• Teşvik ve destek: İki yanı keskin kılıç..

    Yalnız teşvik değil hemen her şeyin, iyi kullanıldığı takdirde iyi, iyi kullanılamadığı takdirde de kötü sonuç(lar) üretmesi, değişmez bir kural gibidir.

    Rekabet gücümüzün artırılmasında kilit noktalardan birisi olan “Teşvik ve Destekleme Yönetimi” konusunda düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

    “Teşvik” ve “destekleme”, kavramsal olarak şu şekilde anlaşılmalıdır: Mevcut olmayan bir tutum, davranış ya da eylemi mevcut kılabilmek için, bunları caydıran neden(ler)in ortadan kaldırılması ya da etkilerinin azaltılmasının sebep olacağı maliyetin “bir bölümünün” karşılanmasına “teşvik (özendirme)” denilmelidir.

    Bir mal ve/ya hizmet üreticisinin ülke dışından maruz kalacağı ve bir başka yolla -uluslararası rekabeti sağlama anlaşmaları, diplomasi, karşılıklılık, baskı gibi- giderilemeyen haksız rekabet koşullarının etkilerinin yine “bir bölümünün” devletçe karşılanması ise “destekleme” olarak anlaşılmalıdır.

    Burada kullanılan “bir bölümü” deyimi son derece önemlidir. Çünkü hangi nedenden doğmuş olursa olsun, teşvike ihtiyaç duyulan olgunun maliyetinin yüksekliğine neden olan unsurlarla mücadele için bir dürtüye ihtiyaç vardır. Maliyet artırıcı etkilerin “bir bölümü” yerine “tamamının” tazmin edilmesi halinde bu dürtü ortadan kalkmış olacaktır. Maliyet artırıcı etkinin ne kadarlık bölümünün tazmin edileceği yani teşvik oranı, bu bakımdan son derece önemli bir konudur.

    Bu yaklaşım, geleneksel teşvik anlayışından -ödüllendirme yoluyla harekete geçirme- farklıdır. Geleneksel “ödüllendirme” anlayışı, “olması istenilen”i engelleyen neden(ler) ile ilgilenmediği için çoğunlukla “imajiner (hayali)” oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü engelleyen neden(ler) sürmekte, fakat ödüller de özendirmektedir. İmkansızlık ve ödülün tahrik ediciliği birleşince “imajiner” olgular kaçınılmaz olmaktadır.

    İki örnekle bu tanımı somutlaştırmak gerekirse:

    ÖRNEK 1- İşsizliği azaltmak için kuruluşların daha çok eleman çalıştırması isteniyor ise nasıl bir teşvik sistemi tasarlanabilir?

    Kuruluşları eleman istihdamından caydıran sebepler gözden geçirilirse;

    1. Elemanın sebep olduğu vergi ve sigorta gibi mali yükler,
    2. Elemanın sebep olduğu kıdem tazminatı yükü,
    3. Belirli çalışan sayısına ulaşıldığında doğan yasal vecibeler (kreş, spor sahası vb.),
    4. Elemanların ortalama beceri düzeylerinin düşüklüğü nedeniyle ilave elemanın fayda / maliyet oranının düşüklüğünün yarattığı caydırıcılık.

    Bu faktörlerden bir kısmı için indirim uygulanabilir, bir kısmı için yasal vecibeler hafifletilebilir, bir kısmı için de beceri kazandırma vb. doğrudan destekler sağlanabilir. Görülmektedir ki, hepsinin olumsuz etkilerini ortadan kaldırabilecek tek cins bir mali telafi (beher çalıştırılan kişi başına prim gibi) aracı işe yaramayabilecektir.

    ÖRNEK 2- Kuruluşları ihracata yöneltmek için nasıl bir teşvik sistemi uygulanabilir?

    Kuruluşları ihracattan caydıran sebepler saptanmaksızın yalnızca prim vermek yoluyla istenilen artış sağlanamayacağına göre öncelikle olası caydırıcı sebepler belirlenmelidir. Örneğin:

    • İhracat yapılabilecek pazarların bilinmeyişi
    • Meslek kuruluşlarının yetmezliği
    • Mevzuat yetmezliği
    • Politik müdahaleler
    • Kuruluşların bilgi eksiği
    • Bu pazarlarda yer tutmuş rakiplere göre daha pahalı ve/veya düşük kaliteli üretim yapılması
    • İşçilik girdilerinin pahalı oluşu
    • Kuruluşun sorumluluğundaki sebepler; (iş standardı uygulanmayışı, ücret sistemi bozukluğu, verimsizlik,
    • Planlama yetersizliği, lojistik yetmezliği nedeniyle boş geçen süreler vb..)
    • İdarenin sorumluluğundaki sebepler
    • Vergi ve sigorta yükleri
    • Yasal vecibeler (kreş, spor sahası vs.)
    • Yetersiz beceri dokusu
    • Bürokratik sistemin yetersizliğinin sebep olduğu maliyet
    • Kural kirliliği
    • Bilgisi yetersiz bürokratik kadroların sebep olduğu maliyet
    • İyi tasarlanmamış sistemlerin sebep olduğu maliyet
    • Rüşvet vb. yükler
    • Kalabalık kadro = düşük nitelik = düşük ücret döngüsü
    • İş ahlakının yetersizlikleri
    • İş sahibinin bilgi eksiği
    • İş sahiplerinin olası ahlaki sorunları
    • Malzeme girdilerinin pahalılığı
    • Gümrük ve fonlar
    • Taşıma maliyetlerinin pahalılığı
    • Enerji, su, vb.. girdilerin pahalılığı
    • Finansmanın pahalılığı
    • Kredi faizleri yüksekliği
    • Yüksek enflasyon
    • Bankaların yüksek maliyetleri
    • Batık kredi fazlalığı
    • Devlet bankacılığı
    • Projelerin yetersizliği
    • Projelerin iyi incelenemeyişi
    • Devlete ödenen payın yüksekliği
    • Finansal enstrümanların yetersizliği
    • Mevzuat yetmezliği
    • Araştırma eksiği
    • Yüksek vergiler
    • Yetersiz vergi yönetimi
    • Teknoloji yetmezliği
    • diğer sebepler

    Bu basit analizden dahi görülebileceği üzere, bu unsurların etkilerini yok edecek ya da azaltabilecek önlemler tek tek alınmadan, yalnızca ihracat teşvik pirimi ile ihracatı tam olarak özendirmek imkânsızdır.

    Faktörlerin bir kısmı prim ile telafi edilebilirken, geri kalanları primle giderilemez. Örneğin teknoloji yetmezliğine, iş ahlakı eksiğine ya da kural kirliliğine karşı prim ödemenin yararı yoktur.

    Gerçekte de ihracat teşvik primleri yoluyla ihracat bir miktar artmış, daha fazla zorlanınca ve diğer unsurlar düzeltilemediği için teşvikler suistimale (hayali ihracat) dönüşmüştür.

    Sonuç olarak uygun bir teşvik sistemi, teşvik edilmek istenilen “şey”i caydıran unsurları giderecek bir önlem paketi olmak zorundadır. Yani teşvik, tek kalemden oluşan (prim gibi) bir enstrüman olamaz.

    Teşvik paketleri, bir defada bir mevzuat vazetmekle uygulanamayan, bir bölümü zaman içine yayılmak zorunda olan paketlerdir. Çünkü bazı tedbirler birer projedir. Bu özelliği dolayısıyla, her programda olduğu gibi teşvik paketlerinin de yönetilmeleri gerekir.

    Bütün bu programların uygulanmasına rağmen, elde olmayan nedenlerden dolayı (bir ülkenin bir pazara coğrafi olarak yakınlığı, bazı hammaddelerin varlığı, önceden beri o pazara hâkim oluşu vb..) rekabet gücü yine de düşük kalıyorsa, o takdirde prim yoluyla destekleme yapılabilir ve yapılmalıdır.

    (1996)

  • ÇOCUKLARIMIZ VE SORUMLULUKLARIMIZ

    Hemen tüm anne ve babaların bu soruyu kendilerine -değişik biçimlerde de olsa- sık sık sordukları biliniyor. “Çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim? Ortama uyum gösterecek şekilde mi yoksa evrensel doğru-iyi-güzel ölçülerine göre mi? Ben uzman olmadığıma göre bu konuda kime güvenmeliyim?” ve benzer birçok soru.

    Pedagoji bu soruların daha çok “nasıl” kısmıyla ilgili. Bir bakıma “ne”ler öğretileceği belli, “nasıl” öğretileceği konusu işin güç yanı imiş varsayılıyor.

    Pedagoglar bu “öğretme” işiyle uğraşadursunlar, “neler” öğretileceği işin en karışık tarafı oluyor. İşte eğitim sistemi burada devreye giriyor ve tüm yurttaşlara -ilköğretim sırasında- şu öğreti ezbere belletiliyor: aklınıza gelenler -her neler ise- doğrudur; onları sorgulamayın ve sorgulatmayın; bunları çocuklarınıza da ezbere belletin!

    Bunun yalnız ülkemize has bir insan hakkı ihlâl türü olduğu sanılmasın. En medeni sayılan ülkelerde de bu paradigma böyledir. Örneğin 2.5 milyon ev okulunda (home schooling) eğitim gören ABD’li çocukların neler öğreneceklerine ebeveynleri karar verir. Danimarka’da örgün eğitim almak istemeyenler evlerinde eğitilebilirler ve onların neler öğreneceklerine yine aileleri karar verir.

    Buradan, ailelerin kategorik olarak yanlış şeyler öğrettikleri yargısı çıkarılmamalıdır. Böyle bir şey istatistik bilimine aykırıdır. Değerli mankenlerimizin sunduğu kültür ve magazin programlarından dahi doğru birşeyler öğrenilebilir.

    Şu birkaç öneri, “acaba neleri nasıl öğretsem ve neleri nasıl öğrenmese” çelişkisi içindeki anne ve babalara yardımcı olabilir. Böyle bir kuşkusu bulunmayanlar içinse zaten sorun yoktur.

    o        İnsanlar (ve tek hücreliler dahil tüm canlılar), ana rahmine düştüğünden itibaren -belki de daha önce- öğrenmeye başlayan birer süper öğrenme makinesidirler. Neleri nasıl öğreneceklerini herkesten iyi bilirler. Ondan sonraki tüm “öğretme” girişimleri bu yeteneği giderek azaltır.

    o        İnsanlar dışındaki tüm canlılar, türlerinin bu müthiş yeteneğinin farkına varmışlardır. Yalnızca insan, o çok övündüğü aklı sayesinde “öğretme” denilen zihinsel dondurma metodunu keşfetmiş, sonra da bunu akademik bir disiplin haline getirerek sorgulama dışına çıkarmıştır. Tanrının sorgulandığı günümüzde  tek sorgulanmayan kesim eğitim akademisyenleridir.

    o        İnsan dışındaki canlılar ve onlara bakmayı akıl edebilen çok az sayıdaki insan, yaşam sürdürme sırasındaki sorun çözme girişimlerinin izlenip, henüz o beceriyi kazanmamış yavrularca (yani çocuk ve gençler) tekrarlanmasının “öğrenme” olduğunu keşfetmiştir.

    o        Bunu keşfedememiş olanlar ise, , “yapılmasını istedikleri şeyleri sürekli söylemek ve bir yandan da onların aksini yapmak” gibi bir yolun “öğretme” olduğunu sanırlar.

    o        Öğrenme konusunda anne ve babanın birkaç sorumluluğu ise şunlardan ibarettir:

    ·         Çocuğunuz, ihtiyaçlarını saptama ve bunları çevresine iletme konusunda doğuştan bir uzmandır; bu iletim becerisini -korkutma, hoşnutsuz tavır takınma vb yollarla- köreltmemeniz yeterlidir. Bu nedenle onun adına ihtiyaç varsaymayın, sadece ilettiklerini anlayabilecek şekilde kendi iletişim becerinizi geliştirin.

    ·         Öğrenme ortamları hazırlayınız, doğrudan öğretmeye çalışmayınız. Yaşamın her saniyesi bir öğrenme ortamıdır. Çocuklarınızın, sizi her an izlediklerini, yaptıklarınızı, yapmadıklarınızı, tavırlarınızı, hattâ duygu ve düşüncelerinizi okuyarak, sizin yaşamınızı sürdürme yolunda akılcı, ahlâklı ve güzel davranmakta olduğunuzu varsaydıklarını biliniz. Komşuya söylediğiniz küçük yalanın, içtiğiniz sigaranın, yüzünüzdeki ya da sesinizdeki gerginliğin hep “yaşam sürdürme” gereği olduğunu varsaymakta ve onları -olağanüstü bir başarıyla- öğrenmektedirler. İşte bütün bu anlar onlar için birer öğrenme ortamıdır.

    ·         Oluşturduğunuz öğrenme ortamları ile öğretmeye kalkıştıklarınızın çelişmesi ise bütünüyle yanlıştır. Söylediği ile yaptığı uyuşmayan insanlar ancak böyle yetiştirilebilir. Bunun için her an ne yapıp ne söylediğinize dikkat edin. Ayrıca da az söyleyin.

    ·         Kendi özlemlerinizi, tutkularınızı, beğeni ya da nefretlerinizi kendinize saklayın, çocuklarınıza da benimsetmeye çalışmayın. İdeolojik tercihlerinizin yalnız size ait olduğunu açıkça belirtin, çocuklarınızın farklı tercihlerde bulunmalarını güçleştirici ortamlar hazırlayarak dolaylı benimsetme yoluna sapmayın.

    ·         Çocuklarınızı yaşamın çeşitli güçlükleri karşısında çaresiz bırakmak istiyorsanız onları gereğinden çok koruyunuz. Unutmayınız ki onları risklerden korumanın en iyi yolu kontrollu risk ortamlarıyla tanıştırmaktır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=631). Sorunlardan uzak tutulan çocuklar korkak, çaresiz ve dolayısıyla da saldırgan olurlar.

    ·         Yaşadığınız dönem ebeveyninizinkinden daha hızlı, daha müşkülpesent, daha yarışımcıdır. Her şeyi onlardan daha hızlı ve daha iyi yapmak, daha çok rekabet etmek zorunda olduğunuzu biliyorsunuz. Anne veya babanız bir yabancı dili şöyle böyle bilebilir, ama siz daha iyi bilmek zorundasınız. Onların zamanında en karmaşık alet daktilo idi. Siz bilgisayar kullanmak zorundasınız.

    Çocuklarınız ise sizinkinden daha hızlı, daha iyi ve daha yarışımcı olmayı gerektiren bir ortama doğdular. Bu gerçeği kavrayın ve öğrenme ortamlarını ona göre oluşturun.

    Bu bağlamda önünüzdeki en büyük engel, sahip olunması gereken becerilerin (yabancı dil, bilgisayar vbg) adlarıyla oynaşıp içeriği ile ilgilenmeyen yüzeysel yaklaşımlardır. Bu kargaşa içinde çocuklarınız için tatminkâr birer öğrenme ortamı oluşturmanız güç olabilir. Ama biliniz ki onları bekleyen yaşam ortamı sizin sahip olduklarınızdan daha fazlasını isteyecektir.

    Çevrenizdeki yapaylıklar, yüzeysellikler, üstünkörülükler sizi kızdırabilir, hattâ bu becerilere karşı antipati duymanıza neden olabilir. Bu tür duygularınıza dikkat ediniz. Çocuğunuzun geleceğine antipati duyamazsınız.

    ·         Çocuğunuz hangi yaşta olursa olsun, en iyi öğrenme ortamları onlara sorumluluk vererek yaratılabilir. Bunun için tüm imkânları kullanıp sorumluluk yükleyin. Aksi halde yaşamı boyunca sadece talep eden, kendi dışındaki dünyayı kendisine refah ve mutluluk sağlamaya zorunlu sayan, ama kendisinin hiçbir vecibesi bulunmadığına inanmış bir kişilik ortaya çıkacaktır.

    o        Bütün bunlar çok karmaşık ve güç geliyorsa kondom kullanınız!

  • İstanbul’da neler oldu?

    İstanbul’daki son terör olayları çok sayıda yorumu da beraberinde getirdi. Geniş bir alana yayılan buyorumların bir ucu “insanlıktan nasibini almamış birkaççapulcunun…..” olarak başlayan yorumlardır. Kaçınılmaz olaraksonları da “polisimizin ve yüksek teknolojinin vs dolayısıyla 12saatte aydınlatılmış…..” şeklinde bitmektedir.

    Yorum spektrumunun diğer ucunda ise gayet alışık olduğumuz EYBAGOA tipinde yorumlar bulunmaktadır. (EYBAGOA, “Eksik ve/ya Yanlış Bilgilerin Ardarda Getirilmesiyle Oluşturulan Analizler” demektir.

    İstanbulda son olarak meydana gelen olayların nasıl bir büyük resim içinde yer aldığını bilenler -Türkiye içinde ve/ya dışında- kuşkusuz vardır. Ama diğer yandan da her tür olayı kendi sabit düşüncelerini destekleyecek şekilde yorumlayan insanların çoğunlukta olduğu bir gerçektir ve bu normaldir de. Sıradan çoğunluk ve nadir azınlık yalnız toplumumuzun değil, tüm toplumların kompozisyonudur. Hattâ böylesine bir bileşim belki de gündelik yaşamı kolaylaştırmaktadır.

    Benzer beğenileri, nefretleri, değer yargılarını paylaşanlar, suyu arayan bitki kökleri gibi, her türlü olayı filtre ederek kendi değerlerini destekleyecek hale getirebilirler. Böylece ortaya, o değerler için giderek “sağlam gibi” görünen dayanaklar çıkmaya başlar. Bu düşüncelerin iletildiği diğer sıradan insanların, bütün bu ikna edici dayanakları sorgulamaya ne vakitleri ne imkânları ne de becerileri vardır. Yapabilecekleri tek şey, kendi önlerine koyulan analizlere kendi eksik ve/ya yanlış bilgilerini katarak “değer yandaşları”nı motive edebilecek katkılar üretmekten ibarettir.

    Ama mesele burada değildir. Mesele, sıradanlığın nedreti aşmasında, sıradan düşüncelerin egemen hale gelmesindedir.

    Son terör olayları hakkında her birey ve kurum kuşkusuz kendi veri-tabanı ve kendi sonuç çıkarsama algoritmaları uyarınca analizler yapacaktır. Ünlü bir yabancı şirketin merkezi ile aynı sokakta evi bulunan vatandaşın veri-tabanındaki bilgi -ki çıkaracağı sonuçlar için yeterlidir-, “terör olaylarının genellikle bu tür yerlerde yoğunlaştığı“dır. Kullanacağı algoritma da yine yalındır: “imkânım varsa buradan taşınırım, yoksa tevekkül ederim.” (Nitekim, tüpgaz dolum tesisleri ile altlı-üstlü oturanlar genelde bu ikinci ölçütü kullanırlar.)

    Kendini, mahalle kahvesindeki arkadaşlarına dünya olaylarını açıklamak zorunda hisseden emekli vatandaşın veri-tabanı ve algoritması ise bu denli yalın olamaz, mahallenin raconu daha sofistike analizler ister. Yani hem heyecan yapacak, hem fantezilerini besleyecek, ama hiçbir şekilde de somut bir şeyler yapmasını, kendine bakmasını, yargılamasını, gerekirse değiştirmesini gerektirmeyecek analizler.

    Mahalle kahvesi raconunda şu soru yasaktır: “nereden biliyorsun?” Bu yasağın nedeni, aynı düşünce biçiminin kahvedeki diğer kişilerce de sık sık kullanılması, bu silahın her an herkese dönebileceğinin iyi bilinmesidir.

    Diğer yandan kurumlar da olayları kendi amaçları doğrultusunda analiz edeceklerdir. Örneğin istihbarat kurumları ile ilçe belediyeleri ya da başbakanlığın analizleri farklı veri-tabanlarını ve farklı algoritmaları kullanacaklardır.

    Bu nedenle, neler olduğu konusunda kişiler ve kurumlar adına yorum yapmak yerine, onların yorumlarının sohbetten ya da iç boşaltmadan öte bir anlam taşımasına yardımcı olabilecek sorular soralım. Bu sorulara cevaplar -ama tam ve güvenilir cevaplar- vermeye hazır olmayan yorumların, ancak kahvehanelerde sanal heyecan arayan emeklilerin işlerine yarayabileceğini lütfen hatırdan çıkarmayalım. İşte, amacı yeni sorular sormayı özendirmek olan birkaç soru önerisi:

    ·         Son terör olaylarını doğru analiz edebilmek için sorulması gereken doğru sorular hangileridir, bunlar nasıl bir yöntemle bulunabilir?

    ·         Bu iki soruya verilecek yanıtların doğru olup olmadığından nasıl emin olunabilir?

    • Çoğunun sınırları örtüşmeyen aşağıdaki olgularla ilgili veri-tabanları ve bunların son terör olayları ile bağlantıları bilinmeksizin yapılabilecek akıl yürütmelere ne ad verilebilir?
      • Coğrafi sınırlar,
      • Siyasi egemenlik sınırları,
      • Fiili egemenlik sınırları,
      • Egemenlik emelleri sınırları,
      • Çokuluslu şirketlerin egemenlik sınırları (herbir mal ve hizmet için ayrı ayrı),
      • Uyuşturucu üretimi-dağıtımı-tüketimi,
      • Silah üretimi-dağıtımı-kullanımı,
      • Kara para üretimi ve aklaması,
      • Yüksek nema arayan uluslararası serbest paranın dolaşımı,
      • Kaçak işçi üretimi-dağıtımı-istihdamı,

    o        Yukarıdaki her bir haritanın, kendilerine yönelik tehditlere karşı kullanabileceği kozlar.

    ·         Bu bilgilere kimler sahiptir, nasıl sahip olunabilir, nasıl güncel tutulabilir?

    ·         Meydana gelen olayların açıklamalarını yapmaya başlamak için bir ritüel sadakatiyle şunların yapılması istenilebilir mi?

    • Açıklamasında yararlanacağı tüm varsayımları -kendisine ne denli aşikâr görünürse görünsün- baştan ortaya koyması,
    • Açıklamasında yararlanacağı tüm verileri ve kaynaklarını açıklaması; kaynaklarının açıklanması sakıncalı ise gerektiğinde açıklanabileceğinin güvencesini vermesi,

    o        Bir başka nedenle yermek ya da övmek istemlerinin -varsa- açıklama içine sokuşturulmaması.

    ·         Terör nedir?

    o        “Akıl sağlığıyerinde olmayan, insanlıktan nasibini almamış, psikopat yaratıkların eylemidir

    o        “Türkiye’yi bölmek isteyenlerin manipülasyonlarıdır

    o        “Türkiye’yi ABD yanına çekmek isteyenlerin oyunudur

    o        “İslamı karalamak isteyen fanatik Hristiyanların komplosudur

    o        “Türkiye’yi İslamdan dönmüş sayanların bir öç alışıdır

    o        “Terör bir jenerik adlandırmadır. Herhangi bir, ama “belirli” bir amaçla yapılan, tasarımlanmış, yapanlarca haklılığından hiç kuşku duyulmayan, bu nedenle de her türlü aracın kullanımının mubah sayıldığı, tasarım ve uygulanmasında her türden insanın yer alabildiği, tasarımın güvenliği açısından herbir aşaması arasında firewall’ların yer aldığı, yandaşları açısından kutsal, karşıtları açısından ise aşağılık bir süreçtir

    tanımları ne kadar doğrudur?

    ·         Terörün sonuçlarına karşı oluşan boşalma, öç alma duygularımızla karıştırmaksızın terörü objektif olarak anlamamız gerekir mi, yoksa bu bir vakit kaybı mı olur?

    ·         Xerox şirketi (fotokopi makineleri üreticisi) Polo Alto’daki araştırma merkezinde, makinelerin kullanımındaki hataları analiz etmek için antropologlar çalıştırmaktadır. Fotokopi makinesinden daha karmaşık olduğu şüphe götürmeyen terör olaylarını “anlamak” için ise polislerimiz ve valimiz yeterli sayılmaktadır. Xerox mu işi abartıyor biz mi anlamıyoruz?

    Bu kadar uzun bir süzgeçten geçirmeye kalkınca söz söyleme ya da yazmanın epey güçleşeceği tahmin edilebilir. Ama kasıtlı ya da kasıtsız bilgi kirlenmesinin önüne başka türlü geçilemeyeceği de açıktır.

    Bu sınırlamalar kesinlikle kahvelerdeki yurttaşlarımız için geçerli değildir ve olmamalıdır. Onlar gönüllerince fantezilerini kurabilir, kızgınlık ve beğenilerini olayların açıklamalarının içine sokabilir, temennilerini, tahminlerini, bilgilerini, bilmediklerini birleştirerek kurgular yapabilir ve çevrelerindekileri eyleme -ya da en azından açıklamalarını onaylamaya- davet edebilirler. TV’deki “Ekmek Teknesi” dizisindeki hahve sohbeti tam böyle değil midir?

    Bu geniş kesimin dışındaki azınlık için en sağlam yol sorular sormaktır. Doğru sorular doğru cevaplar elde etmenin biraz uzun ama en güvenilir yoludur. (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=563).

     

     

     

     

     

     

     

     

  • “MİLYARDA BİR RİSK OLSA ÇOCUĞUMU YOLLAMAM”!

    Kızılay’dan aldığı kandan HIV virüsü bulaşan Y.O. ile ilgili bir TV programında bu konuda uzman bir bilim adamı, Y.O.’nun anne ve babası ile Y.O.’nun gitmekte olduğu okuldan çocuklarını alan iki anne veli görüşlerini dile getirdiler. Görüşlerin özetleri şunlardı:

    –         Bilim adamı: Sınıftaki diğer çocuklara bulaşma riski “asla” yoktur.

    –         Y.O.’nun anne ve babası: Çocuğumuzun okuma hakkı elinden alınmamalıdır.

    –         Y.O.’nun sınıfındaki iki arkadaşının anneleri: Çocuklarımızı milyarda bir bile risk olsa okula yollamayız.

    Bu “net” görüşler hakkında şunlar söylenebilir:

    (1)   Bilim için yapılan çeşitli tanımların ortak yanı denilebilecek nokta, asla, mutlaka, kesinlikle ve bu gibi kesinlik ifade eden yargılara yer olmadığıdır. Aynı sınıfta okuyan iki çocuğun kanlarının birbirine bulaşması riskinin sıfır olduğu söylenemez.

    Sınıfta oturmakta olan çocuğun başına ömrünü doldurmuş bir uydu parçasının düşme olasılığı dahi “asla” değildir.

    Olsa olsa, eğer varsa sayısal bir ölçüm sonucunu belirterek (binde 3, on binde 8 gibi) ya da bu bilinmiyor ama mertebesi hakkında bir ipucu var ise “az”, “çok az” gibi bir öznel tanımlamayla belirtim yapmaktır.

    Konusunun uzmanı olduğu belli olan bir bilim adamının “asla” demesi ve bilimi-hangi niyetle olursa olsun- başkalarında yanıltıcı kanılar uyandıracak şekilde kullanması yanlıştır.

    (2)   Esas dikkat çeken ifade, çocukları Y.O. ile aynı sınıfta okuyan annelerin -kesin, kendilerinden emin, bilmiş tavırlarıyla destekli- “milyarda bir risk olsa bile..” deyimleridir.

    Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, doğal olarak çocuklarını koruma kaygısı içindeki anneler, “risk” ve “olasılık” kavramları hakkında bilgi sahibi değillerdir. Bu anlaşılabilir.

    Ama daha önemlisi, matematik terminoloji ile olmasa da, yaşam denilen sürecin, “riskler denizi içinde varlığını sürdürmeye çabalamak” demek olduğunu ve de aile, okul ve toplum üçlüsünün vermesi beklenen eğitimin, “çocuk ve gençlerin, bu çabanın araçları ile tanıştırılmak ve alışkanlık kazandırmak” demek olduğunu anlamamış olmaları, o kendilerinden emin ifadelerinden anlaşıldığına göre de bunu anlamaya pek istekli olmadıklarıdır.

    Daha da ötesi, çoğu anne ve babanın -iyi niyetlerle olduğundan kuşku bulunmayan- koruma eğilimlerinin, çocukların bu tanışma ve alışma imkanlarını ellerinden aldıkları, yaşamın riskler denizine birdenbire atılmalarına ya da aksine koca koca insanların her şey için abi, baba, dayı, bacı ya da kurtarıcı aramalarına yol açtığıdır.

    (3)   “Riskler ortamı içinde varlığını sürdürme” süreci boyunca kullanılacak bir kavram, katlanılabilir risk kavramıdır. Denilebilir ki, tüm insanların tüm çabaları yüksek gördükleri riskleri katlanılabilir düzeylere indirmek, hatta mümkünse bu riskleri birer fırsata çevirebilmektir.

    Evindeki eşyaları devrilmeye karşı sabitleyen kişi deprem riskini ortadan kaldırmaya değil, karşılaşma olasılığı bulunan yüksek riski katlanabileceği bir düzeye indirmeye çalışmaktadır.

    (4)   İlkokula giden bir çocuğu çevreleyen ve çoğu AIDS bulaşma olasılığına göre çok daha yüksek olan risklerden kimileri şunlardır:

    –         Okul helasından, kantininde ya da okul önünde açık satılan yiyeceklerden Hepatit kapmak,

    –         Okul kantinindeki sağlıksız yiyecekler nedeniyle obezite hastalığına yakalanmak,

    –         Okul servis aracı ile gidip gelirken kazaya uğramak,

    –         Okul saatleri dışında trafik kazasına uğramak,

    –         Uyuşturucu satıcılarının bir pazarlama yöntemi olarak kullandıkları, okul önlerinde satılan yiyeceklere uyuşturucu karıştırılması yoluyla uyuşturucu bağımlısı olmak,

    –         İnternet yoluyla olumsuz cinsel alışkanlıklar edinmek,

    –         Ezber yoluyla yaratıcılığının öldürülmesi,

    –         Tanrı’nın kendisine verdiği en etkili yaşam sürdürme aracı olan “öğrenme” yeteneğini, “öğretme illeti” nedeniyle okulda kaybetmek; daima başkalarının öğretmesini bekler hale -bir çeşit engellilik durumu- gelmek,

    –         Sınavlarda uygulanması adet olan gözetim yoluyla “potansiyel suçlu” olduğuna inandırılması ve böylece herkesi potansiyel suçlu olarak görme alışkanlığı edinmek,

    –         Annesi ve babası başta olmak üzere tüm yakın çevresindekilerin ortak çabaları sonucu, kendine yeter hale gelememek, her şeyden korkar hale gelmek, ancak başkalarının desteğiyle yaşamını sürdürebilecek şekilde “kalıcı sakatlık” sahibi olmak vd.

    Bütün bunlar için kullanılabilecek karşı önlem anahtarı, bu risklerle karşılaştırmamak değil, tam aksine kontrollü olarak karşılaştırmak ve başa çıkma yöntemleri konusunda yaşına uygun yollarla “katlanılabilir risk” düzeylerine indirmeye çalışmaktır.

    Çocukları, HIV ya da bir başka fiziksel ya da zihinsel soruna sahip yaşıtları ile aynı ortamda bulundurmak ve bu durumların gerektireceği “riskleri katlanılabilir düzeylere indirme araçları”nın neler olduğunu araştırıp uygulamaktan daha iyi bir eğitim olamaz. Hatta bütün diğer dersler bırakılıp yalnız bunlar öğrenilse daha da iyi olur (hiç olmazsa ezber ve gözetimli sınavlar yapılmamış olur).

    Bunun sorumluluğunu -ya da gerektirdiği sabır ve çabayı- üstlenmeyip, risk ortamlarından uzak tutmak ise kısa süre için riskleri azaltır gibi görünmesine rağmen orta ve uzun vadede mutlak bir risk ortamının içine atmak demektir.

    Kendi başına bir başka ülkeye seyahat etmeyi ve bunu ucuz yollarla gerçekleştirmeyi hayal eden bir gencin, karşılaşabileceği çeşitli risk ortamları ile baş etmeyi öğrenmesinden daha iyi bir okul olabilir mi? Böyle bir okula çocuğunu yollamayı kabul edebilecek kaç anne ve baba vardır?

    Ama her gün öykündüğümüz çağdaş ülke insanları ancak böyle yetişebilmektedir. Kendi başlarına seyahat eden, dağlara çıkan, yaşamın çeşitli yüzlerine ellerini sürebilen, bazen ayağı sürçüp eli yanan ama ayakta kalmayı başarabilen insanlardan oluşan bir toplum, milyarda bir risklerden uzak kalmayı yeğleyen bilmiş tavırlı insanlarla gerçekleştirilemez.

    28 Eylül 2003

  • TARIM MI SANAYİ Mİ?

    Çocukken sorulan “anneni mi yoksa babanı mı çok seviyorsun?” sorusunun, çocuğun yeni gelişmeye başlayan aklına ne kalın bir pranga vurduğunu yıllar sonra idrak ettim.

    Çok boyutlu olaylar dünyasını tek boyuta indirgeyen bu ilk yapı taşı yıllar geçtikçe çoğalıp, “sağcı mısın solcu mu?”, “terörün sebebi nedir?”, “benden yana mısın karşı mısın?” ve daha yüzlerce öldürücü yanlışa götürüyor. Bu zincirden kurtulup, olayların tek nedenli olmadığını, sağcılığın da solculuğun da insanları esir etmenin iblisçe bir yolu olduğunu idrak etmek ise her zaman mümkün olmayabilir.

    İşte bu düşünsel esaretin bir örneği de “tarım mı sanayi mi?” sorusudur. Aslında bu bir soru değil bir yargıdır. Yani ancak ya tarım ya da sanayi olabilir demektir.

    Nasıl ki “kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun doğru cevabı, “hayır, ikisi de değil” ise, tarım-sanayi seçmecesinin cevabı da “her ikisi de” dir. Doğru soru, “tarım mı sanayi mi?” değil, “nasıl tarım?” veya “nasıl sanayi?” dir.

    Ülkelerin arasında yüksek gümrük duvarları varken tarım ya da sanayide ileri ülke tanımı, o sektördeki ürünleri çok üretmekle ölçülüyordu. Bugün bu duvarlar alçalmış (yer yer kalkmış) ve artık çok üretmek anlamını kaybederek yerini o sektördeki rekabet gücüne bırakmıştır. Bugün Dünya’nın en ileri tarım ülkesi, aynı zamanda en ileri sanayi ülkesidir.

    Bunun nedeni, artık tarımın köylü, sanayinin de kentli yurttaşların uğraşı alanı olmaktan çıkıp her ikisinin de teknoloji esaslı hale gelmiş olmasıdır. Senenin 3-4 ayı, yüzyıl önceki usullerle tarlada çalışıp geri kalan zaman da politikacıları yarıştırıp, Dünya fiyatlarının 2 katı taban fiyat sağlamaya çalışan kesimin yaptığı işin adı tarım değil tarım gibi bir şey dir.

    Aynen, bir yabancı firmayla lisans anlaşması yapıp rekabet gücünü lisansörünün kontroluna bırakan ve en yüksek gümrük duvarı sözü veren partiye oy veren kesimin yaptığı işin adının sanayi olmayıp sanayi gibi bir şey olduğu gibi!

    Artık ister sanayi ister tarım isterse bambaşka bir alan olsun, ortak bileşen rekabet gücü, onun da ana girdisi teknoloji üretimi dir. Teknoloji üretimi ise önce o alandaki mevcut bilgilere erişmekle başlayıp, o bilgileri ve kişisel bilgi-beceri-yaratıcılığı kullanıp daha ucuz ve/ya daha kaliteli ürünler üretebilme sürecidir

    Bu sürecin bir çok şeyle ilgisi yoktur. Ama en çok ilgisi olmayan şey ise, kendisine rekabet gücü sağlayan teknolojileri üretmiş olanlardan, onların eski teknolojilerini satın almaktır. Denilebilir ki yüksek rekabet gücü edinmenin bir şartı da, teknolojiyi satın alınabilir bir nesne sanan insanların yaşadığı ülkelerin mevcut olmasıdır.

    Pekiyi, bugün bulunduğumuz ve ne tarım ne de sanayi ile ilgisi olmayan noktadan, bu yeni anlayışın belirlediği noktaya geçilebilir mi, geçilebilirse nasıl?

    Aynen diğer sorunlarda olduğu gibi bu sorun da tek boyutlu değildir. Yani ortada, bir düğmeyi öbür tarafa çevirerek değiştirilebilecek bir tablo yoktur.

    Buna rağmen, öbür tarafa çevrilmesi gereken bir ilk düğme vardır. O da, tarım ve de sanayi kesimine, yaptıkları işin tarım ve sanayi olmadığını, bunun bundan böyle desteklenmeyeceğini, buna izin vermenin, hükümetlerin değil rakiplerin elinde olduğunu, onların da bu izni verecek kadar avanak olmadıklarını cesaretle söyleyebilmektir.

    Çevrilecek ikinci düğme ise, geleneksel siyaset anlayışımızın, geleneksel tarım ve geleneksel sanayimizden daha farklısını yaratamayacağını aynaya bakarak söyleyebilmektir. Gerisi nisbeten kolaydır.

  • YABANCI DİL KARGAŞASI

    Okullarımızda Türkçe dışında ikinci – bazen iki ve üçüncü- dil öğretimi konusundaki yaklaşık 100 yıllık serüven -ki gerçekten de bir maceradır- sonunda geldiğimiz nokta -büyük resim açısından- kocaman bir “hiç”tir. Özel yetenek ve/ya çabasıyla bu resim dışına çıkabilenler bu acı  gerçeği değiştirmez. Bozuk telâffuzla da olsa Türkçe’yi kısa sürede ve yüksek içerik değerinde öğrenebilmiş yabancılar ile, uzun yıllar boyunca ünlü okullarda yabancı dil öğretilen insanlarımızın düşük içerikli Türkçe ve yabancı dil becerilerini karşılaştırınca bu yargının hiç de haksız olmadığı görülecektir.

    En yaşamsal ulusal çıkar müzakerelerinde hiç olmazsa bir nebze daha hakim olduğu düşünülebilecek Türkçe yerine, pratik İngilizcesini kullanmaya çabalayan, bunu da, “anlamazsan çok anlamış tavrı takın” ilkesiyle aşmaya çalışan insanlarımız bir genel hastalığın belirtisidir.

    İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, “her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap” reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.

    Hastalığın neden(ler)i içinde Türk ırkına özgü bir yeteneksizliğin olması çok küçük bir olasılıktır. Benzer genleri taşıyanlar içinde az da olsa bu karakteristiklere uymayanlar olduğuna göre bu bir ırk özelliği olamaz.

    Sorunun kök nedenlerinden birisi -belki de başlıcası-  insanımızın  -çoğunun-  Türkçe’yi bilmemesi, ama  reçete uyarınca “biliyor gibi yapması ve de sanması”dır.

    Bu yargının kanıtı Tofita reklamındaki iğrenç Türkçe, BBG sakinlerinin düzeysiz dilleri ya da bilmem hangi VJ’ in -ayıp olmasın diye onlara böyle deniliyor- nece olduğu belli olmayan Türkçeleri değildir.

    Onlara takılıp “değerlerimiz aşınıyor” ya da ” televole kültürü bizi yok edecek” teşhislerine kapılmak sorunu hiç ama hiç anlamamak demektir.

    Televole, BBG vs. gibi öğeler, sorunun anlaşılmasını güçleştiren, perdeleyen, saptıran unsurlardır. Köken orada değildir.    O tür rezillikler, dil öğesini yüzyıllardır bir  “stratejik araç”  olarak kullanagelen anglo-sakson toplumlarında dahi misliyle yaygındır.

    Sorunu görmeye çalışalım

    Bir yabancı şöyle diyor: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimiz ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir

    Uluslararası alanda çıkarlarımızı savunurken, Türkçe dilini kullanıp,  bu dile daha hakim profesyonellerden yardım almayı akıl edemeyenleri – ve bunu akıl ettiremeyenleri- gördükçe nasıl bir zafiyet içinde olduğumuz daha iyi anlaşılıyor.

    Evet işin kökü Tofita-BBG alanında değildir. Sorun, en iyi okullarda -dahi- Türkçe dışında 2 yabancı dil öğretilen “elit” kesimin, ağzından çıkan sözcüklerin ne anlama geldiğini bil(e)memesi, kendisine ezberden belletilen kalıpları değiştire değiştire kullanarak konuşup  yazmasındadır. Böylece dış görünüşü Türkçe’ye benzeyen, içeriği son derece düşük düzeyli ( bkz. Değerli İçerik, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=554 ) bir ifade biçimi doğmaktadır.

    İşin ilginç yanı insanlarımız bu zafiyetlerinin farkındadır. Konuşmalar sırasında şu 2 kalıbı sık duyarız:

    –          beni yanlış anladınız

    –          kendimi tam ifade edemiyorum

    Bu ” kendini ifade yetmezliği” Türkçe ve yabancı dillerde şu metotlarla giderilmeye çalışılır:

    –          Tavır taklidi: Yabancılara özgü tavırları taklit ederek “bende öyleyim” telafi çabası.

    –          Sürekli itiraz (futbolcularımız da hakeme sürekli itiraz ederek yetersizliklerini  telafiye çalışıyorlar.)

    –          İkna edici ses tonu “taklidi”

    –          “Maymuncuk” ifadeler kullanmak: “ne gibi?”, “yani nasıl?”, “aa öyle mi?”, “çok ilginç”,  “evet anladım” vb.

    Lütfen çevrenizde şu 10 kelimelik -isterseniz artırın- küçük testi uygulayın ve her birisine niçin öyle denildiğini sorun: “efendi, tornavida, hipotenüs, tetanoz, ayna, ezber, mıknatıs, Manisa, repo, eğitim.”

    Ağızdan çıkan bu -veya diğer- sözcüklerin ne gibi somut ve ortak karşılıkları olduğunu -ya da olmadığını- görünüz. Bu insanlar ikinci, üçüncü ya da onuncu dil öğrenseler ne ifade eder?

    Peki yabancı dilin bu denli düşük düzeyli öğrenilmesi niçin bu denli önemseniyor / özendiriliyor?

    Soru’nun yanıtı çok basit ve o düzeyde de aşağılayıcıdır. Özellikle Anglo-sakson dillerini konuşan  toplumların zenginliklerinin kaynağı, sahip oldukları teknolojileri içeren ürünlerin sahip olmayanlara satılmasındır. Bunun için çatpat düzeyinde yazıp konuşan halk yığınları ile, biraz ileri çatpat düzeyli yazıp konuşan elite ihtiyaç vardır. Onlar teknoloji üret(e)meyecekleri için sadece kullanma kılavuzları, proforma faturalar vb. belgeleri anlayacak düzeyde yabancı dil bilmeleri yeterlidir.

    Ayrıca Türkçe’yi doğru dürüst kullanamamaları gerekir. Çünkü onu becerirlerse yabancı dili de “anlayarak kullanmaya” kalkışabilirler.

    Bu denli basit bir strateji halk arasında büyük bir -kabuk- yabancı dil tutkusuna yol açmıştır. Çünkü gerçekten de, çatpat bilenler, çatpat bilmeyenlere göre daha kolay iş bulmaktadırlar. Hattâ istihdam edecek olanların ihtiyaçları pek belli olmasa dahi.

    Yabancı dil nasıl konumlanmalı?

    Bir dil, ait olduğu kültürün  üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır.

    Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınması olmalıdır.

    Yabancı dilin konumlanmasında ikinci bir nokta, Türkçe ile birlikteliğinin tanımlanmasıdır. Bugün birçok dilde bu birliktelik bir “füzyon” şeklinde gerçekleşmiştir. Singlish, Japlish, Russlish, Deutschlish,  Swinglish  vb. olarak adlandırılan diller Singapur’ca,  Japonca, Rusça, Almanca ve İsveç’cenin İngilizce ile “füzyon”undan böylece doğmuştur.

    Türkiye’de yabancı dille “öğretim” yapan kurumlarda oluşan Turklishde benzer bir hibrittir. Kanımızca bu bir zenginleşme değil bir fakirleşmedir. Bu olgu “teknolojiyi üreten adını da koyar” yazısız kuralının bir sonucu değildir. Dil milliyetçiliği ile  ünlü Fransızlar dahi İngilizce (chip) sözcüğünü olduğu gibi alıp (Le chip) şeklinde kullanıyorlar. Benzer milliyetçiliğe sahip Almanlar software, computer, flipflopve benzer terimleri aynen kullanıyorlar.

    Füzyon yoluyla yozlaşma bunlardan tamamen farklıdır. “Beni andırestimeyt etme”  gibisi bir söz ise bir teknoloji  dolayısıyla dilimize girmemiş, dil öğrenmedeki başarısızlığımızı telafi(!) için uydurulmuş onlarca kalıptan sadece birisidir.

    Buna göre, Türkçe’nin korunup geliştirilmesi, yüksek kültürel ve teknolojik terimlerin katılmasıyla zenginleştirilebilmesi için, neredeyse “ikinci dil” olarak tanımlanabilecek şekilde iyi öğrenilmiş yabancı dillere ihtiyaç vardır.

    İngilizceyi iyi öğrenemeyip bunun acısını Türkçe’yi yozlaştırarak çıkaran insanlarımızın önüne iyi bir ikinci -mümkünse üçüncü- dil “öğrenme teknolojisi”nin konulabilmesi, hem Türkçe hem de yabancı dille “kendini ifade etme”de  bir eşiğin aşılmasını sağlayacaktır.

    Peki yabancı dilleri niçin öğrenemiyoruz?

    Bu soru’nun yanıtı ile şu iki soru’nun yanıtı muhtemelen aynıdır.

    (1)      Eğitim sözünün bu denli sık kullanmasına, her sorununun getirilip getirilip eğitime bağlanmasına karşın, acaba eğitim işini niçin beceremiyoruz?

    (2)      Bilim, en vahşi kabile insanlarının bile sorunlarını çözmede yardımcı oluyorken, acaba niçin toplumumuzda sadece makale yazıp para kazanmaya, ya da ünvan şişirmeye yarıyor, niçin yüzlerce sorunumuzun çözüm yolunu bulmada kullanılmıyor?

    Soruların olası yanıtı şudur:  Eğitim ve de bilim, insanlarımızın somut ihtiyaçlarının giderilmesinde bir katkı yapabilecek içerikte anlaşılıp kullanılmıyor. Bu içerik zafiyetini giderebilecek olan “elit” (seçkin) kesimin büyük çoğunluğu da -maalesef- bu hastalıktan muzdariptir. Soru sormaya devam edilirse sıradaki şudur: Peki, eğitim ve bilim, toplum yaşamımızdaki çeşitli ölçekteki sorunların çözümüne niçin somut bir katkı sağlayamıyor?

    Bunun olası yanıtı ise, geleneksel sorun çözme kültürümüzün yerleşik araçlarında, bu yerleşik araçlara olan bağımlılığımızda yatıyor olabilir. Yabancı dil eğitimindeki olağanüstü başarısızlığın nedeni buna göre bu “işe yaramazlık”ta yatıyor.

    İngilizce öğretim yapan bir kolejin İngilizce öğretmenlerine sorulan “niçin İngilizce öğretiyorsunuz?” ve öğrencilere sorulan “niçin İngilizce öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, net ve somut yarar(lar)ın neler olabileceğinin hiç düşünülmediğini göstermektedir. (bkz. “Yabancı dil”, sh 303, Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası, 3.basım, PEGEM Yayınevi, Ankara veya www.tinaztitiz.com).

    Epey ilerlemiş yaşına rağmen bir elinde -çok kullanılmaktan- parça parça olmuş bir sözlük, öbür elinde Türkçe gazete, yakın ve orta-yakın gözlüklerini ikide bir değiştirerek Türkçe gazete okuyan bir ABD büyükelçisi -kişisel gözlemimdir- somut sorunların çözümünde yabancı dilin nasıl kullanıldığına ibret verici bir örnektir.

    Bir diğer ibret örneği de, eğitim fakültelerimizin  ezberci geleneği altında yetişmiş öğretmenlerimizin, gencecik beyinlere “the”  sözcüğünün okunuşunda dilin alt ve üst dişler arasına nasıl sokulacağını öğretmeye çalışması, bunun ne işe yarayacağını hiç düşünmemiş olmasıdır.

    Peki sorun çözmeye yaramıyorsa bu denli yabancı dil merakı nedendir? Bu yalnızca eğitim sistemimizin değil, seçkinlerimizin, ailelerin, tüm toplum kurumlarının, bu soruyu sormayan herkesin ortak ayıbıdır.

    Özelde yabancı dilin, genelde eğitimin ve bilimin birer sorun çözme aracı olamayışları, onların ancak süs, övünme aracı, yüzeysel farklılıklar yaratma gibi amaçlarla kullanımına yol açmıştır.

    Kişiler -ve kurumların- sorunlarını çözmekte kullandıkları araçlar, dil, yabancı dil, eğitim ve bilim değil, onların bağımlılık yaratmış alternatifleridir.

    Nedir bu bağımlılık yaratmış sorun çözme araçları?

    –          Bir tanıdığın -veya tanıdığın tanıdığının- tanışıklığını istismar etmek“,

    –          doğrudan ve/ya dolaylı rüşvet vermek”, 

    –          yasal ve/ya ahlaki kuralların etrafından dolaşmak“,

    –          istemeye istemeye sineye çekmek“,

    –          kader olarak kabul etmek“,

    –          bir başkasına ihale etmek“,

    –          görmezden gelmek“,

    –          sorundan uzak durmak

    ve bunların çeşitli ton ve bileşimleri, bilgi -ve onun araçları olan dil, yabancı dil, eğitim ve bilim- ile sorun çözmenin “daha ucuz” alternatifleridir.

    Bir kural gibi genelleştirmek doğru mudur bilinmez ama, ” bir sorunun çeşitli çözüm yolları içinde en  kolay olana yönelinir ve bu yol zamanla bağımlılık yaratır” gibi bir doğa yasası var gibi görünüyor.

    Bu “kolay” ve “alışılmış” yollardan vazgeçilmedikçe, “zor ve alışılmamış” konumdaki araçlar devreye giremeyecek, suretâ kullanılıyor (gibi) yapılacaktır.

    Alışkanlık yaratmış bu yolların her biri, değerler sistemimiz içinde dallanmış birer sosyal tümördür (bkz. www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=561). Bu tümörlerin yok edilmeleri ancak sistemli ve yaygın bir çabayla olabilir.

    Bu yollar toplumun önce seçkin tavırlı kesimlerince, sonra da çoğunluğunca “ayıp” olarak kabul edildikçe onların yerlerini, bilgi, eğitim, bilim gibi yüksek değer alanları almaya başlayacaktır.

    Kimilerince “toplum mühendisliği” sayılabilecek bu yaklaşım, “toplum değerlerinin tümörlerden arındırılması” olarak özetlenebilir ve kötü kullanımlara da pekalâ açıktır.

    Birileri, kendi kafalarındaki dünyaları, yine aynı yaklaşımla -değerlerin tümör sayılanlarından arındırılması- gerçekleştirmeye çalışabilirler ve bu zaten insanlık tarihi boyunca hep olagelmiştir.

    Ama görünen o ki başka bir çıkış yolu da yoktur. Hasta toplumlar (R.B. Edgerton, Sick Societies, 1992, The Free Press) ya yok olacaklar ya kendilerini iyileştirecek yolları kendileri bulacaklardır. Toplum müh. nin -haklı olarak- aşağılanan “dıştan müdahaleci” değerler sistemi yeniden yapılandırma girişimleri ile, hasta toplumlara özgü bir demokrasi yolunun arasındaki fark işte budur. Bu süreci kimin başlatacağı, kimlerin destek vereceği, bütünüyle toplumsal dinamiklerin çıktılarıdır. Ama neredeyse kesin olan, bu sürecin, sıradanlığın (bkz. Tragedy of Commons) eseri olamayacağıdır. Seçkin tavır sahibi ve aralarında dayanışma ağları kurabilen yurttaşlara sahip olup olamamak bir toplumun kaderini belirleyecek gibi görünüyor.

    Eğitim açısından ne yapalım?

    Ailesi içinde “merak” duygusu çeşitli -masum- yollarla köreltilip, okulun bilgi pompalayıcı eleyici mekaniğine terk edilen çocuklarımız için yapılabilecek şeyler ne yazık ki çok azdır.

    En küçük yaşlardan itibaren belirli -ve kaldırabileceği- sorumluluklarla yüklenen ve sayılan “kolay” sorun çözme yolları kapatılan bir çocuk, doğanın kendine hediye ettiği merakı -eğer özel yollar ile öldürülmez ise- nedeniyle “bilgi yoluyla sorun çözmeyi”yi bir alışkanlık olarak edinecektir. Araştırmak ve öğrenmek, böyle bir çocuğun-hiç farkında bile olmayacağı- doğal özellikleri haline gelecektir.

    Eğitim sürecinin aile ayağında yapılması gereken budur:  Sorumluluk ver; ucuz yolları kapa; merakını öldürme!

    Aile içinde bu şansı kaybetmiş olanlar, aynen bedensel veya zihinsel engelliler gibidir ve ancak özel ilgi ile bilgi yoluyla sorun çözmeye yöneltilebilirler. Bunu hedeflemiş bir okul sisteminin nasıl olması gerektiği ayrı bir konudur (bkz. Okulda Yeni Eğitim, Aralık 2000, Beyaz Yayınları, İstanbul).

    Her iki grup açısından da yabancı dil eğitiminin çerçeve çizgileri şöyle çizilebilir:

    –          Okul yaşındaki çocuklar -özellikle de ana ve ilköğretim- yabancı dil yoluyla sorun çözme gibi bir hedefe sahip değillerdir. Zorlama (tehdit, ceza, ödül) ile ancak ezbere bellerler ve bu yolla ancak bir papağan kadar katma değer yaratabilirler.

    –          Bu yaşlardaki çocukların yabancı dil öğrenmeleri için, gerek aile, gerek okul ve gerekse kitle iletişim araçları  yoluyla “ağzından / kaleminden  çıkanın farkında olmaya yönlendirilmeleri  gerekir. Ana dillerinde kullandıkları masa, sandalye, kardeş vb. sözcüklerin “ne demek”  olduğu şu demektir: Bunların, duyu organlarımızın somut olarak algıladığı duyularla bağlantısının tam olarak farkına varmak. 

    Yabancı dil öğreniminin temeli, Türkçe’nin (ana dilinin) bu yüksek hakimiyet düzeyinde kullanılması; daha ileri sınıflarda (orta, lise) ise, Türkçe dili içinde mevcut diğer kökenli (Arapça, Farsça, Yunanca, Latince gibi) sözcüklerin Türkçe’de ne anlama geldiğinin farkına vardırılmasıdır.

    Orta okuldan itibaren, termometrenin sıcaklık ölçer, kalorimetrenin ısı ölçer, kalorifer’in ısı yayan demir vbg. olduğunun farkında olan çocuklar ile, bunları birer “ses”  olarak -aynen papağan gibi- tekrarlayan çocuk ve gençler arasındaki farkı düşünebiliyor musunuz?

    TV haberlerinde ve hava raporlarında hava sıcaklıkları yerine ısrarla “ısı derecesi” diyen eğitimliler yerine ağzından çıkanı bilen insanlar böyle yetişebilir.

    Akılda az şey tutup, ihtiyaç oldukça bu az şeyden türetmek, çocukların çok sevdiği -ve de en doğru- bilgi saklama yoludur.

    Yabancı dil konusunda normal olarak henüz pek bir hedefi olmayan çocuklara yabancı dilin kalıpları, grameri, okunuş incelikleri gibi saçmalıkları öğretmeye çalışmak yerine, yabancı ve kimi Türkçe sözcüklerin yapılarındaki az sayıda ön ve ard ekleri vererek, bunlardan ne çok sözcük üretilebileceğini göstermek onlar için heyecan verici olmaktadır ( bkz. Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası sh. 322)

    Okul kurumunun yabancı dil konusunda vermesi beklenen, anlamını tam bilmediği, ne işine yarayacağı konusunda net olmadığı “sesler çıkarmayı öğretmek” değildir. Bir ana okulundaki 3-5 yaşındaki çocukların 1’den 10’a kadar  yabancı dilde saymaları ya da basit gündelik konuşmalara alıştırılmaları bir papağanın sayı saymasından farklı mıdır?

    Hattâ, ana dili Türkçe olan bir çocuğun 1’den 10’a  sayması ve bunlar üzerinde 4 işlem yapması “denklik” kavramı oluşmamış ise ne değer taşır. Bunları bir başka dilde yapması bir değer taşır mı?

    Yabancı dil konusunda, kişi sayısı kadar özgün hedef olabilir. Bu denli farklı hedef, tek tip bir öğretiyi ezbere belleterek öğretilemeyeceğine göre, çocuk ve gençler açısından öncelikle yapılması gereken, bu farklı hedeflerin, üzerinde yapılanabileceği bir temel inşa etmeye çalışmaktır.

    Bu temel, yabancı dil kitaplarının (introduction) ciltleri içindekiler kesinlikle olamaz.

    Ben Aritmetiği niye öğreneyim?” sorusuyla “yabancı dili niye öğreneyim?” sorularının temelleri aynıdır. İkisinde de ilk göze çarpan -ama pek işe yaramayan- yanıtlar vardır.

    Gündelik yaşamında hesap gerektiren durumlarda kullanmak” ilk bakışta aritmetiğin varlık nedeni (bkz. Misyon, www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=131) gibidir. Ama bir işe yaramadığı da hemen görülebilir. Çünkü bu yanıtın ardından  ” ee peki öyleyse ne yapalım?” gibisinden bir çıkmaz sokak gelir.

    Halbuki şöyle bir temel neden daha anlamlıdır: Tüm yaşam, ihtiyaçlar ve imkânları denkleştirme çabasıdır. Aritmetik bu çabanın aletidir. Yabancı dil için de böyle bir temele ve bu temelin çocuk ve gençlerce benimsenmesine ihtiyaç vardır.

    Yabancıdil neye yarar?

    Turistlerle konuşmak“, “roman okumak“, “iş ilanlarının talebini karşılamak“, “arkadaş edinmek” gibi hedefler bir dili lâyıkıyla -hem de zevkle- öğrenmeye yeterli itici gücü sağlayamaz. Bunlar “çatpat” düzeyli hedeflerdir.

    Ana dilin gündelik yaşam için  gereken basit kavramları ve o kavramlar için gereken birkaç yüz sözcüğü  dışındakiler fazlaca işine yaramayan bir çocuk veya gence yabancı dil öğretilemez, öğretmek için çaba da harcanmamalıdır. O çaba, daha yüksek hedefleri olan ya da daha yüksek hedefleri sahiplenebilecek olanlardan çalınmış bir çaba olacaktır.

    Ana dilini bir sorun çözme aracı olarak kullanma becerisi edinen bir kişi, öğreneceği yabancı dilin, ana dilinde bulunmayan daha yüksek değerli kavramları yoluyla yaşamını kolaylaştıracak, zenginleştirecektir. Ama bunun ön koşulu, ana dilindeki konuşma açısından, “ses çıkarma” düzeyinden “bir anlam ifade etme” düzeyine geçiştir.

    Çocuk ve gençlerimiz ile erişkinlerimizin içinde bu geçişi yapabilmiş olanları bulup, yabancıdil öğretme çabalarımızı -ki artık o öğretme değil onların öğrenme çabalarına katkıdır- oralara yönlendirmeliyiz.

    Okullarda yabancı dil öğreniminin hedefi, “dili çözülmüş papağanlar” yetiştirmek olmamalıdır. Dil çözülmesi ancak somut hedefler edindikten sonra olabilir. Öyle bir durumda ise istenilse dahi öğrenmesine engel olunamaz. Okulun yapması gereken bu sürecin kolaylaştırılması için hazırlıktır.

    Sözcük kökenlerinin (etimoloji) heyecanlı serüveni, ön ve ard ekler ve kökler yoluyla sözcük türetme, Türkçe’de bulunmayan  kavramların heyecanını tatmak, Türkçe’de kullanılan birkaç bin dolayında Latince kökenli sözcüğü fark etmek ve bu gibi unsurları içeren bir yaklaşım bu hazırlığı oluşturacaktır.

    Bu tür yetişmiş çocuklar okulda İngilizce, Almanca  ya da Fransızca konuşamayabilirler. Ama yaşamlarının bir noktasında gerek duyarlarsa -ihtiyaçları nedeniyle- İspanyolca ya da Çince öğrenebilirler. O halde önce biz kendimize şu soruyu -derin bir iç sessizlik hali içinde- soralım: “biz ne yapmak istiyoruz?”

  • ÇUVAL = DAYAK YİYEN POLİS

    “17 Temmuz 2003 günü, polisin dur ihtarına uymayan bir oto hırsızı-gaspçı, polisle girdiği çatışmada öldü.”

    Olayın sonrası televizyonlarda ayrıntılarıları ile saniye saniye görüntülendi; ölen zanlının yakınları ve akrabaları, çelik yelekli polisleri milyonların gözü önünde evire çevire -tekme, tokat- dövdü, polis arabalarını da tahrip etti. Polisler yerlerde sürünerek kaçıp canlarını kurtarabildiler.

    Daha sonra, habercilerin “mülâkat” yaptığı maktülün babası aynen şunları söylüyor: “…devlet bunların (polislerin) cezasını verirse ne alâ, ama vermezse biz veririz…”

    Bu ve benzeri olaylar sık sık medyada yer alıyor. Yukarıdaki olayın bir istisna olmadığı da zaten bu tekrarlardan anlaşılıyor. Birkaç ay evvel, bir polisin gözü önünde, bir adam karısını sokak ortasında yere yatırmış hırsını almak üzere bıçaklıyor, polis de birkaç adım öteden -yani güvenlik mesafesinden- olayı seyrediyordu.

    Çeşitli adliyelerde dava sonrası arbedelerde dayak yiyen polisler ise sıradandır.

    Sivas’ta 37 kişinin yakıldığı olayda da, barikat kuran polislere sille-tokat girişen kalabalık hiçbir direnç gösteremeyen polisi yaklaşık 15 saniye içinde ekarte etmişti. Bu olaya ait video kayıtlarını izleyen birisi olarak bunu birinci elden gördüm.

    Geçmişte ve bugün, yeri, zamanı ve senaryosu değişik olmakla birlikte tekrarlanan bu olayların ortak yanı tektir: toplumu, adi, ideolojik, etnik, dini ve benzeri kabadayılardan koruyacağı, yasaların yaptırım gücünü sağayacağı varsayılan ve buna göre silahla güçlendirilen, eğitildiği sanılan polis, sıradan sokak kabadayılarınca dövülebilmekte ve hem de hiçbir dövüş tekniği filan kullanılmadan sille-tokat dövülmektedirler.

    Polisler bunu bilmekte ve olabildiğince bu tür olaylara karışmayıp efendi efendi seyretmeyi tercih etmektedirler. Eğer uygun bir yer ve zamanda birileri ellerine geçerse, kabadayıların kırdığı onurlarını telafinin (!) çarelerini arayabilmektedirler.

    Geçtiğimiz günlerde Süleymaniye’de askerlerimizin başlarına çuval geçirilerek itilip kakılmaları, tüm toplumun en derindeki insanlık onurunun çiğnenmesine yol açtı. Çoğu kimse, böyle bir olayın nasıl olup da yutulduğuna, üstüne üstlük bir başarı haline getirildiğine pek akıl erdiremedi.

    Polislerle ilgili olarak verdiğim birkaç örnek, bu “onur çiğnenmesi” olgusuna zaman içinde nasıl alıştığımızı gösteriyor.

    Dünyanın medeni bilinen herhangi bir yerinde polisle tartışmak kimsenin aklına gelmez. Hele hele fiziksel olarak itişmek, polisi tartaklamaya kalkmak intihar ile eş anlamlı sayılır. Aslında, fiziki olarak karşı koyulanın polis değil, yasalar olduğu bilindiği için bu derece toleranssız davranılır ve en cahil insanlar dahi bunun farkındadır.

    Sadece basit bir hız yapma nedeniyle durdurulan bir arabadaki sürücünün ellerini direksiyon simidinin dışında bir yerlere koymaya kalktığı anda nasıl bir muameleye maruz kaldığını herkes bilir.

    Şimdi soru şudur. Tüm toplumsal sistemlerin kilit taşı, o sistemler içindeki kurallara uyulması ya da uyulmuyor ise “polis” denilen örgüt tarafından “uygun bir zor kullanılarak uygulatılması”dır. Bunu beceremeyen bir polis gücü neye yarar?

    Evet soru budur. Her fırsatta maaşlarının düşüklüğünden yakınan -hattâ çevik kuvvetin yaptığı gibi koruyacağı insanlara silah gösteren- bir polis gücüne güvenerek hangi yargıç korkmadan hüküm verir, hangi belediye görevlisi mafyaya pabuç bırakmaz?

    En ilkel kavimler bile medenileşme yoluna “kuralların yaptırımı” (law enforcement) ilk adımı ile girmişler, bunu akıl edebilmişlerdir.

    Toplumumuz ise bunu henüz akıl edememiş, ama bunun yerine sürekli olarak kural üretmektedir. TBMM’nin çalışkanlığı -ne demek ise- çıkardığı yasa sayısının çokluğu ile ölçülür hale gelmiştir. Halbuki yaptırım organı korunmaya muhtaç ise, her çıkarılan yeni yasa, çeşitli kabadayı türlerine yeni imkanlar sunmaktan başka işe yarayamaz. İşte bu yüzden en çok okunan gazete resmi gazetedir ve en çok okuyanlar da çeşitli türlerin kabadayılarıdır. Çünkü neyi çiğneyip hortumlayacakları orada yazmaktadır ve buna ilk kademede engel olabilecek polis gücü “korkmakta” olduğu için yoktur.

    Bu yazıya gelebilecek tepkileri tahmin edebiliyorum. Polisimizin fedakarlığı, ne güç koşullar altında görev yaptığı vs anlatılacaktır. Konu üzerinde edilen her gereksiz söz, işin özünü biraz daha gölgede bırakır. Ortada cevaplanacak tek soru vardır: toplumu fiziki kabadayılardan koruyacağı varsayılan polis, bu işlevini yapabilecek bilgi, beceri, cesarete sahip değildir. Sokaktaki rastgele bir serseri, kendi ufacık aklı ile ürettiği “doğru”su uyarınca, polisi en aşağılayıcı biçimde tokatlar, gerekirse başına çuval da geçirir. Şimdiye kadar geçirmedilerse bundan sonra onu da yaparlar.

    Eğer bu olaydan ders alır, aksine bir övünme vesilesi yapmaz isek, polis örgütümüzün eğitimi adına yapılanların ve bu işlere harcanan bütçelerin hiçbir işe yaramadığını da görebiliriz. Eğitim daireleri adı altında hemen her kamu kuruluşunda bulunan birimlerin yazlık kamp işletmek ve toplu nasihat seansları düzenlemekten başka bir işe yaramadığını görmemiz çok hayırlı bir ilk adım olabilir.

    Polisin yüzüne tokat atıp yere yuvarlayan, onunla da yetinmeyip, sürünerek kaçmaya çalışan polisi tekmeleyerek daha da aşağılayan gaspçının babası -ve diğer “baba”lar- aslında bizi uyandırma işlevi görmektedirler. Ama eğer biz uyanmak istiyorsak! Temmuz 22, 2003

     

     

  • “İŞ”İNYENİ PARADİGMASI: BİR ÖRNEK

     

    Bir kuruluşa zamanının tamamını satmak anlamına gelen “belirli bir ücret karşılığında o kuruluşun bordrosunda yer almak” paradigması yerini hızla bir yenisine bırakıyor. Bu yeni paradigma “katma değer satma”dır. Bir eğitim kurumundan mezun olan gençler artık, aşağıda mektubunu okuyacağınız Özge gibi yaratabileceği katma değeri pazarlıyorlar.

    Birçok gencin israrla iş aramasına karşın bulamayışları kuşkusuz işsizlik denilen ve çeşitli nedenlerin bir bileşimi olan olgudan kaynaklanıyor ise de, önemli ölçüde bu paradigma değişiminden kaynaklanıyor.

    Bu dönüşümün işveren ve işgören açısından anlamlı birer açıklaması var. İşverenler, bir kişinin zamanının tamamını satın alıp, kişinin o zaman içinde çeşitli katma değerler üretebilmesi için çabalıyor ve bunda ancak kısmen başarılı olabiliyor. Bu yeni paradigmada ise böyle bir sorun yok. İşgören, ürettiği -ya da üretmeyi taahhüt ettiği- katma değeri, sınırları çok belirli biçimde tanımlayıp ortaya koyuyor. İşveren bu katma değere ihtiyacı olduğunu düşünüyor ise fiyat konuşuluyor ve el sıkışılıyor.

    İşgören açısından ise durum şöyle: bilgi ve becerilerini “götürü” biçimde satmak yerine, o bilgi ve becerileri kullanarak üretebileceği mal veya hizmet ürünlerini (katma değer) daha yüksek fiyatla satmak ve aynı zamanda kendi zamanının yönetimine sahip olmak.

    Bu aynen, bir minerali -örneğin bor- ham olarak satmak yerine, ona katma değer ekleyerek satmanın daha yüksek getiri sağlamasına benziyor.

    Ancak burada kritik bir nokta var: Bu mekanizmanın böyle işleyebilmesi için işgörenin bir katma değer üretebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olması ya da öğrenmeyi öğrenmiş ve dolayısıyla da ihtiyaç olan bilgi ve becerileri kısa bir süre içinde öğrenebilir durumda olması gerekiyor.

    İşveren açısından da bir koşul var: Yüksek derecelerle diploma sahibi olmuş kişileri bordrosuna alıp ne yaptıracağını tam bilmeden onların katma değer üretmesini beklemek yerine, beklediği katma değerin sınırlarını tam çizebilmeleri gerekiyor.

    Aşağıya, böyle bu anlayışla yazılmış bir mektubu aynen alıyorum:

    «Merhaba, ben Özge Yalçıner,

    Bu yıl, Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksek Okulu bilgisayar programcılığı bölümünü bitirdim. Bir kuruluşta ücretli olarak çalışmak yerine, çeşitli kişi ve kuruluşlara “zaman satmayı” düşündüm. Böylece, hem o kişi ve kuruluşlar, hem de kendim için daha yüksek katma değerler yaratabileceğim.

    Sahip olduğumu düşündüğüm -ve denemesini yaptığım- çeşitli becerilere, sizin şahsen ya da kuruluşunuzun ihtiyaçları olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimi, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım mentor’um da doğruladı.

    Bu mektubu, bu tahmin üzerine, siz veya kuruluşunuzla bir sinerji yaratma olanağını aramak için yazıyorum.

    Bana / bize ne gibi katma değer yaratabilirsin?” gibi bir sorunuz olabileceği varsayımıyla, mevcut olasılıklardan -sadece düşünebildiklerimi- sıralamak istiyorum. İlkesel olarak böyle bir “alış-veriş” size/kuruluşunuza anlamlı geliyorsa, üzerinde görüşerek çeşitlendirebiliriz. Anlamlı geldi fakat sizin açınızdan şu an için uygulanması mümkün görünmüyor ise, yakın tanıdıklarınıza beni tavsiye etmeniz benim için yine değerli olacaktır.

    Aklıma gelen katma değer başlıkları şunlar:

    ·        Bilgisayar kullanan hemen herkesin bir yedekleme (back-up) sorunu vardır. Sizin de, disketlerde, bilgisayarınızın içinde ya da başka ortamlarda, çoğu zaman düzensiz ve arandığında bulunamayacak back-up’larınız olduğunu tahmin ederim. Bunları hem düzene sokar hem de belirli aralıklarla gelerek güncellerim.

    ·        Yıllar boyunca kitaplıklar ve evrak dolapları şişer. Hem yer ihtiyacı artar hem de aradığınızı bulamazsınız. Size bu bağlamda 4 tür hizmet verebilirim:

    (1)     El altında bulunmaması, ama atılmaması da gerekenleri ayırmak ve göstereceğiniz yerlere yerleştirmek,

    (2)     Gereksizleri atmak,

    (3)     Geri kalanları düzenlemek,

    (4)     Aradıklarınıza kolay erişmenizi sağlayacak -bilgisayar destekli ya da bilgisayarsız- bir arşiv sistemi oluşturmak.

    Bunlardan bir veya birkaçını seçebilirsiniz.

    ·        Kuruluşunuz veya sizce üretilen mal ve hizmetlerle ilgili, internet üzerinde (Türkçe) araştırma yapar sonuçlarını size rapor ederim.

    ·        Belirli konularda iletişim kurmak istediğiniz kişi ve kurumlarla, internet üzerinden sizin adınıza iletişim kurar, gereksiz mesajları süzer, sadece işinize yarayacak olanları size iletirim.

    ·        Trafiğini kontrol etmek istediğiniz cep veya sabit telefonlarınıza ait ayrıntılı listeleri inceler, sonuçları hakkında derli-toplu bilgiler üretirim.

    ·        Birden fazla kişinin katılacağı toplantıları organize etmek, uygun zamanlarını çakıştırmak çok güç ve zaman alıcıdır. Bu tür toplantıları organize ederim. Toplanmak istediğiniz kişileri ve uygun tarih aralıklarırzı bana bir yolla iletmeniz kafidir.

    ·         Zaman içinde çok sayıda kartvizitinizin biriktiğini ve halen de birikmekte olduğunu sanıyorum. Bunlarla ilgili olarak şunları yaparım. Bu kartvizitlerin muhtemelen bir bölümünün iletişim bilgileri değişmiştir. Bunları kontrol edip güncellerim.

    ·        Bu kartları aldığınız zaman, aldığınız kişiyle ilgili -ve kart üzerinde yazılı olmayan- bazı önemli bilgiler vardı. Bunların bir bölümünü şimdi hatırlamıyor olabilirsiniz; bir kısmını ise düşünerek hatırlayabilirsiniz. Bunları bilgisayar destekli bir sisteme kaydeder ve istediğiniz anahtar sözcüklere göre arama yapabilmenizi sağlarım. Örneğin, “Kardeşi yargıtay üyesi / bir kogrede tanıştım / kule tipi inşaat yapar /…..” gibi bir ipucu, aradığınız kişiyi bulmanıza yarar. Bu tür bir arama sistemi ile desteklenmeyen kartvizit defterleri bir anıdan fazlaca bir değer taşımıyor. Size böyle bir sistem kurarım.

    ·        Tek olarak kapasitemi aşan konu veya hacimdeki işler için, benimle aynı standartta iş yapabilecek elemanlar bularak size yine tek olarak muhatap olmaya devam edebilirim.

    Yukarıda da belirttiğim
    gibi bu listeyi daha da çeşitlendirmek mümkündür. Burada karar
    verilmesi gereken 2 nokta var:

    (1)    
    Bu tür hizmetlerin,
    sizin / kuruluşunuzun verimini ne ölçüde etkileyeceği konusunda
    ikna olup olmadığınız,

    (2)    
    Bu hizmetleri bu
    şekilde (outsourcing) ya da sabit ücretli elemanlar eliyle sağlamak
    konusundaki kararınız.

    Mektubumu okumaya,
    cevaplamaya ya da güvendiğiniz kişilere tavsiye etmek için
    harcadığınız zamana şimdiden teşekkür eder, kişisel yada kurumsal
    zaman kazandırma konusundaki önerimi olumlu değerlendireceğinizi
    umarım.

    Saygılarımla,

    Özge Yalçıner

    Tel: (0216) 478-2019

    GSM: (0535) 316-7719

    ozgeyalciner@hotmail.com»

  • Seyyar satıcıları ne yapmalı?

    Yıllardır belediyelerin değişmeyen ve pek de canla-başla yerine getirilen görevlerinden birisi, “seyyar satıcılarla mücadele”dir. Bu mücadele çeşitli yöntemlerle yürütülmekte olup başlıcaları “kovalama”, “tezgah kırma”, “malların tahribi” ve “beyanat verme” şekillerindedir.

    Kamu görevlileriyle seyyar satıcılar arasındaki bu uzun mücadele, zaman zaman seyyarlar aleyhine gelişirmiş gibi görünse de zaman, seyyar satıcılar lehine çalışmış ve sayıları, nüfus artışımızdan daha da hızlı artmıştır.

    Bu akılsızca mücadelenin sonuçlarından bir diğeri ise seyyar satıcıların giderek daha sağlıksız, daha kural tanımaz ve daha rahatsız edici hale gelmeleri olmuştur.

    Hemen hiçbiri hijyen açısından standartlara uymayan, hemen bütünüyle vergi sisteminin dışında kalan bu sektör bir yandan da küçük mafyaların yeşerdiği alanlar olmuştur.

    Aslında seyyar satıcılık, özel girişimciliğin en katıkşıksız bir formudur ve bırakınız mücadele etmeyi, desteklenmesi gereken alanların başında gelmektedir.

    Düşük genel giderleri ve bu sektördeki rekabet nedenleriyle düşük fiyatlarla mal ve hizmet üreten bu kesim, toplumun düşük ve orta gelirli kesimlerinin birçok ihtiyacını karşılamaktadır.

    Ama bu, kendiliğinden oluşabilecek bir tablo değildir. Yerel idareler, bu küçük girişimcilerle bu şekilde mücadele edeceklerine, gerekli destek ve denetim ortamını kurmuş olsalardı, sokakları yaşanmaz hale getiren bu kişiler, Batı’nın sokaklarına canlılık veren, insanların ihtiyaçlarını ucuz ve pratik olarak karşılayan ve de daha büyükçe girişimlerin laboratuvarlarını oluşturan bir kesim haline gelebilirlerdi ve hala da gelebilirler.

    İşsizlikle mücadele araçları arasında önemli yer tutabilecek bir aracın, işsizlikle mücadeleden birinci derecede sorumlu kamu kurumları tarafından budanması, akıl almaz gibi görünse de maalesef gerçektir.

    Bu konuya akılcı yaklaşmak isteyenlerin, “L’esame Del Commerciante” adlı seyyar satıcılık kılavuzunu incelemeleri tavsiye olunur.

    El arabası içinde terlik satan satıcıdan, sandviç satan kişiye kadar tüm seyyar satıcıların hijyen konusunda nasıl yönlendirilip denetlendiğini, ülkemizde küçük birer vergi kaçağı deliği olan seyyar satıcıların nasıl birer küçük mükellef ya da stajyer girişimci yapılabildiğini tüm yöneticilerimizin incelemesinde yarar vardır.

    Son yılların gözde yaklaşımı olan “dezavantajların avantaja dönüştürülmesi” nin pratik örneklerinden birisi seyyar satıcılıktır. Toplumumuza fayda sağlayabilecek bir aracın nasıl tahrip edildiğini gördükçe, onlarla mücadele edenlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği daha da önem kazanmaktadır.

    Eylül 1993

    ***

  • Risk sermayesi

    Bu yeni finansal araç hakkında söylenip yazılabilecek çok şey var:

    • Kullanımı konusunda bir deneyimimizin bulunduğu bu yararlı aleti nasıl kullanacağız ?
    • Nerelerine dikkat edeceğiz ?
    • Adındaki riskten başka riskleri nelerdir ?
    • Hangi çalışmaları paralel yürütmeliyiz ?
    • Kimler ümitlensin, kimler ümitlenmesin ?
    • Kimler elini cebine sokabilir ?
    • Süprizler olabilir mi ? vs vs…

    Ama bütün bunlardan önce bir kaç noktaya dikkat edilmelidir. Şöyle ki:

    Gelişen Dünya ile arakesitini giderek büyüten ekonomimizin çeşitli finansal aletlere ihtiyacı vardır.

    Bunların bir bölümü vardır, bir bölümünün adı vardır, bir bölümünün ise henüz yoktur.

    Bu yetersizlik ve eksiklikler doğal olarak ekonomik hayatta kendisini göstermekte, girişimciler bunların yokluğunun sıkıntılarını çekmektedirler.

    Örneğin kredi kurumları, genellikle proje kredisi vermemekte, onun yerine taş-toprak demek olan gayrımenkul teminatına güvenmektedirler.

    Bu, önemli bir eksiktir.

    Bir başka örnek “hibe” araçlarının eksikliğidir. Özellikle araştırma payı yüksek olan işler için önemli bir ihtiyaç olan hibe’yi sağlayan herhangi bir kuruluş yoktur.

    Benzer şekilde eksik olan bir finansal kurum, krize girmiş şirketlerin ihtiyacı olan finansman paketleridir ve oda yoktur.

    Bu nedenle de şirket kurtarma operasyonları için, uygun olmayan bir araç durumundaki banka kredileri kullanılmaktadır.

    Finansal aletler paketinde bu tür boşluklar bulunan bir ekonomik sistem içinde yaşarken, ortaya çıkan yeni bir aracın nasıl kullanılması gerektiğine dikkat etmeden bu boşluklandan herhangi birisi için kullanmaya çalışmak doğru değildir. Risk Sermayesi (RS), özelleştirme, şirket kurtarma, küçük esnafı kredilendirme gibi amaçlara uygun olmayan bir alettir.

    RS’nin parasal bir araç olması, onun parayla ilgili her işte kullanılabileceği anlamına gelmez.

    İlaç ampulerinin başını kesmek için kullanılan minik testereler de netice itibariyle birer testeredir. Ama onunla demir kesilemez. Her araç yerinde kullanılmalıdır.

    Peki kullanılırsa ne olur? Cevap basittir: Niteliğini kaybeder ve kullanılmaz duruma gelir.

    RS’ne de bu gözle bakılmalı ve ana amacının dışındaki işlerde kullanımı düşünülmemelidir.

    (Örneğin ortağına kazık atmak isteyen bir Risk Sermayesi Yatırım Ortaklığı sermayedarı, bir akrabasına fon aktarıp, sonra da batırılarak para kazanabilir. Hele işin içinde kamu parası olursa bu daha da çekici olabilir!. Ama bu tür niyetler için daha basit yollar -yol kesme, banka soyma, para basma vbg- düşünülmelidir.)

    RS sisteminin olası bir başarısızlığı, uzun yıllar bu sistemin terkine yol açabilir. Bu nedenle RS’nin ana amacı olan “araştırma ve teknoloji yoğun girişimlerin finansal olarak desteklenmesi”nden uzaklaşılmamalıdır. Zaten diğer alanlarda, RS’nin ana özelliği olan “yüksek kar”ı sağlayabilmek mümkün değildir.

    RS’nin gündeme gelmesiyle, girişimcimizin ve araştırmayla ilgili kurumlarımızın bir eksiği açığa çıkacaktır : innovation !

    Bu önemli bir potansiyel tehlikedir.

    Teknoloji üretimi konusunda çok kısır olan teknoloji kesimimiz (sanayi, üniversiteler, araştırma kurumları gibi), RS’ni besleyebilecek olan “innovation” desteğini sağlamakta güçlük çekecektir.

    Bu durum, RS’nin yönünün değişmesine ve hiç kullanılmaması gereken alanlarda kullanılabilmesi için SPK’nın üzerinde bir baskının oluşmasına yol açabilir.

    Bunu önlemek için düşünebilecek iki yol vardır

    • RS yatırım ortaklarına kamunun katılmaması (katılırsa da yalnız hibe ile katılıp, yönetiminde yer almaması)
    • Yabancı girişimcilerin, sistemden yararlanması için gerekli tanıtımın yapılıp, böylece teknoloji üretimi akımının yapay olarak sağlanması.

    Girişimcilerimizin (ve genellikle Dünya’daki girişimcilerin) bir inancı, tek ihtiyaçlarının para olduğudur.

    RS uygulamalarında her 100 girişimciden ancak yaklaşık 10’unun başarılı olup diğerlerinin batmasının sebebi de budur.

    Hangi iş olursa olsun para mutlaka gereklidir, ama yalnız para ile tek sonuç alınabilir: batmak !

    Bu yüzden RS’ne paralel olarak mutlaka bazı araçlara ihtiyaç vardır. Bunlar;

    • Innovation sahibi girişimcinin, işini yönettirebileceği yetenekli yöneticiler
    • Girişimciye çok yönlü destek sağlayacak Girişim Ajanslarıdır.

    RS sisteminin başarılı olması, sanayimizin en önemli eksiği olan teknoloji üretimine yarayacaktır. Ama yukarıdaki koşulları ihmal etmemek kaydıyla. Hayırlı olsun.