• Şort ve kepin misyonu var da…

    Çocuklar arasında yapılan bir beyin fırtınasında şu soruya cevap vermeleri istenmişti: “bir bardak ne işlere yarar?”

    Verilen cevaplar (https://tinaztitiz.com/3499/bir-bardak-ne-islere-yarar/) yalnız bir bardağın değil herhangi bir şeyin ne kadar çok işe yarayabileceğini gösteriyordu.

    Bu çeşitliliğe karşın bardağın temel varlık nedeni tektir ve o da “sıvı içmek”tir.

    Bir şeyin “nelere yaradığı” ile “temel varlık nedeni” arasındaki basit görünümlü ama derin fark, kurumsal yönetim açısından değerli bir araçtan -ülkemizde- niçin yeterince yararlanılamadığını bize düşündürmelidir.

    Bu araç “temel varlık nedeni”, “öz-niyet”, “misyon” gibi adlarla anılmaktadır.

    Otomobil üreten bir şirketin temel varlık nedeni “otomobil üretmek”, danışmanlık yapan bir şirketin misyonu “danışma hizmeti vermek”, gazete çıkaran bir kurumun öz-niyeti “halka haber vermek” değildir. Bunlar iştigal (uğraşı) konularıdır ama temel varlık nedenleri değillerdir.

    Bu şirketlerin birer öz-niyetleri olabilir ya da olmayabilir. Eğer yok ise bunlar, birkaç kez geri-dönüşüme uğratılarak bağlayıcı selüloz lifleri iyice kısalmış, böylece dış görünüşü mükemmel ama en ufak çekiştirmede yırtılan kağıtlar gibidirler.

    Hisseleri el değiştire değiştire sahipleri belirsiz hale gelmiş şirketlerin durumları böyledir. Sağlıklı görünüşlü ama içten çürümüş; niçin var oldukları belli olmayan ticari tümörlerdir.

    Bir ara yaygın olan çok ortaklı işçi şirketlerinin durumları tam olarak böyleydi. İçlerinde bayağı büyük sermayelerle kurulmuş devasa şirketler vardı, ama onlara can verebilecek bir temel varlık nedeni ortaya koyabilecek sahipleri yoktu.

    Öz-niyet, misyon ya da temel varlık nedeni, bir kuruluşun başlıca sahibinin parmak izi gibi özgün bir niteliğidir. Doğruluğu-yanlışlığı, iyiliği-kötülüğü ya da güzellik-çirkinliği tartışılmaz.

    Bir kişi temel varlık nedeni olarak “muhtaç insan bırakmamak” kavramını benimsemişken bir diğeri pekalâ “kendisine rakip bırakmamak, bir yolla hepsini yoketmek” öz-niyetine sahip olabilir. Bir başkası “yeni bir dünya görüşünü egemen kılmayı“, bir diğeri ise “her şirketi, sanata destek olacak bir kurum haline getirmek” kavramını misyon edinmiş olabilir. Bunların hiçbiri diğeri ile karşılaştırılmamalıdır.

    Bunlar birbiriyle karşılaştırılmaması gereken varlık nedenleridir ama hepsinin ortak bir yanı vardır: bu varlık nedenlerini ortadan kaldırdığınızda kuruluşlar, sağdan soldan esen rüzgârlara karşı nereye gideceği belli olmayan bir yelkenli haline gelirler.

    Ticari şirketlerle yapılan çalışmalarda “temel varlık nedeniniz nedir?” sorusuna genellikle verilen cevap “para kazanmak, kâr etmek” şeklindedir. Kâr etmek bir şirketin -hattâ herhangi bir kurumun- varlığını sürdürmesi için zorunlu bir gerekliliktir, ama temel varlık nedeni değildir.

    Para kazanmak, kâr etmek, bir başka şey için gereklidir. İşte o “şey” -her ne ise- kuruluşun misyonu, öz-niyeti, temel varlık nedenidir.

    Peki böyle bir misyon belirlenmeden kurulmuş şirketler ne olacaktır? Onlar, içlerindeki ve hattâ dışlarındaki kişi ve kurumların sürükledikleri yerlere doğru gideceklerdir. Misyonsuz bir şirketi örneğin genel müdürü kendi misyonu doğrultusunda bir yerlere götürebilir. Bu misyon çok insancıl bir varlık nedeni olabileceği gibi “müstakil bir villada huzurlu ve rahat bir gelecek yaşamak için dünyalık yapmak, bunun için de şirket sahip(ler)ini soymak” biçiminde de olabilir.

    Şirket sahibinin bir öz-niyet sahibi olması, kuruluşun tüm karar ve eylemlerinin o niyet yönünde olması için gerek koşul‘dur ama yeter koşul değildir. Kendi misyonunu yeterince yaygınlaştıramamış çok sayıda kuruluş yine de başkalarının misyonları doğrultusunda oradan oraya sürüklenebilirler.

    Kuruluşlara niçin var oldukları sorulduğunda genellikle “ne gibi yararlar sağladıklarını” anlatırlar. “Şu kadar kişiye iş imkânı sağlıyoruz; şu kadar vergi veriyoruz; şu kadar katma değer üretiyoruz, ihracat yapıyoruz vs vs“. Sorunun cevabı halâ açıktır: “sağladığınız yararlar tamam, ama siz niçin varsınız?”

    Eleştirilere başlarken genellikle ülkemizde, toplulumuzda gibi nitelemelerle başlamak adet olmuştur. Bu yazının başında da öz-niyet yoksunu kurumlardan söz açarken “ülkemizde” vurgulaması yapılmıştı. Peki ülkemizde böyledir de başka ülkelerde durum nedir? Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde temel varlık nedeni o denli yaygın bir kurumsal yönetim aracıdır ki, misyonu net ifade edilmemiş kuruluş yoktur demek bile caizdir.

    Hattâ daha ileri gidip, mal ve hizmetlerin dahi misyonları bellidir. İşte bir örnek: spor şortları, kepleri gibi malzemeler üreten bir Avrupa firmasının keplerine taktığı karton etiketlerin üzerinde, bu kepin temel varlık nedeni şöyle yazılıdır (ve gerçekten de öyle olduğu tecrübeyle sabittir): “Amacımız basittir: sizi hiçbir şeyin -rüzgâr, yağmur, soğuk ya da sıcak- ferahlatıcılığı deneyimlemenizden alıkoymamasını sağlamak.”

    Peki, kep ya da şortun niçin var olduğunu bilmesi, ama koca koca kuruluşlarımızın göğüslerini yumruklayıp paragraflar dolusu palavraları misyon diye üretip arşivlerine koyması ne demektir?

    Bir deyiş, bunun ne demek olduğunu söylüyor: “bir kül tablasına bakıp tüm evreni anlayabilirsiniz“.

    Peki şimdi bir soru: Cumhuriyet de bir kurum olduğuna göre, temel varlık nedeni nedir, yani niçin vardır?

    Niçin var olduğunu düşünmemiş ve/ya bunu kuruluşun içinde yaygınlaştıramamış kurumlar varlıklarını -bugün ne olurlarsa olsunlar- sürdürme açısından tehlikededirler. Bu soruyu sormaya gerek görmeyen, cevapladıklarını zannedenler ise çoktan ölmüşlerdir.

    6 Temmuz 2004

  • Yaşam öğrenmeden başka bir şey değilse, peki o zaman!

    Aşağıda, yaşam içindeki çeşitli “öğrenme bağlamları”na örnekler verilmektedir. Bunlar çeşitlendirilebilirse ve yaşamın neredeyse bütünüyle “öğrenme”den ibaret olduğu somut biçimde gösterilebilirse, “okul yoluyla öğretme”ye dayalı eğitim yerine, “okul ve okul dışı ortamlarda öğrenme” yoluyla eğitimin ne büyük bir imkânlar kapısını açabileceği ortaya çıkacaktır.

    Bu denli çok sayıda öğrenme’nin, 6-18 yaşları arasındaki okul çağımızın sadece %10’unu (evet yanlış okumadınız sadece yüzde on) oluşturan zaman diliminde, hem de bizim dışımızdaki birilerinin (öğretmen) bizim adımıza bu işi yapmasıyla mümkün olamayacağı daha iyi görülebiliyor mu?

    Bizlere öğretilen, ihtiyaçlarımızın bize ancak başkalarınca öğretilebileceği, kendi kendimize öğrenemeyeceğimizdir. Okullarda öğrenmeyi öğrenme denilen şey de yine öğretmen tarafından “öğretilen”lerin boşluklarının doldurulmasıyla sınırlıdır.

    “Eğitim şart” deyimi ile kastedilen de, karada-havada-denizde her türlü sorunun ancak ve yalnız “öğretme” yoluyla çözülebileceğidir.

    Trafik kazaları, birileri o insanlara nasıl kaza yapmayacağı öğretilmediği için olmaktadır. Depremde yıkılan çürük binalar müteahhitlere nasıl ev yapılacağı, belediye yetkililerine usulsüz ruhsatın nasıl verilmeyeceği, ustalara demirin nasıl büküleceği, içinde oturanların jip mi sağlamlık denetimi mi tercihinin nasıl yapılacağı öğretilmediği için meydana gelmektedir.

    Belediyeler, birileri onlara önceliklere göre paranın nasıl harcanacağını öğretmediği için saçma işler yapmaktadır. Velhasıl her ne sorun varsa bize o sorunun nasıl çözüleceği öğretilmediği için olmaktadır.

    Bunların tümü yanlıştır, zırvadır ve saçmadır.

    Bu kadar çok şeyi kimse kimseye öğretemez. Ayrıca kimseye de isteğinin dışında bir şeyler öğretilemez. Eğer öğretilme yoluyla bir şeylerin yapıldığı sanılıyorsa o sadece korkudan dolayı yapılyordur.

    Nitekim öğrenciler dünya ekseninin niçin eğik olduğunu, üçgen iç açıları toplamının niçin 180 derece olamayacağını, sıfırla bölmenin niçin olamayacağını, ikinci dereceden bir eğrinin türevinin ne demek olup ne işlere yaradığını  merak ettikleri için değil sınav korkusundan “öğrenmiş gibi” yapmaktadırlar. İnanmayanlar çocuklarına sorup en küçük bir fikirleri olmadığını görebilirler.

    Bu sarmalı kırabilmeli, bu öğretilme bağımlılığından kendimizi ve gelecek nesilleri koruyabilmeliyiz. Toplumda sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılığından ürkenler bu endişelerinde haklıdırlar ama öğretilme bağımlılığı bunlardan daha da kötüdür. Eğer bir gün, uyuşturucu ve öğretilme bağımlılığı arasında bir tercih yapılacak olsa duraksamadan uyuşturucu bağımlılığı seçilmelidir.

    O halde, yaşamımızı başkalarının bize öğrettiği, öğretmeye razı olduğu, nelere ihtiyacımız olduğunu bizim adımıza tahmin ettiklerine bağımlı olarak değil, kendi özgür tercihlerimize göre yaşamak istiyorsak, adına “öğrenme devrimi” diyebileceğimiz bu paradigma dönüşümünü becerebilmeliyiz.

    Tüm anne ve babalar, öğretmenler, idareciler, politikacılar, bürokratlar bunu farketmeli, bir toplumun varlığını sürdürebilmesinin ancak ve yalnız öğrenebilmesiyle mümkün olabileceğini farketmelidir. Öğretilme bağımlısı toplumlar aslında yokturlar, onlar başkalarının esiridirler, başkaları istediği kadar ve istediği sürece yaşıyor “gibi” yaparlar.

    Aşağıda, sadece zihinleri tahrik etmek için örnekler verilmiştir. Tabii ki yaşam bunların tanımladığından çok çok daha geniştir. Sizlerden isteğim, bu listeyi genişletici katkılarınızı bana (tinaz@tinaztitiz.com) yollamanızdır. İşte birkaç örnek

    1. Kendini korumayı öğrenme:

    1.1.   Gaspçıdan, hırsızdan

    1.2.   Depremden

    1.3.   Mafyadan

    1.4.   Trafik teröristlerinden

    1.5.   Sokak kazalarından

    1.6.   Aldatılmaktan (ticarette, alış-verişte, evlilikte, astlarınca, üstlerince, çalıştırdıklarınca, patronunca, vaatlerde bulunanlarca, dezenformasyon yayanlarca vd)

    1.7.   Sağlığını korumayı:

    1.7.1. Beslenme yoluyla:

    1.7.1.1.Uygun kiloda kalabilmeyi

    1.7.1.2.Yararlı ve zararlı yiyecekleri belirlemeyi, bulabilmeyi, uygunsuz yiyeceklerden korunabilmeyi

    1.7.2. Bedeninin ihtiyaçlarını karşılama yoluyla:

    1.7.2.1.Egzersiz yapmanın esaslarını öğrenerek

    1.7.2.2.Yaşam biçiminin değiştirilemez koşullarıyla bedeninin ihtiyaçlarını uzlaştırmayı öğrenerek

    1.7.3. Sağlığını korumaya yardımcı olabilecekleri bilme yoluyla:

    1.7.3.1.İyi doktoru, iyi hastaneyi nasıl bulacağını öğrenerek

    1.7.3.2.Bunların kötülerinin iyilerinden nasıl ayırdedileceğini öğrenerek

    1.7.3.3. Çevreyi ve doğayı korumayı öğrenme

    1.8.   İşi varsa işini kaybetmekten

    1.9.   İşi yoksa gelir yetmezliğinden:

    1.9.1. İş bulma yöntemlerini öğrenerek

    1.9.2. Zaman satmayı öğrenerek

    1.9.3. Çevresindeki ihtiyaçları görebilmeyi öğrenerek

    1.9.4. Gereksiz giderlerini azaltmayı öğrenerek

    1.9.5. Ek gelir yaratma yollarını öğrenerek

    1.10.Zamanını heba edenlerden (randevusuna geç kalarak, uzun konuşup yazarak vd)

    1.11.Zihinsel temizliğini (kendi ideoloji ve inançlarını benimsetmeye çalışanlardan, bizim yerimize düşünenlerden, reklamı beyin yıkama sananlardan, zihinsel virüs – https://tinaztitiz.com/3624/zihinsel-virusler/ bulaştırıcılardan vd)

    1.12.Amaç belirsizliğinden

    1.13.Kızgınlıkların kendisine zarar vermesinden:

    1.13.1.   Yararlanılacak bir yan bularak

    1.13.2.   Sakinleştirici yöntemleri öğrenerek

    2. Başkalarının akıllarından yararlanmayı öğrenme:

    2.1.   Öğrenme Çemberleri yoluyla

    2.2.   Mentor edinme yoluyla

    2.3.   Ortak akıl üretme teknikleri yoluyla

    2.4.   Doğru soru sorma tekniği yoluyla

    2.5. Etkin dinleme yöntemlerini öğrenerek

    3. Biyolojik öğrenme:

    3.1.   Spor yoluyla:

    3.1.1. Kaslarının belirli hareketleri öğrenmesi

    3.1.2. Metabolizmasının, çalışma hızını öğrenmesi

    3.1.3. Kalp atışlarının ihtiyaca göre artıp azalmayı öğrenmesi

    3.2.   Aşılanarak hastalıklardan korunmayı

    4. İçe dönük öğrenme:

    4.1.   Kendini mağdur hissetmemeyi

    4.2.   Kendi doğrularından sıyrılıp açık hale gelebilmeyi

    4.3.   Kendini değiştirebilmeyi https://tinaztitiz.com/3705/kendini-degistirme-iradesiyetersizligi-ve-bir-yaklasim/) ya da “bildiğini” uygulayabilmeyi –ki öğrenme budur-

    5. Dışa dönük öğrenme:

    5.1.   Evlilikte uyum sağlamayı

    5.2.   Şehir kültürüne uyabilmeyi

    5.3.   Yapısına uygun olmayanlarla birlikte çalışabilmeyi, işbirliği yapabilmeyi

    5.4. Gözlem yapabilme yeteneğini geliştirme

    6. Yeni bir beceriyi öğrenme:

    6.1.   Yeni becerinin “belirleyici” ve “türev” gereksinimlerini

    6.2.   Bu beceriyi oluşturan öz-becerileri (core skills) bulabilmeyi

    6.3.   Bu kavramı bilen “öğrenme yardımcıları”nı bulabilmeyi

    7. Öğrenebilirliğini ve yaratıcılığını bozmasına izin vermeden okul’da başarılı olabilmeyi öğrenme:

    7.1.   Ezberlemeden belleme yoluyla

    7.2.   Dersi derste öğrenmenin yollarını bularak

    7.3.   Türkçe dersinin tüm diğerlerinin belirleyicisi olduğunun bilincine vararak ve bu amaçla, dilini kullanmayı okul dışında da bir ilgi alanı haline getirerek

    7.4.   Hızlı okuma becerisi kazanarak

    7.5.   Ders içeriklerinin kritik %10’larını koklama becerisini edinerek

    7.6.   Ders akışını kendi öğrenme stili ve akışına göre etkilemeyi öğrenerek

    7.7.   Zamanında doğru sorular sorarak kritik bilgileri öğrenerek

    7.8.   Az ve akıllı çalışma yöntemleri yoluyla

    7.9.   Öğrenme Stili’ni öğrenerek (http://www.kigep.org.tr adresinde “site haritası”, onun içinde “testler” ve onun içinde de “Öğrenme Stili Testi”ni bulabilirsiniz)

    7.10.Çoklu Zeka Profili’ni öğrenerek (yine KiGeP testleri içinde bulabilirsiniz)

    7.11.Bir konunun özü öğrenilmezse sınav başarısının ancak çok sayıda egzersiz yapıp ezberleyerek elde edilebileceğini, bunun da hiçbir işe yaramaz bir şey olduğunu tam olarak idrak ederek

    7.12.Çevrenizdekilerin sürekli olarak eğitim sisteminden yakınmalarının size de etki yaparak zihinsel bir red ortamı yaratmasına izin vermeyerek.

    Şimdi, bu listeyi genişletelim ve herşeyin –ama herşeyin- öğrenme bağlantılarını net olarak ve de herkese anlatabilecek bir netlik ve genişliğe getirelim.

    Bakarsınız, Öğrenme Devrimi denilebilecek bir dönüşüm ülkemizde başlar, ne dersiniz?

    Temmuz 4, 2004

  • Okul – Veli – Öğrenci Sözleşmesi..

    Okul seçmede basit -ama etkili- bir yöntem..

    Çocuğu okul çağına gelip de “hangi okul?” sorusu ile uğraşmayan veli yok gibidir. Geliri az olan için seçenekler az gibi görünse de, şöhreti iyiye çıkmış devlet okullarından hangisine -ve de nasıl- torpil bulunacağı onlar için de karmaşık bir sorun oluşturur. Daha yüksek okul giderlerine katlanabilecekler için sorun daha basit değil, aksine daha karmaşıktır.

    İyi bir okulun özelliklerini sayıp dökmek, sonra da “işte böyle bir okul bulun” demek iyi bir yol değildir. Çünkü o özelliklerin olup olmadığını denetleme imkânı genellikle yoktur; okul yöneticilerinin söyledikleri ise -çoğunlukla- gerçeklerden ziyade özlemlerden ibarettir.

    Bunun yerine basit, bir okulun içini temiz çekilmiş bir röntgen filmi kadar net gösterebilen, ayrıca da denetlenmesi mümkün bir ölçü önereceğim. Bunun için de önce birkaç noktaya işaret edeceğim:

    • Bir çocuğun 6 yaşından, liseyi bitirmesi beklenen 17 yaşına kadarki toplam zamanının (yaklaşık yüzbin saat) sadece %10 kadarı okul ortamında, %90’ı ise okul dışında geçmektedir. Kar tatili vs gibi gariplikler yüzünden okula gidilmeyen süreler çıkarılırsa bu %10’un daha da azalması mümkündür. İsteyenler oturup hesaplayabilirler.
    • Okul dışındaki sürenin üçte birinin uyku ile, geri kalan bölümün de en az üçte ikisinin aile ile beraber geçirildiği varsayılırsa, aile ortamındaki sürenin yaklaşık %40 ya da diğer bir deyimle okuldaki sürenin 4 katı kadar olduğu görülür.
    • Aile ortamının, onun ayrılmaz parçası durumdaki televizyon -bazı ailelerde şifreli kanallar, bilgisayar gibi daha da zengin ortamlar- yoluyla okula göre çok daha etkili olduğu bilinmektedir. Bu, %40 gibi görünen oranı daha da yukarılara götürmekte ya da okulun göreceli etkililiğini azaltmaktadır.
    • Benzer bir akıl yürütme okul ve aile ortamlarının dışındaki yaklaşık %17’lik bölüm için de geçerlidir. Sinema, zengin iletişim ve etkileşimli arkadaş çevreleri, spor ve benzeri etkinliklerin çocuk üzerindeki etkilerinin, daha durağan okul ortamına göre daha yüksek olduğu ya da ailedekine benzer bir şekilde okulun göreceli etkililiğini azalttığı söylenebilir.
    • Bütün bunlar okulun üstlendiği işlevleri yapmasını güçleştirmektedir. Hem kendine ayrılan zaman payı küçüktür, hem de kullandığı araçlar -aile ve diğer sosyal çevrelere göre- daha az etkilidir. Bu aynen, ağır bir cismin, çok zayıf bir kaldıraç yardımıyla hareket ettirilmeye çalışılmasına benziyor. Nitekim de bir türlü hareket ettirilemiyor.
    • Bu durum karşısında rasyonel düşünce, okulun, başlıca paydaşlar durumundaki aile ve çocuk ile bir anlaşma yapmasıdır. Yani bir “Okul-Veli-Öğrenci Sözleşmesi”.
    • Okul, veli ve çocuk birbirlerinden karşılıklı olarak birşeylere söz vermelerini (taahhüt etmelerini) istemelidirler. Örneğin okul veliden, çocuklarına belirli sorumluluklar vermelerini istemelidir.
    • Aile içinde küçük de olsa belirli (somut, net) sorumlulukları bulunmayan çocukların, okul ile ilişkilerinde derin sorunlar yaşanması kaçınılmazdır. Hattâ daha da ötesi, çocukken sorumluluk verilmemiş kişilerin yaşları ve boyları büyüyünce sorumsuz bireyler olması garantidir.
    • Okul çocuktan da bir şeyler istemelidir. Örneğin kopya çekmemesini istemeli, bunu taahhüt etmesini istemelidir.
    • Buna karşılık çocuğun da okuldan isteyecekleri olmalıdır. Örneğin, sınavlarda başında gözetmen bekletilmemesini, böylece “sen potansiyel hırsızsın” denilmemesini istemelidir. Bu örneklerin sayısı artırılabilir. Aşağıda, birkaç yıl önce İzmir’de bir özel okulda uygulanan böyle bir karşılıklı sözleşme -örnek olarak- verilmektedir.

    Şimdi, böyle bir sözleşme yapmamış bir okul, acaba şunlardan hangisini iddia etmektedir?

    1. Biz öyle bir okuluz ki, bir çocuğun toplam zamanının %10 kadarında etkileyici yöntemler kullanır ve geri kalan %90’lık zamanın olası tüm olumsuz etkilerini siler, üstüne üstlük olumlu etkiler yaratırız. Sizin aile olarak ya da öğrenci olarak hiçbir şey yapmanıza gerek yok; biz size rağmen gerekenleri yaparız. Bizim adımız yeter. Bir şey yapmasak bile yaptığımız düşünüldüğüne göre bu işlerle uğraşmamıza gerek yok. Siz para verin yeter.
    2. Bizi çocuğun yetişmesi ilgilendirmiyor. Bunun için aile olarak sizin ne yapıp yapmayacağınızla ilgili değiliz. Biz sadece sizin paranızla ilgileniyoruz. Ama bunu belli etmemek için bol bol da kendimizi övüyor, propaganda yapıyor, başkalarından farklı olduğumuzu yayıyoruz.
    3. Aslında siz velilerimiz ve öğrencilerimizle bir sözleşme yapılması gerektiğine inanıyoruz. Fakat bizi önleyen engel öğretmenlerimizin alışkanlıklarıyla başa çıkamamak. Öğretmen ücretlerini ucuza getirmek için zaten emekli olmuş, çalışma enerjisini kaybetmiş olanları seçiyoruz. Onlar da bu tür ek enerji isteyen uygulamalara yanaşmıyorlar. Bizim de sözümüz geçmiyor. Doğan boşluğu övünerek ve “biz eğitimciyiz, bu işleri biz biliriz” diyerek dolduruyoruz. Siz para verin yeter.
    4. Böyle bir şey gerekseydi Milli Eğitim Bakanlığı emrederdi. Demek ki gerekmiyor.
    5. Böyle bir uygulamanın gerektiğini düşünmemiştik, ama şimdi yapacağız.

    İşte aranan ipucu bu seçeneklerin cevaplarındadır. Ne kadar ünlü olursa olsun, ne kadar pahalı ya da ucuz olursa olsun çocuklarınızı sözleşme yapmaya -içtenlikli olarak- razı olan okula verin. Böyle bir okul yok ise, sözleşme yapma konusunda yöneticilerini ikna etmeye çalışın, kabul etmeyenlerden -mutlaka- uzak durun.

    Haziran 25, 2004

    OKUL – VELİ – ÖĞRENCİ SÖZLEŞMESİ (Rev. 3.0, Tarih : 07.10.01)

    Aşağıdaki maddeler içinden tarafımı -okul idaresi, veli ve/ya öğrenci olarak- ilgilendirenleri yerine getireceğimi taahhüt; ve bunlara uymadığımın belirlenmesi halinde doğabilecek her türlü sonucu peşinen kabullendiğimi beyan ediyorum.

    Bu taahhütlerimin yerine getirilmesinde karşılaşabileceğim maddi güçlükler olması halinde, benzer sonuçları sağlayabilecek alternatif yollar arayıp bulacağım ve söz konusu güçlüklerin taahhütlerimi yerine getirmemi bütünüyle engellemesine izin vermeyeceğim.

    1.     Bu sözleşmenin ayrılmaz parçası sayılan Ezbersiz Eğitim Andını  benimsediğimi, veli, öğrenci ve okul idaresi olarak bu yaklaşımın gereklerini yerine getireceğim,

    2.     “Gürültüsüz ve Özgür Okul” adıyla özetlenen ve bu sözleşmenin ayrılmaz parçası sayılan Disiplin Politikası’nın, veli olarak yüklediği yükümlülükleri yerine getireceğim,

    3.     Söz konusu Disiplin Politikası kapsamındaki şu noktalara özel önem vereceğim:

    (i)           Kıyafet konusunda konulmuş bulunan ve tek tipten uzak ama kurumsal ciddiyeti simgeleyen kurallara titizlikle uyulmasını veli olarak sağlayacağım,

    (ii)          Öğrenme özgürlüğü olarak ifade edilen ve her öğrencinin sakin bir derslik ortamında diğer öğrencilerin bu sükuneti bozabilecek herhangi bir davranışta bulunmaksızın öğrenebilme hakkına, velisi bulunduğum öğrencinin tam olarak uyması için üzerime düşeni yapacağım,

    (iii)         Disiplin Politikasının yaptırım hükümlerinin uygulanmasını hiçbir şekilde geciktirmeyeceğim,

    (iv)         Öğrenci hakkında, görüşmek için davet edildiğimde buna gecikmeksizin uyacacağım,

    (v)          Öğrenciyi, okul yönetimince plânlanan, sosyal etkinliklere katılması konusunda teşvik edeceğim,

    (vi)         Örencinin, okul araç-gereç ve donanımına verdiği zararı, tarafıma bildirilmesi halinde derhal tazmin edeceğim,

    (vii)        Öğrencinin, zararlı alışkanlıklarının önlenmesinde okulla yakın işbirliği yapacağım.

    4.   Öğrencinin, oturduğu semtte toplumla ilişkilerini geliştirmek için çalışmalarda bulunmaya -özürlü ve yaşlılalara hizmet, sanat etkinliklerine katılmamış olanlara önderlik etmek vbg- özendireceğim,

    5.   Öğrencinin ilgi alanlarını genişletme, merak uyarma konusunda özel bir çaba harcayacağımı ve bu çerçevede olmak üzere, imkânlarım yettiğinde şunları sağlayacağım;

    a.      Şunları edinmeyi:

    (i)              Teleskop, Mikroskop,

    (ii)             Bilgisayar ve internet bağlantısı,

    (iii)            En az 1 yabancı hoby dergisine abone olma.

    b.      Şu yerleri görmesini:

    (i)              Feza Gürsoy Bilim Merkezi (Ankara/Altınpark),

    (ii)             Deneme Bilim Merkezi (İTÜ-Taşkışla/İstanbul)

    (iii)            Rahmi Koç Sanayi Müzesi (Hasköy/İstanbul),

    (iv)            British Museum (Londra),

    (v)             Smithsonian Institute (Washington D.C.),

    (vi)            Science Museum (Londra)

    c.      Sanat etkinliklerine katılması (en az, 2 ayda bir defa bir klasik Türk veya Batı Müziği Konseri, en az 2 ayda bir defa tiyatro)

    6.   Öğrencinin, televizyon, video, internet gibi kaynaklardaki şiddeti ve cinsellik istismarını içeren filmleri ve siteleri izlemesine kesinlikle izin vermeyeceğim,

    7.   Aile yaşamımızda şiddetin hiçbir türüne başvurmayacağım,

    8.   Öğrencinin hergün mutlaka banyo yapmasını, bunu vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmesini sağlayacağım,

    9.   Öğrencinin özgüvenini geliştirici olanaklar yaratacağımı, özgüvenini zedeleyici “sen beceremezsin“, “sen yapamazsın senin yerine ben yapayım” gibi ifadelerden kesinlikle kaçınanacağımı, her fırsatta, onurlu, kendisine güvenilir bir insan olduğunu telkin edeceğim,

    10.   Kendisine gösterilebilecek güveni hiçbir şekilde istismar etmeyeceğine güvendiğimi, pratik olarak -davranışlarımla- göstereceğim,

    11.   Öğrencinin sorumluluk duygusunu geliştirmek üzere;

    a.     Şunları yerine getirmesini mutlaka sağlayacacağım;

    (i)     Yatağını düzeltme,

    (ii)    Odasını toplama,

    (iii)   Basit temizliğini yapma,

    (iv)   Ayakkabılarını temizleme,

    (v)    Pantalon/etek, gömleğini ütüleme (11 yaşından büyükler için)

    b.     Şunlardan imkân ve uygun olanları sağlayacağım;

    (i)     Evin gazetesinin alınması,

    (ii)    Evin çöpünün atılması,

    (iii)   Varsa ev hayvanının her türlü bakımının yapılması,

    (iv)   Çiçeklerin sulanması,

    (v)    Atık kağıtların toplayıp kapıcıya teslimi,

    (vi)   Basit onarım işlerinin (kaçıran musluklar, alçılanmak istenen delikler vb) yaptırılması,

    (vii)  Benzer diğer sorumluluklar

    12.   Özel bir ihtiyaç yoksa derslerini yapması sırasında, HİÇ BİR ŞEKİLDE öğrenci yerine bir şey yapmayacağım;

    13.   Derslerini yapmakta zorlanması halinde dahi, yardım adı altında, karşılaştığı güçlüklerden öğrenmesini engellemeyeceğim, bu gibi durumlarda, kişisel bir “Danışılabilecekler Paneli” oluşturmayı telkin edeceğim;

    14.   Kopya alma ve vermenin, hırsızlığın tam bir örneği olduğunu:

    (i)           Veli olarak telkin edeceğim,

    (ii)          Okul idaresi olarak telkin edeceğimi ve her türlü sınavı gözetmensiz olarak yaptırmak üzere ekli Onur Yasası’na paralel hareket edeceğim,

    (iii)         Öğrenci olarak bilincinde olacağım ve Onur Yasası‘na paralel hareket edeceğim,

    15.   Evde, yanında sigara içmeyeceğim,

    16.   Çocuğumun beslenmesi konusunda gerekli özeni göstereceğim ve bu bağlamda:

    (i)           Sağlıklı beslenme konusunda ailece bilgileneceğiz ve sağlıklı beslenme alışkanlıklarının yerleşmesini sağlayacağım,

    (ii)          Beslenmeye bir yarar olmayan, yükte hafif pahada ağır, abur-cubur yiyecek ve içeceklerden uzak durmayı teşvik edeceğim,

    (iii)         Boy ve kilosu arasındaki dengeyi koruması bilincinin gelişmesine katkıda bulunacağım,

    (iv)         Aile bireylerinin her türlü tutum ve davranışının, çocuklar üzerinde örnek etkisi yarattığını -beslenme dahil- bilerek davranacağım,

    17.   Sözlerimizle eylemlerimizin farklılıkkların, çocukların ruh sağlıklarını olumsuz etkilediğinin bilincinde olarak davranacağım (Örneğin sigara içmesi önlenen ve bizzat sigara içerek örnek olunan çocukların durumu),

    18.   Çocuğuma saygı göstermenin, onu sevmek kadar, hattâ daha da önemli olduğunun bilincinde olacağım,

    19.   Öğrencinin sağlık kontrollarını düzenli olarak yaptıracağım, bunu kalıcı bir alışkanlık haline getirmesini sağlayacağım,

    20.   Derslerinin işlenmesi için gereken kitap, araç, gereç gibi yardımcıları zamanında ve tam olarak temin edeceğim,

    21.   Bu hükümlerin, çocuğumun odasında görünür bir biçimde çerçeveletilerek bulundurulmasını sağlayacağım.

    22.   Ve en önemli nokta olarak, bütün bu hükümlere uymayı güçleştiren koşulların varlığı halinde uymak için gereken her türlü yolu deneyeceğim.

     

    (okul, öğrenci ve velisinin imzaları)

     

     

     

  • Ucuz işçi, ucuz işçilik değildir..

    Gazetelerde sık sık Türkiye’deki işçilik ücretlerinin düşük olduğuna ilişkin haberler yer alır. Geçtiğimiz haftalarda bir haber, OECD ortalamalarına göre çok düşük işçiliğimizden bahsediyordu. Bu haber hem doğru hem yanlıştır. Ancak bundan evvel iki farklı kavramı açıklığa kavuşturmak gerekir. Şöyle ki;

    “İşçi Ücreti” bir kişiye ödenen ücreti; “işçilik maliyeti” ise, işçi ücretinin verimlilikle normalize edilmiş miktarını gösterir.

    Saat ücreti $2.00 olan bir Japon işçisi belirli bir üründen 1 saattte 10 adet üretiyorsa:

    işçi ücreti = 2.00 $/saat,  işçilik maliyeti = 0.20 $/adet

    demektir. Türkiye’de ise saat ücreti örneğin $1.00 olan bir işçimiz aynı üründen saattte 4 adet üretebiliyorsa:

    işçi ücreti = 1.00 $/saat, işçilik maliyeti = 0.25 $/adet

    olur. Böylece, Türkiye’mizde işçi ücreti daha düşük, ama işçilik maliyeti daha yüksek olur. Böylece OECD içindeki en düşük işçi ücretlerinin ve de en yüksek işçilik maliyetlerinin nasıl olup da Türkiye’mizde bulunduğu kolayca anlaşılır.

    Ancak dikkat edilmesi gereken bir ince nokta vardır: “İşçilik” sözcüğü her ne kadar hemen “işçi”yi çağrıştırıyorsa da, işçiliğin yüksek oluşunun nedeni genellikle sadece işçi değil, onu çevreleyen sistem (yönetim, sendikacılık anlayışı, teknoloji üretimi vbg) dir.

    Nitekim yabancı ülkelerde daha iyi yönetilen, daha çağdaş sendikacılık anlayışına sahip sendikalara dahil işçilerimiz daha yüksek işçi ücretlerine rağmen, daha düşük işçilik maliyetlerine konu olabilmektedirler.

    İşçi ücretlerimiz, işçilerimizin verimlilikleri ve yönetim becerilerimizin kalitesi düşük, işçilik maliyetlerimiz ise yüksektir. Rekabet gücümüzü düşüren faktörlerden birisi de budur.

    Kavramları yerli yerinde kullanıp, kafaları karıştırmamalıyız.

    21 Eylül 2001

  • Süreç parçalanması, kar, deprem vb..

    Ocak 2004 karı, sorunlarımızı anlamak -ve çözüm üretmek- isteyen amatör, profesyonel ve gönüllülere mükemmel bir örnektir.

    Yanlış anlaşılmasın, bu ders yerel idarelerin performansı açısından değildir. Genel kanının aksine yerel idarelerin performansı açısından hiçbir sorun yoktur. Çoğunlukçu demokrasinin ilkel denilebilecek 49-51 mantığından, çoğulcu demokrasinin çok katmanlı yapısına geçememiş toplumumuzda, çoğunluğun seçtiği yerel yönetimler eğer daha “iyi” performans gösterselerdi, eminim ki kendilerini seçen “çoğunluğun” eleştirilerine maruz kalırlardı.

    Kendi yapması gereken ne kadar işlev varsa onları yap(a)mayıp, işi, kendi direktiflerine göre uygulama yapmakla sınırlı olan “hizmetkârlara” –civil servant– değil de “yönetici” -hattâ daha aşağılayıcı olarak “bizi yönetenlere”- ihale eden toplumumuza müstahak olan “yönetici” tipi bunlardan daha farklı olabilir miydi?

    Bu açıdan bakılırsa vali, il ya da ilçe belediye başkanı gibi kişilerle onlara uygun çevrel kişilerden oluşmuş kadrolara küfür etmek haksızlıktır.

    Bilgi-beceri temelli bir yaşam örgüsü içinde -Çetin Altan’ın deyimiyle- çoğu işsiz kalacak olan bu kişiler, nasıl olduğunu anlamadan bu denli büyük yetki ve imkânlara kavuşunca, bu gücü kendi küçük algılama dünyalarının çerçevesi dışında kullanabilirler mi? Ders bu değildir.

    Söz konusu ders, kamu yönetimi kadar -özel, akademik, gönüllü, ticari, askeri vd- kurum yönetimlerini de ilgilendiren “süreç parçalanması” olgusu ile ilgilidir.

    Bir “bütün” olarak korunması gerekirken, -açıklanacak olan nedenlerle- parçalara ayrılan süreçler yönetilemez, hattâ bırakınız yönetilmeyi “anlaşılamaz” hale gelmektedir. Süreç parçalarının her birisinden sorumlu (ve yetkili) olanlar için, sürecin diğer parçaları tanımsızdır. Negatif sayıların kare kökünün olamayacağı öğretilen bir öğrenci için imajiner sayılarla işlem yapmak nasıl algı-dışı bir iş ise, kendi süreç parçacığının tanımladığı uzay içinde düşünmeye alışmış -hattâ bu konuda bilgi-beceri kazanmış- bir kişi için sürecin diğer parçaları da algı-dışı’dır.

    Belediye başkanı ile TV’de yapılan bir görüşmede, İstanbul belediye sınırları dışındaki bir yerde mahsur kalan karzedeler için “ama onlar bizim sorumluluk alanımız içinde değiller ki” diyen başkan gerçekten de haklıdır. Aslında söylemek istediği, “onlar bizim algı sınırımız dışında” biçimindedir, fakat o sınırın dışı kendisi -ve çevresi- için “yok”tur ve bu yüzden de ancak öyle ifade edebilmektedir.

    Fakat her şeye karşın yine de kendi uzayının dışında bir şeyler olduğunu ve birşeyler yapmak gerektiğini idrak etmekte ve bu yapılması gereken şeyin “çok farklı bir şey” olduğunu da farkettiği için, “en yüksek alarm düzeyi olan C planına geçilmiş bulunmaktadır” şeklinde duyurular yapmaktadır.

    O yaptığına göre benim neyim eksik” diye düşünen ve böylece büyükşehir başkanlığına adaylığını ilân eden bir ilçenin belediye başkanı ise, kendisine sorulan “bir kar kenti bu duruma nasıl getirebiliyor?” sorusuna ise yine kendi uzayının dışından bir sesle “kentin refleksi kniz tetikliyor” gibi acayip bir yanıt vermektedir.

    Peki, bütün olarak korunması gereken süreçler niçin parçalanmış -ve parçalanmaya devam etmekte-dir? Buna göre bütün işleri tek merci mi yapmalıdır? İş bölümü denilen şey neyin nesidir?

    Parçalanmanın başlıca nedenleri şunlardır:

    (1)    İşsizlikle mücadelede araç eksikliği: Tüm medyayı tarayınız; uzman yorumları, tartışma oturumları, gazete yazıları vb. hepsini. Bunların içinde hiç, “işsizliğin nedenleri nelerdir?” -ya da buna benzer- bir söz duyamaz, okuyamazsınız. Çünkü işsizliğin nedeni bellidir(!) ve yatırım yapılmamasıdır. Çözüm de, hortumlara engel olup onları yatırımlara yöneltmektir.

    İşsizliğin nedenlerinin irdelenmesi bu yazının kapsamı dışında olsa da hiç olmazsa ana başlıkların dahi verilmesi, bu bakış fıkaralığının derecesini anlatabilir. Bu nedenler* tek tek giderilmeden işleri ancak Tanrı yaratabilir.

    Bu sayılanlar sadece başlıklardır. Bunların alt-nedenleri ve onların nedenleri (ilh.) giderek daha az sayıda kök-nedene bağlanır.

    Bu nedenlerin her biri için yeteri sayı ve etkinlikte araç tanımlayan bir “İstihdam Politikası” bundan 18 yıl evvel hazırlanmış, bir süre uygulanmış ve sonra -herhalde daha kestirme yollar(!) düşünenler sayesinde- kenara bırakılmış ve bugünlere gelinmiştir.

    Şimdilerde ümit yatırımlara ve o yolla tüm işsizlerimizi inşaat işçisi -ve sonra da türkücü- yapmaya bağlanmış görünüyor.

    İşsizlikle mücadeledeki “araç yetersizliği” ile “süreç parçalanması” arasındaki sıkı bağlantı ise şudur: sayılan araçlara boş verilip yatırımlara ümit bağlanır ve o ümit de bitince işsizlerin yönelebileceği tek yer kalmaktadır: mevcut kamu kadroları.

    İnsanımızın ortalama niteliğindeki sorunlar yüzünden zaten yetersiz hizmet veren kamu kadroları bir de işsizlerin baskısı altında kalınca, bir kişilik iş için birden fazla insan çalışmaya başlamıştır.

    Bu insanlar şu nedenden dolayı süreçleri parçalamışlardır: Her süreç, içinde yer alanlarca yönetilmesi gereken kaynakları içerir. İşsiz iken kamuda iş verilen insanlar, yanıbaşlarında duran ve iş arkadaşının kullandığı -yönettiği- kaynakları gördüklerinde -hepsi değilse de- bir kısmı bundan pay almak isteyecektir. Bunun çaresi o süreci parçalayarak koparılan parçaya ait kaynağı yönetme durumuna geçmektir.

    (2)    Bütünleri ancak parçalayarak algılayabilme: Süreçlerin parçalanmasının ikinci nedeni ise bütünleri algılayamamak, süreçleri parçalayarak “ancak” algılayabilmektir. Neanderthal insan muhtemelen bu şekilde -ve gayet iyi niyetlerle- yok olmuştur.

    Birbirinden farklı gibi görünenlerin aslında bir bütünün parçalanmaması gereken elementleri olduğunu farkedemeyen Neanderthal insanı, örneğin ısınmak, pişirmek ve vahşi hayvanlardan korunmak için ateş yakmanın bir bütün olduğunu kavrayamamış ve muhtemelen bu denli çok işle başa çıkamadığı için ya aç kalmış, ya soğuktan ya da vahşi hayvan saldırısından ölmüştür.

    İstanbul’da “beyaz felâket” diye adlandırılan olayın görüldüğü gibi karla bir ilgisi yoktur. Parçalanarak un-ufak edilmiş ve bu yolla onları kontrol edenlerin algı ve tırtık -her anlamda- sınırları içine girmiş süreçler, kar ile birleşince “beyaz felaket”, trafikle birleşince “trafik canavarı”, depremle birleşince “doğal felâket”, kumar makinesi ile birleşince “kollu canavar” haline dönüşmektedir.

    Bu yüzden lütfen “bizi yönetenler”e kızmayınız ve ilgili olduğunuz süreçleri parçalamayınız, parçalatmayınız.

    10 Mart 2004

    (*) İşsizlik tanımı içine girmeyenlerin işsiz sayılması / Gelir yetmezliğinin işsizliği de üreten daha temel bir sorun olduğunun anlaşılmamış oluşu / Bilimin toplum yaşamına egemen kılınamayışı / İşgücünün nitelik yetersizliği / İşgücü nitelikleriyle ihtiyaçların çakışmaması (mismatching) / Ürettiği katma değerden fazlasını tüketerek yaşama isteği / Çocuklarına nitelik kazandırma imkân ve bilinci yetersiz olanların hızlı, imkân ve bilinci yüksek olanların ise az çoğalması (çarpık nüfus artışı) / İcat (invention) ve yenileşimler (innovation)yoluyla yüksek katma değer üretemeyen, giderek düşük ücretlendirme yoluyla ayakta kalmaya çalışan sanayi / Teknolojik yenilenmeyi yapamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Kârlı çalışamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Girişimciliğin önündeki engeller / Kamunun haksız rekabeti / Verginin tabana yayılamayıp az sayıda kayıtlının üzerine binmesi nedeniyle rekabet gücü düşüklüğü ve istihdamdan kaçış / İşsizlik ithalâtı (lüks tüketim malları bu demektir) / Toplumsal değer ölçülerini şekillendiren öğelerin -medya, rol modelleri vbg- çalışmayı aşağılayan tutumları / Toplumun sorun çözme kabiliyetinin düşüklüğü / Kalabalık kamu kadroları / Yüksek enflasyon / Özel iş ve işçi bulma bürolarına (marriage bureau) izin vermeyen tekelcilik / Kamudaki israf / Tasarrufun en etkili gelir yaratma yolu olduğu bilincinin yaygınlaşmamış oluşu / Mevcut işleri korumak için sürekli zorlamaların işgücü esnekliğini azaltması nedeniyle istihdamdan kaçış / Erken emeklilik nedeniyle çalışanlar üzerindeki yük vd.

  • e-devlet..

    Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir birlikte yaşama misyonu oluşturamadıktan sonra, e-devlet (ya da e-….) yolunda tanımlanabilecek projelerin başarı şansları nedir?

    Örneklerden bir grubu e-devlet projeleridir.

    Vatandaşlık kimlik numaranızı bulabilmek için http://tckimlik.nvi.gov.tr/pls/kimlik/kimlik adresine giriniz. Girenlerin en az yarısı “Girdiğiniz kriterlere uyan T.C. kimlik numarası bulunamadı. Nüfus kaydınızın doğruluğu için lütfen en yakın İlçe Nüfus Müdürlüğüne başvurunuz” şeklinde bir mesaj alacaktır (ben aldım).

    Nitekim Gelirler Genel Müdürü aynen şöyle yakınıyor: “vatandaşlık kimlik numaraları ile vergi numaraları arasında uyum yok; yani, biz Ahmet’e vergi salacağız Mehmet’e tahakkuk edecek; vatandaşın devlete güveni sarsılacak!”

    Bu uygulamanın, “vatandaşın işini kolaylaştırmak” amacı ile tanımlanmadığı, meraklı birkaç kamu girişimcisi bilişimcinin, e-devlet gazına gelerek ürettikleri amatör bir proje olduğu bellidir.

    Belediyelerin e-devlet konusunda ödül alan uygulamaları var. Ödül işi madalyonun bir yüzüdür.

    Diğer yüzü ise, aynı belediyelerin -birçok belediye gibi-, vatandaşın işini kolaylaştırma konusundaki olumsuz tutumudur. Bunun somut örneklerini bilenler bilir.

    Böylece, uygulamada vatandaşın işlerini güçleştirme işlevi yapan bir belediye bunları bilişim desteği altında yaparsa ne olur?

    Cevap: “Kaplanın kanatları olsaydı yapabileceği kötülüklerin sonu olmazdı-Çin Atasözü

    Bilişim giderek “bilgisayarlaşma-internetleşme” ile özdeşleşmeye başladı. Bunun yanlışlığına ve orta-uzun vadede Türkiye’yi bilişimin imkânlarından bütünüyle koparacağına dikkat edilmelidir.

    Mevcut toplumsal yaşamımızı ve onun bir alt-kümesi olan devlet yapımızı, birkaç temel olmazsa olmaz üzerine oturtmaksızın, mevcut yapının bilgisayar ve internetle desteklenmesi, işi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir. Çünkü bir süre sonra, kimsenin hikmetinden sual edemeyeceği yeni bir “taraf”, bilgisayar yazılımları ortaya çıkacaktır.

    Vallahi çok haklısınız ama bilgisayar böyle diyor” kalıbı şimdiden yavaş yavaş duyulmaktadır. Nitekim, yaptığı atamaların uygunsuzluğundan yakınan memur adaylarına bir kamu görevlisi aynen böyle diyordu: “Kesinlikle bir uygunsuzluk olamaz, bütün atamalar bilgisayarla yapılmıştır“. İleride, bu tür yakınmaların çoğalması olasılığına karşı bilgisayar yazılımları da aynen kamu görevlisi statüsüne kavuşturulunca, “vazife başında bilgisayara hakaret“ten mahkemeye düşecek binlerce insanı şimdiden görebiliyorum.

    Şaka bir yana, e-devlet uygulamalarının, üzerine oturması gereken olmazsa olmazlardan birisi, uygulamalardaki süreç parçalanmalarının [1] giderilmesidir. Bunun yapılması ise, bu parçalanmaya yol açan başlıca nedenin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. O neden, “Kalabalık Kamu Kadroları” gerçeğidir. Bu gerçeğin altında ise, bürokrasi-politika-akademi-iş yaşamı dörtgeninin, “iş yaratma teknolojileri” konusundaki başarısızlığı ve -halen devam eden- aymazlığı yatmaktadır.

    İkinci olmazsa olmaz, toplumumuzun -tabii bu arada devleti oluşturan görevlilerin- değer yargıları içine karışmış bulunan zihinsel virüslerin (https://tinaztitiz.com/3624/zihinsel-virusler/) bilinmesi ve tedavülden kaldırılmasıdır.

    İşte bilişim bu iki noktada son derece değerli işlevler görebilecek çok değerli bir araçtır.

    Yeter ki bilişimi, yalın düşünmenin, doğru sorular sormanın, yaşamı birbirine kolaylaştırmanın ya da daha yalın olarak “sorunları bilgiyle çözme“nin bir aracı olarak anlamaya ve bilgisayar ve interneti de bunun araçları içinden -en önemli olmayan- birisi olarak görmeye başlayalım. Bilişim, bilgisayar ve internetle özdeşleştirilerek bilgisayar yazılım ve donanım satışlarının artırılmasına hizmet etmeyle sınırlı tutulamayacak kadar önemli olan bu işlevleri üstlenecek mi üstlenmeyecek mi?

    Bunu anlamak için acaba bu çağı da mı ıskalamalıyız?

    Perşembe 25 Aralık 2003

    [1] Bir süreç birden fazla kişi ya da birim arasında paylaştırılarak yapıldığında her kişi ya da birim yalnızca kendi iş parçasından sorumlu hale gelir ve sürecin bütünü görünmez hale gelebilir.

    Eğer;

    • Kişilerin ya da birimlerin işleri tanımlanmış, ama bunların, içinde yer aldıkları süreçler tanımlanmamış ise veya
    • İşler ve süreçler tanımlanmış, ama görevli kişiler, bir amaca yönelik olarak birlikte hareket eden, kimilerinin üstünlüklerinden yararlanırken bazılarının eksiklerini kapatabilen bir “takım” oluşturmamış iseler

    bu gibi hallerde ilginç bir durum ortaya çıkar: kişiler işlerini yapmış olurlar, fakat bu işlerden oluşan sürece ait sonuçlar ya “zamanında” ve/ya “tam” elde edilemezler. Bu tür süreçlere “parçalanmış” denilebilir.

  • Trilyon dolarlık kaynaklar..Eyvah!

    Medyada ve özellikle de internet’te son zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı da kesindir.

    Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.

    Ülkemizin bütün önemli konularında son söz sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra, mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz, bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi olması işten bile değildir.

    Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını, benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım. Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya dışından gelmiş birileri yapabilirdi.

    Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.

    • Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının (görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının %40’larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr).
    • Bir “rezerve sahip olmak” ile onun “içerdiği değere sahip olmak” arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki farktan daha keskindir. “İçerdiği değere sahip olmak“, o kaynağın fiyatını belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
    • Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o teknolojilere biz sahip değiliz.
    • Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle vakidir.
    • Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan “kayaç gözenekleri içindeki katı petrol” varlığı açısından da zenginiz. Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde oturuyoruz.
    • İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
    • Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtaldıkça bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay anlaşılabilir.
    • Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs’ye sahip olurlarsa olsunlar “yığınlar” mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur, kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz konusu olamaz.
    • Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret, yığındakilerin onları “hayalci” olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur. Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini yeter saymak gerekir.
    • Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her gün yeniden anlamaya ve böylece “büyük resmi”i görmeye çalışmaktır. Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
    • Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
    • Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte, potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
    • Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları bu yolda kullanma kavgası veriyor.
    • Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç “kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz” politikası binerse, bu potansiyelden aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak’ın başına gelen ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey yoktur.
    • Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and liabilities) konsolide biçimde bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış “mümkün olabilir”. Neo ancak böyle başarılı olabilir!

    22 Aralık 2003

  • Bilim yandaşlarına açık mektup..

    İçinde boğulduğumuz sorunlarla başa çıkabilme yolunun bilim olduğuna inanmış bilim yandaşı dostlarım,

    Size bu mektubu, bilimi toplum yaşamında bir yol gösterici kılma yolundaki çabalarınıza katkıda bulunabilme amacıyla yazıyorum.

    Toplumumuzu oluşturan bireylerin zihinsel kabiliyetleri ve bilgi-beceri düzeyleri kuşkusuz geniş bir alana dağılmıştır. Dolayısıyla da “bilimi gerçek bir yol gösterici kılmak” amacı, dağınık bir yeterlikler uzayında pek kolay gerçekleştirilebilir görünmüyor.

    Bu güçlüğün, az sayıda “temel yol gösterici ilke“nin belirlenip, bunların da çeşitli toplum kesimlerinin yeterlik düzeyleri ve ilgi alanlarına göre yaygınlaştırılmasıyla önemli ölçüde aşılabileceğini -daha doğrusu eğer aşılabilecekse ancak bu yolla mümkün olabileceğini- düşünüyorum.

    Nitekim, yüksek düzeyli sembolizasyonlar kümesi olan dinlerin yaygınlaştırılmasında da benzer bir yöntem -örneğin on emir- kullanılmaktadır.

    Bilim bağlamında bu “az sayıda temel yol gösterici ilke“nin neler olabileceği konusu bilim dünyasının işidir. Ama bu ilkelerin kullanıcılarının neredeyse tamamı bilim dünyası dışındadır. Bu nedenle de ilkelerin, bu ihtiyaç sahiplerinin gereksinimlerine dikkat edilerek formüle edilmesi doğru bir yaklaşım gibi görünüyor.

    Bu basit düşüncenin ışığı altında, küçük bir çalışma grubunca formüle edilmiş bir “temel yol gösterici ilkeler” önerisini sizin dikkatinize getirmeyi düşündüm.

    Sizlerden ricam -eğer bu yaklaşımı benimser iseniz-, bu ilkelerin ya da daha geliştirilmiş biçimlerinin toplum kesimlerine yaygınlaştırılması, daha da doğru bir deyimle “yaşam pratikleri içine sokulması” yolunda imkânlarınızı harekete geçirmenizdir.

    Bunu yap(a)madığımız takdirde, çok çok küçük bir bilim insanları grubu ile, toplumun çok büyük bir kesimi arasında -aynen şimdi olduğu gibi- hiçbir anlamlı ilişki kalmayacak, geniş kesimlerdeki insanlar akıl dışılık araçlarıyla yaşamlarını kolaylaştırmaya, sürdürmeye devam edeceklerdir. Büyücü ve benzer meslek sahipleri bu anlamda sorunun kaynaklarını göstermesi açısından yararlı bir işlev yapmaktadırlar. Bilimin yaşam kolaylaştırıcı pratiklerinden nasibini alamayan sıradan insanlar büyücülere yöneliyor. Bugüne kadarki pratiğin özeti de zaten bu olmuştur.

    Bilim özgün (yerel) sorunların açıklanması ve çözülmesiyle ilgilenmedikçe ve de o sorunlara muhatap durumdaki kesimleri ilgilendiremedikçe, yayın sıralamasında birinci sıraya çıksa da bu ancak, bu toplumun kaynaklarıyla başka toplumların özgün sorunlarına katkı yapılıyor demek olacaktır. Bilim insanlarının bu yalın gerçeği görebilmesi gerekiyor.

    Sözünü ettiğim küçük çalışma grubunun, geliştirilmek amacıyla önerdiği “temel yol gösterici ilkeler”i dikkatinize sunarım. Saygılarımla.

    (“Eğer insanlarımızın bilim hakkında ~10 şey bilmesi “iyi” olsaydı bunlar neler olurdu?” sorusuna verilen yanıtların derlemesi.. 08.07.2009)

    A.    Kendini bilmek

    (1)Kendi beden ve ruh bütününün yapısı ve ihtiyaçlarının bilinci.

    (Beden ve ruh bütünü ile o bütüne verilmiş olan ömrün kullanım aracı olan zamanın, evrenin bir modeli olduğunun; bütün zenginlikleri içinde barındırdığının; beden, ruh ve zaman iyi kullanılabildiği takdirde bir  maddi ve manevi zenginlik sağlama aracı olduğunun bilincinde olmak.)

    (2)Tüm varlıkların ortak özelliğinin yüksek öğrenebilme yeteneği olduğu bilinci.

    (İnsan –eğer öğrenmek isterse- çevresindeki en olmaz şeyleri dahi bu amacı yolunda kullanabilir.)

    B.    Görecelik

    Tek, değişmez ve nihai bir doğru ya da gerçeğin bulunmadığı; her şeyin -doğruluk/yanlışlık, iyilik/kötülük, güzellik/çirkinlik- kabul edilen referanslara göre değişebileceği bilinci.

    (Bu anlamda değişmeyeceği söylenebilecek tek doğru, olsa olsa, bilimin tahminleri ve hatta kendi yöntemlerinin ve yapısının zamanla değişebileceğidir. Olmaz olmaz. Her şey mümkündür.

    İnsanın algılayan ve anlam veren bir yaratık olduğu ve bu anlam vermede herkesin kullandığı ‘zemin’in doğal olarak farklı olduğu ve bu nedenle insanların farklı düşünce ve duygular içinde olmasının kaçınılmaz olduğu bilinci. )

    C.    Eko-sistem zinciri

    (1)Herşey, enerjinin bir şekle bürünmüş halidir. Nerede bir enerji varsa orada bir yaşam formu oluşur.

    (Bütün bu formlar, birbirini kullanan bir zincir oluşturur. Bu ekolojik zincirden bir bakla dahi çıkarılsa zincir kopar; doğacak ardışık sonuçlar baklayı koparanı da yok eder. Kısacası, doğa kendine uymayanı eler.)

    (2)Entropy yasası.

    Her şey düzensizliği artıracak şekilde gelişir. “Az çoktur (less is more)”, düzensizliği daha yavaş artırmanın çaresidir.

    (Bireysel yaşamdan, aile ve toplum yaşamına kadar uzanan geniş alandaki refah ve buna bağlı mutlulukların bir öğesi “az çoktur” ilkesi olabilir.

    Kişinin kendisi ve çevresinin –her türlü çevrenin- çıkarlarını, entropy’i en az artıracak şekilde  uzlaştırmasının en iyi yolu ise –kendine, başkasına ve hiçbir şeye- “zarar vermeme” ilkesidir.

    (3)Lavoisier yasası.

    (Yoktan var etmek Tanrıya mahsustur )

    D.    Değişim

    (1) Sistemler, değişimlere karşı dengelerini korumak eğilimindedir

    Canlı ya da cansız, bireysel ya da toplumsal tüm sistemler içinde bulundukları durumu değiştirebilecek etkilere karşı koyarlar.

    (2)Küçük değişimlerin etkileri çok büyük olabilir ya da “kelebek etkisi (butterfly effect)”

    E.    Sorun çözme

    (1) Nedensiz sonuç olmaz

    Her sonucun en az bir nedeni, o nedenlerin de en az birer nedenleri ve ilh. olabilir. Başlangıçta sonuç olan, bir süre sonra neden haline gelebilir ve böylece neden ile sonuç dönüşümlü olarak birbirlerini besleyebilirler. Sosyal olaylar genellikle böyle gelişirler ve neyin neden, neyin sonuç olduğu tartışmalı hale gelebilir.

    (2) Doğru sorular cevaplar için anahtardır.

    Sorunlar, onlar hakkında doğru sorular sorarak çözülebilir. Doğru sorular ise ancak dili iyi kullanarak tasarımlanabilir.

    (3) Sorunlar da maddeler gibi elementlerden oluşur. Bunun kimyasını bilmeksizin sorunlar çözülemez.

    Onlara ancak onlara yol açan nedenler ortadan kaldırılabilir; sorunlar çözülmedikçe, diğer sorunlarla birleşme yoluyla yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler; belirli koşullar altında geçerli olabilen çözümler, değişik koşullar altında çözüm olmayabilir, hatta yeni sorunlar yaratabilirler)

    (4) Yalnızca bir tane desteklenmemiş varsayımla dahi kanıtlanamayacak hiçbir şey yoktur.

    (Peşpeşe dizili birkaç varsayımla ise akla gelebilecek tüm senaryolar mümkün hale gelir)

    (5) Liebig’in minimum yasası

    (Bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler.)

    (6) Zihinsel duruluk

    Bedensel temizlik kadar önemlidir, hattâ daha da önemlidir. Bilgiçlik uğruna belleği, birbiriyle bağlantısı zayıf ya da yapay ve de sorgulama dışı bırakılması koşullandırılan bilgilerle yüklemek, bu büyük hediyeye karşı işlenebilecek bir suç ve günahtır.

    F.     Birlikte yaşama

    (1) Aslolan özgürlüktür; müdahale (kısıtlama) ancak aklın yol göstericiliğinde ve toplumsal uzlaşı ile belirlenir.

    (2) Her bilinç düzeyindeki canlının yaşam hakları, daha bilinçli canlıların sorumluluğunu oluşturur.

  • Ücret kargaşası nasıl önlenebilir?

    Şikayetleri gruplayalım..

    Ücret şikayetlerini, özellikle de kamu kesimindekileri birkaç grupta toplamak mümkündür:

    1. Yaşamak istediği hayat standartı için geliri yeterli olmayanların şikayetleri (hemen herkes),
    2. Kendini mukayese ettiği kişiler / kesimler dolayısıyla gelirinden şikayet edenler -ki bunlar da ikiye ayrılır-:

    (a) Ücretini hak etmemekle birlikte, başka hak etmeyenlerin de varlığına dayanarak şikayet edenler

    (b) Ücretinin karşılığından fazlasını verdiği, objektif ölçülere göre sabit olup da şikayet edenler

    Bu üç grup içinde ilk ikisinin şikayetlerini karşılamak oldukça kolaydır. Toplum olarak zenginleştikçe, düşlediğimiz yaşam düzeyine yaklaşacağımız tabiidir.

    Bu ise, daha çok ürettikçe olabilecek bir iştir. Daha çok üretebilmenin koşulları da bellidir. Bu koşulların bağırmakla gerçekleşmesi imkansızdır.

    Dolayısıyla bu bağlamda sızıldanmanın fazla bir anlamı yoktur.

    İkinci grup için ise bu kadar dahi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. Yalnızca, “kötü örnek örnek alınamaz” demek yeterlidir.

    Böylece şikayetlerin %66.6’sını karşılamış olmakta, geriye sadece %33.3’lük gibi bir azınlığın (!) şikayetleri kalmaktadır. Ancak ne var ki bu azınlık, sesine çok kulak verilmesi gereken bir azınlık olup genellikle sesi pek çıkmayan, kamu kesiminin ürettiği her ne yararlı iş varsa onları üreten bir azınlıktır.

    Bir azınlığın ücret sorunu gibi görünen sorun aslında, Türkiye’mizin birçok farklı görünümlü sorununun kıyafet değiştirmiş bir bileşkesidir.

    Ürettiğinin karşılığını almak..

    Ürettiğinin -toplumun zenginlik sınırları içinde- karşılığını alamamak” şeklinde formüle edilebilecek bu sorunun çözülebilmesi için,  soruna nelerin yol açtığına bakılmalıdır. Aksi halde sorun, “filan genel müdürün haksevmezliği” veya “baba’nın çalışanlara sahip çıkmayışı” gibi gerçekle ilişiği bulunmayan biçimlere bürünebilir ve bürünmüştür bile.

    Bu nedenlerin hangisinin öbüründen daha önemli olduğu konusu biraz karışıktır. Dolayısıyla, bu sebepleri -hiç olmazsa başlangıçta- eşit önemde saymak daha doğrudur. Kanımızca, yukarıdaki şekilde formüle edilen soruna ait gerçekler şunlardır:

    (a) Ücret tanımındaki karışıklık

    Üzerinde bu denli yoğun şikayet bulunan “ücret”in tanımı konusunda, ülkemizde inanılması güç bir karışıklık vardır.

    Bir kısım vatandaşımız ücretin, devletin kendilerine ödemesi gereken ve yaptıkları ya da yapmadıkları işlerle ilgisi olmayan zorunlu bir ödeme olduğuna inanmaktadırlar.

    Bir diğer kısım ise ücreti, yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenen TL cinsinden bir bedel olduğunu, bunun dışındaki ödentilerin (adına yanlış olarak sosyal hak denilmektedir) ise ücret sayılamayacağını düşünmektedirler.

    Bir başka grup insanımız ise ücretin, örgütlerinin gücü ile orantılı olarak alınabilecek bir karşılık olduğunu savunurken, çok ufak bir azınlık da ücretin, işgücü piyasasına arz ettikleri akli ve/ya bedeni emeğin, arz-talep dengesi içindeki karşılığı olduğunun bilincindedir.

    Ancak her ne olursa olsun ücretin tanımı konusunda sağlıklı bir fikir birlikteliği yoktur. İnanmayanlar, rastgele 10 kişiye ücretin tanımını sorup, alacakları cevaplardan şaşkalabilirler.

    (b)Ücret verenler için de karışık tanım

    (a) şıkkında belirtilen kavram kargaşası yalnız ücret alanlar için değil, ücret verenler için de geçerlidir.

    Buna inanmayanlar da 1475 sayılı iş yasasındaki “ücret” tanımına bakabilirler.

    (c)Ücret düzeyi ve ücret yapısı

    Ücret sorunları ile ilgilenenlerin ne kadarının “ücret düzeyi” ve “ücret yapısı” kavramları gibi iki anahtar kavram hakkında doğru bilgi sahibi olduğu da şüphe götürür.

    Bu da ikinci bir eksiklik olup inanmayanlar bunu da test edebilirler*.

    (d) Gelir yetmezliği:  Kök sorun

    Şikayetlerin büyük bir bölümü, adına “Gelir Yetmezliği” denilebilecek olan ve enflasyondan tüketim ahlakı yetmezliğine, beceri yetersizliğinden hızlı nüfus artışına kadar yayılan geniş bir sorunlar yelpazesinden kaynaklanmaktadır.

    Ortalama gelir düzeyi düşük, harcama konusundaki motivasyon yüksek oldukça bu sıkıntılar azalmayacak, aksine artacaktır.

    (e)Enflasyon= Kemirgen

    Enflasyon, ücretleri kemiren -ve büyük parçalar koparan- bir etkendir.

    Enflasyon, toplumun az üretip, ondan daha çok tüketmesinden kaynaklanmaktadır.

    Hal böyle iken, birçok sektörde “en az enflasyon oranında zam yapmak”, genel kabul gören bir uygulama haline gelmiştir.

    Bu ise, bazı kesimlerin enflasyondan korunurken (kısmen, tamamen ya da fazlasıyla), bazı kesimlerin ise bu yükü olduğundan daha ağır olarak taşımalarına yol açmaktadır.

    Enflasyonun kendisi haksızlıktır. Ama bu haksızlığın haksız biçimde dağılımı, haksızlığı ortadan kaldırmamakta aksine daha da büyütmektedir.

    (f)Kalabalık kamu kadroları

    Kamu kadrolarının gereğinden fazla kalabalık olması, bu kesimde çalışanların ücretlerini düşüren en önemli etkendir.

    Kalabalık kamu kadrolarının başlıca sebepleri ise, adına İş Yaratma teknolojisi denilebilecek metodların uygulanması için çalışmak yerine, işsizliğe karşı kolay bir önlem (!) olarak kamuya ek personel almak ve ikinci olarak da özel girişimcilerin yapmaları gereken işleri (ayakkabı, bez, tuz ve süt üretiminden temizlik ve taşıma hizmetlerine kadar) kamunun yapmaya “kalkışması” dır.

    “Doğru sistem kuramamak” gibi başka nedenler varsa da ilk iki sebep zaten yeterlidir.

    (g)Yoz siyaset anlayışı

    Mevcut siyaset anlayışımız ve buna dayalı örgütlenme (ki hepsine birden yanlış siyaset anlayışı denilebilir), ücretlerin, teknik bir hesaplama işi olmaktan çıkıp, “birilerinin birilerine haksız çıkar sağlama yarışı” na dönüşmesine yol açmıştır.

    Örneğin sözleşmeli personel uygulamasının dejenere edilerek, kollanmak istenilen personele bol keseden dağıtılması, işini dürüstçe yapan insanların dolaylı olarak cezalandırılmasına yol açmıştır.

    (h)Müktesep hak

    Her ne şekilde olursa olsun bir defa alınan ücretin derhal müktesep hak haline gelmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmiştir.

    (i) Gereksiz korumacılık

    Belirli sektörlerdeki gereksiz korumacılık, o sektörlerdeki ücretlerin olması gerekenin üstüne çıkmasına ve onun da başka sektörler için “belirleyici” olmasına yol açmıştır.

    (j) Zam için manivela

    Belirli sektörler, işçi ücretlerini bir manivela olarak kullanmakta ve ürettikleri malların fiyatlarına bu yolla aşırı zam yapmaktadırlar.

    Ürün maliyeti içindeki işçilik payı örneğin %10 olan bir malı üreten özel sektör kuruluşu, işçisine toplu sözleşmede %150 zam yapmakta, ondan sonra da bunu bahane ederek ürün fiyatına yüksek oranda zam yapabilmektedir.

    Piyasa ücret yapısını bozan bu uygulama son derece yaygındır.

    (k) Yapıyı bozan ekler

    Tazminat, ek ödeme, yan ödeme vs gibi adlar altında ödenen ve güya belirli bir kesimin diğerlerine göre mağduriyetini önleyeceği sanılan acayiplikler tek sonuç vermektedir: Genel ücret yapısının daha da bozulması!

    (l)”e şit işe eşit ücret” nedir ne değildir?

    Hemen herkesin ağzında (özellikle de en çok çiğneyenlerin ağzında) slogan olmuş “eşit işe eşit ücret” in ne demek olduğunda büyük bir kavram kargaşası vardır.

    Bir kesim (çoğunluk), “eşit iş” derken, gerçekten birbirinin aynı olan işleri anlarken, çok küçük bir azınlık ise “iş değerlemesi yöntemi uygulanarak bulunan ağırlık puanlarının eşit olduğu işler” i anlayabilmektedir.

    (m) Söke söke almak!?

    “Söke söke alırız” inancı, ücret yapısı deformasyonunun önemli bir nedenidir.

    Toplu pazarlıklarda ücret zammını gerçekten “söke söke” alanların cebinden, enflasyonun “usulca” geriye aldığı zamlar, daha az “sökme” (her ne demekse) gücüne gücüne sahip olanları mağdur etmektedir.

    Toplu pazarlığın bir ilkesi serbest pazarlık ise, onun ayrılmaz ikizi de serbest rekabet olmalıdır. Çoğu tekel durumunda olan kamu kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerdeki tekelcilik, bu “sökme” işini, tek taraflı bir eylem haline getirmektedir.

    Bu genel gerçeklerin dışında, “genel ücret yapısı” ndaki sorunlar şu özel nedenlerden de beslenmektedir:

    (n) İlke eksikleri

    657 sayılı Devlet Personel Yasası, toplumumuzun uygulayamadığı bazı ilkelerinden dolayı, kamu personeli ücretlerini bir haksızlıklar manzumesine dönüştürmüştür.

    Adına, “Başarı Değerlemesi” (Merit Rating) denilen ve ölçülmesi güç işlere (çoğu kamu hizmetleri böyledir) uygulanan metodun, kamu yöneticilerinin çoğunluğunca bilinmeyişi veya uygulanmayışı ya da uygulanamayışı ve bunun yerine bambaşka ölçülerin kullanılması, kamu personeli ücret yapısını önemli ölçüde bozan etkenlerden birisidir.

    (o) Kurtuluş ünvanda görülünce..

    657 sayılı yasanın öngördüğü ücret modelinde ücretin, ancak “yüksek ünvan” ile mümkün olabilmesi, zorlamayla birçok anlamsız ünvanın ve dolayısıyla da ücret bileşeninin doğmasına neden olmuştur.

    (p) Beceri kazandırma sistemi

    Kamu personelinin yapmakla yükümlü oldukları işlere uygun nitelikler edinmelerini sağlayabilecek bir “Beceri Kazandırma Sistemi”nin yokluğu, ücretlerin nitelik ve liyakata değil, amirine yaranma, iktidar partilerine yakın olma (veya görünme) gibi unsurlarca etkilenmesine ve sonuçta da ücret yapısının bozulmasına yol açmıştır.

    (q) Sözleşmeli statü

    Başlangıçta, ancak çok az sayıdaki üst düzey görevlisine “teminindeki güçlük” ücretini verebilmek amacıyla çıkarılan sözleşmeli personel uygulamasının kısa sürede dejenere edilip yaygınlaştırılması, müdüründen çok maaş alan sekreter ve şoförleri yaratmıştır.

    (r) Sendikalı ve sendikasız yanyana..

    Aynı kuruluş içinde, benzer görevleri yapan kişilerin bir bölümünün sendikalı bir bölümünün sendikasız oluşu önemli bir çelişkidir.

    Tanım itibariyle serbest pazarlık, serbest rekabete açık işler için uygulanabilir. Rekabeti olmayan işlerde (örneğin köy hizmetleri, sağlık hizmetleri ya da belediyelerin temizlik işlerinde), bir kısım personelin serbest pazarlık imkanına sahip olmasının, sonuçta farklı ücret alan “eşit işler(!)” yaratması kaçınılmazdır.

    Bunun sebebi de bu tür hizmetlerin, “hizmet satınalma” yoluyla değil “kamu görevlisi” eliyle yapılmasıdır.

    Bu tablonun çıkış yolu var mıdır?

    Tabii ki vardır: Bunlardan en kolayı, tüm kamu görevlilerinin ücretlerini mesela 20 milyon TL’den başlatmaktır. Böyle bir çözüm aslında işsizlik meselesine de büyük katkıda bulunacaktır. Her kamu görevlisi asgari bir kişi tutup işini (yapılacak bir iş varsa) ona yaptıracak, kendisi de bilgi ve becerisini kullanabileceği daha yararlı hizmetler üretecektir.

    Böyle bir çözümün uygulandığı ilk pazartesi günü işe gelen olursa bu çözüm pekala yürütülebilir.

    Ancak bu çözümün uygulanmasında bazı pratik güçlükler vardır. Örneğin T.C. bütçesinin 900 trilyon kadar olması gereği filan gibi!

    Başka çözüm var mıdır?

    Pek hoş görünmese ve kısa sürede şikayetleri dindiremese de çözüm, yukarıda başlıcaları sayılan yanlışları ortadan kaldıracak bir “paket”in uygulanmasıdır.

    Yapılmaması gereken ise birçok şey olabilir. Ama bunlar içinde bir tanesinden özenle kaçınmak gerekir: O da sistemin orasına burasına yama yapmaktır. Yani, en fazla bağıran kesime yeni bir ad altında (tazminat vs gibi) bir ödeme yapmak, daha sonra en fazla bağıran kesime aynı hakkı tanımak ve bu yolla vakit geçirip, sorunu daha da büyüterek ileriye taşımak!

    Tabii bir başka (ve belki de en etkili) çözüm de, işlerin güçlüğü ile ücretlerini tam ters orantılı hale getirmeye devam etmek ve sonuçta herkesin birer trilyonluk maaşlarıyla ekmek alamayacak hale gelmesini görmek ve ancak ondan sonra yukarıdaki “paket” çözümü uygulamaya mecbur kalmaktır.

    Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep”  e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz”  a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”  in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”  , bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem” dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir.

    Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi” dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1).       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2).       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    Vazgeçilmez bir ön koşul: İş yaratmak!

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    İkinci ön koşul: İki ilkenin benimsenmesi

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–   Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–   Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Kimler nelerden korkuyor?

     1.     Çocuklar;

    1.1.   anne, baba ya da öğretmen dayağından,

    1.2.   ailesi olanlar kaybetmekten, olmayanlar sokağın tehlikelerinden,

    2.     Gençler;

    2.1.   bir okula girememekten,

    2.2.   girenler bitirememekten,

    2.3.   bitirenler iş bulamamaktan,

    2.4.   iş bulanlar kaybetmekten,

    2.5.   askerde Güneydoğu’ya gitmekten veya çatışmalarda sakat kalmak ya da ölmekten,

    3.     Ana babalar,

    3.1. gençlerin korktuklarından,

    4.     Kamu personeli;

    4.1.   özelleştirme nedeniyle işsiz kalmaktan,

    4.2.   işini tam yapabilmesi için sahip olması gereken eğitime sahip olmamaktan,

    4.3.   işini tam yapanlar partizanlığa kurban gitmekten,

    4.4.   mafyanın tekerine çomak sokmaktan,

    5.     Kamu yöneticisi;

    5.1. siyasal nedenlerle itilip kakılmaktan,

    6.     Savcı ve hakim;

    6.1.   siyasal baskıdan,

    6.2.   yansız kararlarına karşı güvenlikte olamamaktan,

    6.3.   mafyadan,

    7.     İşsizler;

    7.1. iş bulamamaktan,

    8.     İşi olanlar;

    8.1. kaybetmekten,

    9.     Geçici işçiler;

    9.1. kadroya geçememekten,

    10.   Sokaktaki insan;

    10.1. devlet dairesine bir işi düşüp hırpalanmaktan,

    10.2. medyanın, şiddeti övmesi ve cinsellik sömürüsü yapması nedeniyle değer ölçülerinin aşınmasından,

    10.3. suçu kanıtlanmadan suçlu muamelesi görmekten,

    10.4. ruh sağlığı bozuk insan sayısının çokluğundan,

    10.5. yargıda hakkının teslim edilmeyeceğinden,

    10.6. kent teröründen,

    10.7. rastgele dahi olsa içine dahil olacağı bir anlaşmazlıkta hakkını koruyamayacağından,

    10.8. mevcut yasaların yansız uygulanmayacağından,

    10.9. tüketici olarak kandırılmaktan,

    10.10. üretici olarak peşin hükümle ahlaksız olarak damgalanmaktan,

    10.11. medyanın yargısız infazlarına hedef olmaktan,

    10.12. askeri darbelerden,

    10.13. hastalanıp hastaneye alınmamaktan, alınırsa ehliyetsiz ellerde kalıp ölmekten, alınır ve iyileşirse bu defa da rehin alınıp çıkamamaktan,

    10.14. yaşlanınca ortada kalmaktan,

    10.15.  polisten,

    11.   Polisler;

    11.1. terörden,

    11.2. yapması istenen tehlikeli görev için eğitilmemiş olmaktan,

    11.3. amirlerinden,

    11.4. polisten,

    12.   Milletvekili;

    12.1. doğruları söylediğinde parti lideri ve arkadaşlarının tepkisinden,

    12.2. doğruları yaptığında, seçmeninin beklentisine cevap vermemiş olmaktan,

    13.   Bakanlar;

    13.1. milletvekillerinden,

    14.   Başbakan;

    14.1. bakanların itaatsizliğinden,

    14.2. cumhurbaşkanından

    15.   Cumhurbaşkanı;

    15.1. askeri darbelerden,

    16.   Askerler;

    16.1. sivillerin işleri çıkmaza sürükleyip kendilerinden darbe beklemelerinden,

    16.2. işleri düzeltmek için darbe yapıp daha da berbat etmekten,

    16.3. sonra da hem başarısız hem de darbeci olarak aşağılanmaktan,

    17.   Girişimci;

    17.1. bürokrasiden, rüşvet istenmesinden, şikayetlerini dinletememekten,

    17.2. fırsat eşitsizliğinden,

    17.3.  devletin her gün kural değiştirip onu güç durumda bırakacağından,

    17.4.  sermayesini enflasyona karşı koruyamamaktan,

    17.5.  rekabet gücünün düşüklüğünden ve bu nedenle de Gümrük Birliği’nden,

    17.6.  gümrüklere işinin düşebileceğinden,

    17.7.  borçlarını ödeyememekten,

    17.8.  yeni borç bulamayacağından,

    17.9.  işçi sendikasının üretimini baltalayacağından,

    18.   İşçi sendikası;

    18.1. patronun, işçi haklarını çiğneyeceğinden

    19.   Para sahibi;

    19.1. enflasyondan,

    20.   Kiracı;

    20.1. kirayı ödeyememekten ya da atılmaktan,

    21.   Mal sahibi;

    21.1. kirasını alamamaktan ya da gerektiğinde kiracısını çıkaramamaktan,

    22.   Kadınlar;

    22.1.koca dayağından,

    23.   Erkekler;

    23.1.   ailelerini geçindirememekten,

    24.   Kadın ve erkekler;

    24.1.   ihanete uğramaktan,

    24.2.  terkedilip ortada kalmaktan,

    24.3. çocuklarını iyi yetiştirememekten,

    25.   Aydın;

    25.1. düşüncesini ifade etmekten,

    26.   Devlet;

    26.1. aydının düşüncesini ifade edip düzeni sarsacağından,

    27.   Öğrenciler;

    27.1. basmakalıp bilgileri yeterince ezberleyememekten,

    27.2. elemeyi hedef almış sınavlardan,

    28.   Öğretmenler;

    28.1. basmakalıp bilgileri iyice ezberletememekten,

    28.2. maaşlarının ay sonuna kadar yetmemesinden,

    29.   Aleviler sünnilerden,

    30.   Kürtler Türk milliyetçiliğinden,

    31.   Türkler Kürt milliyetçiliğinden,

    32.   Milliyetçiler evrensellik akımlarından,

    33.   Evrenselliği savunanlar milliyetçilikten,

    34.   Laikler şeriatçılardan,

    35.   Dindarlar yobaz sayılmaktan,

    36.   Laikler dinsiz yerine koyulmaktan,

    37.   Devlet, mozayiğimizi oluşturan tüm etnik ve dini kimliklerden,

    38.   ve bunların tümü bizatihi korkularından korkmaktadırlar.

    Bunlar, toplumumuzu oluşturan kimi kesimlerin bir bölüm korkularıdır. Aransa daha niceleri bulunabilir. Ama yukarıdaki liste, bu kadarıyla dahi, toplumumuzun nasıl bir “korku iklimi” içinde yaşadığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.

    Bu tür yoğun korkular içinde yaşayan insanların tüm davranışlarına, bu korkuları telafi etmek üzere akli ya da akıl dışı önlemlerin yansıyacağını tahmin etmek güç değildir. Örneğin, toplumumuzun süratle silahlanması, fiziki korkularına karşı bir telafi eğilimi değil midir?

    Buradan önemli bir yargıya varmak mümkündür: devlet, korkmama iklimi yaratmalı ve korumalı, bunun dışında hiçbir işe karışmamalıdır!

    Çıkarsanacak ikinci sonuç ise devletin başlıca işlevine ilişkindir: Türkiye’de tüm siyasi ve diğer sivil toplum çalışmaları, “korkmama iklimi”nin oluşumuna katkıda bulunacak şekilde misyonlarını yeniden tanımlamalıdır. Hatta denilebilir ki, sadece bu misyon çerçevesinde bir siyasal harekete ihtiyaç vardır. İster mevcutlardan birisi bunu benimsesin, isterse yeniden kurulsun!

    Pazartesi, 12 Şubat 1996