• NİHAYET BİZ DE KENDİMİZE VİZE KOYUYORUZ!

    Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. En çok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.

    İstanbul’a pasaportla girilmesi -ve tabii ki pasaportun zaman zaman vize ettirilmesi-, şehrin kalabalıklaşması karşısında bir önlem olarak yine gündeme geldi. Bu önlemi düşünenler ve onaylayanlar muhakkak ki düşüncelerini beğenmekte, böyle bir şeyi ilk defa yaşama geçirecek olmanın heyecanını duymaktadırlar.

    Bu heyecanı kontrol altına alarak, bu girişimin olası sonuçlarını, vize ya da pasaportun gerçek anlamının ne demek olduğunu, gerçekteki sorunun İstanbul’un artan nüfusu mu yoksa başka birşey mi olduğunu anlatmak biraz güç görünüyor. Ama bu konuda biraz olsun derinlikli düşünmeye katkıda bulunmak hepimizin ortak sorumluluğudur.

    Adı her ne olursa olsun, bir ülke vatandaşlarının o ülkedeki bir kente giriş-çıkışlarının, harp, salgın hastalık ve bu gibi geçici-zorunlu hallerin dışında kamu otoritesince izne bağlanması, hatta bağlanmak istenmesi bütün vatandaşlarının yüzlerine atılmış bir şamardır.

    Seyahat özgürlüğü, anayasamızın şimdiye kadar zedelenmemiş maddelerinden birisiydi. Böylece o da hizaya gelmiş olacaktır.

    Ekonomik faaliyetlerindeki yoğunluk nedeniyle iş bulma ya da kurma imkanlarının daha geniş olduğu bir yere göç etmek, en doğal sayılması gereken olgulardan birisidir. Bırakınız engellemeyi, özendirilmesi gerekir. Esas kaçınılması gereken, kırsal kesimde oturup yeterince katma değer üretmeden milli gelirden daha fazla pay talebetmektir.

    Bu tür iç göçmenler, göç ettikleri yerin kurallarına uymak kaydıyla bir sistemin dinamizmine katkıda bulunurlar. Kaçınılması gereken, kontrolsuz göç denilebilecek olgudur. Bu, hastalanan şişman bir kişinin kontrolsuz biçimde kilo kaybetmesi gibidir ve tehlike işaretidir. Kontrollu kentleşme ise istendik bir durumdur.

    Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.

    Peki durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, çoğu durumda olduğu gibi bu konuda da yanıltıcı çözümlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır

    İlk cevaplanması gereken soru, İstanbul nüfusunun hangi kaynaklardan beslenerek arttığıdır.

    Bir yerden -dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden-, mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.

    Sokaktaki insan bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktaki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.

    İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.

    İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.

    İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs. Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.

    Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup, yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.

    Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!

    Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.

    Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Taksim meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.

    Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?

    Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.

    İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.

    Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.

    İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.

    Peki bu, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek demektir? Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden; yani kente gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermelerini sağlayacak ve gerekirse yaptırım uygulayarak sağlayacak önlemleri uygulamadan, hiç kimseye yeni bir hizmet götüremez, götürmek sözü veremez. Bunun aksi, kuralsızlığın özendirilmesidir.

    Bazı iyileştirmelerin kısa süreli sonuçları yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açılırsa gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür.

    Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.

    Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, bu savın gerçekliğini göreceklerdir. O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.

    Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı kişilerin kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işleyerek hapishaneye girdiği herkesçe bilinir.

    Bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu yapılmazsa ne olur? Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, kente göç etmekte bulunanlardan, kente yararlı işler yapanlar ve kent yaşamına uyum gösterenler göçten vazgeçerler. Geri kalanlar ise dha da kolay gelmeye başlar ve bir “İstanbul pasaportu borsası” doğar.

    Mevcut nüfus içinden bazı uyanık (kural tanımazlık anlamında) kişiler, “filan kişiye, yanımda iş ve evimde yatak vermeyi taahhüt ediyorum” biçiminde pasaport koşulu pazarlamaya başlarlar. Bunun denetimi ise, denetimi yapacakları zengin eder.

  • NE OLUR VATANI BU KADAR SEVMEYELİM!

    Medyayı izleyip çeşitli makamlara gelmek için yarışan kişileri gördükçe, vatanımızı bu kadar çok seven bu denli çok yurttaşımızın olduğunu biraz sevinç biraz da kuşkuyla gözlüyoruz. İnsan bu örnekleri izledikçe aşağılık duygusuna kapılıyor ve bu vatan sevgisinin nasıl ürediğini öğrenme isteği depreşiyor.

    Yerel ya da genel yönetimlerde görev almak için birbirlerini çiğneyen bu insanlara hemen her yerde rastlamak mümkün. Özel sektörde, gönüllü kuruluşlarda, bürokraside, siyasette ve her yerde.

    Bu kişiler dikkatle dinlenildiğinde, hepsinde ortak olan noktanın “hizmet aşkı” olduğu, vatan sevgisinin, ise bu aşkın bir dışavurum biçimi haline geldiği görülecektir.

    Kuşkusuzluk (ezber) illetini biraz aşıp, bu “hizmet aşkı”nın kaynağı araştırıldığında, genel kanının aksine, maddi çıkar beklentilerinin pek büyük pay oluşturmadığı görülecektir. En azından, bir bölüm kişi için böyle bir çıkar katiyen söz konusu değildir. Hizmet aşkı hastalığının temelinde şu dürtülerin bulunması olasıdır:

    • Ezilmişlik : Herhangi bir veya birkaç nedenle ezilen ve kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan kişiler, en tehlikesiz yol olarak hizmet aşkını seçmektedirler. Böylelikle verdikleri zararın faturasını daima başkaları ödemektedir.
    • Değeri kendinden menkul olmak : Bilgilerinin kaynağı kendi olan ve inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için bunu başkalarıyla karşılaştırmayan kişiler, bunları uygulayarak başkalarının da yararlanmasını sağlamak ve böylece takdir toplamak yolunu seçerler. Fatura yine başkalarınca ödenir.
    • Bilgisizlik : Hizmet aşkını bir meslek haline getirdiği için dünyadan kopan, çevresindeki insanların ayaküstü söylediklerinden oluşan doğrularla yaşamak zounda kalan kişilerin durumu böyledir.
    • Tek doğrululuk : İlkokul üçüncü sınıftan sonrasını okumuş olanlara musallat olmuş kuşkusuzluk (tek doğrululuk, ezber) illetinin gündelik yaşama yansımasıdır. (Not: Bütün çabalara rağmen ezber üçüncü sınıftan aşağı indirilememiştir.)

    Bu tablo karşısında bir de şöyle bir gözlem vardır: Aklı başında insanlar, düşünebildikleri tüm yolları kullanarak, hizmet aşkı ve vatan sevgisiyle dolu bu insanlara uyarılarda bulunmakta, üretimsizliğe, buluşsuzluğa, mişgibiciliğe dayalı yolların sonunun hüsran olacağını anlatmaya çalışmaktadırlar.

    Fakat esas bu yol çıkmazdır. Bu hastalığa tutulmuş, illa da kendi usulleriyle vatana hizmet etmeyi kafasına koymuş kişilere hiçbir güç doğru yolları gösteremez. Dolayısıyla bu yolda harcanacak çabalar zaman kaybıdır.

    İzmirli iş adamımız Sayın Uğur Yüce’nin, sessiz yürüttüğü son derece önemli bir faaliyeti var. Önemli eserlerin 30-40 sayfalık çeviri özetlerini, bir dağıtım listesi uyarınca dağıtıyor. Son özetin adı “İFLAS 1995” (Bankruptcy 1995, Harry E.Figgie Jr., Gerald J.Swanson).

    Borcu borçla ödeme sarmalının, borcun faizini borçla ödeme noktasına geleceğini ve sonunda A.B.D. ekonomisinin kısa sürede iflas edeceğini rakamlarla açıklayan kitabın yazarları, bu fasit çemberin nasıl durudurulabileceğini tartışıyorlar. İlginç olan nokta, bütün analızlerin sonunda geldikleri yer, bu uyarıların bir işe yaramayacağı, vatandaşların inisyatifi ele alıp her türlü yolu kullanarak Amerikalı hizmet aşıklarını tuttukları yoldan vazgeçirmeleridir.

    Belli ki bu tür kaynaklara dayalı hizmet aşkları ve bunlara dayalı vatan sevgileri evrensel birer hastalıktır. Türkiye’de de kolay başa çıkılamayacağı anlaşılıyor. Bu durum karşısında yapılabilecek tek şey görünüyor: Bir bölümü ekonomik, geri kalanı sosyolojik olan ölümcül sarmaldan kurtulabilmek için, vatanı çok sevenlere güvenip ihale etmekten vazgeçmek ve vatanı sevdiğini daha anlamlı yollarla gösterebilen gerçek vatanseverleri teşhis ederek onlarla işbirliği içinde sorunlarımıza kendimizin sahip çıkması.

    Kaynağı olmayan sosyal politikaların uygulanması, verimlilik, rekabet gücü yüksek sistem tasarımı ve benzeri dayanakları bulunmayan ücret artışlarının durdurulması, ücret ve fiyat artışlarının sınırlanması gibi radikal önlemleri vatandaşlar alamayacağına göre ne yapılmalıdır.

    Bugünkü siyaset anlayışımızın ülkeyi felakete götürdüğünü; siyasetin, işsiz insanların geçim kaynağı olmaktan çıkarılmadığı sürece bu sarmalın kırılamayacağını anlamış insanlarımızın yeni bir siyasi ahlak normu oluşturmak için bir ağ oluşturmaları gerekiyor.

    Yeni Siyaset Andı” denilebilecek bu etik kod, siyasetten başka bir geçim yolu olmayan insanların, vatanı ne kadar çok severlerse sevsinler siyaseti bırakmalarını, siyasetin tam-zamanlı bir ekmek parası kazanma aracı olmaktan çıkarılmasını istemelidir.

    Vatanı biraz daha az seven, akıllı ve cesaretli insanlara ihtiyaç olan günler gelmiştir.

    5 Şubat 1999

  • ZİHİNSEL VİRÜSLER

    No 1-“BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM”

    Önümüzdeki birkaç hafta, toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. Bu hafta sıra en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!”

    “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kasdetmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi?

    Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hala anlamıyor ve Avrupa Birliği’ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur.

    Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.”

    Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim adamı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da.

    Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu?

    Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir.

    Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terkederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.”

    Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkanları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkanları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır.

    Evet ben de işimi yürütmet için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem”

    Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkan tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir.

    Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkansız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim!

    Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi?

    No 2-“EVET AMA YİNE DE”

    Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü hergün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz.

    İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur.

    Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyva kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar.

    Onbin yıldır kullanılageldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi -ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır-, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icadetmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkanı bulmuştur.

    Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icadedilmemiştir.

    Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkanına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye’nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”.

    Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denilen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?”

    Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.”

    Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır.

    İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkanı tanır. Hele yalnız icadeden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır.

    Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar.

    Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.

    No 3-“SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR”

    İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam” dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi.

    Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür.

    Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmalıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır.

    Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır.

    Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor!

    Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor.

    İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi?

    «Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın.

    Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları -yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre- kaldırmaya çaba harcayacağım.Haydi yolunuz açık olsun»

    Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek.

    ZİHİNSEL VİRÜSLER:

    No 4-“SANA NE!”

    Bu hafta sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!” (ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından -belki de bir numaralısı- olan yurttaş denetimini bir anda imkansız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir.

    Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir.

    Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?” biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir.

    Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?” gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!” şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir.

    Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır.

    Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”..

    “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydonoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkanı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur.

    Sevgili okurlarım,

    Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rastgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir.

    Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mindset) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır.

    Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?

    EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !

    “Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.

    Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.

    Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.

    Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.

    “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.

    Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.

    İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.

    Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.

    Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?

    “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?

    Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!

    Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!

    Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.

    Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

    8 Nisan 2000

  • ZAYIF BÜNYE HER HASTALIĞA AÇIKTIR!

    Trafik katliamları, içlerinde canavar bulunan bazı sürücüler tarafından yaratılmaktadır.

    Orman yangınları, tarla açmak, anız yakmak için ve terör örgütlerince çıkarılmaktadır.

    Laiklik, köktendinciler tarafından, demokrasimiz ise politikacılar ve askerlerce tahrip edilmektedir.

    Turizmimiz Yunanistan, Boğazlar Rusya, İşçilerimiz Dazlak’lar tarafından tehdit edilmekte; kamu arazileri mafya’ca yağmalanmakta; topraklarımız aşırı yağmur nedeniyle erozyona uğrarken, İstanbul ise aşırı yağmursuzluk nedeniyle susuz bulunmaktadır.

    Özet olarak tüm Dünya ülkeleri, doğa ve bizzat kendi insanlarımız, toplumumuza karşı düşmanca bir tutum içindedirler.

    İç ve dışındaki tüm ögelerin kendine düşman sayılması halinin bir ruhsal hastalık olduğunu biliyoruz.

    Türkiye’nin bu denli çeşitli düşmanı yoktur. Daha doğrusu düşman sahibi olmak bir “dışsal olay” değildir. Her toplum, gücü ile ters orantılı olarak düşman çeşidi ve etkinliğine maruzdur. Ülke ne denli güçsüzse o kadar çok düşmanı vardır. Güçlendikçe düşman sayısı azalır, zayıfladıkça artar.

    Hayatın kaynağı denilebilecek olan yağmurun, sel baskınlarına, trafik kazalarına, dere yatağı içine gecekondu inşa etmiş vatandaşlarımızın evsiz kalmalarına, havada asılı duran sülfür dioksidin asit yağmuru olarak tepemize yağmasına neden olabilmesi, bu Tanrı vergisi bereketin bize “düşman” olmasından değil, bizim beceriksizliğimizden türemektedir.

    Ülkemizin güçsüzlüğü, doğa’nın ve diğer toplumların doğal davranışlarının düşmanlığa dönüşmesine yol açmaktadır. Yani bizim düşmanımız tektir ve o da, bizim yetenek, bilgi-beceri, ruhsal sağlık ve erdem konularındaki yetersizliklerimizdir. Buna toplumun “nitelik dokusu yetmezliği” diyebiliriz.

    Düşünme stilimizi kalıpçılıktan nedenselliğe dönüştürebildiğimiz ölçüde bu gerçek düşmanı daha iyi teşhis edecek ve onu yenebileceğiz. Aksi halde düşmanlarımız her geçen gün çeşitlenecek ve de güçleneceklerdir.

    Pazar, 18 Eylül 1994

  • YUHALAMA İLLETİ !

    Gazetelerde sık sık fişmanca toplantıya katılan bir politikacının yuhalandığı ya da yuhalanma korkusuyla bir toplantıya katılmadığı gibi haberler yeralır.

    Gelişmiş ülkelerde, sevilsin ya da sevilmesin politikacıların yuhalanması değil, onun seçilmişliğine gösterilen bir saygının -ki toplumun kendi oyuna saygı göstermesidir- ifadesi olarak politikacıların alkışlanması adettir. Alkışlama, o kişilerin takdir edildiğini ya da sevildiğini değil sadece onları seçen “sistemin” takdir edildiğini göstermektedir. Ülkemizde ise böyle bir adet olmayıp bunun tam tersi vardır.

    Başlıca belirtisi “yuhalama” olan bu illetin acaba sebepleri nelerdir?

    Nedenlerden birisi, insanlarımızın tepkilerini dile getirme konusundaki çekingenlikleri ve bu nedenle de bu konudaki beceriksizlikleridir. Uzun süre herşeyi içine atarak tepkisini bastıran bir kişi, birgün birdenbire bıçağı çekip anlaşılmaz bir biçimde karşısındakini doğramaktadır.

    Yuhalama biçiminde bir çeşit saldırganlıkla ortaya çıkan illetin ikinci nedeni ise, insanlarımızın tek tek birşeyler yapmaktan korkmaları, bunun yerine ancak toplumun arkasına sığınarak tepki koyayabilmeleridir.

    Ama bu iki nedenin de altındaki Kaynak Sebep, insanlarımızın daima suskunluğa yönlendirilmiş, konuşmanın başkaldırı olarak sayılmış olmasıdır. Eski neslin edep ve terbiye ölçütlerinden birisinin de küçüklerin büyükler yanında konuşmasına izin verilmeden konuşmaması olduğuna göre, yaşı büyümüş insanların da hala “büyüklerimiz izin verirse konuşabiliriz” geleneğinden kurtulamaması doğaldır.

    Yuhalama, iletişimi tamamen kesen, durumu daha da içinden çıkılmaz yapan bir illettir. Muhtemelen, insanımızın konuşmasını istemeyenler, onları yuhalamaya teşvik etmekte böylece iletişim ortamını tamamen tahrip etmektedirler.

    Yuhalamak yerine bir kişinin kalkıp yumuşak ve terbiyeli bir ses tonuyla, “ sayın politikacı, siz anlamlı konuşmuyor bizleri aptal yerine koyuyorsunuz. size güvenmemizi istiyor ama bir yandan da size güvenmemizi gerektirecek hiçbirşey yapmamış olduğunuzu biliyorsunuz. Lütfen bizim zamanımızı bu şekilde almayınız. Ya bizi ciddiye alınız ya da biz sizi daha fazla dinleyemeyeceğiz ve de bundan sonra size oy vermeyeceğiz. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum” dese, bu çok daha unutulmaz bir ders olmaz mıydı?

  • “YENİ” ARAYIŞLAR, ANCAK “YENİ” TEMELLER ÜZERİNDE YAPILANABİLİR!

    Başta siyaset olmak üzere tüm toplum kurumlarında yeni arayışlar var. Bu arayışları doğru değerlendirebilmek ve buna göre, kurumlar için yeni yapılanma alternatifleri önerebilmek için, öncelikle, “arayış” genel adı altında toplanan eğilimler içinden bazılarını ayıklamak gerekir.

    Bunlardan birincisi, negatifliğin dışavurumu demek olan “salt şikayet”lerdir. “salt şikayet”, yapıcı bir sonuca erişmek için değil, başta “haset” olmak üzere çeşitli ruhsal sorunları tatmin etmek için yaygınlıkla kullanılan bir yöntem olup, bunu daha doğruya, iyiye ve güzele varmak amacını taşıyan eleştirel yaklaşımlardan kesinlikle ayrı tutmak gerekir.

    “Arayış” görüntüsü veren yaklaşımlar içinden ayrılması gereken ikinci parça, bir siyaset geleneğimiz durumundaki “aksini söylemiş olmak için eleştirmek”tir.

    Nihayet ayrı tutulması gereken üçüncü yaklaşım türü, işinin, topluma her konuda -ama her konudaki- doğruları öğretmek olduğunu düşünenlerin dile getirdikleridir.

    Bu üç “değersiz yaklaşım”ın ortak yanı, bunların hepsinin, sorunların “kaynakları”nı, bu kaynakları kurutabilecek yeni ilkeleri ve bu çerçevede uygulanabilecek çözümleri değil, yalnızca sorunların “görüntüleri”ni -çeşitli sivriliklerde- dile getirmeleridir.

    Çok yoğunmuş gibi görünen arayışlar’ı böylece -epey- seyrelttikten sonra, geri kalan “değerli arayışlar”ın yeni yapılanmalara nasıl dönüşebileceğine bakılabilir.

    “yeni arayışlar”la doğrudan uğraşan bir bilim dalı yoktur. Olsaydı, onun temel öğretilerinden birincisi her halde, “yeni yaklaşımlar ancak yeni temeller üzerinde yapılanabilir” biçiminde olurdu.

    Mevcut kurumlarımızın üzerinde yapılandığı “mevcut temel”in özellikleri nelerdir? Yeniden yapılanacak kurumlarımızın üzerinde kurulacağı “yeni temel” nasıldır? İki temel arasında ne gibi farklılıklar vardır? Ve nihayet, eski temeller üzerinde yeni yapılanmalar niçin mümkün değildir?

    “mevcut temel”i tanımlayabilecek karakteristikler şunlardır:

    1. Düşüncelerden birisini çürütmeye, böylece karşıtını kanıtlamaya dayalı, uzlaşmaya kapalı, kutuplaştırıcı, “evet-hayır mantık sistemi”,

    2. Sorunların nedenlerini tedavi etmek yerine belirtilerini ortadan kaldırmaya çabalayan sorun çözme biçimi,

    3. İyi tanımlanmamış, içi isteğe göre doldurulmaya uygun kavramlardan kaynaklanan yetersiz toplumsal iletişim ve bunun sonuçlarından birisi olarak; demokrasi, insan hakları ve bu gibi üst-kavramları oluşturması gereken “insan nitelik dokumuz”, “buluşçuluk”, “üretkenlik” gibi alt-kavramları dikkate almadan üst-kavramlar çevresinde sürekli -ve de boş yere- tartışmak,

    4. Siyasetin, onunla uğraşanlara, toplumunkiyle çelişen çıkarlar sağlaması gerektiğine inananların, toplum çıkarlarıyla çelişmeyen yararlar sağlaması gerektiğine inanlara üstün geldiği ve bunun adına particilik dendiği bir siyaset anlayışı,

    “Yeni yapılanma”nın, üzerinde yer alacağı temel’in özellikleri ise aynı sırayla şu şekilde özetlenebilir;

      1. “Evet” ile “hayır” arasında bir uçurum değil, bir sürekli geçiş bulunduğunu, doğruların mutlak değil göreli olabileceğini kabul eden uzlaşmacı mantık sistemi,

      2. Sorunların belirtilerini, onların kaynaklarına inmek için kullanan, kısa vadede belirtileri gidermeye çalışırken, orta vadede ise kaynakları ortadan kaldırmaya yönelen ve çok sayıdaki toplum sorununun, az sayıdaki “kaynak sorun”dan doğduğunu kabul eden sorun çözme biçimi,

      3. Her birinin çevresinde ortak anlayışlar oluşmuş kavramlara dayalı bir toplumsal iletişim ve bunun bir sonucu olarak, hangi üst-kavramın hangi alt-kavramlardan oluştuğuna ilişkin sağlam bir toplum bilinci,

      4. “Temiz Siyaset” adıyla sembolize edilebilecek olan ve toplumun her bireyinin birer siyasi parti gibi hareket edebildiği ve birörnek düşünme’yi zorunlu kılan, liderler diktası’na çanak tutan mevcut kitle particiliği yerine, her konu için ayrı ağ’lar (network) kurabilen özgür iradeli bireylere dayalı bir siyaset anlayışı.

    Başlıca özellikleri böylece sıralanan iki ayrı temel’in karşılaştırılmasından kolayca çıkarılabilecek bir sonuç, “yeni arayışlar” olarak sembolize edilen ve tüm kurumları “akılcılığa” ve “temizliğe” dayanan yeni yapılanmanın, mevcut temel üzerinde kurulabilmesinin “mümkün olamayacağı”dır.

    İnsanlarımız, tek tek ve/ya örgütleri -resmi ya da gayrı resmi- aracılığıyla çeşitli konulardaki düşüncelerini -kısmen ya da tamamen- dile getirebilmektedirler.

    Ama, yukarıda değinilen dört konuda en küçük bir tartışma söz konusu değildir. Bu göstermektedir ki, bu konular üzerinde toplumsal bir uzlaşı vardır ve bunlar birer sorun olarak görülmemektedir.

    İşte sorun, bu yanlış uzlaşıdadır. Başta, toplumumuzun düşünce önderleri olmak üzere tüm düşünenleri, bu dört konunun önemini ve bunlarda bir “yenileşme” (innovation) olmaksızın “yeni arayışlar”ın “beyhude ve pahalı arayışlar” olmaktan ileri gidemeyeceğini idrake çağırıyorum.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”

    Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.

    İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.

    Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)

    Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.

    Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.

    Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.

    Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!

    Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.

    Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.

    Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.

    Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..

    Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.

    Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!

    Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.

    “Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.

    Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?

    İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?

    Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?

    Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.

    Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?

    Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!

    Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.

    Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!

    İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.

    Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.

    Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.

    “Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.

    Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.

    “Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.

    İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994

  • İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI

    Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,

    Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:

    “BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!

    İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”

    Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.

    Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.

    O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.

    İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…

    İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.

    Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.

    Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.

  • VATANA İHANET !

    “Dün gece Beşiktaş’ta bir eve giren iki hırsız, ev sahibinin su içmek için kalkmış olması nedeniyle yakayı ele vermiş ve nöbetçi mahkemeye çıkarılan hırsızlar vatana ihanet suçundan tutuklanmışlardır.”

    “Aynı gün, kiracısını evden çıkarmak için çeşitli yollar deneyip beceremeyen ev sahibi karakola başvurarak kiracısının vatana ihanet ettiğini ihbar etmiş, ancak görevli bekçi vatana ihanet koşullarının tam oluşmadığı gerekçesiyle iddiayı kabul etmemiştir.”

    “Diğer yandan, rakip takımdan para alarak uyduruk gol yiyen bir kaleciyi taraftarlar “vatan haini” şeklinde protesto etmişlerdir.”

    Bütün önemli kavramlar gibi vatan ihaneti kavramını da tanımlamayarak, herkesin, önüne gelene vatan haini yakıştırması yapmasına yol açan toplumumuz, Atatürk adını nasıl sıradanlaştırmışsa şimdi de vatan haini deyimini her an, her yerde, herkes ve her sebeple söylenebilir bir sıradanlığa getirmektedir.

    Meydan nutku atan politikacı rakibine, bir bankacı rekabet edemediği diğer bankacıya, gecekonducu aday gecekonduyu onaylamayana büyük bir rahatlık içinde vatan hiyaneti suçlaması yapmaktadır.

    Bunun olası sonucu şudur: Vatan hiyaneti o denli sıradan, ciddiye alınmaz, olur olmaz yerde söylenen bir laf haline gelecektir ki, gerçekten vatan hiyaneti suçu işleyen birisini bu kavramla suçlamak gülünç hale gelecek, böylece vatan hiyaneti de artık kolayca yapılabilir bir fiil olup çıkacaktır.

    Toplumumuz için melanet üretmeyi kendine iş edinmiş birilerinin tezgahından çıkmadıysa, bu yeni ürünün saf bir ahmaklık örneği olduğu bellidir.

    Bunların kasden yapılmadığı bellidir. Ama eğer kasden yapılsaydı farklı bir sonuç doğar mıydı?

  • VAKUM!

    Latince “vacare” (boş olmak) kökünden gelen ‘vakum’, dilimizde ‘boşluk’ anlamında kullanılıyor.

    Bir kabın, dış ortamla ilşkisi kesilir ve sonra da içindeki hava boşaltılırsa içinde oluşan vakum öylece kalır, bir başka madde o boşluğu dolduramaz. Ama kap, tam kapalı değilse oluşan vakum derhal dolmaya başlar.

    Sosyal yaşam da aynen bu son örnekte olduğu gibi işler. Bir boşluk doğdu mu derhal bir “şey” tarafından doldurulur. Adalet sisteminin çek ve senet tahsilatında yetersiz kalışı bir vakum’dur ve bu boşluk “çek-senet mafyası” nca doldurulmuştur. Örneğin çok sıkı mücadele edilip çek-senet mafyası yokedilse ve adalet sistemine dokunulmasa derhal bir başka “vakum doldurucu” mekanizma gelişecektir.

    Sosyal yaşamda vakum doldurucu mekanizmaların çok örneği vardır. Akmayan sular nedeniyle kaçak tankerlerle su taşıma, can güvenliğini koruyamayan polis örgütü nedeniyle korumacılık sektörünün gelişmesi, konut edinme sisteminin yetersizliği nedeniyle oluşan gecekondu mafyası, hep birer vakum doldurucu mekanizmadır. Bunların tümü kendi sektörleri için birer ‘mafya’ dır.

    Mafya ile mücadelede çok sağlam bir kural, onun üzerine doğrudan gitmemek, onu yaratan vakum’u teşhis edip o boşluğun düzgün bir sistemle “dolmasını” sağlamaktır.

    Buradan görülmektedir ki zaman zaman gazetelerde okuduğumuz ve iyiniyetli olduğundan şüphe bulunmayan, “mafyanın beli kırılmıştır” gibisinden beyanatın hiçbir anlamı yoktur. Mafyayı temsil eden tüm “baba” lar toplanıp bir yere hapsedilse dahi, yeni “baba”ların ortaya çıkması bir fizik kanunu kadar kesindir.

    Mafya ve vakum ilişkisi üzerindeki bu girişin amacı, bu kavramlarla ilgisi -toplumumuzda- henüz keşfedilmemiş sorunlara da ışık tutmaktır. Bu sorunlardan birisi, dindarlığın en tahripkar karşıtı olan “yobazlık”tır.

    Her namaz kılıp oruç tutanın, her inançlı insanın fanatik olarak nitelenmesine yol açan bu “çok tehlikeli” olgu, yukarıdaki tanım uyarınca bir “mafya”dır ve her mafya’da olduğu gibi mutlaka bir vakum nedeniyle, o boşluğu doldurmak amacıyla doğmuş ve de gelişmektedir.

    Mafya ve vakum ilişkisi, mafya’nın ortaya çıkmasına neden olan vakumun, “mafya eğilimli” kişiler veya örgütler değil, toplumun saygın ve mafya kavramına karşı, hatta onunla mücadele eden kişi ve kesimlerince yaratıldığını göstermektedir. Gecekondu mafyası, o örgütlerin mensuplarınca değil, konut sorunu ile ilgili, iyi niyetli, bilgiili, saygın ama konut sorununu çözebilecek yaklaşımlara sahip olmayan kişilerin yeraldığı belediye ve devlet kurumlarınca yaratılmıştır.

    Ancak, mafya oluşumlarının anatomisi, bu tür oluşumların yalnızca vakum nedeniyle doğmadığını, doğsa bile yaşayamadığını göstermektedir. Bir mafya’nın doğuşunun “gerek şartı” o alanda bir vakum’un bulunması, “yeter şartı” ise, o mafyanın varlığını sürdürebileceği bir “uygun ortam”ın mevcut olmasıdır.

    “Yobazlık” olarak adlandırılan mafya türünün oluşumu için de bir “vakum” ve bir “uygun ortam”a gerek vardır. Yobazlık için “uygun ortam” da mafya mensuplarınca deği, aynen vakumun doğmasında olduğu gibi saygın, bilgili ve hatta iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılır.

    Yobazlığın yeşerebileceği “uygun ortam”, toplumun, bazı temel doğrular konusundaki kanaatlerinin deforme oluşu yoluyla oluşmuştur.

    “Yoktan var etmek Allah’a mahsustur” ve “var olan şey yok olmaz, ancak şekil değiştirir” kurallarının birincisi dini, ikincisi bilimsel bir “temel doğru” dur ve her ikisi de tıpatıp aynı şeyi söylemektedir.

    Hiç fizik okumamış bir kişi dahi bu iki doğrudan en az biri tarafından doktrine edilmiştir. Ama, toplum yaşamı boyunca sürekli olarak bunların aksi yönde bombardımana tabi tutulan bir kimse, bir süre sonra yoktan birşeylerin var olabileceğine inanır.

    Ve bu kapı birdefa açıldı mı, ondan sonra en aykırı “yeni temel doğrular” dahi bu kapıdan girebilirler ve yeni bir “ortam” oluşturmaya başlarlar.

    İşte bu “eğri doğrular” yoluyla oluşan “uygun ortam” içinde bir vakum meydana gelince derhal bir mafya da ortaya çıkar.

    Yıllardır TV’lerde üç öğün önümüze koyulan “devlet herşeyden güçlüdür, hiç birşey onu tahrip edemez”, “enflasyona kimseyi ezdirmiyoruz”, “üretmeden de refah mümkündür yeter ki bana oy ver” ve daha onlarca “eğri”, toplumun dini ya da bilimsel kaynaklı “doğru” larını deforme etmiş ve “mafya(lar)”ın üremesine uygun bir ortam yaratmıştır.

    Toplum böylece, devletin, kendi vergilerinden başka bir besleme kaynağı olmayan bir hizmet örgütü olduğu “doğru”sunu terkedip ” “herşeye muktedir olağanüstü bir yaratık” olduğu “eğri”sini benimsemiş; herhangi bir çaba göstermeden yalnızca filan liderin arkasından gitmenin refahı için yeterli olduğu “eğri”sini doğru sanmış ; kimseyi ezmeyen bir enflasyonun olamayacağı “yalan”ını “gerçek” olarak kabul etmiştir. İşte mafya için “uygun ortam” budur.

    “Vakum” ise, diğer bütün mafyalarda olduğu gibi, saygın, bilgili ve iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılmıştır.

    Yobazlık denilen mafya türü, çağdaş kıyafetli, çağdaş söylemli, çağdaş tavırlı, yobazlığa düşman kişi ve kurumların yönetim ve yönlendirmesindeki “eğitim sistemi”nin yarattığı bilgi-beceri vakumunu doldurmak üzere oluşmuştur, diğer faktörler de bu oluşuma yardımcı olmuşlardır.

    Eğitim sistemi adı verilen ve hiç kimseye yararlı bir bilgi-beceri-davranış kazandıramayan oluşum, bu vakum’un ta kendisidir. Bu vakum nedeniyle oluşan yobazlık kurumu, bu defa kendini koruyup güçlendirecek ögeleri içine çekmeye, onlardan yararlanmaya başlamıştır.

    Yobazlığı destekleyen kişi, örgüt ve ülkelerin fonksiyonları bundan ibarettir. Onların işlevi, doğan vakumun doldurulmasına katkıda bulunmak ve de vakumu genişletmektir. Bu yaklaşım, yobazlıkla nasıl başaçıkılabileceğinin anahtarıdır. Gösteri yapmak, kınamak, bildiri yayımlamak gibi eylemler bir tek gerçeği göstermektedir. O da, bu mekanizmanın nasıl oluşup işlediğinin anlaşılmadığı! Her türlü mafyayla -gerçekten- mücadele etmek isteyenler, önce onun mekanizmasını anlamaya çalışmalıdırlar. Pazar, 09 Ekim 1994