-
May 25 2012 TİTAN’cılar Yapabildi Ya Biz!
Üssel olarak artan sayıların sihirini ilk kimler farketti bilinmez ama satrancı bulan Hintli’lerin bu işin farkında oldukları bellidir. Rivayet odur ki, satranç oyununu icadeden kişi Raca’nın öyle beğenisini kazanmıştır ki “dile benden ne dilersin” gibisinden bir ödül vermek istemiştir.
Alçak gönüllü ve akıllı mucit
Mucit ise alçak gönüllü, birkaç defa sağlığınız filan dediyse de Raca’nın israrları üzerine isteğini söylemiştir: 64 kareli satranç tahtasının ilk karesine 1 buğday tanesi konulacak, sonra sırayla her kareye bir öncekinin 2 katı kadar buğday konulacaktır. Yani 1, 2, 4, 8… ilh.
Raca bu karışık hesap yerine verin bir çuval buğday da gitsin der ama mucit tam olarak istediğinde israrlı olunca Raca da ister istemez peki der.
Depolar boşaldı
Birkaç saat sonra tahıl depolarından sorumlu yetkili Raca’nın huzuruna varıp tüm depoların boşaldığını ama hala gereken sayının çok uzaklarında olduğunu söyleyince iş anlaşılır ve bir hesap yaparlar. 1nci kareye 1 buğday, 2nciye 2, 3ncüye 4, 4ncüye 8, 5nciye 16, yani (n)nci kareye 2 üzeri 63. Yani 9,223,372,037,000,000,000 ya da daha kabacası 9un yanında 18 adet sıfır.
1 buğday tanesi yaklaşık 0.02 gram olduğuna göre bu sayıda buğday 20,000,000,000,000,000 gram veya 20,000,000,000,000 kilogram veya 20,000,000,000 ton veya 20 milyar ton olacaktır. Tabii ki böyle bir buğday stokunun mevcut olması düşünülemez (2004 yılı toplam dünya buğday üretimi 600 milyon ton civarında olup, dünyanın 33 yıllık üretimi ancak bu kadar olabilir).
Raca kendisine yapılan şakayı anlar ve mucite bir kere daha hayran olur.
Başka örnekler de var
Benzer şekilde eğlenmek isteyenler bir gazete kağıdının 50 defa katlanınca ne kadar olabileceğini hesaplayıp şaşırabilirler.
Ya da bileşik faizle aldığınız bir borcun ödemesini birkaç defa geciktirdiğinizde, ödemeye başlasanız bile ancak faizinin bir bölümünü ödeyebileceğiniz ve borcunuzun giderek artacağı gerçeğini -Türkiye’nin dış borçları gibi- görüp şaşırabilirsiniz. Bunlar işin hesap kitap kısmı.
Titancı’lar neyi farketti
Diğer yandan, kamuoyuna geçtiğimiz yıllarda Titan’cılar olarak yansıyan bir grup uyanık, halk arasında saadet zinciri olarak bilinen yöntemle epey para çarptılar ve sonunda yakalanıp hapsi boyladılar.
Titancı’ların bulduğu yöntem aslında yukarıdaki örneklerde anlatılan üssel sayıların hızlı çoğalışı olgusudur.
Çıkarları için her şeyi istismar edebilen bu kişiler matematiği dahi emellerine alet edebildiler. Eminim ki Titan’cılar ne ilk ne de son olacaktır. Ahlaksız insanlarla saf insanlar bir arada yaşadığı sürece yalnız yurdumuzda değil dünyanın her yerinde Titancı’lar var olacaktır.
Her madalyonun iki yüzü vardır
Bu, madalyonun “namussuzlar” yüzüdür; peki ya “namuslular” yüzünde ne oluyor?
Doğru, iyi ya da güzel şeyleri yaygınlaştırmak isteyen insanlar bu aritmetikten yararlanamaz mı?
Örneğin, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) başlattığı KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu-www.kigep.org.tr) projesi ya da onun benzeri ÖMer (Öğrenme Merkezi) projesinde bu aritmetik işe yaramaz mı?
Yarar, hem de çok
Bu tür projelerin en büyük ihtiyacı “çok sayıda katılımcı” ve “çok sayıda sponsor” olduğuna göre, üssel sayılar tam bu işe göredir. Örneğin, proje sempatizanlarından 20 kişi aralarında bir karar verseler ve her biri ikişer kişiyi daha sempatizan haline getirseler 2nci adımda 100, 3ncü adımda 180 ve mesela 11nci adımda 40,980 kişilik bir sempatizan grubu ortaya çıkar.
(İsteyenler, (n) kişinin her birisinin (m) kişiyi sempatizan haline getirdiği ve böylece (a) adım ilerlendiği durumda toplam sempatizan sayısını bulup eğlenmek isterlerse n+n.ma formülünü kullanabilirler)
Bunun için neye ihtiyaç var?
Bunun için ihtiyaç olanı Rahmetli İsmet İnönü -mealen- şöyle söylemişti: “Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olamazlarsa çıkış yoktur“.
Herhangi bir girişime -KiGeP, ÖMer ya da bir başka- sempati duyanlar, en az 2 kişiyi ikna edebilir ve zinciri koparmadan 3-5 adım ilerlenebilirse, Titancı’ların melanet amacıyla kullandığı teknikle pekala olağanüstü doğru, iyi, güzel şeyler yapabilirler.
Sempatizanları bekliyoruz.
Salı, Ekim 4, 2005
-
May 25 2012 “Bulanık Mantık” şimdi gerekli!
Alt-kimlik, üst-kimlik tartışmaları aldı başını gidiyor. Kafası zaten karışık olan çoğu insanımız şimdi bir yandan kimliğinin ne olduğunu düşünüyor, bir yandan da her kafadan çıkan sesler, kimin kimliğinin ne olduğu, hatta ne olması gerektiği konusunda talimatlar yağdırıyor.
Yeni bir düşünme biçimi şekilleniyor
Halbuki diğer yandan, her şeyi iki uca (evet-hayır, siyah-beyaz) indirgeyen İkili Mantık sisteminin en çok kullanılageldiği teknik alanda dahi artık yeni bir yaklaşım ortaya çıktı: Bulanık Mantık (fuzzy logic).
Bugüne kadar İkili Mantık yoluyla tasarımlanan çamaşır makineleri dahi artık Bulanık Mantık ile yapılıyor. Su sıcaklığı, kirlilik ya da yıkanacak eşyanın duyarlık düzeyi gibi özellikler artık bu yeni mantık uyarınca gri tonlara bölünüyor.
İkili Mantık -doğası gereği- bölücüdür
Kimlik gibi tamamen öznel kavramların İkili Mantık yoluyla tanımlanmaya çalışılması ise sadece tek sonuç verebilir: insanların ister istemez ve çeşitli yönlendirmelerin etkisinde kalarak iki uçtan birisinde toplanmaları yani bölünmeleri.
İkili Mantık sisteminin öznel temelli (inanç, kimlik, ideoloji gibi) konulara uygulanmaya çalışılması toplumun çeşitli kamplara bölünmesiyle sonuçlanmıştır.
Örneğin her fırsatta dile getirilen inananlar-inanmayanlar ayrımı ikili mantık sisteminin melanet ürünlerinden birisidir. İki uçtakilerin tanımları üzerinde dahi bir uzlaşı yokken bir de kalkıp uçlar arasındaki sayısız tonlardaki çoğunluğu yok saymak eğer bilerek yapılmıyorsa tam bir ahmaklıktır.
İkili mantık iyidir ama..
İkili mantık sistemi yerinde ve zamanında kullanıldığında yaşamı kolaylaştıran bir yaklaşımdır. Taze ve bayat balık kavramları gerçekte bulanık mantıkla daha doğru ifade edilebilirse de balıkçı ile bunları tartışmak yerine belirli bir tazelik düzeyinin altını toptan bayat diye nitelemek hem pratik hem de sağlığa yararlıdır. İkili mantığın böylece kullanılması gereken sayısız alan vardır.
Toplu yaşam alanlarındaki düzeni sağlamak için de ikili mantıktan sık sık yararlanılabilir. Kırmızı ışıkta geçenleri, ihlal nedenlerinin kabul edilebilirliğine göre bulanık mantık ile değerlendirip ona göre ceza kesmek büyük bir kargaşa yaratır. Bu nedenle kırmızı ışıkta geçenler ve geçmeyenler olarak ikili mantık uygulamak çok daha doğrudur.
İlke olarak, ortak yaşam alanlarında düzeni sağlamak için koyulan yasaların ikili mantık uyarınca tanımlamalar yapması normaldir. Anayasal vatandaşlık da böyle bir tanımdır.
Evet-Hayır Mantığı’nın sınırlarını iyi bilmeliyiz
Ama konu kişisel alanlara ve özellikle de öznel kavramlara ilişkin hale dönüştüğünde artık ikili mantık değil bulanık mantık söz konusu olmalıdır. İnsanların, zorla, uçlardan birisine ait olduğunun benimsetilmeye çalışılması kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal ve de bölücülüğe çanak tutmaktır.
Kimliğin adı değil içine ne konulacağı önemlidir
Öyle görünüyor ki bu “uç kimliklerden birisini benimsemeye zorlanma” olgusu, gündemdeki etnik bölücülüğe karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Eğer bu saptama doğruysa, bunu ortaya atanlar ve tartışmaları sürdürenler bilmelidirler ki sorun kimlik adlandırmasıyla değil, kimliğin içinin hangi taleplerle doldurulacağı ile ilgilidir. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=769)
Zorla bir kampa itmek
Bu nedenle kimlik konuları gibi öznel temelli ve dolayısıyla ancak bulanık mantık sistemi içinde ifade edilebilecek konuları tartışmanın hiçbir yararı yoktur; bu işleri hiç düşünmemiş ve doğal bir uyum içinde birlikte yaşamakta olan insanları durup dururken kamplaştırır.
Kendimizi kandırmayalım. Yeni bir dünya, o dünya içinde yeni bir Avrupa, yeni bir Orta-doğu şekillenmektedir. Bu şekillenme içinde her güç odağı elindeki kozlar kadar konuşabilir.
Aklımızı yoracağımız yer: Koz AR-GE’si
Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasasında tanımlanan çerçeve içinde tutmak isteyen güçlerin, öznel algılamaları standardize etmek gibi beyhude işlere zaman ve enerji harcamayıp, konuşma gücünü artırabilecek tek parametre olan “koz” kavramını anlamaya, kozlarını geliştirmeye, var olan kozlarını keşfetmeye, kısacası “Koz AR-GE’si”ne ihtiyaçları vardır. (Bkz. http://bit.ly/SlKZlk). Bu, kurumsal ya da kişisel tüm güçler için geçerli tek seçenek gibi gözükmektedir.
Cuma, Aralık 2, 2005
-
May 25 2012 “Saygılaşım”
Ben hayvansever değilim!
Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.
“Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.
Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce..
Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek! Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.
Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim dışımdakilerin zarar görmesini önlemek, benim zarar görmemem için gerekiyor.
Saygılaşım
Bugüne kadar rastladığım hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “Saygılaşım”
Saygı nedir?
Saygı’nın “zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.
Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var
Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.
Bu alt-tür insandan türemiştir
İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.
Büyük kapasiteli belleği -şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor- ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.
Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulamadan kabullenme) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.
Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.
“Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır
Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.
İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?
Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.
Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!
Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: Toplumumuz -ve de diğer toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.
Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.
Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.
İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.
Esas irtica budur
Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.
Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!
Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.
İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.
Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.
Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.
(Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?
Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!
İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var: Katil kavram “zaten”.
Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “Zaten”.
- “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum“
- “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz“
- “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin“
- “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir“
- “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz“
- “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz“
- “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var“
- “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var“
- “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var“
- “Zaten öyle filmlerimiz var“
Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.
Mart 20, 2006
-
May 25 2012 Otokrasi ve demokrasi..
Rejimleri çok kaba olarak ikiye ayırıp, otokrat ve demokrat olarak adlandırmak mümkündür.
Otokrat (buyurgan) rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin halk adına karar vermesi, iyi- doğru- güzel’leri dayatması, buna karşılık da halkın sorunlarının çözülmesini üstlenmesidir.
Demokrat (katılımcı) rejimlerin temel özelliği ise halkın kendisi için iyi, doğru ve güzel olanlara kendinin karar vermesi; sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun, sorunlara karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için de temsilcilerini kullanması bu sistemin belirgin özelliğidir.
Buyurgan ya da yarı-buyurgan rejimlerde de halkın temsilcileri bulunmakla birlikte, onlar, “toplumun ürettiği çözümlerin yönetime iletilmesi” göreviyle yüklü görevliler değil, -yönetimin devamı sayıldıkları için- sorunlara toplum adına çözümler bulması gereken kişiler olarak görülürler.
Bu ayrıma göre toplumumuza bakılırsa, en çok kullandığı sözcük “demokrasi” olan insanımızın -özellikle de aydın kesimin çoğunluğunun- oldukça sıkı bir “otokrasi özlemcisi” olduğu görülecektir.
İlgi duyduğu hemen her konuda “devlet politikası” -değişmez, toplum katkısına kapalı- isteyen toplum, hava kirliliğinden teröre, gelir azlığından trafik anarşisine kadar tüm sorunların devlet tarafından çözülmesini beklenmektedir.
“Devlet, halkın örgütlenmesine ve bu yolla yönetime katılmasına sıcak bakmıyor“, “anayasa sivil anayasa değildir” gibi argümanlar kuşkusuz doğruluk payı içermektedir. Ama bunların hiçbiri, insanların, kendi sorunlarına sahip çıkmalarını, o sorunların nedenlerini ve de onların nedenlerini aramalarını, buna göre çözümler üretip temsilcilerine bu yolla baskı yapmalarını engelleyebilecek gerekçeler değildir.
İnsanımız, sorunların anlaşılmasını, onlara çözümler geliştirilmesini, o çözümlerin uygulanıp gerekirse değiştirilmesini, bütünüyle kendisini yöneteceğini düşündüğü kadrolara ihale etme yöntemini demokrasi olarak adlandırmaktan vazgeçmelidir.
Her kişi ve kurumun yeterliğine, çözmek zorunda kaldığı ya da bırakıldığı sorunların güçlüğüne “göre” bakılmalıdır. Devlet kurumlarının -yasama, yürütme, yargı- yeterliği kıyasıya eleştiriliyor. Bu kurumların erdem açısından yeterlikleri de en az sorun çözme becerileri kadar sorgulanıyor.
Ama, bu kurumların çözmek durumunda bırakıldıkları sorunların onların gerçekteki işlevlerinden farklı bir “boyut”ta yer aldığına, sorunları ancak bireylerin ve onların örgütlerinin çözebilecekleri, devlet kurumlarının ise ancak ve yalnız bu çözümler için “uygun ortam yaratma” görevlerinin bulunduğunu unutmamalıyız.
Hatta erdem sorununa dahi aynı açıdan bakmalıyız. Çözemeyeceği ve de çözmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya bırakılan kurumların, giderek daha geniş yetkilerle donatılmasının, daha yoğun erdemsizlik sorunlarına yol açtığını görebilmeliyiz.
Devlet kurumlarındaki bireylerle, diğer bireylerin sorun çözme kabiliyetleri ve erdem standartları arasında fark yoktur, olmaması da gayet doğaldır. Tek fark, iki grup bireyin, çözmek durumunda bulundukları sorunların miktarı ve de ellerini uzatabildikleri “kamu pastası”nın büyüklükleridir.
Salı, 17 Ocak 1995
-
May 25 2012 Demokrasinin tahribi laf atmakla başlar..
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul çalışmaları sırasında, milletvekillerinin kürsüde konuşana laf atması, konuşmacının bu sataşmalara cevap vermesi, hatta oturumu yöneten Başkan’ın da zaman zaman bu “laflaşma”lara katılması, Meclisimizin (ve de herhalde bütün meclislerin) bir geleneğidır.
Bu sataşmalar belirli bir üslup içinde yapıldığı, hatta bir mizah ögesi taşıdığı sürece, konuşanla dinleyenler arasındaki “iletişim ortamı”nı olumlu etkiliyebilir, bir hoşgörü iklimi yaratır. Nitekim, tarihte ve yakın geçmişimizde, bunun hoş örnekleri vardır.
“Sataşma” bu sınırı aşıp, konuşmacının konuşma düzenini bozmaya, hele hele onu konuşturmamaya dönüşünce, bunun yukarıdaki “olumlu katkı”larla ilişkisi yok olur, ortam despotluğa açık hale gelir.
Konuşana fiziksel müdahale ise kabalık sınırının da ötesinde bir “orman davranışı”dır, ne parlamento ve ne de başka bir yerin adabıyla ilgisi yoktur.
Pekiyi, birincisi demokrasiye katkıyı, diğeri de demokrasiyi tahribe yol açan bu iki davranış türünü birbirinden ayıran faktör nedir?
Bu faktör, esprili, kibar sataşmalar sınırını aşan atışmaları hoş karşılayan -ki yanlış olarak hoşgörü olarak nitelenmektedir- milletvekilleri ve bu “hoşgörme”den işaret alan “müzakere yönetim biçimi”dir.
Burada ki ince nokta, “hoşgörü” ile “acz” arasındaki farktır. Birbirine yakın zannedilebilecek bu iki kavram, matematikteki “artı ve eksi sonsuza uzanan fonksiyonlar” gibidir. Belirli bir değerin bir yanında artı sonsuz, hemen yanı başında ise eksi sonsuz nasıl ki birbirinden “çok” farklıysa, terbiyeli bir espri ile kaba bir sataşma da -sonuçları açısından- “çok” farklıdır.
Birincisi, müzakereyi yöneten tarafından gülümseme ile karşılanması gerekirken, ikincisi son derece kesin biçimde caydırılmalıdır. Bu caydırma, ona sebep olan(lar)’ı uyarmaktan, oturum dışına çıkarmaya kadar uzanmalıdır. Nitekim oturumların “düzen”ini sağlayacağı öngörülen “içtüzük” de böyle söylemektedir.
Her fırsatta içtüzüğün yetersizliğini öne sürenler, mevcut içtüzüğün bu hayati hükümlerini uygulamazsa, düşünceleri ifade özgürlüğü, jandarma destekli yeni bir İç Tüzük’le mi sağlanacaktır?
Şu unutulmamalıdır ki, Meclis’in havası Türkiye’de daima sokağın havasını etkilemiştir. Mecliste iki kişinin kavgası sokakta onbinleri birbirine saldırtmış, aksine, Meclis’teki yumuşamalar halkı daha barışçıl olmaya yönlendirmişlerdir.
Büyük Millet Meclisi’nin (ve Dünyadaki tüm parlamentoların) ritüel’lere (kılık-kıyafetten, davranışlara varıncaya kadar) bu denli “fazla” önem vermesinin nedeni orijinallik merakı değil, parlamento içi düzenlerle sokak düzenleri arasındaki bu yakın ilişkinin farkında olunmasıdır.
Oturumları yöneten ve çeşitli siyasi partilere mensup Meclis Başkan Vekilleri’nin, bir geleneği oluşturmak üzere işbirliği yapmaları ve takınacakları kesin tavrı partili arkadaşlarına izah ederek anlayış göstermelerini istemeleri gerekmektedir.
Türkiye’mizin, “hayalet” sorunlarını çözmeye -boşyere- çabalayanların, onların “kökteki” nedenleri görmeleri ve “laf atma” sorununun bu bağlamdaki önemini takdir etmeleri dileğiyle!
Pazar, 25 Aralık 1994
-
May 25 2012 Bizim ev!
Yakınma değil
İnternette de olsa kamuya açık yazılar, yazarlarının kişisel sorunlarını sergilediği araçlar haline gelmemeli. Bu yazıda “oturduğum ev”den söz etmemin nedeni kişisel bir sorunumu aktarmak değil, biraz fıkra gibi -ama tamamen gerçek- bir olguyu kullanıp bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.
Kadıköy’de bir kooperatif sitesinde oturuyorum. 1989 yılında topraktan girdiğimiz kooperatif inşaatı için o zaman verilen banka kredisini almaya gittiğimde ilk gariplikle karşılaşmıştım.
Banka müdürü dosyamı inceledikten sonra “maalesef kredi veremeyeceklerini” belirtti ve gerekçesini açıkladı.
– Beyefendi, biz yeni evleri kredilendiriyoruz. Sizin eviniz ise 5 yıllık.
– Müdür bey nasıl olur, daha inşaat sürüyor!
– Ben bilmem, bakın iskan ruhsatı 1985 tarihli.
– ??????
Sonradan anladık ki, 1985 yılında çıkan bir yasa ile 5 kattan yüksek binalara yangın merdiveni zorunluğu getirilmiş; inşaatı yapan da bu yükten(!) kurtulmak için inşaat ruhsatı ile birlikte iskan ruhsatını da 1985’te alıvermiş.
Evimizin ilginç özellikleri olacağını -bu ipucuna bakarak- o tarihte pek farketmemiştim, sonraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Yanyana, onbirer katlı iki bloktan ibaret apartmandaki dairemizi alınca kapı numarasının, ruhsata esas plana göre yan bloktaki olduğunu görmüş ve inceleyince ortaya şu çıkmıştı: Orijinal planda apartman giriş kapısı ana caddeye bakıyorken, müteahhit kapıları arka sokağa almak için planı ters çevirmiş. Belediye ise ters çevrilmemiş plana göre numara verince kapı numaraları değişivermiş.
Şimdi toplam 46 daire sahibi, birbirlerini mahkemeye verip evlerinden çıkarabilir ve birbirlerinin dairelerine taşınabilirler, Allahtan uyumlu insanlarız.
Biz onuncu katta oturuyoruz ve daire kapı numaramız 39. Günlerden bir gün asansör bozulup da merdivenleri yayan ininceye kadar, her katta 2 daire hesabıyla 10. kattaki daire numarasının nasıl 39 olacağını hiç düşünmemiştim. Her ne kadar 5 tabanlı sayı sistemi kullanarak daireleri numaralandırmak gibi bir olasılık var ise de müteaahhidimizin bunu akıl edemeyeceğini tahmin edebildim.
Sistemi çözümleyebilmek için birkaç defa aşağı yukarı inip çıktım ve evet; numaralar, zeminden itibaren şöyle gidiyor: 1-2, 5-6, 9-10, …, 39-40. Daire numaralarının her katta ikişer ikişer değil dörder dörder arttığı görülüyor. Acaba 3-4, 7-8 … gibi numaraların bir uğursuzluk getirdiğine mi inanılıyor yoksa insanların bu hesaplara akıl yorarak biraz olsun aritmetik çalışmaları mı amaçlanıyor anlamamıştım ki bir komşum imdada yetişti ve problemin çözümünü açıkladı: Her katta numaralama bitince yandaki diğer apartmana geçiliyor, onun da aynı kattaki dairelerine numara veriliyor ve tekrar bizim apartmana geçiliyor; böylece 4 atlamalı numaralama sistemi ortaya çıkıyor.
Sonraki yıllarda böyle ayrıcalıklı bir evde oturmanın keyfini sürerken bir yandan da olmayan yangın merdivenini yaptırmak için çaba harcamaya başladım. Her yıl düzenli olarak apartman genel kurullarına katılarak yangın merdiveninin oldukça yararlı bir şey olduğunu savunmaya çalıştım.
Fakat itiraf etmeliyim ki her genel kurul sonrası gururdan koltuklarım kabarıyordu. Komşularım ne kadar yaratıcı fikirler ürettiğimi, bunlara her zaman ihtiyaç olduğunu, hatta benim gibi kişilere hükümette bile ihtiyaç olduğunu belirtiyorlardı. E kim olsa biraz gurur duyar.
Her ne kadar 10 yıl kadar bu gurur verici iltifatlandırma sürdüyse de yangın merdiveni kararı -mermer cephe kaplaması, doğalgaza geçiş, iç hacimlerin boyanması nedenlerle- bir türlü çıkmadı. Sonunda ben de 5,136,275 nolu patente konu olan “Yüksek Binalardan Aileleri Yangından Kurtarma Aparatı” satın alarak sorunu çözdüm. Galiba İstanbul’da yangın merdiveni yerine böyle bir çözüm uygulayan tek aile biziz, yani komşularımın dediği kadar da var.
Bütün bu anlattıklarım e-devlet uygulamalarından önce (yani taş devri gibi) idi. Şimdi artık öyle değil. Yaşamımızın her safhasında artık bilgisayarlar var.
Siz öyle sanın, esas felaket şimdi başlıyor!
İşin içine insanlarımızın yanısıra insanlarımızın işlettiği bilgisayarlar da girince işler acaba düzelir mi derken sorumun cevaplarını yavaş yavaş almaya başladım. TC kimlik numaramı internetten almaya kalkıp da “böyle bir kişi bulunmamaktadır” mesajını alınca, bunun henüz teknolojiyi yeterince özümseyememe ve bir de yeterince yüksek teknoloji işin içine girmediği için doğan bir aksaklık olduğunu düşünmüştüm.
Cevabı dün buldum..
Nihayet aradığım cevap dün internetten geldi. Kadıköy belediyemizin internet sitesinde, uydu haritalarından yararlanılarak evimizin yerini bulabileceğimiz hatta fotoğrafını görebileceğimiz müjdeleniyordu.
Bunca yılın deneyimiyle (yani evimiz konusundaki), bu işte bizim apartmana özgü mutlaka bazı gariplikler olacağını içgüdümle (evet bende var) hissettim. Ve de yanılmadım
Adresimizi mahalle, sokak ve kapı numarası ile verip heyecanla beklerken karşıma bizim ev yerine caddenin karşısındaki manav çıktı. Her şey tıpa tıp tutuyor, fakat manav. Fotoğrafı bile tamam. Acaba bir numara aşağısı ya da yukarısı olur mu derken bambaşka caddelere düştüm tekrar geri gelip kurcalarken birden bire nasıl oldu bilinmez, başka bir arama imkanının olduğunu gördüm: Parsel sorgulama!
İşte buldum dedim ve arayıp evin tapusunu buldum, ada, parsel vs öğrendim. Heyecanla mahalle adını ve ada numarası da girince artık apartmanın bulunduğu yere bir tık’lık mesafe kaldı. İşin tadını çıkarmak için yavaşça son bilgi olan parsel numarasını girmeye kalkınca “böyle bir parsel yoktur” ile karşılaştım.
Bundan evvelki sorunlar küçüktü, komşular arasında çözülebilirdi. Bu defa iş devletle ve “tapun sahtedir” gibisinden bir mesaj aldım. Doğrusu buna inanmıyor da değilim. Bu kadar acayiplik normal tapu sahibi birisinin başına gelemez. Mutlaka bizim tapu sahte.
(Daha sonra rastgele ararken tesadüfen bizim apartmanın yerini buldum ve fotoğrafına tıkladım. İşte o an tapumun sahteliğine iyice kani oldum. Fotoğraf başka bir yerdeki bir dükkanın fotoğrafıydı.)
Ama uydu teknolojisi!
Şimdi düşünüyorum. Tanrı bizi teknolojinin her türünden, özellikle de yükseğinden korusun. Çünkü teknoloji ilerledikçe bizim insanımızla arasındaki uyum sorunu büyüyor.
Taş devrindeki insanların şaşırmadan becerebildikleri sıradan birer birer sayma işini bile karmakarışık hale getirebilen insanlarımızın eline uydu haritalarını verince neler olmaz.
İyi bir hukukçu arıyorum.
Aklıma gelenlere sövmeyi suç olmaktan çıkarabilecek ipuçlarını bana verebilecek bir hukukçu arıyorum. Bulayım ki, e-devlet diye iri iri laf edenlere, vizyon 2023 olarak şu cümleyi oluşturanlara iyice bir içimi dökeyim,
Vizyon 2023
“Bilgi Toplumu olmayı sürdürülebilir kalkınmanın ana ekseninde kabul eden; bilim, teknoloji ve yenilikçilik (inovasyon) alanlarında yetkinlik, farkındalık ve üretkenliğin sürekli gelişimine odaklanmış, küresel seviyede yüksek rekabet gücüne sahip bir Türkiye“.
Ben de aynen sizin.
Pazar, Mart 12, 2006
(14 Ağustos 2012 itibariyle bir not: Aradan geçen yıllarda -yine teknolojinin yardımıyla- epey gelişmeler oldu. Şöyle: 1989’da apartman girişinde, bina numarası olarak 81-1, blok numarası olarak da M3A vardı. Bununla uzun süre idare ettik. 20 yıl kadar sonra, belediyemiz o numaranın biraz yanına yeni blok numarasını daha iri olarak yazdı: 5/A/A. Bina no yine aynı kaldı.
Bir ay kadar sonra, adrese bağlı kimlik sistemini de kullanarak, evin bize ait olduğunu tescillemek için(!) e-devlet uygulamaları içinden http://bit.ly/m8ScL adresini kullanarak devletin tanımladığı kapı ve blok numarasını buldum. Artık bina ve blok numaraları kalkmış tek kod verilmişti: 5/A. Yalnız bu defa da, apartmanın bulunduğu cadde ismi değişmiş ve 24 küsur yıl evvel belediyenin onadığı ruhsattaki cadde -her ne kadar kapımız o caddede olmasa da- yeni caddemiz olarak verilmişti. Herhalde e-devlet, kapınızı o caddeye taşıyın demek istiyordu.
Yıllar sonra, herkes gibi basit, akılda kalabilir bir apartman numarasına sahip olmanın gururunu içimde kutlamakla yetinemedim ve sipariş ettiğim bir şey için teslim adresi olarak e-devletin verdiği yeni adresimi verdim.
2 günde teslim edilmesi gereken kargo 15 gün geçip gelmeyince, yine teknoloji yardımıyla Kayserili kargo firmasının telefonunu bulup kolinin ne zaman teslim edileceğini sordum. Cevap şöyleydi: “Beyim, biz o semti avucumuzun içi gibi biliriz, ama o cadde üzerinde öyle bir numara yok; kolinizi Kayseriye geriye yolladık“.
Bütün bunları niye yazdım? Bazı konular uzmanlık gerektirir, para gerektirir, uluslararası ilişkiler gerektirir vs vs. Yer küresi üzerinde sabit bir noktaya adres vermek için bunlardan hiçbirisi gerekmez. Okur-yazar olmak yeterlidir. Şimdi aklıma gelen soruların sizin de aklınıza geldiğinden eminim.
Bu arada hukukçu aramaya devam ediyorum.
14 Ağustos 2012
-
May 25 2012 Geber kâfir!
Aşağıdaki fıkrayı bir yakınımdan aldım. ABD’de hristiyanlar arasında bugünlerde çok anlatılıyormuş.
“Bir gün bir köprüden geçerken, aşağı atlamaya hazırlanan bir adam gördüm ve bağırdım:
– Dur, yapma!
– Niçin yapmayacakmışım?
– Ee, çünkü yaşamak için çok neden var.
– Ne gibi?
– Bak, sen dindar mısın yoksa ateist mi?
– Dindar.
– Ben de. Hristiyan mısın Musevi mi?
– Hristiyan.
– Ben de. Katolik mi protestan mı?
– Protestan.
– Ben de. Peki, episkopalyan mı baptist mi?
– Baptist.
– Ooo mükemmel, peki “Tanrının (god) baptist klisesi”ne mi yoksa “İsa’nın mı (Lord) baptist klisesi”ne mi bağlısın?
– “Tanrının baptist klisesi”ne.
– Ben de. “Orijinal baptist klisesi”ne mi yoksa “reforme edilmiş, baptist klisesi”ne mi?
– “Reforme edilmiş baptist klisesi”ne.
– Ben de. Peki “reforme edilmiş baptist klisesi”nin 1879 mu yoksa 1915 reformasyonuna mı sadıksın?
– 1915 reformasyonuna.
Bunun üzerine “geber pis kâfir” dedim ve köprüden aşağı ittim.”
Acaba bu fıkra başka dinlere, ideolojilere de uygulanabilir mi?
Pazar, Mart 12, 2006
-
May 25 2012 AR-GE kimlerin işidir?
Bizim işimiz değildir!
Genelde toplumumuzun özelde üretim sektörlerimizin rekabet güçleri geleceğimizin belirlenmesinde giderek daha belirleyici olmaya başladığından, bu konulardaki düşünce üretimi de paralel olarak artmaya başladı; bu son derece iyi.
Hangi konulara öncelik verileceği, hangi ileri teknolojilerin benimseneceği, hangi AR-GE araçlarının kullanımı gerektiği, ne gibi teşvikler olması gerektiği gibi konularda tartışmalar yapılıp farklı fikirler gündeme getiriliyor. Bu da çok iyi.
İlginç olan, bütün bu farklılıklar içinde, tüm tartışmaların akademisyenlerin çevresinde dönüp durması ve konunun paydaşları arasındaki şu kesin mutabakat: AR-GE bilim kurumlarının ve bilim insanlarının işidir; bizim için ne gerekiyorsa onlar yaparlar, yapmalıdırlar ve bunun fiyatı neyse onu da devlet ödemelidir.
Niçin?
Çünkü iş dünyası olarak biz AR-GE yapabilecek güce sahip değiliz; bin türlü sorunla uğraşırken bir de AR-GE ile uğraşamayız. Önümüze vizyon çizen, AR-GE politikalarını belirleyen, bunların siyasi iktidarlara göre değişmesini önleyip bir devlet politikası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284) haline getiren devlete ihtiyaç var.
Bu ne ilginç bir gelenektir!
Rekabet gücü kazandırabilecek karşılaştırmalı bir üstünlüğü başlangıçta bulunmayan, üstüne üstlük daha sonra da bu gücü kazanabilmek için bir vizyonu bulunmayan kişi ve kuruluşların, başkalarının (yani devletin) önlerine koyacağı vizyon ve teşviklere güvenerek boyundan büyük işlere girip sonra da sürekli yakınmak, devleti suçlamak ne ilginç bir gelenektir.
Peki onu yapmayalım bunu yapmayalım, ne yapalım? Hemen hemen girdiğimiz hiçbir alanda rekabet gücümüz yok. O halde hiçbir şey yapmayalım mı? Bizim de iş adamı, iş kadını olmaya hakkımız yok mu?
Bir hakaret(!)..”Avrupa’nın manavı olun”
Bir zamanlar böyle bir öneri yapılmıştı: “Siz bu sanayi işini bırakın Avrupa’nın manavı olun“. Yer yerinden oynamıştı. Bizi manavlığa layık (aslında müstahak denilmek isteniliyordu) görenler kalkınmamızı istemeyenlerdi. Mutlaka bacalı sanayi sahibi olacak, biz de makine -hatta makine yapan makine- yapacaktık. Nitekim 1960 darbesi ardından ilk yaptığımız sanayi hamlesi otomobil yapmak idi.
Fakat ne manavlık olarak sembolize edilen tarım ve tarımsal ticaretin, ne de otomobil üretiminin katma değerini AR-GE yoluyla artırabildik.
İki soru: AR-GE tek katlı mıdır ve bu katlar kimlerin işidir?
Söylene söylene sanki yalnızca bir kalemden ibaretmiş gibi anlaşılan AR-GE gerçekte -her biri diğerleriyle irtibatlı- çeşitli katların üstüste bindirilmesinden oluşmuş bir “etkileşimli süreçler kümesi” olarak anlaşılmalıdır.
Sivri ucu altta, ters bir koni boyunca yerleşmiş katmanları düşününüz. En üstte en geniş katman, altlara indikçe daralıyor, fakat etkileşim nedeniyle üst katmanlardakileri de etkiliyor. En altta ise en dar alanlı ama tüm katmanları etkileyebilen katman bulunuyor.
Tek kişiden ibaret bir küçük işletmede “ürettiğim mal ve/ya hizmeti daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?” sorusu bu çok katlı kümenin en üstteki katmanıdır. Tüm diğer süreç katmanları bu katmanın altında yapılanacaktır. Bu tepedeki katman kuruluşların bireysel sorumlulukları altındadır.
Bu katman ne devlete, ne bilim kurumuna ne de danışmanlara bırakılabilir. Kimden ne hizmet alınırsa alınsın AR-GE sorumluluğu -devredilemez biçimde- işletme sahibinindir.
Hangi konularda AR-GE yapılacaktır?
Bu sorumluluk doğrudan iş sahibine aittir. İşinin hangi bölümüyle ilgili AR-GE yapılacağına işin sahibinden başka kim karar verebilir? İş sahibi bu konuda çeşitli danışmanlıklar alabilir ama nihai karar kendisinindir. Dolayısıyla bu açıdan AR-GE de devletin ya da bilim insanlarının işleri değildir.
AR-GE nasıl yapılacaktır?
AR-GE konisini oluşturan her bir AR-GE katmanı da kendi içinde katmanlardan ibarettir. Bir işletmenin AR-GE katmanının içinde bizzat işletme sahibi, yöneticileri ve çalışanları (kapıdaki güvenlik görevlileri dahil) yer almalıdır. “İşimi daha iyi ve ucuza nasıl yapabilirim?” sorusu herkesin sorusudur ve AR-GE’nin en temel sorusudur. Bu soruyu sormak herkesin devredilemez görevidir. Kesinlikle devlete, üniversiteye, bilim kuruluşlarına bırakılamaz. Onlardan danışmanlık alınabilir, ama sorumluluğu onlara bırakılamaz.
İşletmenin AR-GE katmanları içinde doğrudan bilim kurumları ve bilim insanlarının uzmanlık alanına girenler de olacaktır. Onların eğitimleri, uzmanlıkları budur. İşletme sahiplerinin, çalışanlarının ve devletin bu konudaki rolleri sıfıra yakındır. İşletmenin sorumluluğu bu tür AR-GE çalışmalarını finanse etmektir.
Birden fazla işletmeyi ilgilendiren AR-GE kimin işidir?
Co-operative research (yardımlaşmalı araştırma), aynı türde AR-GE ihtiyacı olan işletmelerin sorunudur. Bu da sektörel örgütler eliyle yaptırılır; sorumluluk müteselsil olarak sektör örgütünün ve işletmenindir. Devletin bu konudaki katkısı -tüm iş hayatının çıkarlarını gözeten kurumların önerileriyle- bazı özendirmeler şeklinde olabilir. Fakat kesinlikle neyin nasıl araştırılacağını belirlemek, hele hele onlar adına AR-GE yapmak değildir.
Sektör örgütleri ilgilenmez ise!
Bu tür ortak konulardaki AR-GE faaliyetlerini sektör örgütleri üstlenmez ve bir de bunların devletin işi olduğunu savunmaya başlarsa ne olur? Demokratik sistemlerde bu tür savunular halkın temsilcilerince üstlenilir ve gerçekten de devletin işi haline -şekil 1-A’da görüldüğü gibi(!)- getirilir.
Büyük ölçekli AR-GE’ye kim karar verir, kim finanse eder, kim yapar, kim denetler?
Daha alt katmanlardaki AR-GE ihtiyaçları giderek işletmelerin AR-GE ihtiyaçlarından uzaklaşır ve bir çeşit temel araştırma niteliğine bürünür. Bu tür araştırmaların bir bölümü büyük sektör örgütlerince, silahlı kuvvetlerce ya da devlet kurumlarınca kararlaştırılır. Kararların alınmasında akademik ve bilim kurumlarının danışmanlıklarından yararlanılabilir, ama karar bu kurumların yönetimlerinindir. Finansmanını da bu kurumlar sağlarlar.
Büyük ölçekli AR-GE’yi yapacak olanlar akademik ve bilimsel kurumlardır.
Denetim ise karar sorumluluğunu taşıyan ve finansmanını sağlayan kurumlarca yapılır. Bu konudaki olası bir yanılgı “bilimsel özerklik” kavramının burada kullanılmasıdır. Bilimsel özerklik, AR-GE uygulamalarının başladığı yerde başlayıp bittiği yerde sona erer.
Hangi konuda AR-GE yapılacağı ya da sağlanan finansmanın hesabının verilmesi (accountability) bilimsel özerklikle ilgili değildir. Bilimsel özerklik bilimsel çalışmaların sadece bilim kurallarına göre yapılması, hiçbir idari, siyasi, dini, ideolojik tercihe göre şekillenmemesi anlamına gelir.
Sonuç
AR-GE konularının karardan denetime kadar tümüyle bilim insanlarının işi sayılması ve bunun dışındaki kesimlerin daima “talep kurumu” konumunda beklemeleri geleneği önümüzdeki dönemde yaşamsal önem kazanacaktır.
Bu gelenek değişmeksizin, toplumumuzun üretmekte olduğu katma değerler, tüketme arzusunda olduğu katma değere yetişemeyecek, aradaki fark -aynen bugün olduğu gibi- yasa ve ahlak dışı yollardan finanse edilmeye devam edilecektir.
Türkiye’de AR-GE’ye verilen tüm teşvikler kaldırılmalı, bu kaynaklar, AR-GE’nin -daha da doğrusu yüksek katma değer üretmenin- varlığımızı sürdürebilmenin tek yolu olduğu bilincinin geliştirilmesine harcanmalıdır.
AR-GE bütünüyle akademik ve bilim kurumlarına ihale edilmiştir. Bu ihale iptal edilmeli, herkes, vazgeçilmez işlevlerinin başında şu sorunun geldiğini iş yerinin, evinin ve yatağının başına asmalıdır: işimi daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?
Pazartesi, Şubat 20, 2006
-
May 25 2012 İşsizlik ithali!
İthalat ne(ler) almak demektir?
Bireyler çeşitli ihtiyaçlarını kendi dışlarından temin ederken, toplumlar da benzer şekilde davranırlar. Bir kişi nasıl ki tüm ihtiyaçlarını kendi kendine temin edemez ise toplumlar için de akılcı yol bu değildir. Mesele -birey ya da toplum olarak- bir şeyleri satın almak / ithal etmek ya da kendi içine kapanmak değildir. Mesele, bu alımın sınırlarını çizebilmektir. Neleri satın alacak neleri kendi başına temin edecektir?
Nitekim işletmeciliğin temel konularından birisi de (buy or make decision) adı verilen (al veya yap kararı) kavramdır.
Bu kararı verebilmek için, satın alırken neler satın aldığımızı iyi bilmemiz gerekiyor. Örneğin, bir kasap ya da marketten et alırken gerçekte satın aldıklarımız şunlardır:
1. Et
1.1. Protein ihtiyacının karşılanması (refah)
1.2. Obezite (olasılığı)
1.2.1. Hastalık (fakirleşme)
2. Besleme, kesim, depolama, ulaşım vd zincirde harcanan işgücü
2.1. Bu kesimlerin geliri (refah)
3. Yatırım
3.1. Yatırımın getirisi (refah)
4. Kesimhane atıkları
4.1. Çevre kirliliği (git 6.2.3)
5. Artan et ihtiyacı
5.1. Et ihlali
5.1.1. İşsizlik, fakirleşme
6. Ambalaj malzemesi
6.1. Kağıt
6.1.1. Ağaç
6.1.1.1. Kuraklık (fakirleşme, işsizlik)
6.2. Plastik
6.2.1. Elektrik enerjisi
6.2.1.1. Doğal gaz, petrol ithali (git 6.2.2)
6.2.2. İthal petrol
6.2.2.1. İşgücü ithali (işsizlik, fakirleşme)
6.2.3. Çevre kirliliği
6.2.3.1. Fakirleşme, işsizlik
7. Kasabın hijyen eksiği (olasılığı)
7.1. Hepatit vb hastalık (olasılığı)
7.1.1. Fakirleşme
8. Diğer olasılıklar (vergi kaybı, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksiği vd)
8.1. Fakirleşme, işsizlik
Yani et almayalım mı?
Bu örnek et ya da diğer bir malı alıp almamayı değil, her mal ve hizmetin bir “sırt çantası” taşıdığını açıklamak için verilmiştir. Ayrıca da, satın alınan mal/hizmet ürünü içine gömülü bulunan zenginlik, fakirlik, işsizlik gibi “nihai öğe”lerin daha ileri düzeyde ardışık sonuçları olabileceğine de (kelebek etkisi) dikkat edilmelidir.
Örneğin Çin mallarının olağanüstü düşük maliyetlerine bu mantıkla bakar ve hangi “nihai öğe”lerden oluştuğunu analiz edersek muhtemelen şöyle bir denklem çıkabilir:
Çin mallarının rekabet gücü= kalitesizlik + işgücü sömürüsü (iş güvenliği, işçi sağlığı, ücret düşüklüğü vd) + çevrenin tahribatı + ticaret kurallarının ihlali
Bir şeyin alıcısı varsa üretilir!
İktisatta birkaç temel kural varsa herhalde birisi, hatta birincisi budur. Yasal, ahlaki ya da herhangi bir diğer kurala bağlı olmaksızın, eğer bir mal veya hizmete bir ihtiyaç varsa onu gideren birileri mutlaka çıkacaktır. Bu süreç en şiddetli yasaklarla dahi -tarih boyunca- tersine çevrilememiştir.
Buna göre, bir mal veya hizmet ürününü satın aldığımızda ya da ithal ettiğimizde, sırt çantası içindekileri de birlikte aldığımızı bilmeliyiz. Biz bunları satın aldıkça onları üretenler daima bulunacaktır. Hatta bunları satın almakla onları tevik ettiğimizi dahi söyleyebiliriz.
İşsizlik ithal ediyoruz!
2005 yılında Türkiye ekonomisi umulanın üzerinde büyüdü. Fakat bir yandan da işsizlik azalmadı. Şimdi bunun nasıl olduğunu açıklamak için türlü zorlamalar üretiliyor. Halbuki meseleye “sırt çantası” benzetimiyle baktığımızda, büyümenin ithalattan kaynaklandığını, ithal edilen her mal ve hizmetin sırt çantasında bol miktarda iş gücü ithal ettiğimizi, bunun da bizim için “işsizlik ithali” anlamına geldiğini kolayca görebiliriz.
İthalat, ne ithal ettiğimizi bildiğimiz sürece son derece yararlıdır. Sorun, farkındalığın bittiği yerde başlar.
İstiklal caddesi kaldırımlarına bir de böyle bakalım.
Cumartesi, Ocak 28, 2006
-
May 25 2012 Büyük yanılgı..
Öz
1nci düzey ayrıntı
2nci düzey ayrıntı
Muhteşem çabaBilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)”, aynı türler içinde benzer olanları “cins”, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür”ler olarak sınıflandırmıştır Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş, ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir)Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü –hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir. Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup, sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir.Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir. Fakat o da ne!Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış, uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.Daha sonraları çeştili etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir. İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta,, insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir. Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!Bu varsayım nereden çıktı?Sadece insanlarca –çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür. Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak, kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir. Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor. Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor.Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur. Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir. İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu, dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği yalanı, sonunda bu familyanın –belki de gezegenin- sonunu getirecek görünüyor.İnsan tek “tür” olamaz! İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış, bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır. Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır. Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor. Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor.Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği –bu ölçüde- var mıdır?Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir? Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır. Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor. Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor. Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor. Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek”tir. Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır. Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde –dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkındaolan bir eğitimsiz köylüydü.Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında –ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir. Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları –bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir. Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur. Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir. Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649). Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu. İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir. Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize. Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz! Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz. Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler. Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar. Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir. Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir.Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir. Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur. Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir. Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur! İşte sorun burada başlıyor. Solon –Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine- ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci”dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.“Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur. Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir. O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır. Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür. Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir. Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde. Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?Mevcut durum tam da budur.Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor. Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457
Bu onlara güç verecektir. Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor. Perşembe, Ocak 12, 2006
Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent Pending No: TPE 2005/03764) ile yazılmıştır. Ayrıntılar için Bkz .http://bit.ly/PhdrXn