gibi ara amaçlar daima daha yüksek zeka, bilgi -beceri, ruhsal sağlık ve ahlaka -ki bunlara kısaca nitelik denilmektedir- sahip insan dokusuna yönelik olmalıdır.

    Ancak böyle bir doku, kendini Dünyanın efendisi ilan etme sapıklığından uzak tutabilir ve diğer varlıklara “zarar vermeden”, onlarla “uyum içinde” yaşamı sürdürür.

    6 kasım 1995

  • TOPLUM SORUNLARINA İLGİ DUYANLAR İÇİN BAZI ÖNERİLER!

    Özellikle son zamanlarda, çeşitli adlar ve örgütlenme biçimleri altında biraraya gelen insanlarımızın, çeşitli toplum sorunlarına ilgi gösterdiklerini görüyoruz. Dernek, vakıf gibi bilinen türlerin yanısıra “platform”, “hareket” ya da “duyarlık grupları” gibi daha bağımsız örgütlenmelere de sıkça rastlanıyor. Bu, henüz gelişme sürecinin ‘bir yerlerinde’ bulunan demokrasimiz açısından son derece ümit verici bir gelişmedir.

    Her oluşum, olumlu beklentilerin yanısıra bazı potansiyel olumsuzlukları da içerir. Eğer bu olumsuzluklar bilinir ve baştan giderilebilirse, bu önemli toplumsal kaynak da heba edilmemiş olacaktır.

    Çeşitli biçimlerde oluşan bu örgütlenmelerden beklenen olumlu yan, ilgili oldukları konularda olumlu gelişmelere -doğrudan veya dolaylı olarak- yol açmalarıdır.

    Ama aynı oluşumların içerdiği potansiyel olumsuzluklar da vardır. Bunlardan başlıcaları, “yanlış sorun formülasyonu” ve “yanlış amaç saptaması”dır.

    Yanlış Sorun Formülasyonu, üzerinde çalışılmak istenen sorunu, içinden çıkılamaz hale getirir ve sonuçta şöyle -yersiz- bir yargıya varılmasına yol açar: Bu sorun çözülemez!. Bu, bir toplumsal gelişim potansiyelinin kaybolması, ayrıca da bu sorunu çözmeye kalkışanların ilerideki başka girişimlerini de caydırması demektir.

    Örneğin, “toplumumuzda, birey ve çeşitli kesimlerin, haklarını daha iyi savunmalarını sağlamak” gibi bir amaçla bir duyarlık grubu oluşmuş ise, ilk yapılması gereken, bu bu sorunun doğru olarak ifade edilmesidir.

    Sorun, doğru formda mıdır?

    Ortaya konulan sorunu ifade eden soru’nun doğru cevaplanabilmesi, herşeyden önce onun doğru formda olup olmadığına ve ayrıca aynı soru içinde, cevapları birbirinden farklı soru’ların bulunup bulunmadığına bağlıdır.

    Örneğin, bireysel olarak haklarını savunamamak ile örgütlü olarak savunamamanın nedenleri arasında zıtlıklar varsa, bu durumda sorunun cevaplanmasına imkan yoktur. Bu, yanıtları karşıt iki sorunun birleştirilmiş olduğu anlamına gelir ve bu durumda yapılması gereken, soruların birbirinden ayrılmasıdır.

    Bireysel ve örgütlü olarak savunamama nedenleri aranırken zıtlıklar olup olmadığına bakarak bu test uygulanabilir.

    Sorunun doğru formda olup olmadığının ikinci bir testi, soruyu ifade eden sözcüklerin birden fazla kavrama işaret etmesi halinde bu farklı kavramlara göre zıtlaşan nedenlerin bulunup bulunmadığıdır.

    Yukarıdaki örnekteki sorunun ilk sözcüğü olan “toplumumuz”, birçok kesimleri içermektedir. Öğrenciler, kadınlar, tüketiciler, silah altındaki erler, şoförler, sanayiciler, öğretmenler gibi yüzlerce kesim, hepsi toplum sözcüğünün içindedir.

    Örneğin, “tüketiciler”in haklarını savunamayışının bir nedeni “sanayicilerin güçlü oluşları”, “sanayiciler”in haklarını savunamayışlarının bir nedeni de “sanayicilerin güçsüz oluşları” ise buradaki zıtlık, bu iki kesimin birlikte ele alınmaması gerektiğini gösterecektir.

    Bu ikinci test açısından sorulması gereken bir diğer soru ise, bu kesimlerin hepsinin haklarını aynı düzeyde savunup savunamadıklarıdır. Örneğin sanayiciler haklarını iyi savunuyor ve öğrenciler savunamıyorlarsa, soru doğru formda sorulmamış demektir. Bu takdirde, haklarını koruyabilen kesimlerin “toplumumuz” sözcüğünden -yalnız bu amaç için- hariç tutulması gerekir.

    Daha doğru bir form önerisi!

    Yukarıda açıklanan testler altında, ortaya konulan örnek soru’nun, bazı çelişkili cevaplara yol açabileceği görülmektedir. Bu nedenle soru çerçevesini değiştirmeyen şöyle bir form testlerden geçebilir:

    “Bir toplumu oluşturan bireyler ve kesimler, çıkarlarını tam olarak savunabiliyorlarsa, o toplumda bir ‘çıkar dengeleri temeli’ oluşmuş demektir. Toplumumuzda, birey ve kesimlerin çoğunluğu çıkarlarını savunamadığından dolayı bu ‘çıkar dengeleri temeli’ zayıftır. Bu zayıf temel üzerine oturan ve aralarında demokrasinin de bulunduğu tüm üst-kurumlar da bu nedenle aksamaktadır. Acaba, bu zayıf temelin nedenleri neleridir?”

    İkinci tehlike : Yanlış Amaç Saptaması!

    ‘Yanlış sorun formülasyonu’ tehlikesi böylece aşıldıktan sonra ikinci tehlikeye de dikkat etmek gerekir. Bu, duyarlık grubunun ne yapmak istediğiyle ilgilidir. En kolay akla gelebilecek ‘amaç’, sorundan duyulan tepkinin bir biçimde dile getirilerek kolay ve süratli bir biçimde tatmin olmaktır.

    Bunun için toplumumuzda kullanılagelen geleneksel yöntemler, soruna dikkat çekmek için imza toplamak, yürüyüş yapmak, bildiri yayımlamak ya da gazeteye ilan vermektir. Bu yöntem yalnız duyarlık grupları tarafından değil idare tarafından da en çok kullanılan metottur. Yurt içi ya da dışından kaynaklanan sorunlara karşı çoğunlukla “şiddetle kınanmıştır” cümlesinin söylenmesinin yeterli sayıldığı hemen herkesçe bilinir.

    Gelişmiş demokrasilerde, seçenler ile seçilenler arasındaki ilişkiler, bu tür araçlardan fazlasıyla etkilenmektedir. Ülkemizde ise bu tür araçların kullanımı, biraz “nahak yere masraf etmek” anlamına gelir.

    Dolayısıyla, ülkemizdeki duyarlık gruplarının işleri biraz daha zordur. Bu nedenle, ilki kadar kolay olmayan şöyle bir yol izlenmesi yararlı olacaktır: Sorun “doğru formda” ifade edildikten sonra, bu soruna yol açan nedenler, o nedenlere yol açan nedenler ilh.. belirlenerek, daha anlaşılabilir, daha kolay çözümlenebilir, daha az girdisi olan “uç sorunlar”a ulaşılır. İşte bu “uç sorunlar”, duyarlık grubunun eylem planına ışık tutacaktır.

    Uç Sorunlar’dan bazıları yürüyüş yaparak, bazıları bildiri yayımlayarak, bazıları politikacılara faks bombardımanı yaparak, bazıları ise medyayı ilgilendirerek çözümlenebileceklerdir. Uç sorunlardan bir kısmı ise o an için ya da hiç bir zaman çözümlenemeyebilir. Bu da, ilgilenilen sorunun ne ölçüde çözülebileceği ile ilgilidir.

    Böylece, soruna “tek ilaç” ile yaklaşmak yerine “çeşitli ilaçlar” yoluyla yaklaşılacaktır. Uygulamada bu tür bir yaklaşım genellikle uzun vadeli sayılır ve pek tutulmaz. Zamanın darlığı, sorunun kronikleşmesi ya da başka nedenlerle daha çok, “hemen yapılıp sonucu alınıverecek” ilaçlar peşinde koşulur.

    Ama unutulmamalıdır ki BU TÜR İLAÇLAR YOKTUR!

    Cumartesi, 20 Ağustos 1994

  • TOPLUMSAL KALİTE ÇEMBERLERİ

    Kalite Çemberi Nedir?

    Kalite Çemberleri (Quality Circles), Japonlarca Dünya sanayi kültürüne kazandırılan ve günümüz sanayi ürünlerinde ulaşılmak istenen (ve birçok üründe de varılan) “sıfır hata” kavramının, üzerine oturduğu bir yönetim aracıdır.

    Bir ürünün üretiminde yeralan çalışanları 7 ila 10 kişilik gruplar (çemberler) halinde örgütlenmeye özendirerek, yaptıkları işin giderek daha hatasız, daha ucuz, daha basit, daha az çalışanla, çevreye daha az atık vererek, daha az fireyle, kısacası daha mükemmel yapılmasını sağlayan bu yöntem bugün son derece yaygınlaşmıştır.

    Japon Ulusal Kalite Çemberleri Derneği’ne kayıtlı yaklaşık 600,000 çember bulunduğu ve bir o kadar da kayıtsız çemberin varlığı bilinmektedir.

    Bir ürünün üretiminin tek tek bütün safhalarında daha mükemmele varmayı hedefleyen ve işyerindeki diğer çemberlerle olduğu kadar başka işyerleriyle de rekabet halinde bulunan bu çemberler birer sorun çözme grubu (veya iyileştirme grubu) durlar.

    Hangi ürünü üretirlerse üretsinler, hangi ülkede olurlarsa olsunlar bütün Kalite Çemberlerinde değişmeyen bir çalışma yöntemi vardır. Bu yönteme göre önce;

    • Belirlenen bir soruna yol açan neden(ler) araştırılır,

    • Bu neden(ler) önem sırasına göre sıralanır,

    • Sıradaki nedeni ortadan kaldıracak (veya etkisini azaltacak) bir çözüm planlanır,

    • Bu çözüm uygulanır, ne sonuç verdiği kontrol edilir ve daha çok iyileştirme sağlamak üzere yeni bir çözüm planlanıp aynı adımlar tekrarlanır.

    Buna, P-D-C-A (Plan-Develop-Control-Action) çevrimi denilmektedir.

    Belirlenen bir soruna yol açan neden(ler)in araştırılması için ise Japon bilim adamı Prof. Ishikawa’nın adıyla bilinen Ishikawa Diyagramı (veya Kılçık Diyagramı) denilen metod kullanılır.

    Bu metoda göre, kılçığın başındaki balık kafası bir sorunu, bu kafadan çıkan omurga üzerine saplanan (ve giderek küçülen) kılçıklar ise, o soruna (kafa) yol açan çeşitli nedenleri temsil eder.

    Ülkemizde birçok alanda kullanılan ASM-Ardışık Sorma Metodu da, benzer amaçlı olup bir soruna yol açan nedenleri, o nedenlerin nedenlerini ilh. sorgulamaya dayanır.

    Bu bültenin ileriki sayılarında Kılçık Diyagramları ve ASM hakkında uygulamaya dönük bilgiler verilecektir.

    Kalite Çemberleri Toplum Yaşamındaki Sorunlar için de kullanılabilir..!

    Evet, KÇ, toplum yaşamındaki irili ufaklı sorunların çözümü için de mükemmelen kullanılabilir. Nitekim KÇ’nin bu denli başarılı oluşundan sonra çeşitli ülkeler bunları kamu yönetiminde de kullanmak üzere harekete geçmişlerdir.

    KÇ’nin, sanayi dışında uygulanabileceğinin düşünülmesinin nedeni, demokrasi denilen ve aslında “katılımlı karar verme”den başka birşey olmayan sürece olan olağanüstü uygunluğudur.

    İnsanlar toplu olarak yaşarlarken, birçok hizmet ürünü üretirler. Bu ürünler (mükemmel) olmayıp kusurları vardır.

    İşte bu kusurlar insanların günlük yaşamındaki sorunlardır. Bunlar giderilebildiği ölçüde daha mutlu ve müreffeh olacaklardır.

    Bu olguyu tam anlayabilmek için, insanların karşıkarşıya oldukları ve onları manen ya da maddeten rahatsız eden sorunların genel yapısına daha bir yakından bakılmalıdır.

    Bu amaçla, haftalık bir gazetede çıkan bir yazımı buraya alacağım:

    Her Melanet Bir Küçüğünün Üzerinde Yeşerebilir!

    “Bilmem hiç tamircilere dikkat ettiniz mi? Bozulan TV’nizi onarmak üzere verdiğiniz kişiler, daima iki gruptan birisine dahildir: Önceki arızaların tekrarlanma olasılıklarını kestirmeye çalışıp, el ve göz yordamıyla yanmış bir kablo, kırılmış bir parça gibi “görünen” nedenleri kullanarak arızayı teşhis edip gerekli parçaları değiştirenler birinci gruptur.

    Tamircilerin çok büyük bölümü bu gruba girerler ve olağan durumlarda gayet ucuz ve süratli olarak işlerini yaparlar.

    İkinci gruptakiler ise görünenlerden yola çıkıp, o görüntülere hangi nedenlerin yol açmış olabileceğini araştırırlar. Bunu yapabilmek için de önce ellerindeki mekanizmanın nasıl çalıştığını öğrenirler. Bu gruptaki tamircilerin çalışması daha uzun sürer, sabırsız müşteriler ise bunlardan hoşlanmaz ve malları iyice elden çıkana kadar diğerlerine para verirler.

    İki grup arasındaki farklar ise şunlardır: El ve göz yordamıyla arıza arayıp onaranlar, o arızaya ne(ler)in yol açtığı ile ilgilenmezler. Dolayısıyla onarımdan bir süre sonra o aynı nedenler aynı arızaları -biraz daha kronikleşmiş olarak- yeniden üretirler.

    Önce mekanizmanın nasıl işleyip, göze çarpan arızalara nelerin yol açmış olabileceğini belirleyerek ilerleyenlerde ise aynı arıza tekrarlanmaz. Bu bir!

    İkinci farklılık daha da önemlidir: Bazı arızaların nedenleri çok karmaşıktır. Çeşitli parçalar üzerinden defalarca yansıyıp şekil değiştirdikten sonra olmadık bir yerden ve olmadık bir görünüşte ortaya çıkarlar. Ortaya çıktığı yeri ne kadar onarırsanız onarın arıza giderilemez, cihaz bir türlü çalışmaz, giderek daha da kötü olur. Bu tür arızaların, bu birinci gruptaki tamircilerce onarılabilmesine imkan yoktur.

    Bu benzetmenin nedeni, “televizyonların arızası şöyle giderilmelidir” gibi bir ukalalık etmek değil, toplumumuzdaki her türlü rahatsızlığın mekanizmasını anlamadan giderilemeyeceğini örneklemek içindir.

    Toplumu huzursuz eden sorunların herbiri, diğerinden bağımsız görünse de bunların çoğu aynı kaynaklardan türerler.

    Dalgın bir adam, işçi olarak çalıştığı fabrikadan çıkan mesela eksik parçalı araçlarda, evden çıkarken açık unuttuğu ocak nedeniyle çıkan yangında, kırmızı ışığa dikkat etmediği için arabasıyla çarptığı yayanın ölümünde ve alt dairesine yerleşmiş hücre evinden haberdar olmadığı için de yapacakları katliamda hep pay sahibidir ve neden hep aynıdır: dalgınlık!

    Ama dışarıdan bakan bir göz, eksik parçalı aracı, yangını, ölen yayayı ve terörislerin yaptığı katliamı birbirinden bağımsız olaylar olarak değerlendirebilir.

    Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz.

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiğini hayretle görebilirsiniz.”

    Buradan varılabilecek sağlam bir sonuç şudur: Önemli toplum sorunlarının temelinde dahi küçük sorunlar yatar. Onlar çözülürse büyük sorunlar da ya azalır ya da bütünüyle ortadar kalkar.

    Diğer yandan, insanlar hemen bütün sorunlarının kendileri dışındakilerce yaratıldığını düşünürler. Bu, büyük ölçüde doğru da olabilir. Ama ilginç olan nokta şudur: Herkes, birbiri için sürekli sorun üretmekte, herkes başkalarının ürettiği sorunlarla boğuşmakta hatta bazen boğuşmayıp altında ezilmektedir.

    İnsanlar, kendilerini rahatsız eden şeylerin, kendileri tarafından bir başka yerde bir başka zamanda yapılmış şeylerin benzerleri olduğunu görebilselerdi kendilerini düzeltmeye yönelirlerdi.

    Toplumu rahatsız eden şeylerin hepsinin (ama hepsinin), aslında bireyler, gruplar ya da toplumun bütününce yapılanların ta kendisi olduğunu görebilmek çok büyük bir terbiye aracı olsa gerektir.

    Şimdi çevrenize dikkatlice bakınız. İnsanlar nelerden şikayet ediyorlar?

    Üst kattaki komşusunun gürültüsünden, yere tüküren hemşehriden, bölücülük ya da terörden mi?

    Bunların benzerlerini o veya bu derecede, farklı yerde, farklı zamanda ve farklı içerikte yapmayan çok az kişi bulunur. Mesele, farklı gibi görünen şeyler arasındaki benzerlikleri yakalayabilmektedir.

    Örneğin ülkemizde bölücülükten şikayeti olmayan var mıdır? Çok küçük bir grup zavallı hariç herhalde yoktur.

    Ama; bir hemşehrisini bürokraside bir yerlere getirmek için uğraşanlar, ülkenin bütününe hizmet vermesi gerekirken yalnız kendi doğum (ya da seçim) yerine hizmet edenler, bunu olağan kabul edenler, destekleyenler, susanlar ve bunlara benzer melaneti yapanlar bir yandan bölücülükten yakınırken bir yandan da bölücülüğün yapı taşlarını bizzat dizmiyorlar mı?

    Aynı şeyleri okulculuk adına yapanlar, meslek dayanışması adı altında, bir mesleğin mensuplarına haksız çıkar sağlamaya çalışanlar acaba “bir avuç” mudurlar?

    İnsanlar, kendilerini rahatsız eden şeylerin aslında bizzat kendi davranışları olduğunu anlamalıdırlar. Dolayısıyla, bu ilişkiler zinciri içinde çoğu kimsenin tahsil edilmemiş bir “alacağı” yoktur.

    O Halde Çözüm; Toplumsal Kalite Çemberleri !

    Madem ki herkes birbiri için sorun üretmektedir, o halde sorunları azaltmanın bir yolu, kişilerin kendilerince üretilen sorunları çözmeleri için basit ve yaygın bir mekanizma kurmaktır.

    Bu mekanizma, insanları birer sorun çözme uzmanı sosyolog olarak değil, oldukları gibi kabul eden, ama çok sayıda insanı katılmaya ve basit sorunlarıçözmeye özendiren yaygın bir sistem olmalıdır.

    Sanayide başarıyla kullanılan Kalite Çemberleri yaklaşımının toplumsal sorunlar için de kullanılabilmesi mümkün görünmektedir. Yeter ki sistem iyi kurulsun..

    Toplumsal Kalite Çemberleri-TKÇ, Bir “Moda” Haline Getirilebilir!

    TKÇ uygulamaları bir “moda” haline getirilebilirse istenilen yaygınlık sağlanabilir. Moda haline gelme ise ancak bir koşulla mümkündor: Uygulamanın, bizatihi uygulayanlara da bir yarar sağlaması..!

    Hangi Sorunların Üzerine Gidilmeli?

    İnsanlarda bir özgüdü (self-motivasyon) yaratabilmek için onlara dışarıdan reçeteler vermek yerine, çözümleyecekleri sorunları kendilerinin saptaması için uygun ortam yaratmak gerekir. Buna göre, küçük “uyum ve güven grupları” halinde biraraya gelebilecek kişiler, birbirinden çok farklı sorunlar üzerinde çalışabilirler.

    Önemli nokta, hangi sorunların üzerinde çalışılacağı değil, birlikte sorun çözmek için biraraya gelebilmektir.

    “Uygun, Sorun Çözme Ortamı” Nasıl Sağlanabilir?

    • Önce Pilot Gruplar oluşturulmalı!

    Sorun çözme isteğine ve de yeteneğine sahip olduğu bilinen kişilerden oluşan birkaç grubun teşkili, atılacak ilk adım olmalıdır.

    • İkinci adım, eğitim!

    Pilot Grupların, basit sorun çözme teknikleri hakkında bilgilendirilmesi ise ikinci adım olmalıdır.

    Kılçık Diyagramı, Ardışık Sorma Metodu, Beyin Fırtınası, Kaynak Sorunlar gibi teknikler, basit olarak öğretilebilecek sorun çözme araçlarıdır.

    • Üçüncü adım, sorun belirlemek!

    Üçüncü adım, Pilot Gruplar’ın “çözülebilecek sorunlar” belirlemelerine yardımcı olmaktır. Grupların başarı kazanmaları, bunun diğerlerine örnek olması ve böylece arzulanan “moda”nın oluşması açısından bu gereklidir.

    Çözülecek sorunların, onları çözenlere de yarar sağlaması koşulu gözönüne alındığında, en verimli alanın “tasarruf” konuları olduğu görülecektir. Bu amaçla, her Pilot Grubun mesela 100’er adet potansiyel tasarruf konusu belirlemesi istenebilir ve bu listeler çoğaltılarak grupların birbirlerinden yararlanması sağlanır.

    • Dördüncü adım, duyuru!

    Pilot Grupların başarılarının çeşitli medya kanalları yoluyla olabildiğince duyurulması ve hatta biraz abartılı olarak duyurulması gerekir.

    Bir yandan bu duyuru faaliyeti yapılırken bir yandan da “sorun çözme için uygun ortam yaratma” faaliyetine yer verilmelidir.

    Bu “uygun ortam” şu araçlarla yapılabilir;

    1. Sorun çözme teknikleri konusunda eğitim vererek,

    2. Çeşitli sorunların saptanabilmesi için basit algoritmalar ve örnekler üreterek,

    3. Sorun çözme gruplarının (TKÇ) çalışması için yer, danışmanlık hizmeti vbg destekler sağlayarak,

    4. Benzer amaçlı yöresel organizasyonlarla işbirliği yapılarak, TKÇ tabanının genişlemesini sağlayarak. (Bu çerçevede, kurulmakta bulunan Beyaz Nokta Dernekleri ve Beyaz Nokta Vakfı ile ilişki kurulabilir)

    Bir-iki Örnek!

    Yukarıda adımları açıklanan TKÇ uygulamaları, her çeşit

    toplum sorununu konu alabilirse de bazı örnekler, yaklaşımın somutlaşmasına yarayabilir:

  • TEPKİSİZLİĞİ AŞMAK İÇİN İLK ADIM!

    Toplumumuzun “tepkisiz” olduğu, genellikle dile getirilen bir yakınmamızdır. İnsanlar ya da toplumlar ancak yok oldukları zaman tepkisiz olabileceklerine göre bu, doğru bir tanımlama değildir. Sorun’un doğru ifadesi, toplumumuzun gerektiği zaman, gerektiği biçimde tepki vermeyişi olsa gerektir. Daha iyi bir ifadeyle, “aralarında demokrasinin de bulunduğu tüm üst kurumların işleyişlerinde aksamalara neden olan, çeşitli toplum kesimlerinin örgütlenerek oluşturabilecekleri ‘çıkar dengeleri temeli’ nin toplumumuzda zayıf olması” biçiminde bir sorunumuz bulunmaktadır.

    Bu sorun’un ardışık nedenleri incelendiğinde*, genellikle dile getirilen “devlet, örgütlenmeye sıcak bakmıyor” tanısından başka nedenlerin de bulunduğu, bunlardan birisinin de tepki iletecek kanalların yetersizliği olduğu görülmektedir.

    Sosyal sorunlarda, nedenlerin dönerek sonuç olduğu ve bir “neden-sonuç kapalı döngüsü” oluşturduğu dikkate alınırsa, sebebi ne olursa olsun örgütlenmeye engel olan nedenlerin dönerek örgütlenmenin araçlarının gelişmesine de engel olduğu anlaşılabilmektedir.

    Bu tür kısır döngüleri kırabilmenin yollarından birisi de, anılan bu araçları geliştirmeye çalışmaktır**.

    Bir devlet dairesindeki görevlinin, kendisine herhangi bir amaçla başvuran bir vatandaşa davranışı -istisnalar dışında- standarttır: Vatandaş, borç istemeye gelmişçesine tepeden bakan, başvuru evrakında mutlaka bir sürü eksik bulan ve nihayet başvuru zamanını uygunsuz bulup ileri bir tarihe ertelemeye çalışan bir bakış açısı, bu standardın özetidir.

    Bunun sonunda doğan ilişki de yine hemen hemen standarttır; Ya üstten bir yerlerden getirilen bir kart, ya rüşvet, ya kavga, ya da çoğu zaman vatandaşın standart davranışı olan “emredilene boyun eğmek” !..

    Önereceğim önlem bu standart resmi derhal değiştirecek bir panzehir değildir. Ama oldukça etkili olacağına da şüphe yoktur.

    Önlem şudur: Her kamu kuruluşunun vatandaşla ilişkilerinde izlenmesi gereken adımların AÇIK VE KOLAY ANLAŞILIR biçimde yazıldığı birer rehber yayımlaması! Standart adımları belli olmayan işler rehber kapsamı dışında tutulabileceği gibi, onlar için dahi bazı usuller verilebilir.

    Bunu ilk yapması gereken kurum, belediyelerdir. Vatandaşla ençok ilgisi olan bu kurumlar, hangi işlem için nasıl başvurulacağı, aksi bir muamele, rüşvet vs. gibi bir talep halinde ne yapılması gerektiği, işlemin ne kadar sürede yapılacağı gibi önemli noktaları içeren birer rehber yayımlayabilirler. Önümüzdeki yerel seçimlerde aday olacaklardan istenmesi gereken vaatlerden birisi bu olmalıdır. Somut, işe yarar ve yapılmayınca da yüze çarpılması kolaydır.

    Bu önerinin bir diğer türü, TV ekranlarının bir köşesinde -bazılarında bulunuyor-, o an yayınlanmakta bulunan programla ilgili tepkilerin iletilebileceği bir faks numarası vermektir.

    Bize göre daha gelişmiş toplumlarda -örneğin Filipinlerde(!)-, TV’de yayınlanan her film için ekranın bir köşesinde “ebeveyn nezaretinde izlenmesi önerilir” gibisinden, yasak kokmayan ama sosyal sorumluluk ifade eden bir uyarı, -eğer özellikle küçük çocukların seks ve şiddet filmleri izlemesi amaçlanmıyorsa- yıllardır tartışılan bir konuda, devletin müdahalesinden daha medenice değil midir?

    Benzer şekilde, her köşe yazarının köşesinin altında kendisine erişilebilecek bir faks numarası vermesi, dile getirdiği konularda okurların tepkilerini iletmesine izin verecektir.

    Her şeyi getirip makro konulara bağlamadan, yasalara anayasalara koymadan becerebileceğimiz ve birer demokrasi eğitimi sayılabilecek bu tür önlemler, sivil toplum örgütlerimizin birer kampanya olarak yürütebilecekleri yararlı önlemlerdir.

    Tepki göstermeyen insanlar ve toplumlardan korkulmalıdır. Bu tür insanlar ve toplumlar durur durur ve tüm tepkilerini bir defada ve incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle birer patlama biçiminde dile getirebilirler. Bunları önlemenin yolu, onları tahripkar olmayan -aksine yönetimler için yararlı- biçimlerde deşarj etmektir.

    Bu işe öncülük edecek bir sivil toplum örgütü aranıyor!

    Pazartesi, 08 Mayıs 1995

  • İZMİR’Lİ MÜTEŞEBBİSLER

    Bu başlığı okuyanlar, “İzmir’li müteşebbislere ne olmuş?” diyecekler ve yazımın gerisine göz atacaklardır “diye düşünüyorum”.

    Ülkemizin girişimcilik haritasında en eski olma özelliğini taşıyan İzmir’li müteşebbislerin, genç girişimcilere yol gösterici bir etkinliğe katkıda bulunacaklarını tahmin ediyorum.

    Zaman içinde, müteşebbislerimizin deneyim dağarcıklarında bir çok malzeme birikmiş olduğunu bilmek zor değildir. Bu birikimlerden çeşitli şekillerde yararlanmak mümkündür. Bunlardan birisi “Girişim Klinikleri”dir. Girişimci adaylarının (ya da halen bu alanda bulunanların), yeni projelerini, deneyimli girişimciler önünde masaya yatırıp onların eleştirilerini almaya verilen ad, “Girişim Kliniği”dir. Bunun üzerinde ayrıca duracağım.

    Bu defa, bir başka önerim var: Müteşebbislerimizin dağarcıklarında, bürokrasiyle ilgili çok deneyim vardır. Bunların bir kısmı herkesin ortak deneyimi durumundadır. Örneğin vergi, işyeri açma hatta kapama gibi konularda hemen hemen tüm girişimciler belli deneyime sahiptirler.

    Bir de bunların dışında, “çok ilginç” denilebilecek tecrübeleri olduğunu da tahmin ediyorum, bir kısmını da biliyorum. Ama ne girişimcilerin ve ne de devletin, bu “ilginç” deneyimlerden haberi olmayabilir, çoğunlukla da yoktur.

    Bunların derlenip bir “vaka kolleksiyonu” haline getirilmesiyle, değerli bir eser ortaya çıkacaktır. İşte bu yüzden, İzmir’li girişimcilerimizden bunları bana yazmalarını rica ediyorum.

    Bu ilginç deneyimlerinizi öyle yazınız ki, mümkün olduğunca az redaksiyonla derlenip basılabilir hale gelebilsin. İsterseniz adınızı saklı tutarak, isterseniz açık yazarak bunları bir “Girişimcilik Deneyimleri Raporu” (ya da kitabı) adı altında yayımlamayı düşünüyorum.

    Eğer bu rapor ilgi görür ve hatta bir gelir getirirse onu da girişimcilik sorunları yönünde çaba harcayan bir kuruluşa (MÜTEŞEBBİSLER KULÜBÜ) bırakalım.

    Bana doğrudan (T.B.M.M.-Ankara) yazabileceğiniz gibi, GÖZLEM yoluyla da iletebilirsiniz.

    Ortaya çıkacak kolleksiyonun, hem girişimcilere hem de onların sorunlarıyla ilgileneceklere yardımcı olacağı ise kesindir.

  • Temiz toplum ve “Beyaz Nokta” (1)

    Tüm sorunlarımızda değişmeyen parçalar vardır. Bunlar aynen kimyadaki “periyodik tablo elementleri” gibi biraraya gelerek çeşitli sorunları oluşturuyorlar. Bunlara “kaynak sorunlar” deniliyor.

    Ülkemiz sorunları üzerinde yapılan çalışmalar, bunların büyük çoğunluğunun 15 grup altında toplanabilecek “kaynak sorun”dan oluştuğunu gösteriyor. Böylece oluşan sorunları da “kaynak sorun”lardan ayırmak için “görünen sorun” (ya da fantom sorun) deyimi kullanılıyor.

    İşte bu kaynak sorunlarımızdan birisi; çeşitli kavramların, tanımlanmamış olmaları yüzünden herkeste ayrı anlamlar çağrıştırmaları ve böylece yol açılan toplumsal iletişim bozukluğu problemimizdir.

    Diğer yandan, “temiz toplum”, bir süredir ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde kullanılan bir deyim… Rüşvet, yolsuzluk, dejenerasyon gibi kirliliklerden arınma anlamında kullanılıyor. Daha doğrusu herhalde öyledir!

    Çünkü bugüne kadar “temiz toplum” deyimiyle ne kastedildiğine, buna ne gibi anlamlar yüklenip nelerin dışarıda bırakılması gerektiğine kimse değinmedi. Böylece, “temiz toplum”, herkesin kendi meşrebine göre yorumladığı ve daha da ilginci herkesin kendini temiz, başkalarını ise pis olarak nitelemesine yardımcı olan bir kavram oldu çıktı.

    Şu bir gerçektir ki, bütün subjektif tanımlamalar gibi, temizlik (ve kirlilik), toplumdan topluma, zamandan zamana ve yerden yere değişen bir kavramdır. Belirli koşullar altında temiz olarak nitelenen bir olgu, bir başka yer ve/ya zamanda kirli sayılabilir.

    Ama bütün bunlar “temiz toplum” için bir tanım yapmamanın gerekçesi olamaz. Ayrıca da kavramı tanımlamaya çalışırken doğabilecek tartışmaların da yararlı bir yanı olacak ve kimin neyi temiz, neyi kirli olarak gördüğü konusundaki ayrılıklar da ortaya çıkmış olacaktır.

    Örneğin, bir bölüm insan (ben de dahil) kumar’ı kirli iş sayarken, belki bir başka kesim bunu, tarih boyunca var olduğu ve turistleri yolmağa yaradığı (yani öyle sanıldığı) için temiz olarak tanımlamaya kalkışabilecektir.

    Bence “temiz toplum”, aklın ve erdemin egemen olduğu toplumdur. Buradaki egemen olmak deyimi bilerek kullanılıyor ve mesela akılcılığın üstün tutulduğu ama yaşama egemen kılınamadığı durumlardan ayırmaya çalışıyorum. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmek, bunu kabul etmek ve hatta bunu savunmak ayrı, bu düşünceyi yaşamımıza egemen kılmak ise tamamen ayrı bir şeydir.

    Kirli olarak nitelenen tutum ve davranışlara dikkat edilirse, bunların hepsinde ortak olan yanın, akılcılık eksikliği olduğu görülecektir. Akılcılık ise evrensel düzene uyum anlamında kullanılmakta olup, buna göre erdem, akıl, ruh ve beden sağlığı ile bilgi beceriyi de içermektedir.

    Çünkü bunların herhangi birisindeki herhangi bir derecedeki yetersizlik, evrensel düzenden o ölçüde ayrılmaya neden olmaktadır.

    Buna göre, akıl egemenliği altındaki hiçbir tutum ve davranış kirli olamaz.

    Peki, kirli işlerin, onları yapanlara bir çıkar sağladığı da bir gerçek değil midir?

  • TEMİZ TOPLUM: GERÇEKTEN İSTİYOR MUYUZ?

    Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.

    Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.

    Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar”mı yapar yoksa “beyaz insanlar”da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?

    “Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.

    Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.

    İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.

    Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.

    Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.

    Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.

    Salı, 04 Ekim 1994