• Yeni düşünce biçimi, koşullandırmaya dayalı olmamalı..

    TBMM’nin 21nci döneminin açılışında yaşanan türban olayı, bugüne kadar odağında türban varmış gibi görünen bir sorunun, çözülemediği sürece nelere yol açabileceğini işaret ediyor.

    Bir hayalet sorun : Türban-gibi!

    Türban-gibi sorununda iki nokta önemlidir: Birincisi, her sorunumuzu getirip getirip eğitime, onu da okul binası, öğretmen maaşı, bilgisayar sayısı ya da öğrenim süresine bağlayan anlayışın ne denli sığ olduğudur. Bu konudaki yanılgının düzelebilmesi, küçük fakat önemli bir adıma bağlıdır. O da, “eğitim” adına yaptıklarımızın, beklentilerimizi değil, onların zıtlarını ürettiğini kabul etmektir. Eğer eğitimi, – bugüne kadar olduğu gibi- belirli bir ideoloji yönünde koşullandırmak olarak anlamaya devam edeceksek birileri de -ki mutlaka çıkacaktır-, kendi doğruları yolunda koşullandırmaya kalkacak ve bunu da muhtemelen devletten daha iyi yapacaktır. Çünkü devlet, birçok zorunlu kuralla bağlıdır ve bağlı olduğu her kural etkinliğini bir miktar düşürmektedir. Aynı işi herhangi bir kurala bağlı olmaksızın yapanlar ise çok daha etkin olacaklardır. Bunun böyle olduğu, her türlü yasa dışı örgütün ne denli etkin olabildiğinden de görülüyor.

    O halde bir sonraki adım, eğitimin koşullandırma olmadığının, hatta “yeni eğitim”in belki de tek amacının herhangi bir yönde koşullanmamayı sağlamak olduğunun idrak edilmesidir.

    Türban-gibi” sorununda önemli ikinci nokta şudur: Üzerinde uzlaşı sağlanmamış kavramları sahiplenip bunlar çevresinde çatışmayı bir gelenek haline getirmiş olan toplumumuz, “zıtların ayrılmazlığı”nı anlamak ve bunu, “yeni düşünme biçimi”nin temel ilkesi yapmak zorundadır.

    Zıtların ayrılmazlığı : Yeni paradigma

    “Laiklik” ve “inanç” kavramlarını zıt olarak anlamaktan vazgeçip, “laiklik ve inancın ayrılmazlığı”nı net olarak ortaya koymadıkça, her iki “taraf”ın yobazlarının çevresinin geniş kitlelerce dolması önlenemez. Bu durumda ise çatışma kaçınılmazdır.

    Zıtların bütünlüğü, Nevton fiziği ile bugünlere gelmiş olan bilimin de yeni paradigmasıdır. Artık, “iki zıt aynı anda var olamaz” ilkesi yerini, “birbirinin zıtları, bütünü oluşturacak şekilde bir arada ve de birbirini yok etmeye çalışmadan bulunmadıkça bütünden söz edilemez” kuralına bırakmaktadır.

    Koşullandırma en büyük ayıp sayılmalıdır!

    Toplumumuzu tehdit eden etnik, dinsel ya da başka eksenli, içten ya da dıştan güdümlü “çatışma tasarımları”nı önlemenin en etkin yolu, bilimin de sosyal yaşamın da temeli olmaya başlayan “zıtlıkların bütünlüğü” kavramını anlamaya ve sonra da yaşamımıza geçirmektir. Bu ise, eğitim anlayışımızın geleneksel değişmezi olan “nasıl bir insan istiyor isek, çocuk ve gençleri ona göre koşullandıralım” paradigmasının, insana ne denli büyük bir saygısızlık ve sistem için ne büyük bir tahrip mekanizması olduğunu anlamamıza bağlıdır.

    Devletlerin yeni görevi : bilgilendirmeyi özgürleştirip koşullandırmayı engellemek !

    Bilgilenme özgürlüğünün arkasına saklanarak koşullama yapmak, bugüne kadar pek sorgulanmamıştır. Ama artık bunların siyah ve beyaz kadar farklı olduklarını, birinin bilgi toplumunun kaçınılmaz ve yararlı gereği, diğerinin ise insan türünün koşullanmaya açıklığının istismarı demek olduğunu biliyoruz.

    Üçüncü bin yılda devletlerin en başta gelen görevi, kendisi dahil hiç bir kurumun hiç bir amaçla hiçbir kimseyi koşullandırmasına izin vermemesi, koşullanmama hakkını insan -ve de tüm canlıların- haklarının en başına yerleştirmek olacaktır.

    Hayalet sorun (phantom problem), yabancı kökenli bir kavram olup, kök sorun (root problem) tarafından üretilen, ama gerçekte var olmayan sorunları betimlemek için kullanılmaktadır.

    22 Ocak 2001

  • VALDE MEKTEBİ

    Pertevniyal Sultan’ın, eşi II Mahmut adına 1872 yılında inşa ettirdiği Pertevniyal Lisesi, ülkemizin en eski okullarından üç veya dördüncüsüdür. Toplumumuzda reformların en yoğun olduğu bu dönemde, imparatorluğun geleceğinin fütühatta değil yüksek nitelikli insan dokusunda yattığı tanısı gerçekten çok önemli bir ayrımdır. Bu okulumuz bundan dolayı da önemli bir kilometre taşıdır.

    Geçirdiği büyük yangından sonra betonarme olarak yeniden inşa edilen okulun caddeye bakan yüzüne, ilginç bir ustalıkla ve büyük Latin harfleriyle VALDE MEKTEBİ ibaresi yazılmıştır.

    Düz beton yüzey üzerindeki kabartıların üzerine dişi yazıyla yazılan bu yazı, gazete eklerindeki “şaşı bak şaşır” bulmacalarına taş çıkarır biçimde ilk bakışta okunamaz, karşısına geçip uzun süre baktıktan sonra birdenbire görünürdü.

    Çocukluğumuzda beni, birçok akranımı ve erişkin kişileri hayrete ve de hayranlığa düşüren bu ince sanat esprisini, yıllar geçip sanat adına yapılan şaklabanlıkları gördükten sonra, mutlaka başka dünyalardan gelen birilerinin yaptığından kuşkulanmaya başlamıştım. Artık böyle bir kuşkum kalmadı, evet gerçekten de başka gezegenlerden birilerinin gelip, insan türünün sadece kendine belletilip ezberletilenleri tekrarlayan otomatlar olmadığını, böylesine yaratıcılıklar sergileyebileceğini ima etmek, ama bunu da kabaca herkesin gözüne sokmadan yapabilmek için yükseltilmiş zemin üzerine bu dişi yazıyı yazdıklarını anladım.

    Bu ince hatırlatmanın herhangi bir yerde değil de bir okul duvarı üzerinde yapılmış olması, bunu düşünmüş olanları bir daha rahmetle anmamızı gerektiriyor.

    Bir süre evvel okulun önünden tekrar geçerken, beni ve belki birçok kişiyi böylesine etkilemiş bu büyünün bozulduğunu dehşetle gördüm: birileri, dişi yazının içini boyayla doldurarak yazıyı okunur hale getirmiş.

    Bunca sorunla boğuşan ülkemizde, okul duvarındaki yazının içinin boyanmasını sorun olarak ele almayı garipseyenler, hatta “fena mı okulu boyayıp korumuşlar”, ya da “herkesin okumaya çalışırken zaman kaybetmesini önleyip onların işlerini kolaylaştırmışlar” diyenler olabilir.

    Ben sadece bunun düşünülmesini, ama iyi düşünülmesini, hemen cevap verilmeden düşünülmesini istiyorum. Sorunlar yumağı ile bu olayın ilişkisi var mıdır, bunun düşünülmesini istiyorum.

    Okul yönetiminin, bunu önemseyebileceğini sanmıyorum. Bakanlık emirleri içinde bu yazının içinin boyanmamasını emreden bir emir herhalde yoktur. Ama bildiğim kadarıyla bu okulun bir vakfı vardır ve vakfın yöneticileri arasında bir sanatçı da vardır. Belki onlar duyarlık gösterirler. Kim bilir!!

    26 Mayıs 2000

  • GİRİŞİM DESTEKLEME AJANSLARI

    Girişim Destekleme Ajansı (GDA) ya da Girişim Destekleme Şirketi, işsizlikle mücadele için kurulan ve amacı, kişilere çeşitli beceriler kazandırılmasını sağlayıp, böylece onların daha kolay iş bulmalarına ya da kendi işlerini kurmalarına yardımcı olmak olan bir, “kar amacı gütmeyen ticari şirket” dir.

    Ortaklarının, özel kişi ve kuruluşlar olması dolayısıyla bir özel sektör niteliği taşıyan GDA, kar gayesi gütmemesi dolayısıyla da kamusal nitelik taşımaktadır. Bu ikiz özelliği dolayısıyla GDA’lara Batı ülkelerinde “Üçüncü Sektör” adı verilmektedir.

    GDA İhtiyacı Neden Doğmuştur?

    Girişim Ajansı (enterprise agency) adıyla ilk örnekleri İngiltere ve A.B.D. de görülen GDA’lar, “Sosyal Çölleşme” ve bununla bağlantılı, “Sosyal Sorumluluk” denilen iki kavrama dayalı olarak ortaya çıkmışlardır.

    Tanım olarak “Sosyal Çölleşme”, kendi içinde karlı olarak çalışıp, çalıştırdıklarına da iyi imkanlar sağlayabilen kuruluşların, çevrelerindeki sosyal yaşantıda, işsizlik, gelir yetmezliği ve bağlantılı sosyal sorunların bulunması ve bu sorunların giderek, o kuruluşlar içindeki olumlu ortamları (yeşil alan) bir çöle çevirmesine verilen addır. “Sosyal Sorumluluk” ise, sosyal çölleşmeye karşı durabilmek amacıyla, kuruluş sahiplerinin duydukları sorumluluğa denilmektedir.

    Gelişmiş ülkelerde, kuruluşların cirolarının %1 ila 2.5’unu, sosyal sorumluluk payı olarak ayırmaları ve bunu nakdi ve/ya ayni olarak harcamaları alışılmış bir uygulamadır.

    Ayrılan bu paylar yoluyla işsizlikle mücadele edilir, kişilere gerekli beceriler kazandırılır ve onların iş bulmaları ya da iş kurmaları kolaylaştırılmış olur.

    Bu çabalar bir uzmanlık gerektirir. Bu nedenle, her sosyal sorumluluk payı ayıran kuruluşun, bireysel olarak bu çabaları harcaması doğru olmadığı gibi çoğu zaman mümkün de değildir.

    İşte bu nedenlerle kuruluşlar biraraya gelerek, ayırdıkları sosyal sorumluluk paylarını heba etmeden harcamak üzere Girişim Destekleme Ajanslarını kurarlar. Diğer yandan Devlet de, bu yararlı örgütlere çeşitli destekler sağlar.

    GDA Nasıl Çalışır?

    Bir GDA, birçok havuzu bulunan ve bu havuzlarda, iş kurmak ya da iş bulmak isteyenlerin ihtiyacı olan çeşitli destekleri (Çok Yönlü Destek) bulunduran bir sisteme benzetilebilir.

    Havuzlardan birisinde mali kaynaklar, birisinde işyerleri, birisinde uzman personel zamanları, bir diğerinde ise çeşitli kuruluşlar tarafından verilmiş satınalma güvenceleri bulunur. Sadece birkaç çeşit havuzu bulunan GDA’lar bulunabileceği gibi çok sayıda havuza sahip olanları da bulunabilir.

    GDA, hangi tür kişileri ve girişimleri destekleyecekse, onlara uygun sayı ve büyüklükte havuz bulunduracaktır.

    İş bulmak ya da iş kurmak isteyenlerin çeşitli desteklere ihtiyaçları vardır.

    Genel kanı, iş kurmak isteyenin başlıca gereksiniminin para olduğu ise de bu çoğu zaman doğru değildir. Para, iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyaçları içinde önemli yer tutan, ama ilk sırada yer almayan bir ögedir.

    İş bulmak ya da kurmak isteyen bir kişinin gereksinimleri arasında:

    • iş konusu ile ilgili beceri kazanmak,

    • iş bulma ya da iş kurma konusunda gereken becerileri kazanmak,

    • girişimcilik eğitimi

    • işyeri

    • uzman personel (hukuki, mali, teknik vbg konularda danışmak için)

    • kredi teminatı

    • pazarlama

    • iş idaresi

    • para (hibe+kredi+hisse satışı vb)

    bulunmakta olup bunların bütününe Çok Yönlü Destek adı verilmektedir.

    GDA bünyesinde bulunan her bir havuzda, bu desteklerden birisi bulunur. Her havuzun bir giriş, bir de çıkışı bulunduğu düşünülmelidir. Girişlerden, havuza ilgili konuda destek gelmekte, çıkışlardan ise iş bulacak ya da kuracak kişilere destek verilmektedir.

    Diğer yandan da destek verilen kişiler, iş bulur ya da kurarlarsa sahip olacakları gelirden bir payla geri ödeme yapacaklardır.Böylece havuzun dengesine olumlu katkıda bulunurlar.

    Başarılı bir GDA, her havuzunun gelirleri ile giderleri arasında uygun bir denge kurabilmeli, böylece kendi işletme masraflarını da karşılamış olmalıdır.

    Destek Havuzları Nasıl Dolar?

    GDA’nın havuzları üç ayrı yoldan dolabilir; GDA kurucularının aynı ve/ya nakdi katkıları, kurucu olmamakla birlikte sosyal sorumluluk hissedenlerin katkıları ve nihayet devletin katkıları.

    Bir GDA’nın, fonksiyonlarını yapabilmesi, çeşitli havuzlarının doluluğuna, bu ise gerekli tanıtımı yapabilmesine, güven yaratabilmesine ve başarılı olabilmesine bağlıdır.

    GDA kültürü henüz yeterince gelişmemiş ülkelerde (Türkiye gibi), başlangıçta, gereken desteğin büyük bölümünün devletten gelmesi zorunludur.

    Türkiye’de Geliştirme ve Destekleme Fonu, bu tür kuruluşları (GDA) desteklemeye uygun mevzuata sahiptir.

    Parasal havuzda, hibe ve değişik koşullu krediler bulunabilir. Bir kısım kuruluş havuza hibe şeklinde katkıda bulunurken, bankalar ve diğer finans kuruluşları düşük veya normal faizli krediler verebilirler.

    Devlet ise hibe ve/ya geri ödemeli kaynaklar tahsis edebilir.

    GDA ise, böylece biriken kaynakları daha değişik koşullarla, ama her durumda girişimcinin başarı grafiğine bağlı olarak sitüasyonlar şeklinde dağıtır ve yönetirler.

    Uzman personel havuzunda, çeşitli destekleyici kuruluşların (sponsor), mesaisinin bir kısmı veya tamamını, bir süre için, girişimcilerin ihtiyaçlarını karşılamaya tahsis eden uzmanları bulunur.

    Bunlara (secondee) adı verilmekte olup, dilimize ödünç personel olarak çevrilebilir.

    Ödünç personel, bir girişimcinin ihtiyacı olan, ama başlangıçta masrafına katlanamayacağı çeşitli hizmetleri (hukuk, maliye, finansman, teknik konular) verirler.

    Batı’da ödünç personel usulü, daha üst bir pozisyona getirilmesi düşünülen personel için bir “Başarı Testi” anlamına gelmektedir.

    Satınalma güvencesi havuzunda, bir girişimcinin ihtiyacı olan en önemli destek bulunmaktadır. O da, üreteceği mal veya hizmetin, belirli koşullara uyulduğu sürece satın alınacağına (herhangi bir destekleyici tarafından) güvence verilmiş olmasıdır.

    İşyeri havuzunda, bir binanın bir kısmının kullanım hakkı ya da işyeri olabilecek bir yapının mülkiyeti bulunabilir.

    Bu tür destekler, özel veya kamu kuruluşlarından, vakıf ve derneklerden gelebilir.

    Bu desteklerden birisi ve belki de en değerlisi “Girişimcilik Eğitimi” dir. Bu, çevresine bakmayı öğrenmek ya da çevresindeki ihtiyaçları görebilmek demektir.

    Başarılı girişimciler, çevrelerindeki ihtiyaçları görebilen ve onları iş haline getirebilen insanlardır.

    Bir GDA’nın sağlayacağı desteklerden birisi de işte bu, “İhtiyaçların Farkına Varabilme Becerisi” kazandırmaktır.

    Bunun dışında da destek türleri bulunabilir ve ilgili havuzda, yukarıdakilere benzer biçimde bulunurlar. GDA yöneticisi, hizmetlerini iyi tanıtabildiği ölçüde destek havuzlarını da doldurabilecektir.

    Bugün, başta işsizlik olmak üzere birçok önemli sorunumuzun altında “yeni işler yaratamamak” yatmaktadır.Bu konuda kafa yorulmamasının bir sonucu olarak da, yeni işlerin, ya kamu kadrolarına ek personel almak ya da yeni yatırımlar yapmak gibi biri tamamen diğeri de kısmen yanlış olan iki yetersiz seçenek yoluyla yaratılabileceği gibi bir yanlışa saplanılmıştır.

    Girişim Destekleme Ajansları, bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın en etkin araçlarından birisidir.

    ***

  • TÜRKİYE BUNLARI MI KONUŞMALI?

    Elindeki en değerli kaynağı -zamanı- inanılmaz bir verimsizlikle kullanmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş bulunan Türkiye’de, konuşulan konulara ve özellikle de konuşulma biçimine, bilgi toplumuyla ilgilenen herkes dikkat etmelidir. Bu satırların yazarınca 5 yıl kadar evvel yazılmış bir yazı, bugün için sanki daha bir önemli gibi görünüyor:

    «Gazete ve TV’lerin tüm içeriklerini sınıflandırır, içinden ilan, reklam, hava raporu, adresi belli küfürleşme gibi standart kalemleri çıkarırsanız, geri kalacak olanların büyük bölümünün hükümet kuruluşu, çatırdaması, yıkılışı, bu konularda çeşitli kimselerin söyledikleri ile Gümrük Birliği’ne giriş tarihimiz -dikkat içeriği değil- gibi dar bir alana yoğuştuğu görülecektir.

    Acaba gerçekten de Türkiye’nin konuşması gerekenler bunlar mıdır? Örneğin, Gümrük Birliği’ne girildiğinde hizmetler sektörümüzdeki durum ne olacaktır? Onbinlerce sayıdaki küçük girişimci, buluşçuluğu yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş Avrupalı girişimci karşısında nasıl dayanacaktır?

    Eğitimi, «bilgili insan yetiştirmek» olarak anlayan ve bunun vahim bir yanlış olduğunu anlama ihtimali pek bulunmayan kadrolara -alternatifleriyle birlikte-, eğitimin bu olmadığı, bilginin kütüphane raflarında ya da disket ya da CD-ROM’larda kolayca depolanabileceği, hatta bu bilgilerden sonuç çıkarma becerisinin dahi giderek makineler tarafından yapılmakta olduğu nasıl anlatılabilecektir?

    Eğitimin, insanlardaki yaratıcılığı köreltmemesi gerektiği, çağın acımasız rekabet düzeni içinde insanların buluşçuluğunun dolayısıyla da yaratıcılıklarının yarışacağı bu insanlara nasıl ve de kimler tarafından anlatılacaktır?

    Eğitimin, «ben şu kadar yıllık eğiticiyim» ya da «bu işler bizim uzmanlık alanımıza girer» diye böbürlenenlerin ezberlemiş oldukları alanların dışına çıkalı en az 30 yıl olduğunun, kimseyi kırıp incitmeden nasıl anlatılacağı her şeyden daha önemli değil midir?

    Türkiye’nin gündemi değişmelidir. Bunu başkaları değil kendimiz yapacağız. Mevcut iletişim kanallarımız bu gündemi değiştirecek gibi görünmüyor. O halde, yeni iletişim kanalları oluşturmak zorundayız. Ne olup bittiğini anlayan, Türkiye’nin ne olmaz işlerle uğraştığını farketmiş insanların, aralarında küçük ama bir diğeriyle birleşme kabiliyetine sahip ağlar kurarak bir büyük «sinerjik ağ» yaratmasından başka çare yok gibi görünüyor.

    «İnsanlar ve toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler» sözü doğrudur. Ama bu şekilde yönetilmeye müstahak olmayan ya da müstahak olmadığını düşünen kimselere düşen birbiriyle eylem birliği içinde olmak da o denli doğrudur. Eğer bunu beceremezsek, mevcut resimden yakınmaya kimsenin hakkı kalmayacaktır.

    Türkiye, «yakınan ama yalnızca yakınan insanlar toplumu»dur. İnsanımız yakınma konusunda birer profesör olmuş, kendi dışında her kim varsa, sorunlarını çözmek konusunda görevli olduğunu düşünmektedir. Bu tür insanlar gerçeği göremedikleri takdirde yakına yakına yok olacaklardır.

    Türkiye’nin gündemini bu abuk konuların dışına çıkarabilmek zorundayız. Bunun için birinci derecede görevli olanlar ise sesleri çok çıkanlar değil, bu gerçeğin farkına varmış ama kenarda oturmayı tercih eden, «nasıl olsa pişerse bana da düşer» düşüncesindeki insanlarımızdır.

    Bu karabasanı aşabilmeliyiz. Olaylara bakmada, onları anlamada, mevcut kısır kalıpları yıkmayı başkalarından beklemeyi bırakmalı, bunu kendimiz yapmayı becerebilmeliyiz.

    01 Ekim 1995.

  • SORULAR

    1. İcat (çıkarmak, etmek, yapmak) dilimizde niçin biraz alay, biraz aşağılama için kullanılır?

    2. Nitelik deyimiyle, bir kişinin bilgi-becerisi, zihinsel yeterekleri, ruh sağlığı ve ahlakı; nitelik dokusu deyimiyle de bu bireylerden oluşan toplumun niteliği anlaşılmak üzere, toplumumuzun nitelik dokusu yaklaşık olarak nasıl bir istatistiki dağılım gösterir?

    3. Toplumumuzun zihniyetini oluşturan değerler kümesi içinde kirlenmeler var mıdır, varsa hangileridir?

    4. Düşünme stilimiz niçin uçlara (evet ya da hayır, siyah ya da beyaz) dayalıdır, gri tonlar niçin yoktur?

    5. Doğrularımız niçin tektir?

    6. Araştırma ve geliştirmeye yeterli kaynak ayrılmayışı neden mi yoksa sonuç mudur? Nedense niçin sonuçsa niçin?

    7. Bilim nedir, kimlerin uğraş alanıdır?

    8. Güreşçilerimizin mayo askıları 1948’den beri niçin hep düşüyor?

    9. Araştırma-geliştirme kimin görevidir? Devletin bu alandaki görevleri nelerdir?

    10. 17 Ağustos depreminde binalar niçin yıkıldı?

    11. İnşaat teknolojilerinde bilinip bulunacaklar bitti mi; bitmediyse bunları kim arayacak?

    12. Veli Göçer ne kadar suçlu?

    13. Siyasetçiler ne kadar suçlu?

    14. Belediye başkanları ne kadar suçlu?

    15. İnşaat ustaları ve işçileri ne kadar suçlu?

    16. Üniversiteler ne kadar suçlu?

    17. Bürokratlar ne kadar suçlu?

    18. TÜBİTAK ne kadar suçlu?

    19. Medya ne kadar suçlu?

    20. Rasathane ne kadar suçlu?

    21. Yıkılan binalarda oturanlar ne kadar suçlu?

    22. Yıkılan binaları satın alanlar ne kadar suçlu?

    23. Tek suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    24. Suçlu arayanlar ne kadar suçlu?

    25. TİTAN’cılar ne kadar suçlu?

    26. İşçimizi, memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz söylemi doğru mu?

    27. Yoktan var edilebilir mi, edilebilirse bunu kimler yapabilir?

    28. İşçi ve memur enflasyon tarafından ezilmeyecekse kimler ezilecek; kimseyi ezmeyen enflasyon olur mu?

    29. Toplum kesimlerimiz niçin sürekli çatışıyor?

    30. Organizmamızda çatışma DNA’ları mı var?

    31. Bütün okullarımızda çatışmaya yol açan bir şeyler öğretiliyor mu, yoksa öğretilenlerin hepsi mi çatışmaya yol açacak şekilde öğretiliyor?

    32. Niçin öğretiliyor? Çocuklar kendileri öğrenemiyorlar mı?

    33. Bebekler yürümeyi nasıl öğreniyor? Yürüme diploması niçin verilmiyor? Diploma verilse bebekler yürüyebilirler mi?

    34. İnsanlar doğuştan doğru, iyi ve güzele mi yoksa yanlış, kötü ve çirkine mi eğilimlidirler?

    35. Koşullandırma zihinsel tecavüz müdür, yoksa insanları doğru, iyi ve güzele yönlendirmek midir?

    36. Koşullandıranları kim koşullandırıyor, bu işin başlangıcı neresi?

    37. Reklamlar da koşullandırma mı?

    38. Dünya’nın en büyük otogarı niçin bizde; biz en büyük, en akıllı mıyız yoksa en neyiz?

    39. Doğruları kimler bilir; onlara kimler öğretiyor?

    40. İki nokta arasındaki en kısa uzaklık, onları birleştiren doğru mudur; bu her zaman böyle midir; değilse niçin böyle öğretilir?

    41. 11×11 kaç eder; 121 mi 100 mü, yoksa daha mı başka?

    42. Zaman zaman devam etmek üzere hoşça kalınız.

  • “SOKMA AKILLA SOKAK DÖNÜLMEZ” YA DA “SEN İSTEMEZSEN KİMSE SANA ÖĞRETEMEZ”!

    Yönetici eğitimine verilen önem son yıllarda giderek artıyor. Bazı kuruluşlar bir politika olarak, standart olarak seçilen bir dizi eğitimi tüm yöneticilerine veriyorlar.

    Eğitim içeriklerine bakıldığında gerçekten de heyecan verici başlıklar görülüyor: “başarılı yöneticilerin 7 alışkanlığı“, “grid eğitimi” ve benzeri başlıklar gerçekten de çok çekici.

    Bu eğitimleri verenlerin çoğu, yabancı bir ismi de firma adlarının içine ekleyip oldukça yüksek ücretlerle hizmet veriyorlar.

    Peki acaba, bu eğitimlerin sonunda beklenen gerçekleşebiliyor mu? Ya da eğitimlerin verimleri ne kadardır?

    Burada 3 türlü verimden söz etmek gerekir:

    1. Eğitime yollayan kuruluş açısından verim= kişinin aldığı/kuruluşun beklediği

    2. Eğitimi veren kuruluş açısından verim= kişinin aldığını beyan ettiği/eğitim kuruluşunun vermeği umduğu ve nihayet

    3. Eğitime tabi tutulan kişi açısından verim= eğitimin, ihtiyacına cevap veren kısmı/kendince belirlenen ihtiyaç

    Bu 3 verim içinde en yükseği ikincisi, en düşüğü ise üçüncüsüdür. Ve bu sonuncu verim, esas dikkate alınması gerekendir.

    Eğitim programları genellikle kişilerin üstleri ya da daha kötüsü eğitim bölümlerince belirlenir.

    Üstler -genelde- eğitimi bir “kızgınlık giderme aracı” olarak görürler. Gözüne çarpan bir eksikliğin teşhisini kendi kendine koyan bir yönetici, çalışanların neye ihtiyacı olduğunu araştırmaya ihtiyaç duymadan onları eğitime yollar.

    Örneğin sabahları işe geç kalmayı adet edinmiş bir kişinin “iş disiplini”; derdini uzun uzun ifade edip aralara bol bol eee koyan kişinin ise “iletişim” eğitimine ihtiyacı olduğunu düşünülür ve hemen de harekete geçilir.

    Ama bugüne kadar, bu tür yollarla eğitime gidip de erken gelmeyi ya da ee’leri azaltmayı başarabilmiş kimse var mıdır bilinmez.

    Bu yolla kimsenin bir şey öğrenemeyişinin nedeni, eğitime yollananların aptal olmaları değil, kendi ihtiyaçları ancak başkalarınca belirlenebilecek kadar aptal sayılmaları ve ayrıca da ihtiyaçlarının muhtemelen yanlış ya da eksik belirlenmesidir.

    Bu acayipliğe son vermek için pratik bir yol, kuruluşların bu işleri yapan bölümlerini kapatmak, dahası o bölümlerde bulunup da bu yöntemi hala savunmaya devam edenleri de Papua Yeni Gine’ye eğitim uzmanı olarak iş aramaya yollamaktır.

    İkinci yapılacak pratik eylem, kuruluşun kapısına şu ilkeyi büyük harflerle yazmaktır: ÖĞRENMEK, KİŞİNİN ASLİ GÖREVİDİR.

    Kişiler kendi eğitsel eksiklerini en iyi kendileri bilirler. Bu eksiklerin, kendine eğitim uzmanı diyen kişilerin dağarcığındaki, firma broşürlerinden sokuşturma ya da kendi kafalarından derleme başlıklardan ibaret olması gerekmez ve zaten hiç bir zaman da öyle değildir.

    Diğer yandan, eğer kişi eksiğinin farkına varmış ve onu gidermek için bir çaba içine girmiş ise kuru bir sünger kadar alıcı (receptive) hale gelmiştir. Bu kişiye harcanan tüm emek ve para yerindedir.

    Yok böyle değil de, kişi eksiğinin farkında değil ya da farkında ama onu gidermek için somut bir çabası yoksa, eğitim için kati surette çaba harcamamalı, hatta mümkünse o kişiden kurtulmalıdır.

    Kişinin özgün ihtiyaçların dikkate almayan, ağızdan dolma eğitimlerin yararsız oluşu şu kuralla ifade edilebilir: KİŞİNİN, KENDİ İHTİYAÇLARINA KARŞILIK GELMEYEN HİÇBİR ŞEY ÖĞRENİLEMEZ..

    Okul eğitimlerinde niçin bu denli az öğrenilebildiğinin nedeni de kuralda saklıdır.

    “Başarılı Yöneticilerin Yedi Alışkanlığı” çok yararlı bir eğitimdir.

    Gerçekten de başarılı yöneticiler incelendiğinde bu alışkanlıklara – o veya bu derecede- sahip oldukları görülecektir. O halde bir yöneticinin başarısını artırmak için bu eğitime tabi tutmak ilk akla gelendir ve genellikle de gelmektedir.

    Ayrıca da adına “eğitimkolik” denilebilecek bir tür de, her çeşit eğitime meraklıdır ve eğitimleri sırf bunların adlarını olur olmaz yerde söylemek için alır.

    Bu tür eğitimler çok büyük çoğunlukla, konuyu bilen bir kişinin, eğitime katılanlara “anlatması”, zaman zaman sorularla onları da “katması”, başka kişi veya kurumlardan “örnekler vermesi”, belki bazı görsel ve basılı “malzemeyle desteklemesi” biçimindedir.

    İster zorla yollanmış, isterse bu ikinci amaçla gitmiş olsunlar, katılanların bu yararlı eğitimden yararlanamayacakları neredeyse kesindir. Bunun nedeni, alınacak eğitimin kişiye özel olarak tasarımlanmamış, “her bedene tek ölçü” anlayışıyla verilecek olmasıdır (çünkü eğitimler genellikle böyle verilir).

    Örneğin bu eğitimin beşinci ilkesi, “önce anla, sonra anlaşılmasını sağla” şeklindedir. Bir problem varsa onu, ya da müşteri isteklerini önce anlamak sonra da yapılacak olanların taraflarca anlaşılmasını sağlayarak onların katılımlarını sağlamak gerekir.

    Eğitim sırasında bu ilkenin defalarca tekrarlandığını, bir video gösterilerek doğru ve yanlış yaklaşımların vurgulandığını, bununla da yetinilmeyerek eğitimin sonunda güzel kağıda renkli olarak basılmış notlar dağıtıldığını görür gibiyiz. Hatta daha da ileri giderek, konunun ne denli anlaşıldığını test etmek için eğitim sonunda bir sınav yapılıp birer sertifika dahi verilebilir. Hele hele eğitim yabancı dilde verilirse, bu eğitimi görmüş olanların cakalarından yanlarına kim yanaşabilir ki?

    Bu kişiler gerçekten de eğitim sırasında işlenen bu beşinci ilkeyi belleklerine yerleştirmiş olabileceklerdir. Ama eğer, eğitime gelene kadar, bir şeyin anlaşılmasının, o konuda bir şey yapmak için ne denli önemli olduğunu farketmemişler ise, eğitim sırasında söylenenlerin hepsi, “bellekte kalacak -ama kullanıma giremeyecek- bilgiler” olmaktan ileri gidemeyecektir.

    Denilebilir ki, bir konuda ihtiyaç hissederek “alıcı” hale gelen ve rastladığı tüm kaynaklardan, kendisinin o konudaki bilgi, beceri, davranış eksikleri olarak gördüklerini vakumlayan kişiler, gerek bu tür eğitimlerden gerekse akla gelebilecek her kaynaktan -gerçekten her kaynaktan- öğrenirler. Daha açık bir ifadeyle, bu tür “vakum” durumuna geçmiş kişiler, eğitimleri birer doğrulama ve bazı eksiklerini giderme aracı olarak kullanırlar. Bu kişiler, vakumladıkları bilgi, beceri ve davranışları anında özümler ve yaşamlarına geçirirler. Onun dışındaki kişiler ise, verilenleri belleklerine yerleştirir, gerektiğinde satışını yapar, ama onları eğitmek isteyenlerin amaçladıkları gibi yaşamlarına geçiremezler.

    Son yıllarda Batı ülkelerinin bir kısmında filizlenen Öğretme yerine öğrenme anlayışını dürten gerçek budur. Gerek okullarda, gerekse diğer kuruluşlarda yapılan ve bir işe yaramadığı bilinmesine karşın insanların öğrenme yeteneklerinin göz ardı edilmesi nedeniyle sürdürülen beyhude faaliyetin trajedisi, bu yeni akımla son bulacaktır, ama kurbanlarını geride bırakarak.

    Başta TV olmak, hemen ardından da aile ve çevresinin şiddetli koşullandırıcılığı altında ihtiyaçları bir dizi yanlışa şekillenen çocuk ve gençlerimiz, ihtiyacını duymadıkları, arayışı içinde olmadıkları bilgi, beceri ve davranışları bellemeye zorlanmakta, fakat başarılı olamamaktadırlar. Eğitimi, “davranış şekillendirmek” olarak bellemiş bir eğitim ordusu da, insanların ihtiyaç duyup duymamalarına aldırmadan, çareyi daha çok okul binası, daha çok öğretmen, daha çok bilgi olarak dayatmakta, bu yolla kendi doğrularını genelleyebileceklerini zannetmektedirler.

    Benzer boş çabalar aynen okul dışı kuruluşlar için de geçerlidir. Okulların yerini bu defa, kuruluşların eğitim birimleri almakta, daha da kötüsü para ve diğer imkanlar konusundaki sınırlar da kalkmaktadır. Okul eğitiminde yer alabilmek için öğretmenliğin bazı koşullara bağlanmış olması, okul dışı eğitimi için gerekli olmadığından, ağzı laf yapan, bir yabancı kuruluşa komisyon ödeyerek adının yanına onu da yazabilen herkes ortaya eğitimci olarak çıkmakta, ihtiyaç, öğrenme stili, öğrenicinin çabası vs gibi unsurlara aldırmaksızın eğitim satmakta, kuruluşların eğitim görevlileri de bunları kucak dolusu para vererek satın almak için eğitim katalogları hazırlamakta, planlar yapmaktadırlar. Trajedinin diğer perdesi de budur.

    “Öğretmeye son, öğrenmek isteyene yardım”, yeni eğitim anlayışımız olmalıdır. Okulda ve de dışında!

  • ŞİŞMAN DERYA!

    Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da yayın yapan radyoların birinde, Darüşşafaka Lisesi -ya da onun vakfı- yetkililerinden birisi olduğu anlaşılan bir kişi ile söyleşi yapılıyordu. Yetkili, büyük bir ısrarla okullarının donanım açısından diğer okullara göre önde olduğunu anlatıyor, kaç adet basketbol sahası, kaç tane fen laboratuvarı, kaç bilgisayar dersliği olduğunu büyük bir övünçle anlatıyordu. Anlattıklarından anlaşılan iki şeyden birisi gerçekten de bunların var olduğu, ikincisi ise okul denilince aklına bundan başka bir şeyin gelmediği idi. Söyleşiyi yapan radyo ilgilisi de okul denilince benzer şeyleri anladığı için, program böyle bir karşılıklı anlayış havası içinde bitti.

    Bir kişi ya da kurum eleştirildiğinde genellikle yapılan savunma, o kişi ve kurumun evvelce yapmış ve belki halen yapmakta olduğu iyi şeyleri sıralamaya dayanır. Daha da güçlü bir savunma aracı, kişi ya da kurumun kaç yıllık olduğunu ileri sürüp, “eğer bir yanlışımız olsaydı bunca yıl ortaya çıkmaz mıydı” demeye getirmektir.

    Şimdi bu kurumla ilgili olarak yapılacak eleştirilere karşı da benzer argümanlar geliştirilebilir ve yüz bilmem kaç yıllık geçmişi olan -Kızılay’ımız gibi- bu kurumun ne kadar büyük olduğu ve dolayısıyla eleştirinin haksız olduğu -kurum yaşıyla eleştirinin ne gibi bir ilgisi varsa- ileri sürülebilir.

    Geçtiğimiz hafta içinde, medyadan öğrenildiği kadarıyla, bu kurumun açtığı sınavı kazanıp okumaya hak kazanan Derya adlı bir kız, kilosu standartların dışında olduğu için okula kabul edilmemiş.

    Polis akademileri ve askeri okullar ile mankenlik okullarına girişte de benzeri standartlar uygulandığı bilinmektedir. Bunda bir tuhaflık da yoktur. Çünkü, bu okullar fizik yapının belirli sınırlar içinde olmasını gerektirebilecek beceriler kazandırmaktadır.

    İlk, orta ve yüksek öğrenim kurumları ise, Milli Eğitim Temel Yasası’nda emredildiği şekilde çocuk ve gençlerin, bedeni, ruhi, akli ve ahlaki becerilerle donatılması için mevcuttur. 1739 sayılı yasanın 1nci maddesinin 2nci bendi aynen böyle demektedir ve dikkat edilirse bedeni yetiştirmeyi de birinci önceliğe almıştır.

    Hal böyle iken, okul yönetimi, kendi hazırladığı ve temel yasanın en can alıcı maddesine ve ayrıca akıl ve sağduyuya aykırı olarak kilosu, kendi koydukları sınırların dışında olan bir çocuğun okuma hakkını gaspetmekte, bunu da çıkıp TV ekranlarında bir marifetmiş gibi hala savunmaya devam edebilmektedir.

    Kendine belletilme yoluyla ezberletilenleri sorgulamadan diploma toplaya toplaya belirli yerlere gelmiş bu insanlar, “şefkat kapısı” adlı okulda şefkatsizliğin örneğini vermişlerdir.

    Sağduyulu okul yöneticilerinin yapacağı, çocuğu okula kabul etmek ve bir organik bozukluğa dayanmıyor ise, uygulayacakları bir rehberlik programı ile Derya’yı normal kilosuna indirmek, ama bir yandan da bu abuk maddeyi içeren yönetmeliği derhal değiştirmekti. Bunu yapıp yapmayacakları bilinmez.

    Ama, bu yazımı bir suç duyurusu olarak Cumhuriyet Savcısı’nın dikkatine sunuyor ve ayrıca da postalayacağımı belirtiyorum. Okul yöneticilerinin, 1739 sayılı yasanın amir hükmünü çiğnemeleri nedeniyle haklarında kovuşturma yapılmalarını saygılarımla arz ediyorum.

  • OKUL SİSTEMİNİN EN SAKINCALI YANI!

    Geleneksel okul sistemine yöneltilen birçok eleştiri var. Toptancılık anlayışı içinde bireysel özellikleri yeterince dikkate almayışı, öğrenme yeteneğini göz ardı edip öğretme esaslı oluşu ve ders denilen ve yaşamın soyut bir modeli olan bir araç yoluyla derslerin işlenmesi eleştirileri bunlardan yalnızca üçü -ve de bütününün reddedilmesine kadar gidebilecek üçü- dür.

    Bu üçüncüsü, özellikle bizim üzerinde daha dikkatle durmamız gereken bir noktadır. Yani, yaşamın kendini, onu iyice unutturacak ve ancak çok yüksek soyutlama becerisi kazanabilmiş erişkinlerce tekrar bir araya getirilerek anlaşılabilecek derecede parçalayarak “dersler” haline getirmek, ilkel çağlardan bugünlere erişebilmiş bir garabettir.

    17-18 Ekim tarihlerinde İstanbul’da bir seminer veren Prof. James J. Asher’in seminer sırasında verdiği bir örnek, derslerin gerçekleri nasıl çarpıtıp saçmalaştırdığını göstermesi bakımından ilginçtir. Ortaokul öğrencilerine cebir öğretmek için seçilen problem şudur: Ohio’lu bisiklet tamircisi olan Wright kardeşler (uçağın mucitleri), bir gün dükkandaki 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak isterler. Kardeşlerden birisi yalnızca pedalları sayar 18 sayısını bulurken, diğer kardeş tekerlekleri sayar ve toplam 46 sayısını belirler. Acaba dükkanda kaç adet 2 ve kaç adet de 3 tekerlekli bisiklet vardır?

    Buna benzer problemler, bizim orta ve lise kitaplarımızda bol miktarda mevcuttur.

    Ancak unutulan nokta, bu problemin saçmalığının göz ardı edilip, çocukların aptal yerine konulmasıdır. Doğrudan 2 ve 3 tekerlekli bisikletleri saymak varken hiç kimse pedal ve tekerleri ayrı ayrı sayıp sonra da 2 bilinmeyenli denklem kurarak 10 adet 3 ve 8 adet de 2 tekerlekli bisiklet olduğu sonucuna varmayı düşünmez.

    Çocukları ilgilendireceği düşünülen bu akılsızca problem formülasyonu aslında, çok farklı anlama gelmektedir: Çocukları çok az tanıdığımızı ve eğitim yaklaşımlarımızın onları gerçekten de aptallaştırdığının farkında olmadığımızı!

    Tüm fizik, kimya, matematik kitaplarındaki problemleri inceleyiniz. Şu iki kategoriden birine mutlaka girerler: ya hiç bir açıklaması olmayan problemler, ya da bisiklet probleminde olduğu gibi aptalca düzenlenmiş olanlar.

    Bu yaklaşımın muhakkak ki bir nedeni vardır: O da, öğrenmenin tek yöntemi olarak, değişik problem türlerinden olabildiğince fazla örneği “tekrarlayarak” farklı bir probleme rastlama olasılığını olabildiğince azaltmaktır.

    Bu tekrarlama işini iyi yapan ve de niçin tekrarlama gerektiğini sormayan öğrencilere “çalışkan” deniliyor ve bir fizik, kimya ya da matematik problemini çabucak çözebilen bu çocuklarda da “fen kafası” olduğu söyleniyor. Bu çocuklarımız derslerde sık sık sorular sorarak, değişik görüntülü (ama kökü aynı) problemleri nasıl çözeceklerini öğrenmeye çalıştıklarında, bu da “ezberin olmadığının kanıtı” olarak gösterilir.

    İşte, bu kadar tekrar için anlamlı problem tasarımlamak zor olacağı için de mecburen gerçek yaşamda rastlanması mümkün olmayan problemler ortaya atılır.

    Derslerin gerçek yaşamla birleşmesi ancak tekrarın ortadan kalkması ile mümkündür. Bu ise karmaşık problemleri -tekrarladığından ötürü- çözebilen kişilere değil, çocuklarımızın çok basit gerçekleri iyi anlamış olmalarına bağlıdır.

    Diferansiyel denklem çözebilen, ama gerçek problemlerle karşılaştığında birinci derece denklem bile kuramayan üniversite mezunları yerine, bayağı kesirlerin çarpım kuralının niçin öyle olduğunu bilen çocuklara ihtiyacımız var.

    Dersleri birbirinden kopararak vaziyeti kurtarmak (programı zamanında yetiştirmek) yerine, onları anlamlı senaryolar içine yerleştirebilen öğretmenlere, bu yapılmadığı takdirde neler olabildiğini ve de olabileceğini görebilen eğitim yöneticilerine (her düzeyde) ve elite ihtiyacımız var.

  • NİTELİK DOKUSU KONUSUNDA DUYARLIĞIN GELİŞTİRİLMESİ

    Dünya ile aramızdaki duvarlar kalktıkça gelişmiş ülkelerle bizi ayıran değerler berrak olarak ortaya çıkıyor ve haklı olarak da biz bunlara sahip olamamanın üzüntüsünü, biraz da -haklı olarak- kıskançlığını duyuyourz. İnsan hakları, demokrasi, toplum kesimleri arasındaki uzlaşma, akılcılık gibi değerler bunlardan yalnızca birkaçı.

    Başta siyasi partiler olmak üzere toplumumuzu yönetip yönlendiren kuruluşlar, bu değerlere sahip olma konusunda kah özlemlerini, kah şikayetlerini dile getiriyorlar.

    Ama acaba bu özlemlerin gerçekleşmesi mümkün müdür? Ya da bugünkü şartlar altında mümkün müdür? Ya da bu değerlere sahip olmamızı önleyen nedir, nelerdir? Önce birincisine cevap: Hayır, bu şartlarda bu değerlere sahip olmamız maalesef mümkün değildir. İkinci sorunun cevabı ise “toplumumuzun nitelik dokusu” nun yetmezliğidir.

    “Nitelik” deyimi ile zeka, bilgi-beceri, ahlak, beden ve ruh sağlığı; “doku” ile de toplumu oluşturan bireylerin değişik niteliklerinin oluşturduğu örgü kastedilmektedir.

    Bu tanı nedeniyle zekası, bilgi-becerisi, ahlak ve akli-bedeni sağlığı yerinde olan bireyler alınganlık göstermemelidir. Burada sözü edilen ortalama dokudur.

    Bu yetersiz doku, özendiğimiz toplumlardaki herşeyi -evet herşeyi- burada çarpıtarak, kırparak, deforme ederek taklit etmektedir. Fayansları eğri döşeyen insanımız, karakolda polis, vergi dairesinde memur, lokantada garson ya da parlementoda milletvekili olarak yapması gereken işleri eğri yapmaktadır.

    Dolayısıyla sorunlarımızı çözmenin ilk adımı bu nitelik dokusunu düzeltmek olmalıdır.

    Bunu yapmaksızın, yeni yasalar, yeni yatırımlar, yeni kurumlar daima yeni eğrilikler üretmekten başka işe yaramamaktadır.

    Hangi geri kalmış yöremize gitseniz oralardaki insanların yeni göletler, yeni fabrikalar, yeni yatırımlar istemeleri ve politikacıların da kendilerini bu isteklere göre yönlendirmelerine demokrasi adı takılmış, gerçek demokrasinin ancak nitelik dokusu geliştirilmiş insanlar arasında var olabileceği ısrarla görmezlikten gelinmiştir.

    Burada güçlük, bu gerçeğin farkında olan az sayıdaki insanın dışındaki kitlelere bunu anlatabilmesindedir. Çünkü ilk bakışta, bütün sorunların ortak elementi durumunda bir faktörün varlığına inanmak ve bunun olağanüstü etkisini takdir etmek pek kolay değildir.

    Kitleleri yönetip yönlendirenlere bu gerçeği anlatabilmek kolay görünmüyor. Bunun için, kitle iletişim araçlarının toplumu uyandırmasından başka bir çare yok gibidir.

    Eğitim sistemimizin çarklarına kapılmamış (yanlış olarak cahil diyoruz) insanlarımız birşeylerin farkındadırlar.

    Yıllardır toplumumuza yol gösterdiğini iddia eden ve kendi kendine aydın adına takmış olan kesimin ikna edilmesi ise çok daha güçtür.

    Ruh sağlığı bozuk kişilerin toplumları nerelere götürebildiğinin tarihte ve günümüzde çok örneği vardır.

    Kitle iletişim araçları bunları sergilemeli, nitelik dokusunun bu bileşeninin etkisini gözler önüne sermelidir.

    Benzer şekilde, zekası, bilgi-becerisi ya da ahlakı bozuk kişilerin toplum yaşamında ne denli olumsuzluklara yol açtığı sergilenerek toplum duyarlığı geliştirilmelidir.

    İşin ikinci perdesi ondan sonra gelmektedir.

    Nitelik dokusunun nasıl geliştirileceği, bu önemli gerçeğin kavranmasından sonra yapılacak iştir.

    Ümit çocuklardadır.

    Abuk sabuk, karışık, sözüm ona milli hedefler yönünde laf ebesi insanlar yetiştirmeyi amaçlamış eğitim sistemimizin bir an önce terkedilmesi (yerine hiçbir şey konulmasa dahi) yapılması gereken ilk iştir.

    Nil nehrinin uzunluğunu, üçgenin alanını, Kadeş anlaşmasını gözünü kapatıp hatırlayabilen aydınlar yerine, yüzlerce soruna akılcı olarak bakıp, basit olarak “acaba bunlara neler yol açıyor?” diye sorabilen meraklı ortalama insanlar yetiştirmek güç değildir. Yeter ki eğitim sorunlarımızı, öğretmen maaşlarını artırarak çözmeye çalışan yaklaşımdan kurtulalım.

    Önce nitelik dokusu. Yanlış kapıları zorlamayalım.

    AT kapısını da, demokrasiyi de!

    Kasım – 1994

  • NİTELİĞİMİZİ AŞAN İŞLER !

    Her faciadan sonra gazetelerde konu ile ilgili (çoğu da ilgisiz) kişilerin yorumları, eleştirileri ve ileriye dönük uyarıları yer alır.

    Bazen de herhangi bir facia olmadan, alınması gerekli önlemlerle ilgili öneriler yapılır.

    Bütün bunlardan sonra facialar olunca durum, insanımızın “vurdum duymazlığı” ile açıklanır ve mesele biter.

    Acaba mesele bu kadar basit midir? İnsanımız dışarıdan bakan bir gözlemcinin vardığı yargıda olduğu gibi gerçekten vurdumduymaz mıdır?

    Senede birkaç bin insanını trafik kazalarında kaybeden, aynı yerde peşpeşe olan depremlerde binlerce insanı yıkılan binaların altında kalan, grizu patlamaları, göçükler, maden kazaları rutin hale gelen ülkemizde insanlar basit bir yargıyla vurdumduymaz olarak nitelenemez.

    Bu felaketlerden üzülmeyen, bir şey yapmak için yüreği çarpmayan bir insan -hangi milletten, hangi inançtan, hangi görüşten olursa olsun- bulunabilir mi? Bu teşhis doğru değildir. İnsanımız, (ve genellikle bütün insanlar) vurdumduymaz değildir. Olaylara üzülürler, bir şeyler yapmak isterler. Bunu kanıtlamak kolaydır.

    Vurdumduymazlık “konuya bağımlı” olamaz, olsa olsa bir karakter özelliği olarak “konudan bağımsız” olarak mevcut olabilir.

    Trafik kazalarına ve depremlere karşı duyarlı bir insanın (ve toplumun), benzer şekilde grizu patlamalarına karşı da duyarlı olması hiç de beklenmez bir tutum değildir.

    İnsanlarımızın duyarlı oldukları, görevlerini ihmal etmedikleri alanlarla, vurdumduymaz göründükleri, görevlerini yapmadıkları alanlara dikkat ediniz. Acaba bunları inceleyerek bazı sonuçlara varamaz mıyız?

    Kimsenin birbirini ihmalcilikle suçlamadığı, insanların üzerlerine düşen görevleri doğru dürüst yaptığı işler yok mudur?

    Yapımı, karmaşıklık içermeyen, yoğun bilgiye, çok yönlü iletişime dayanmayan, çeşitli sorunları kendi aralarında birleşip yeni görünümlü meseleler üreterek, karşısındakileri bunları çözmek durumunda bırakmayan işleri beceremediğimizi, bu konularda vurdumduymaz olduğumuzu kimse iddia edebilir mi?

    Daha somuta indirgemek gerekirse, depremlerde tek katlı evlerimiz değil çok katlı apartmanlarımız çöker.

    Yer yüzeyindeki kömür madenlerimizi işletirken fazla kaza olmaz.

    Köy yollarında trafik kazaları çok nadir olur.

    İlkokul eğitimimiz, orta ve yüksek öğretime göre daha az kötüdür.

    Pervaneli uçaklarımız jetlerimize nazaran daha güvenlidir.

    Köy ekmeklerimiz, diğer yiyeceklerimizden daha hijyeniktir.

    Konfeksiyon ürünlerimiz, yerli otomobillerimizden daha kalitelidir.

    TV spikerlerimiz edilgen sözcükleri daha kolay söyleyebilmekte, diğerlerine dilleri zor dönmektedir.

    Daha bir çok sayıda örnek yoluyla basit işleri, karmaşık işlerden daha iyi yapabildiğimiz görülebilir.

    Her toplumun ortalama nitelik düzeyi, o toplumun başarıyla uğraşabileceği işlerin de üst sınırını belirler.

    Burada nitelik düzeyi ile kastedilen kavram, bir toplumu oluşturan kişilerin zeka, bilgi-beceri, ruh sağlığı ve ahlak düzeylerinin ortalamasını ifade etmektedir.

    Bu, kural gibi ortaya konulan yargının bir yaptırımı var mıdır? Nitelik düzeyinin belirlediği sınırın üzerindeki bir iş yapmak isteyen kişi (ve toplumu), bu teşebbüsünden caydırabilecek bir kanun, bir örgüt yoktur. Örneğin, nitelik düzeyi neşterle ameliyat yapmaya yetebilen bir cerrah, laserli bir neşterle iş yapmaya kalkarsa, bir süre sonra aletinin kalibrasyonunu temin edecek teknik destekten yoksun olduğu için iki şeyden biri olacaktır: Ya çevresinde bir alet çöplüğü oluşacak ve onun maliyetini hastalarına fatura edecektir (fatura mecazi anlamdadır, yoksa normal fatura adet değildir) ya da ayar dışına kaçmış aletle insanlara zarar vermeye başlayacaktır.

    Kişiler ve toplumlar bu nedenle uğraşmak istedikleri işlerin nitelik gereksinimlerine dikkat etmeli ve nitelikleri arzularının gerisindeyse ya o sevdadan vazgeçmeli ya da niteliklerini geliştirmeye çalışmalıdırlar. Deprem kuşağı üzerinde oturmak isteyen bir toplum ya çok katlı binadan vazgeçmeli, ya da bilgi-beceri ve ahlakını geliştirmeye çalışmalıdır.

    Hızla değişen ama gittikçe daha karmaşık, yönetimi daha zor hale gelerek değişen günümüz koşullarında, ülkemizin gittikçe daha içinden çıkılmaz belalarla karşılaşması ve daha da beteri bunlarla başa çıkamayışı tesadüfi değildir.

    Kitle iletişim araçlarının, her olan biteni anında ilettiği Dünya’da insanımız bir çeşit dolduruşa gelmiş, kendisini, nitelik düzeyinin çok üzerindeki işlerle haşır neşir halde bulmuştur.

    Nitelik düzeyi yüksek toplumların kullandığı eşyayı günlük kullanımına girmiş gören insanımız durumunu yanlış değerlendirmiş, kendisinin de onları yapan toplumlarla bir farkı kalmadığını zannetmiştir.

    Eskiden masasına vazo içinde çiçek koyan bürokratımız, şimdi fonda bilgisayar olmadan resim çektirmemekte ama bilgisayarı hala “düğmesine bir basılınca, her türlü bilgiyi veren” sihirli kutu sanmaktadır.

    Avrupa topluluğuna alınmak istemeyişimizi, bu nitelik düzeyi farklılığı yerine müslümanlığımızla izah etmeye çalışanlarımız, Türkiye’nin giderek büyük bir güç haline geldiği palavrasıyla bu acı fakat yol gösterici gerçeğin anlaşılmasını güçleştirmektedirler.

    Nitelik düzeyi, arzularının gerektirdiği niteliğin gerisinde bulunan kişi ve toplumlar, yaptıkları her işe bu nitelik farkının olumsuzluklarının damgasını basmaktadırlar. Bu tesadüf değildir.

    Önümüzde yalnızca iki seçenek vardır: Mevcut nitelik düzeyimize karşı gelen yaşam düzeyine razı olup onun üzerindeki işlerden vazgeçmek ya da niteliğimizi geliştirmek.

    *******