-
May 25 2012 Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez!
Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir. Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz. Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır. Bu kavram “koşullandırma”dır.
Şeytan çıkarmak
İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor. Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan ilkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.
Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir. Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da sürecektir. Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
Sağım solum koşullanma
Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir. Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya çalışır. Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur. Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır. Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler istemeyen dinlemez” biçimindedir. Acaba gerçekten böyle midir? Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi? Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?
En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
İnsan beyni koşullanmaya uygundur. Çünkü öğrenmeye uygundur. Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre uygundur. Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir. Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır. İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır. Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur. Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor. Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin sonuçlarıdır.
Türban değil koşullandırma yanlıştır
Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır. Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde –örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir. Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü –ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir. Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan –ve diğer varlıkların- istismara açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
Benimki seninkinden daha beyaz!
Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı kesindir. Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır. Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye –ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir. Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır. İnsanın, evrenin –ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi girişimidir.
Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz. Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
Men dakka dukka!
Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır. Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.
3 Temmuz 2005, Pazar
-
May 25 2012 Bakanlara niçin kurban kesilir?
Bir gazete haberi ve bir fotoğraf..
Yere göçertilmiş bir dana. Üzerine çullanmış 6-7 kişi, elde bıçaklar ve dana ile boğuşan ve fişmanca yöreyi ziyaret eden bakana hoş görünmek için bu çağ dışı gösteriyi yapanları izleyen boş bakışlı insanlar…
Her ziyarette, her açılışta, her fırsatta kurban kesmek adı altında sergilenen bu vahşetin gerekçesi sanıldığı gibi “dini” değildir. Kurban kestirenler, kesenler, adına kurban kesilenler ve bu tabloyu izleyenler acaba dini bir vecibeyi yerine getirmeye mi çalışıyorlar? Hiç şüpheniz olmasın ki hayır.
Bunun adı cinayetle karışık yağcılıktır. Herhangi bir fırsatta kan dökmeye hazır ve kurban kesiminin kuralları hakkında hiçbir bilgisi ve deneyimi olmayan insanların çoğu, kör bıçaklarıyla hayvanın boğazını kesip çırpına çırpına ölmesini beklerler. Adına kurban kesilenlerin çoğu da bu insanlık dışı tabloyu seyrederler.
Ondan sonra da, Dünyanın bizi niçin sevmediğini bir türlü anlamayan yetkililer, devlet bütçesinden bizi tanıtmak ( ! ) için para sarfeder ve yetkililerimizin fotoğraflarını batılı yayın organlarında yayımlatırlar.
Balık baştan kokar. Adına kurban kesilen insanlar yalnız bakanlarımız değildir. Ama onlar birer toplum örneğidirler.
Onlar hıçkırsa toplum öksürür.
Lütfen etraflarından, danışmanlarından, kendilerini karşılayanlardan bu tablolara son verilmesini istesinler.
Bunun islamiyetle, dinle, inaçla bir ilgisi yoktur. İslamiyet, kurbanın hangi koşullarda ve hangi usullerde kesilebileceğini tarif etmiştir. Hiç olmazsa ona uysunlar. Böylece hem danalar kurtulur, hem de tanıtma masrafları azalır.
25 Eylül 2001
-
May 25 2012 Araçları kimler yakıyor?
Son aylardaki araç kundaklama olaylarını kastediyor ve şu soruyu soruyorum: Bu araçları kimler ve de niçin yakıyor?
Ayrıca bir sorum daha var: Birkaç gün önce bir polis otosu, aşırı hız nedeniyle otoyolda giderken takla attı ve alev alarak içindeki iki kişiyle birlikte yandı. Bu aracı kim ve de niçin yaktı?
Verilecek yanıtları tahmin edebiliyorum. Birincisi için, “sınır ötesi harekâtı protesto etmek isteyenler“; ikincisi için ise “sürücü kusuru sonucu doğan bir kaza” denileceğini duyar gibiyim.
Bu kişilerin, olaylarla “ilgili” olduğu su götürmez; götürmez ama bu yanıtların tür olayların meydana gelmesini önlemeye yetmeyeceğini de su götürmez.
Gerek araç kundaklama, gerekse kaza gibi görünen ikinci olayın kök nedenleri aynıdır ve o neden, “yurttaşlık sorumluluğuna sahip olmayan, ama yurttaş olarak yaşamlarını sürdürebilen” insanlarımızdır.
Kundaklama olayları sırasında çağrılan itfaiye, saygısızca park edilip sokakları geçilmez hale getiren araçlar nedeniyle müdahale erken müdahale edemiyor. O halde aranan “kundakçılar” uzaklarda değil, bizzat o sokaklarda oturan kimi saygısız “yurttaş”lardır.
Ayrıca, en hızlı itfai müdahalesinin dahi, alev almış bir araç için değil, belki başka araçlara sıçrama riskini azaltmaya yarayacağı da belli olduğuna göre, “ilk müdahale”nin o sokakta oturanlarca yapılması beklenir. Gerek konutlarda gerekse araçlarda bulundurulması gereken yangın söndürücülerin hiç birisi olmadığı nedenle, bir defa daha esas sorumlunun saygısız yurttaşlar olduğu söylenebilir.
Aynı kök neden yanan polis otosu için de geçerlidir. Böyle bir durumda tek işe yaramayacak çare itfaiye çağırmaktır. O trafik kalabalığında hangi hızla hareket ederse etsin hiç bir itfaiye aracı yangın için bir çözüm olamaz. Umulan çözüm, alev alan arabayı çevreleyen yüzlerce araçtaki yangın söndürücülerin kullanımıdır. Böyle bir yolla -örneğin aynı anda kullanılacak 20-30 adet söndürücü ile- yanan oto anında söndürülebilirdi.
Afrası tafrası, pahalı araçlarıyla caka satanların hiç birisinde 5-6 litrelik ciddi bir yangın söndürücü yoktur. Yoktur ama yasal olarak da aklen de vicdanen de olması gerekir.
“Peki bu durumda sorumlu kimdir?” sorusunun yanıtı yine aynıdır: saygısız -ve o ölçüde de ahmak- yurttaşlar. “Ahmak”, çünkü aynı olayın onların da her an başlarına gelebileceğini idrak etmekten aciz oldukları için.
Sessiz motorlu helikopter(ler) satın alarak kundakçıları caydırma fikri kimindir bilinmez. Ama kundakçıların (yani esas kundakçı yurttaşlar değil de molotofları atanlar‘ın) içlerinden nasıl keyifle güldüklerini görür gibiyim.
Halbuki, genel bir çağrı -ve ardından da denetim- yapılarak, her bağımsız konutta ve her araçta, her an dolu ve işe yarar büyüklükte birer yangın söndürücü bulundurulmasının, kundaklama olaylarının “keyfini bozacağı” anlatılsa, parası yetmeyenlere de bedava söndürücü hibe edilse herhalde daha etkili olurdu. Olurdu ve ayrıca da “dayanışma yoluyla bütünleşme” yolunda da iyi bir örnek oluşurdu.
Şimdi birisi çıkıp da şunu iddia edebilir mi?: “Bu tür “saygı” ve “akıl” eksiği sadece yangın söndürücü bulundurmama konusunda vardır; diğer bütün toplumsal sorunlarda böyle bir saygı ve akıl eksiği yoktur.”
Bu basit görünüşlü araç yangınları, esas tehlikenin “akıl ve saygı eksiği” olduğunu, bu tür bir tehlikeye karşı yangın söndürücülerin bir işe yaramayacağını, var olduğu sanılan “dip”in çok ama çok derinlerde olabileceğini -hattâ hiç de olmayabileceğini- gösteriyor.
7 Şubat 2008, Perşembe
-
May 25 2012 Bizi tanımıyorlar!
Hemen her sorunumuzla “Türkiye’nin tanıtılması” arasında ilgi vardır: Sezonu kötü geçiren turizmcinin nedeni ile ihracat kotasını dolduramayan sanayicinin nedeni aynıdır ve bu neden Türkiye’nin tanıtılmasına yeterince para harcanmayışıdır.
İsviçre’li futbolculara dayak attığımız için verilen cezanın, dünya rekabet gücü sıralamasında 55 ülke arasında 48nci oluşumuzun, uluslararası yarışmalarda kötü sonuçlar alışımızın da nedenleri ortak ve yine tanınmayışımız, yani yeterince para harcanmayışıdır.
Yani iddia odur ki, yabancılar bizi iyi tanısalar bütün bu olumsuzlar olmayacaktır.
Bu iddiaların sahipleri haklı değillerdir. Belki kendimizi tanıtmak için harcadığımız paralar pek büyük olmayabilir. Ama unutulmamalıdır ki bir iletişim çağında yaşıyoruz ve insanlar hemen her yolla iletişim kurup bilgileniyorlar.
Bu yolların bir bölümü, iddia edildiği gibi para ile ilgilidir. Parayı bastırırsanız dünyanın en saygın dergi ve gazetelerinde ilanlarınız, reklamlarınız çıkabilir. Hatta öyle çıkar ki, başkaları rahatsız olmasın diye sizin ülkeniz için özel baskı dahi yaparlar. Nitekim bir zamanlar ünlü Time dergisine büyük paralar karşılığında ünlü bir sanayicimizin fotoğrafları bastırılmış ve Türkiye’nin tanınmasına fevkalade büyük etkisi olmuştu.
Ama bazı parasız yollar da vardır. Örneğin gazete ve TV’lerdeki haberlerimizi seyretmek para gerektirmez. Biz gazetelerimizi onların ülkelerinde basar, TV’lerimizi ise uydularla oralara da taşırız. Böylece bize özgü “tanıtıcı olaylarımız” sınırlarımız içinde bize kalmaz, bizi tanımak isteyen cümle alemin istifadesine sunulmuş olur.
Nitekim yukarıdaki fotoğraf böyle bir “ücretsiz tanıtma” yoludur. Yılbaşı geceri Taksim Meydanı’ndaki eğlenceler(!) sırasında taciz edilen bir turistin aldığı zevkten dört köşe olmuş halini gösteren fotoğraf yüz milyonlarca TV izleyicisine servis edilmiştir.
Bundan kısa bir süre evvel kurban bayramı sırasında, keseceği dananın kaçmasına engel olmak isteyen kişilerin (çok sayıdadır) hayvanların ayaklarını keserek hareket etmelerini engellemeleri de benzer şekilde dünyanın bilgisine sunulmuştu.
Türkiye’nin en büyük şanslarından birisi, terör örgütlerimizin akıl-fikir fıkarası olmalarıdır; yoksa silahı bırakıp bizi “tanıtarak” mahvederlerdi. Belki de bu işi bizim kadar iyi yapamayacaklarını düşündükleri için bir çeşit iş bölümü yapmışlardır.
Ben bu tanıtma işine eskiden beri meraklıyımdır; sürekli olarak Türkiye’nin nasıl tanıtılacağına kafa yorarım. Aşağıdaki yazılarda bunların bir bölümünü bulabilirsiniz.
https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=99
https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=340
https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=413
Ayrıca https://www.tinaztitiz.com/yayin.html adresinden ücretsiz indirebileceğiniz “Farzedin ki Hindiyiz!” adlı kitap içinde de epey tanıtma metodu var.
Eh artık biraz da başkaları kafa yorsun.
2 Ocak 2008
-
May 25 2012 Fiyat artışları ve çığ etkisi
Rev.No: 1, Tarih: Mayıs 22,’93 [1] / Rev.No: 2, Tarih: Kasım 01,’98 / Rev.No: 3, Tarih: Aralık 28,‘07
Giriş
Bir mal veya hizmetin fiyatına herhangibir nedenle zam yapılması halinde, onun girdi olduğu başka mal ve hizmetlerin fiyatlarında da bazı otomatik artışlar olması doğaldır. Örneğin, petrole zam yapıldığında taşımacılık fiyatları artmakta, o ise hemen hemen tüm mal ve hizmetlerin bir girdisi olduğundan, onların da fiyatlarını yükseltmektedir.
Bu olgu herkes tarafından bilinir. Bu makaleye konu olan fiyat artışları ise bu noktadan itibaren başlamaktadır.
Bir mal veya hizmet ürününün (bundan sonra sadece ürün denilecektir) fiyatına yapılan zam sonunda, o ürünün girdi olduğu bütün ürünlerin fiyatları artmakta; artan bu fiyatlar bu defa başlangıçta zamlanan ürünün fiyatını tekrar artırmakta ve böylece bir “Çığ Etkisi” (avalanche effect) oluşmaktadır. İşte genellikle ‘ihmal edilebilir’ olduğu varsayılan olgu budur. Ancak gerçek bu varsayımı doğrulamamaktadır. Bu makalede bu etkinin boyutları incelenmektedir.
Kullanılan hesaplama algoritması
Bir I/O tablosunda bulunan çeşitli mal ve hizmet ürünlerine yapılabilecek zamların [2] ardışık etkileri, bir bilgisayar yazılımı yoluyla incelenmiştir. Kullanılan algoritma, I/O tablosunun bir satırının zamlanması halinde bütün ürünlerde meydana gelebilecek fiyat değişimlerinin bir vektörde üst üste tutulması ve bu vektörde her bir ürün için biriken zam artışı belirli bir yakınsama değerine inene kadar, bir diğer deyişle zam artışları ihmal edilebilir değişim gösterene kadar zamların ürün maliyetlerine dağıtılmasından ibarettir.
Model üzerinde yapılan deneyler
(M) adet ürün arasındaki Girdi / Çıktı (Input / Output – I/O) ilişkilerini gösteren bir tablo (I/O tablosu) esas alınarak yapılan iteratif bir çözümleme, Çığ Etkisi dikkate alınmadan hesaplanan fiyat artışlarına göre önemli farkların olabileceğini göstermiştir.
Tablo I’deki örnekte, 10 adet ürünün I/O ilişkileri gösterilmiştir (Bkz. TABLO-I). Tablonun her sütunundaki ürünün maliyeti içinde 10 ürün satırındaki ürünün payları -oran olarak- gösterilmiştir.
TABLO – I. ÜRÜNLERİN BİRBİRLERİ İÇİNDEKİ MALİYET PAYLARI
ÜRÜNLER
ürün maliyetleri (sütun) içinde ürün (satır) payları (%)
Pay
Toplamıpetrol
elektrik
işçi ücreti
taşıma
demir-çelik
kira
gazete
su
arazi
ekmek
petrol 46.2%
1.3%
50.0%
20.0%
6.7%
3.3%
10.0%
0.0%
12.5%
149.9%
elektrik 28.6%
1.3%
0.0%
20.0%
6.7%
33.3%
20.0%
0.0%
25.0%
134.8%
işçi ücreti 35.7%
23.1%
50.0%
20.0%
6.7%
33.3%
40.0%
0.0%
25.0%
233.8%
taşıma 7.1%
7.7%
26.0%
10.0%
0.0%
13.3%
10.0%
0.0%
12.5%
86.7%
dem.-çelik 7.1%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
7.1%
kira 14.3%
15.4%
45.0%
0.0%
20.0%
16.7%
20.0%
100.0%
12.5%
243.8%
gazete 0.0%
0.0%
0.3%
0.0%
0.0%
3.3%
0.0%
0.0%
0.0%
3.6%
su 7.1%
7.7%
1.3%
0.0%
10.0%
3.3%
0.0%
0.0%
12.5%
41.9%
arazi 0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
66.7%
0.0%
0.0%
0.0%
66.7%
ekmek 0.0%
0.0%
25.0%
0.0%
0.0%
6.7%
0.0%
0.0%
0.0%
31.7%
MALİYET 100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
FİYAT / MALİYET 1.43
1.23
1.00
1.25
1.20
1.33
1.00
1.20
1.33
1.50
TABLO II’de ise, bu ürünlerden yalnız birisine (örneğin petrol) % 10 zam yapılması halinde, “Çığ Etkisi” dikkate alınmadan oluşan yeni artmış maliyetler gösterilmiştir. Aşağıda, Çığ Etkisi (ÇE) dikkate alınmadan, ardışık yansımalarla oluşan fiyat artışları (%) cinsinden gösterilmiştir.
TABLO – II. ÇIĞ ETKİSİ DİKKATE ALINMADAN OLUŞAN ZAMLAR
Ürün >
petrol
elektrik
işçilik
taşıma
dem.çelik
kira
gazete
su
arazi
ekmek
Zam >
%10.0
% 4.6
%0.12
%5.0
% 2.0
%0.67
%0.33
%1.0
% 0
%1.25
10 üründe meydana gelen bu değişik fiyat artışlarından bir ‘ortalama’ türetebilmek için, her birinin ağırlığı rastgele belirlenmiş aşağıdaki“sepet” tanımlanmıştır.
FİYATLAR GENEL DÜZEYİNİ TEMSİL EDEN ‘SEPET’
Ürün > petrol elektrik işçilik taşıma dem.çel. kira gazete su arazi ekmek Ağırlık >
100
100
1
1
1
1
30
50
0
60
Bu ‘sepet’ kullanılarak hesaplanan ortalama fiyat artışı % 5.0 olmuştur. Geleneksel olarak kullanılan hesaplama yöntemi budur.
Diğer yandan, ÇE dikkate alınarak petrole yapılan % 10’luk zam diğer ürünlere ve dönerek tekrar petrole (ve tekrar diğer ürünlere……) yansıtılmış ve bu defa aşağıdaki zamlar oluşmuştur.
ÇE DİKKATE ALINARAK OLUŞAN ZAMLAR (%)
Ürün > petrol
elektrik
işçilik
taşıma
dem.çel.
kira
gazete
su
arazi
ekmek
Zam >
20.2
13.9
9.0
14.5
11.8
4.3
10.7
10.5
4.3
11.7
Aynı ‘sepet’ kullanılarak bu defa hesaplanan ortalama fiyat artışı ise % 15 olmuştur. Böylece ÇE, fiyat artışlarını yaklaşık 3 kat artırmış olmaktadır. Buna Çığ Etkisi Çarpanı denilebilir.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu çarpanın büyüklüğü, bazı faktörlere bağlı olarak değişecektir. Yani;
(a) I/O tablosunun büyüklüğüne,
(b) Çok sayıda ürüne girdi olan ürünlerin sayısına,
(c) Karşılıklı olarak birbirine yüksek bağımlılık gösteren ürünlerin sayısına
bağlı olarak ÇE Çarpanı büyüyecektir.
Nitekim, Tablo I’de verilen I/O tablosu üzerinde yapılan bir seri deney, yukarıda belirtilen 3 faktörün de etkisini göstermektedir.
I/O tablosunun 2, 3, ………, 10 elemanı alınarak yapılan deneylerde, daima ilk ürüne (petrol) % 10 zam yapılmıştır. Alınan sonuçlar aşağıdadır.
I/O TABLOSUNUN BÜYÜKLÜĞÜNÜN ÇE ÇARPANI’NA ETKİSİ (HÜCRE SAYISI)
Hücre sayısı >
2 X 2
3 X 3
4 X 4
5 X 5
6 X 6
7 X 7
8 X 8
9 X 9
10 X 10
ÇE çarpanı >
1.14
1.16
1.35
1.41
1.53
1.64
2.05
3.14
17.79
Görüldüğü gibi tablo büyüdükçe ÇE Çarpanı’da büyümektedir.
I/O tablosu değiştirilerek, çok sayıda ürüne girdi olan bir ürünün bulunup bulunmamasına göre 2 ayrı deney yapılmıştır. Bu tür bir ürünün bulunması ve bulunmaması hallerinde ÇE Çarpanları sırasıyla 2.98 ve 1.0 olmuştur.
Modelin varsayımları ile gerçek koşullar arasındaki farklılıklar
Bu makaleye temel oluşturan model ile pratik arasında bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, pratikteki durumu -genellikle- daha da kötüleştirici (yani ÇE Çarpanı’nı daha da artırıcı) yöndedir.
Bu farklılıklar şunlardır:
- Sistemin, “tam rekabet” altında işlediği varsayılmaktadır. Pratikte ise “eksik rekabet” koşulları geçerlidir. Fiyatların, herhangi bir yavaşlatıcı etki ile karşılaşmadan yeni bir denge durumuna doğru “çığ” biçiminde artmasını önleyebilecek bir faktör “rekabet” iken, eksik rekabet koşulları bu avantajı azaltmaktadır.
- Her ürünün fiyatı ile maliyeti arasındaki oranın (kar oranı), ardışık zamlar sırasında sabit tutulacağı varsayılmıştır. Yani bir ürünün bir girdisine bir miktar zam geldiğinde, o ürünün yeni fiyatının ancak eski kar oranını sabit tutacak kadar olabileceği kabul edilmektedir. Pratikteki durum ise 2 açıdan farklıdır:
(1) “Nasıl olsa her zaman zam yapılamaz, yapmışken biraz daha fazla zam yapayım” düşüncesi genel geçer bir eğilimdir. Böylece zamlar, bu modeldeki kabulden daha büyük olabilir.
(2) Ama diğer yandan, yüksek fiyatlarda kar oranını düşürme yönünde bir düşünce de doğabilir. Ancak buradaki ‘yüksek fiyat’ fiyatlar yelpazesinde yer alan ucuz ürünlerin aksi olan pahalı ürünler olmayıp, ucuz ya da pahalı fiyatı yükselen ürünlerdir. Bu düşüncelerden hangisinin geçerli olacağını kestirebilmek güçtür.
- Yuvarlatma (round-off) etkisi: Bir ürüne yapılması gereken zamın daima bir üst değere yuvarlatılması eğilimi vardır. Bu, ÇE Çarpanı’nı bir ölçüde artırır.
- Modelde ardışık zamlar simültane olarak meydana gelmektedir. Pratikte ise çığ olgusu belirli bir zamana yayılarak gerçekleşmektedir. Ancak bu süre çok uzun olamaz. Çünkü her mal ve hizmet üreticisi, ürününün karlılık oranını korumak için vakit kaybetmek istemez. Hatta bir bölümü, ürününün girdilerinde henüz bir artış olmadan da zam yapabilir.
Modelden nasıl yararlanılabilir?
Ekonomik hayatın yönetimine ilişkin kararları verenlerin, bu hayatın ana objesi durumunda olan I/O tablosunun çeşitli değişimlere duyarlığı konusunda ayrıntılı bilgi verebilecek bir “simülatör”e ihtiyaçları vardır.
“Hangi mal ve hizmet ürünü, fiyat artışlarına karşı ne kadar duyarlıdır?” sorusunun doğru cevapları bilinemediği sürece, hiç umulmayan nedenlerden dolayı bir “çığ” olgusu harekete geçebilir. Bu nedenle model, böyle bir genel işlev için kullanılabilir.
Diğer yandan, ekonomik sistemi oluşturan gerçek I/O sisteminde bazı ürünlerin diğerlerinden “daha etkileyici” ve/ya “daha duyarlı” olmaları doğaldır. Çok sayıda ürüne girdi olan bir ürün “daha etkileyici” iken; çok sayıda ürünü girdi olarak kullanan bir ürün de “daha duyarlı” olacaktır. Bu iki gruba birlikte “Kritik Ürünler” denilebilir.
“Kritik Ürünler”in bir bölümü bilinmektedir. Örneğin petrol, elektrik, işçi ücretleri gibi ürünler böyledir. Ancak, I/O tablosu üzerinde ayrıntılı analizler yapılmadan bütün kritik ürünleri tam olarak bilmek mümkün değildir.
Kritik Ürünlerin maliyetine giren ve dikkat çekmeyen bazı girdilerin (vergi, resim, harç gibi) küçük miktarlarda dahi artırılmasının olası sonuçlarını, I/O tablosu üzerinde gerekli deneyleri yapmadan bilmek mümkün değildir.
Modelin verdiği sonuçlardan en ilginci ise negatif zam (fiyat indirimi) olgusudur. Zamların yol açtığı “çığ” etkisi, benzer biçimde fiyat indirimi halinde de doğmaktadır. Aşağıda çeşitli ürünlere yapılan +%10 ve -%10 zamların yol açtığı ÇE Çarpanları verilmiştir.
HER ÜRÜNE AYRI AYRI ±%10 ZAM YAPILMASI HALİNDE
FİYATLAR GENEL DÜZEYİNDEKİ % DEĞİŞMELER
Ürün # Ürün adı +%10 zam -%10 zam 1 Petrol 15.0 18.0 2 Elektrik 9.7 -11.0 3 İşçi ücreti 16.5 -21.8 4 Taşıma 8.1 -9.3 5 Demir-çelik 1.1 -1.15 6 Kira 13.3 -17.1 7 Gazete 12.0 -1.25 8 Su 6.1 -6.3 9 Arazi ~0 ~0 10 Ekmek 6.8 -7.5 Bazı kritik ürünlerde fiyat indirimi yapılabildiği takdirde fiyatlar genel düzeyinde kendisinden daha büyük bir azalmaya neden olması olgusu, enflasyonla mücadele politikasında son derece etkin bir araç olarak kullanılabilir.
Yakınsaklık ölçütünün (EPS) etkileri
Deneyler sırasındaki ardışık iterasyonlarda oluşan yansımış zamların ürün maliyetlerine dağıtımında her zaman yakınsama garanti edilemez. Yakınsamanın olup olmaması, I/O tablosunun yapısına, yapılan zamın miktarına ve nihayet yakınsaklık ölçütüne (EPS) bağlıdır.
Teorik olarak, birbiri arasında bir denge halinde bulunan bir I/O tablosunun bu dengesi bozulduğunda (bir zam yapıldığında), hangi fiyatlarda tekrar dengenin oluşacağı yukarıdaki bu faktörlere bağlıdır. Oluşan Çığ Etkisi, sönümlü (giderek azalan) tipte ise belirli bir iterasyon sonunda denge oluşmaktadır. Bazı hallerde ise çığ, giderek büyüyen (gerçek çığa benzer şekilde) bir hal almaktadır.
Deneylerde, 0.5TL’lık bir yakınsaklık ölçütünün (EPS=0.5) iyi sonuçlar verdiği gözlenmiştir.
Sonuç
Elektrik enerjisi birim fiyatına (sanayi için) %10 oranında bir zam yapılacağı ilan edilmiştir. Modelden görüldüğü gibi doğacak çığ etkisi kesinlikle birinci dalga denilebilecek zam yayılmasıyla sınırlı kalmayacak, doğan zamların geriye (tekrar elektrik enerjisi fiyatlarına) yansıması sonucunda, sönümlenen ama sönümlenene kadar fiyatlar genel seviyesini tahmin edilenin üzerine çıkaran bir çığ etkisi oluşacaktır.
Tablo-I’in en sağ sütununda, çeşitli ürünlerin çığ tetikleme açısından ne derecede kritik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla enerji ve işçilik gibi kritik ürünlere yapılacak zamların çığ tetikleyici etkilerinden korunabilmek için bazı önlemler alınması gerekir. Bu kapsamdaki iki önlemden birincisi, bir trend oluşturmayan çok küçük zam gereksinimlerinin, oluşturulacak bir fon yardımıyla sönümlenmesi; diğeri ise, global ölçekli trendlerden doğabilecek zam gereksinimlerinin düzenli bir şekilde (bekletilmeksizin) kullanıcılara yansıtılmasıdır.
1990 yılında yapılan bu çalışmanın, aradan geçen 17 yıl içinde ekonomimizi temsil eden 65 kalemlik gerçek I/O tablosu ile yapılması ve sonuçlarının akademik ve siyasal çevrelerle paylaşılması beklenirdi. Ekonomistlerimizin ilgisine bir defa da bu yolla sunarım.
Aralık 29, 2007
[1] 22 Mayıs 1993 itibariyle $1= TL 10,100 dür. Tüm rakamlar ona göre yorumlanmalıdır . (04.01.2002)
[2] Zamlar + veya – olabilir. Böylece fiyat artışlarının (+ zam) yol açtığı Çığ Etkileri kadar, fiyat indirimlerinin (- zam) yol açacağı çığ’lar da incelenebilmektedir.
-
May 25 2012 Apartmanda köpek beslenir mi beslenmez mi?
Çeşitli konulardaki sorunlarla uğraşanlar, bunlar için harcanan sürelerin dağılımı hakkında şu gözlemi bilmem paylaşırlar mı?
- Sorunun tanımlanması için %5,
- Sorunun çözülmeye çalışılması için %25, *
- Bulunan çözümün uygulanmaya çalışılması için %70.
Uygulamanın bu denli zaman alması, hatta genellikle başarısızlıkla sonuçlanması yani uygulama süresinin matematik olarak sonsuza doğru uzanması, sorunun tanımlanmasına ayrılan sürenin bu kadar az (hatta daha da az) olmasından kaynaklanır.
Halbuki şu basit kurala uyulsa, harcanan toplam süre ve kaynaklar çok daha az olabilecektir. Kural şudur: Bir sorun için harcanan toplam kaynaklar (zaman, beyin enerjisi, para vbg), sorunun “doğru” tanımlanması için harcanan kaynaklarla üssel olarak ters orantılı’dır.
Yani, “doğru tanımlama” için hiç zaman harcanmazsa toplam süre sonsuza uzanır, doğru tanımlamak için uzun süre harcanırsa bu defa da toplam süre kısalmaya başlar.
Gazete haberlerine göre, bir vatandaşın açtığı dava sonunda Yargıtay, “apartmanda köpek beslemenin yasak olduğuna” karar vermiş.
Bu haber -sanmıyorum ama doğruysa-, sorunun “doğru” tanımlanmaması halinde nasıl çözümsüzlük doğabileceğini gösteren somut bir örnektir. Yarın bir diğer vatandaş (ya da bu karardan cesaret alan aynı vatandaşımız), apartmanda saksı çiçeği bulundurulmaması için de dava açabilir ve de kazanabilir. Çünkü, çiçeğin fazla sulanıp alt kat(lar)a zarar verme ya da çiçeklerin geceleri ürettiği karbondioksidin apartman havasını bozma olasılığı vardır.
Artık bundan sonra gerisi gelir ve apartmanlarda çocuk büyütmek (gürültü yapabiliyorlar), iyi pişmemiş kuru fasulye yemek (nedeni bellidir) ya da müzik dinlemek de dava konusu olabilecektir.
Sorunları “doğru” formüle edememenin, onları “doğru soru”lar haline getirememenin bedeli, bir yandan insanlar arasındaki barışın bozulması, bir yandan da adalet duygusunun zedelenmesidir.
En hayvan dostu kişiler dahi apartmanda yalnız bırakılan bir köpeğin sesinden -acıma duygusu ya da komşusunun düşüncesizliği nedeniyle- rahatsız olur. En müzik sever kişi de benzer şekilde kendisine zorla dinletilen müzikten -sesin yüksekliği, bestecisine olan antipatisi ya da komşunun duyarsızlığı sebebiyle- yine rahatsız olur. Bu nedenlerden dolayı mahkemeye başvurması, yapılabilecek en medeni davranıştır.
Medeni olmayan, bu ve benzeri rahatsız edici davranışın kaynağının köpek ya da müzik değil, bunu bir biçimde önlemeyen sahibi olduğunun idrak edilemeyişidir.
İşte, arasına katılmak için pek istekli göründüğümüz medeniyet ailesiyle bizi birbirimizden ayıran kalın duvar budur.
Cezalandırılmak gereken, bu evrenin bir parçası olan hayvanlar değil, onlarla iletişim kuramayan ya da komşularını hiçe sayan hayvan -ya da çocuk, çiçek ya da müzik kaynağı- sahipleridir.
İnsanları rahatsız etmek için hayvan sesi şart değildir. Mahkemenin aldığı bu karar da, birçok hayvan severi derinden “rahatsız” etmiştir. Asıl cezalandırılması gereken bu rahatsız ediştir.
Bu karar, köpek besleyenlerin hayvanlarını sokağa atmalarına yol açmayacağına göre, bir tek -zorunlu olarak- yol kalmaktadır. O da, köpeğini şikayet etmesi olasılığı bulunan komşusunu, daha erken davranıp bir başka -ve yapay- nedenle şikayet etmek ve dava açılınca da intikam duygusunu kanıt olarak ileri sürmektir.
Sorunu doğru formüle edememek bakınız nelere yol açacaktır. Hukuk, insan mutluluğunun bir aracı olarak değil de kağıt üzerindeki kuralları körü körüne uygulamak olarak anlaşıldığı sürece daha çok öğreneceğimiz var demektir.
Toplumumuzda insanlar birbirlerine hayvan adlarıyla hakaret etmeyi adet edinmişlerdir. Bu bizim toplumumuzun hayvan sevmezliğinin -aslında insan sevmezliğinin de- bir göstergesidir.
Herhangi bir nedenle (hayvan ya da bir başka şey aracılığıyla) başkalarını rahatsız etmenin cezası, ona yol açanı, daha doğrusu o davranışı cezalandırmaktır. Köpeğine hakim olmayan ya da olamayan kişiler büyük bir ihtimalle başka yollarla da (araçlarını yanlış park ederek, yüksek sesle konuşarak, çocuklarına hakim olmayarak vs) komşularına zarar vermektedirler. Dolayısıyla böyle bir karar pratik olarak da işe yaramayan bir karardır.
Yanlıştan dönmek erdem, ısrar ise ilkelliktir. Biz ilkel olmak istemiyoruz. Öyle mi, değil mi? Doğru soru budur!
Cumartesi, 15 Nisan 1995
-
May 25 2012 Genç ve orta yaşlı cesetler
Bir şey öğreten aslında ne öğretir?
Ağrı Dağı’nın yüksekliği, üçgenin iç açılarının toplamı, cisimlerin niçin düştüğü, Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve daha binlercesi…
Bunları bize öğretenler, aslında esas öğrettiklerinin bu bilgiler olmadığının acaba farkındalar mı?
Burada “öğreten” sözcüğü ile yalnızca eğitim sınıfını değil, birilerine bir şeyler öğretmeye, benimsetmeye, ezberletmeye, belletmeye çalışan tüm kişi, kurum ve kuruluşları kastediyorum.
“Saklı içerik”!
Bu bir eğitim terimi. Alttan alta öğrenilen anlamına geliyor; hatta, öğreten de öğrenen de farkında olmadan.
Bir karikatür görmüştüm. Saklı içerik terimini çok iyi açıkladığını düşünürüm: Muhtemelen bir diktatör, bir kürsüden halka hitap ediyor. Dinleyenlerin ellerinde çeşitli yüceltici pankartlar var. “Yaşa varol”, “sen bizim her şeyimizsin”, “seninle sonsuza kadar”, “ülkemizi kalkındırdın”, “dostlarımız sevinsin düşmanlarımız korksun” ve bu gibi onlarcası. Fakat bu övgü dolu pankartları taşıyanlar öyle dizilmişler ki büyük harflerle şöyle bir sözcük oluşturmuşlar: YUH!
Buradaki fark sadece, dizilenlerin ne söylemek istediklerini çok iyi bilmeleri.
Bir de deney!
Bir kafese beş maymun koyulur..Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar..
Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır…Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.
Daha sonra, suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler…
Daha da sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir…ve merdivene ilk yaptiği atakta dayak yer..Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur.
Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur..
Son olarak en baştaki ıslanan maymunlarin dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.Tepelerinde bir hevenk muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır..
Saklı içerik öyle etkilidir ki..
Öğretilmesi niyetlenilene açık içerik (Arapça müfredat) denilirse, saklı içeriğin en önemli özelliği, öğrenilebilme düzeyinin açık içeriğe oranla kat be kat yüksek oluşudur. Bu nedenle, öğreticilerin ne öğretmeye niyetlendiklerinin bir önemi yoktur, nasıl olsa pek öğrenilmez, ama saklı içerik çok iyi öğrenilir.
Hatta denilebilir ki açık içerik yoluyla sadece bilgiler, saklı içerik yoluylaysa eğitimin esas amacı olan davranışlar öğrenilir.
Her açık içeriğin arkasında bir de saklısı vardır!
Neredeyse bir kural olarak, öğretilmek istenilen her şeyin ardında bir de saklı içerik vardır. Eğer öğretici kişi bunun farkında ise gerekli önlemleri alarak saklı içeriğin varsa olumsuz etkilerini silebilir.
Bu kavramın farkında olan kişiler, karşılarındakilerin gerçekten öğrenmelerini istediklerini saklı içerik biçiminde verirler. Tabii ki bu, öğreticinin farkındalığına ve de niyetine bağlıdır. Farkında ve iyi niyetli kişiler bu dolaylı mesajlar yoluyla gayet yararlı davranışlar kazandırırken, bu kavramın farkında olmayan öğreticiler -bilmeden de olsa- derin olumsuzluklara yol açarlar.
Hem farkında ve hem de kötü niyetli olanlar ise gerçek birer zihin soykırımcısıdırlar.
Peki öğretenler -aslında- ne söylüyor?
Herhangi bir yolla birisine bir şey öğretme girişiminde bulunan bir öğreticinin dolaylı mesajı açıktır: “bir şey öğrenmen gerekiyorsa, bir öğretici olmaksızın bunu kendi kendine yapamazsın”.
Bunun, hergün yeni bilgi, beceri ve davranışlar kazanmak zorunda olan ve de bunu kendi kendine yapmak zorunda olan çocuk, genç ve de erişkinlerimiz açısından ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?
Tüm insanların -hiç ayrımsız- doğuştan sahip oldukları genetik miraslarından, yaşamlarını sürdürmede başlıca yardımcıları olabilecek bir araçtan mahrum bırakılmaları demek değil midir?
Öğretme-benimsetme okulda bitmez!
Keşke bu süreç okulda bitseydi. Türünün öğrenme yeteneğini keşfeden insan, kendi doğrularını benimsetebileceği etkili bir yol bulmuş, üstüne üstlük bunu “ona yararlı bilgileri öğretirken” dolaylı olarak öğrettiği “sen kendi başına öğrenemezsin, öğreticilere ihtiyacın var” koşullandırmasıyla, gelecekteki ideolojik, etnik, dini saklı içeriklere de zemin hazırlamıştır. Bu ise giderek benimsetme, zorlama, şiddet, terör ve savaşların gerçek alt yapısıdır.
Çevrenize bakınız, “aklına geliveren” ya da “duyduklarından” bu kadar emin insan başka nasıl mümkün olabilirdi?
Yaşlı, orta yaşlı ve genç cesetler!
Bildiklerinin doğruluğuna yürekten ikna olmuş / ikna edilmiş, artık merak etmeyen, sadece bildiklerini başkalarına da benimsetmeye, öğretmeye çalışarak, gerekirse bu yolda ölmeye ve öldürmeye azimli kaçınılmaz sona adım adım yürüyen her yaştan milyonlar..
Yeni çağın sadece “bildiklerinden kuşku duyanların, sürekli merak edenlerin ve kendi kendine öğrenebilenlerin” ayakta kalacağı, diğerlerinin ise kendi kendilerini yok edeceği bir çağ olduğunu umabilir miyiz? Maymun ve muz deneyi ümidimizi kırıyor ama..
Kasım 13, 2007
Yürekten (Türkçe) = Sorgulamamak, by heart (İng.), par coeur (Fr), ezber (Farsça)
Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
May 25 2012 Takdim tehir!
Genellikle eskilerin kullandığı bu deyim “ilk yapılması gerekenin ertelenmesi” anlamına geliyor. Normal olarak bir öncelik yanlışı olsa da, kimi hallerde bilinçli olarak seçilebilir. Öncelikle yapılması halinde daha büyük zarar doğacağı tahminlenen durumlarda erteleme, oransal olarak daha az zarar doğmasını sağlayabilir.
Örneğin, sokakta yürürken durup dururken sizi bir anda iten bir kişiye “öncelikle” verilmesi gereken eylemsel yanıtı biraz erteleyip sağına-soluna bakınmak, durumu kavramamıza ve mesela bir aracın çarpmasından koruma amacı taşıdığını anlamamıza yol açabilir. Böylelikle eylem cevabı yön değiştirip bir teşekküre dönüşebilir.
Ama bu erteleme bir huy haline getirilir ve dahası başkaları tarafından da öğrenilirse o durumda sürekli olarak itilip kakılmak kaçınılmaz olabilir.
Türkiye’mizin böyle bir “huy”u var. Arzu edilmeyen bir durumla karşılaştığında, o durumu ortadan kaldırmak yerine bağırmaya başlıyor. Bu bağırtı, o istenmeyen durumu yaratanların kolayca tahmin ettiği, ayrıca da arzuladığı bir durumdur. Çünkü bilinmektedir ki Türkiye bağırdığı, tehdit ettiği sürece daha ileri gitmez. Yapacak bir şeyi olsaydı önce bağırmaz yapar, sonra da yaptığının haklılığını göstermek için konuşurdu.
Bağırmayıp yapmanın söylendiği kadar kolay olmadığı bellidir; zaten, o nedenle tercih edilmektedir. Yapmak ise tek koşula bağlıdır: “yeteri çeşitlilikte ve etkililikte kozlara sahip olmaya”. Bu ise, toplumsal kavram dağarcığımızda “koz” kavramının bulunmasına bağlıdır.
Türkiye köşeye sıkışıyor. Niçin ve nasıl?
- Niçin?
Ekonomi, diplomasi ya da diğer bütün alanlarda uluslararası ilişkiler tarih boyunca “köşeye sıkıştır-kaynaklarını sömür” ilkesine göre yürüdü. Ekonomi “nedret”e dayandıkça bu değişmeyecek.
Bunun, “dünya bize düşman” fobisiyle ilgisi yok. Fırsatını bulsa herkes -biz dahil- birbirine aynı şeyi yapar, yapıyor.
Eğer yap(a)mıyorsa mutlaka elindeki “koz”ları yeterli değildir ya da kozlarını “yönetmeyi” bilmiyordur.
- Nasıl?
Bu bir “kozlar savaşı”. Varlığını sürdürebilmek bu savaşta güçlü olmaya bağlı. Türkiye’nin kozlarıyla ilgili sorunları var. Sıkıştırılabilmesinin nedeni, kozlarının yönetimiyle ilgili zafiyet.
Osmanlı İmparatorluğu kozları yetersiz olduğu ve olanları da iyi yönetemediği için yıkıldı. Türkiye de kozlarını iyi yönetemediği için köşeye sıkışıyor, sıkışacak.
Türkiye’nin kozlarıyla ilgili sorunu ne?
Başlıca 4 grup sorunu var:
- “Koz” konseptini tam kavramamış; dolayısıyla kozlarını eksik tanımlıyor.
- Mevcut dar kapsamlı koz anlayışı “doğrudan kozlar” ile sınırlı. Çok daha geniş bir alan oluşturan “dolaylı kozlar”ın değerini farketmemiş.
- Var olan kozları dağınık kişi ve kurumlarda; bunlar arasında bilgileşim yetersiz. Konsolide bir kozlar veri-tabanına sahip değil (unconsolidateness).
- Nihayet, mevcut sınırlı ve dağıtık (distributed anlamında) koz bilgileri içinde belirli ihtiyaçlara göre arama yapabilecek bir algoritmaya sahip değil.
Yapılması gereken nedir?
Çeşitli kurumlarımızın elindeki bilgiler koz kavramına göre sınıflandırılıp konsolide edilmediği ve de sürekli güncellenmediği takdirde pek az işe yarardır. Aynen tasnif edilmemiş bir kitaplık gibi içinde ne olduğu pek bilinmez, ancak birkaç sık kullanılan kitabın yeri bilinir.
Koz kavramının uluslararası ilişkiler yönetimi dağarcığımıza girmesiyle birlikte, adına koz AR-GE’si denilebilecek bir süreç de başlamalıdır. Büyük “ilişkiler resmi” durağan olmadığı sürece koz tablosu da durağan olamaz. Ayrıca düne kadar koz olmayan bir olgu bugünün koşullarında koz olabilirken (örneğin su veya kirlenmemiş toprak), aksine koz olagelmiş bir başka olgu bugünün koşullarında koz özelliğini kaybedebilir.
AR-GE konusundaki geleneksel zafiyetimizin hiç olmazsa bu alanda aşılabilmesi, hatta diğer alanlara ışık tutması bile beklenebilir.
Bu defa ilanen duyurulur.
Ekim 28, 2007
Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
May 25 2012 Asansörler düşer!
Zaman zaman haber kaynakları asansör kazalarını duyurur. Genellikle ağır yaralanma ve ölümle sonuçlananlar duyulur. Bir de büyük illerin dışındaki yerlerde büyük tirajlı basına yansımayanlar hesaba katılırsa bu kazaların oldukça sık olduğu görülür.
Traji-komik asansör kazaları da vardır. Kapısı açılmayan, yarı yolda kalan vb…!
İlk anda bu gibi olayların, küçük apartmanlarda meydana geldiği, büyük binalarda olmayacağı sanılabilir. Durum öyle değildir. En önemli binalarda dahi olabilmektedir. Zaten konu incelendiğinde görülecektir ki kazalar, binaların küçük ya da önemsiz olduğundan kaynaklanmamaktadır.
Kul yapısı olduğu için arıza da yapabileceği kabul olunmuş bu yaratıkların (!) arıza sıklıkları -MTBF, peşpeşe iki arızası arasındaki ortalama süredir- acaba dünyada geçerli normların ne kadar üzerindedir ?
Asansör yapım ve bakım firmalarına bakılırsa asansörlerimiz, endüstride ileri gitmiş ülkelerin ürünlerinden hiç de kalitesiz değildir. Arıza normaldir. İnsan bile hastalanıp öldüğüne göre, makineler arızalanamaz mı ?
Önemli bir binanın -başbakanlık- asansörlerinin bakımından sorumlu bir teknik bölüm yetkilisi: “bu yaratığın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor, bakıyorsunuz bazen iyi, bazen kapısını açmıyor !” diyerek veciz bir şekilde, asansör üzerinde kontrolları olmadığını, aksine, asansörün istediği zaman içindekileri hapsedebildiğini ifade etmişti.
Konu üzerinde daha fazla birşey söylemeden önce, ülkemizde yalnız asansörlerin değil, benzer karmaşıklıktaki tüm donanımın (otomobiller, çamaşır makineleri, ev aletleri, endüstriyel tesisler vb) ithal malı olanlar da dahil (bir miktar az da olsa), gelişmiş ülkelere nazaran daha sık arıza yaptığını belirleyebiliriz.
Bu konuda istatistikler olmasa da herkesçe yapılmış gözlemler herhalde bu yargıyı doğrulayacaktır. Ancak bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir noktayı açıklamak gerekir: Her teknik donanım bir çevrede çalışır ve bazı girdiler kullanır. Otomobil, yolu bir çevre, yakıtı bir girdi olarak kullanırken; otomatik çamaşır makinesi, şehir suyu ve elektriği girdi olarak kullanmaktadır.
Donanımlar bu çevre ve girdilerden bağımsız olarak düşünülemezler. Yol bozuk ya da yakıt kalitesi kötü ise otomobil yapımcısı, bu şartlara uygun araba üretemez. Şehir suyu içinde katı madde miktarı, kabul edilebilir seviyenin üzerindeyse buna bağlı arızalar yapımcı firma tarafından ancak ekstra donanım (filtre vbg) konularak, yani donanımı pahalılaştırarak önlenebilir.
Asansörler için de aynı çevre ve girdi olgusu geçerlidir. Bir asansör kabini içindeki kat düğmelerine toplu iğne sokularak garip komutlara itaat etmek zorunda bırakılan bir asansörün çalışması ya da arızasından, bir ölçüde de olsa onu kullananlar sorumludur. Bir ölçüdedir, çünkü bu gibi kötü kullanım şartları, dizayn spesifikasyonları içinde dikkate alınmış olmalıdır. Asansörlere hep aklı başında ergin kişilerin bineceği, gerçekçi bir dizayn öngörüsü değildir.
Bu düzeltme ile hatırlatılmak istenilen, donanımın yalnız yapımcısının değil, yapımcı kadar kullanıcının da etkisinin olabildiğini belirtmek içindir.
Donanımın çalışma ve arızalanmasına etki yapan bir faktör de, bakımcılardır. Aynen kullanıcıda olduğu gibi, bakımcının da etkisi büyüktür. Nitekim, son derece kaliteli donanımların, ehil olmayan ellerde ne hale geldiklerini hep gözlemiş ya da yaşamışızdır.
Bakımcıların sebep oldukları olayları karikatürize edebilecek bir olay, bu satırların yazarının başından geçmiştir.
Bir parti hatalı parça ihtiva eden bir mamulün, hatalı parçalarının ücretsiz değiştirilip gerekli ayarların yapımı için lüzumlu ayar cihazları, tüm yurtta bakım örgütüne dağıtılmıştı. Yurdumuzun bir köşesinden gelen bir telgraf herkesi dehşete düşürmüştü:
“Gönderdiğiniz parça(!), çok iyi sonuç verdi. Diğer arızalı cihazlara da takabilmek için acele 50 tane daha yollamanızı rica ederim. “Ayar için 1 adet yollanan aleti nasıl ve nereye takmışsa, arıza da düzelmiş(!)”.
Bakımcılığın bu durumu, insanımıza gerekli eğitimi verebilecek mekanizmaların yokluğu ile ilgilidir. Aynı insan bir başka ülkede -mesela Almanya- başarılı olabildiğine göre, ülkemizdeki şartların uygunsuzluğunun, bu olumsuzlukları yarattığı bilinmelidir.
İlk bakışta, donanım üreticilerinin bakımcıları eğitmesi gerekliliği düşünülebilirse de bu, yoldan çevrilen bir taksinin şoförüne önce araba kullanmayı öğretmeye benzetilebilir. Yapımcı firmaların eğitim görevleri vardır ve belki de tam olarak yerine getirilememektedir. Ama onların bir altyapı olarak kullanmak durumunda olup bulamadıkları girdiler vardır. Meslek kursları, audio-visual eğitim malzemesi vb girdiler bunlardan birkaçıdır.
Donanımların çalışmasına etki yapan nihai bir faktör de, o donanımları oluşturan parçalardır. Bir bütün, onu oluşturan parçalar kadar güvenilirdir. Bu basit yargı, güvenilirlik (reliability) denilen disiplinin bir yasasıdır.
Hangi donanım olursa olsun (asansör, otomatik çamaşır makinesi, elektrikli portakal suyu sıkma makinesi vbg), iki grup parçadan oluşur:
(I) bütünün çalışmasını etkileyenler,
(II) bütünün çalışmasını etkilemeyenler.
Tüm estetik parçalar ikinci gruba girerler. Mesela donanımın marka etiketinin kopması, o cihazın çalışmasını genellikle etkilemez. Birinci gruptakiler ise bir zincir oluştururlar. Halkalardan herhangi birinin kopması -parçanın arızalanması demektir- donanımın çalışmasını bozar -yani zincir kopmuş olur-. Bu bozulma, donanımın can güvenliği ile ilgili kısmındaysa, asansör konusunda bahsedilen kazalar meydana gelebilir.
Bir asansörde çok sayıda olay can güvenliğini etkileyebilir. Bunlardan en tehlikelisi halat kopmasıdır. Çelik halat, belli aralıklarla değiştirilme şartına uymamaktan dolayı kopabileceği gibi, belli limitlerin (en üst ve en alt katlar) aşılmasını engelleyen mekanizmaların çalışmayışı, paraşüt sisteminin çalışmayışı, kabin raylarının arızalanması gibi çok sayıda nedenden dolayı da olabilir.
Bir asansör donanımının çalışmasını ve aynı zamanda can güvenliğini de etkileyen parçaların (zincir baklalarının) sayısı yaklaşık 50 kadardır.
Aşağıda, her parçanın güvenilirliğinin değişik değerleri için 50 parçadan oluşan sistemin bütününün güvenilirliği verilmiştir;
Güvenilirlik
Parçanın
Sistemin
0.90
0.005
0.99
0.605
0.999
0.95
0.9999
0.995
0.99999
0.9995
0.999999
0.99995
Bu sonuçları yorumlarsak; birinci durumda yani her parçanın % 90 güvenli olduğunu kabul edersek, bütünün güvenilirliği ancak % 0.5 kadar olabilmektedir. Yani sistem ortalama olarak 1000 çalışmanın ancak 5’inde arızasız olabilecek 995’inde arıza yapabilecektir.
En son halde ise yani her bir parçanın güvenilirliği milyonda 999,999 olması halinde -ki milyonda 1 arıza ihtimali demektir-, sistemin bütününün güvenilirliği milyonda 999,950 olmaktadır. Bir başka deyimle milyonda 50 ya da yüzbinde 5 olasılıkla arıza yapabilir demektir.
Bu pratik olarak şu demektir: Bir apartmanda hergün ortalama 100 defa asansör kullanılıyorsa yaklaşık 7 ayda 1 defa arızalanması (ve kaza olması) ihtimalidir ve oldukça yüksek bir risktir.
Şimdi bu asansöre bir paraşüt tertibatı eklendiğini ve paraşütün güvenilirliğinin 0.99 olduğunu (yani 100 defada ancak 1 defa çalışmayabilir) varsayalım ve paraşütlü asansörün güvenilirliğinin ne olacağını düşünelim.
Bu takdirde; birinin meydana gelme ihtimali yüzbinde 5, diğerinin ise 0.01 olan iki ayrı olayın aynı ana tesadüf etme olasılığı bu iki sayının çarpımı kadar yani on milyonda 5 olacaktır.
Yine apartman örneği ile düşünülürse, 66 yılda 1 defa kaza olması yani hem halatın kopup hem de paraşütün çalışmaması demektir. Asansör halatlarının belli aralıklarla değiştirilmesi zorunluğu işte bu sebepten doğmakta böylece daima riskin dışında kalınabilmekte ve kabul edilebilir bir güvenilirliğe erişilmiş olmaktadır. Ancak bu gereğin ülkemizde ne ölçüde yerine getirildiği incelenmeye değer bir konudur.
Şimdi, son örnekteki kabul edilebilir güvenilirliğin sağlanması için gereken 0.999999 lik parça güvenilirliğinin nasıl sağlanabileceği, daha doğrusu bunun nekadar mümkün olabileceğine gelelim !
Bu kadar yüksek güvenilirlik mümkündür; ancak, üretim, montaj ve bakımda görevli kişilerin çok özenli seçim ve eğitimi ile çok iyi bir kalite kontrol sistemini gerektirir. Asansör üretim, montaj ve bakımında ortalama vasıf düzeyindeki insanların çalıştığı, hatta zaman zaman (özellikle bakım işlerinde) vasat altı düzeyde elemanlar çalıştırıldığına göre, bu güven derecesi pratikte sağlanabilir değildir.
Aslında bir toplumun yaşama biçimi ve değer ölçüleri ile kullandığı donanımın performansı arasında yakın bir ilişki vardır. Hatta bir bakıma yaşama biçimi ve değer ölçüleri, o toplumun ya da belli bir kesiminin başarıyla kullanabileceği donanımın karmaşıklığının (sofistikasyon) düzeyini de belirler.
Ayrıca, teknoloji ile yeterince karşılaşmamış kişiler, donanımlara karşı aşırı güven duyabilmektedirler. Bir donanımın güçlü ve zayıf yanları konusunda yeterli bilgi ve/ya tecrübeye sahip olmayan kişiler için, teknik donanımların davranışları rastlantısal sayılabilir. Yazının başında aktarılan “yaratığın ne yapacağı belli olmaz” yaklaşımı işte böyle bir “teknolojiye yabancılık”ın sonucudur.
Donanımları, birbirine bağlı baklalardan oluşan bir zincir ve zincirin kopmamasının da her baklanın ayrı ayrı kopmaması şartına sıkı sıkıya bağlı olduğu bilincinin hemen hemen hiç olmadığı bir alan da karayolu trafiğidir.
Bir aracın kaza yapmaması için :
o Aracın kritik parçalarının (rod, fren, direksiyon mili, lastik vb) arıza yapmaması,
o Araç sürücüsünün “her an” kurallara uyması (enaz 10 hayati kurala),
o Yol şartlarının uygun olması (yoldaki çukurlar, buz, sis vb),
o Karşıdan gelen tüm araç ve sürücülerinin (binlerce) aynı şartları taşıması.
Her madde kendi içinde bölünürse yaklaşık 40 zincir baklası ortaya çıkacaktır. Asansör örneğine benzetilirse:
Buna göre en yüksek güvenilirlik halinde bile (her öğenin yüz binde bir oranında hata yapması), bir kaza olmaması ihtimali onbinde 9996’dır.Yani onbinde 4 oranında bir kaza ihtimali vardır. Bu ise çok yüksek ve kabul edilemez bir ihtimaldir. Nitekim hergünki trafik kazalarının sıklığı, bu hesabın ne kadar geçerli olduğunu göstermektedir.
Sürücülerin bu zincir örneğini tam algılayamaması, kazaları birer “kötü şans” gibi görmelerine ve kuralları hiçe saymalarına neden olmaktadır.
Veriler bunlar olduğuna göre yapılması gereken(ler) nelerdir ? Asansör halatlarının kopmasını beklemek, bu şartlarda kaçınılmaz görünmektedir. Acaba bir kuruluş asansörleri denetlerse kazalar önlenebilir mi?
Yukarıda yapılan basit hesap göstermiştir ki, denetim -halatların belli zamanlarda değiştirildiğini anlamak için-, işin küçük bir parçasıdır. Geri kalan kısım ise tamamen üretim ve bakım işleriyle ilgilidir.
Görünen odur ki, üretim ve bakım personelini tam olarak eğitmenin dışında bir yolla kazalar önlenemez. Öncelikle bu iki grup personele, burada gösterilen basit ama etkileyici hesap tam anlatılmalı ve böylece yaptıkları işin bilincine varmaları sağlanmalıdır.
Halen bu bilincin var olduğu söylenemez. O halde maalesef asansör kazaları bu bilinç geliştirilene kadar muntazaman olmaya devam edecektir !
Konuya, parçaların yüksek güvenilirliğinin niçin sağlanamadığı şeklinde bakmaya devam edilirse şu görülecektir:
Parçaların üretimi, montajı ve bakımında gösterilen özen, güvenilirliği belirlemektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken ince nokta, herhangi bir parçanın en ilkel halinden -mesela çelik bir parça için, ilk demir-çelik üretiminden- itibaren çok sayıda aşama geçirerek nihai halini alıp yerine oturtulduğudur.
Bu uzun sürecin her adımında yeralan; bileşim, testler, şekillendirmede hassasiyet, montajdaki özen, nihai testlerdeki dikkat eksiklikleri birbirinin üstüne eklenip tesadüf gibi görünen “şanssızlıkları(!)” doğurmaktadırlar.
Halbuki dikkat edilirse bütün bunlar, yaşam biçimimizin izlerini taşımaktadırlar. Günlük hayatımızın çoğu safhasında farklı ağızlardan, farklı usluplarda duyduğumuz; “boşver“, “idare eder“, “bu şartlarda bu kadar olur“, “daha iyisi can sağlığı“, “o kadar incesine bakmıyacaksın“, “bizim şartlarımız, ……..den farklıdır, orada öyle olabilir” vbg deyimler, asansör parçalarına nüfuz etmekte, onların güvenilirliğine toplumun bazı yoz değer ölçülerinin damgasını vurmaktadır.
İşte bu yüzden asansörlerimiz düşmektedir; bu değer ölçülerimizi değiştiremezsek düşmeye devam da edecektir.
Bu durum karşısında yapımı gerekenler ayrı bir makaleye konu olabilir. Ancak yapılmaması gerekenin ne olduğu araştırılırsa görülecektir ki, bir kurumun bu işi üstlenerek çok sıkı genelgeler yayımlaması, hatta denetçiler salması problemi çözemeyecektir.
Eğer tek cümle ile yapımı gereken ifade edilmek istenilirse; doğru sistem kurmak ile her düzeyde eğitim yapmak denilebilir.
Ekim 1993
-
May 25 2012 Hayvan gibi boğazlamak!
İlginç bir tekrar
Malatya’da meydana gelen misyoner vahşeti sonrasında, yerli ve daha az da olsa yabancı kişilerin beyanlarını okudukça sık tekrarlanan bir şey dikkatimi çekti. İşin ilginç yanı, bu kişilerin bir bölümünün -ki çok yakından biliyorum- çok içtenlikli birer hayvansever, hatta aktivist düzeyinde hayvan hakları savunucusu olduklarıdır.
Dikkatimi çeken beyanlar yaklaşık olarak şu deseni içeriyordu: “……bu nasıl bir vahşettir ki insanları hayvan boğazlar gibi boğazlamışlar……”
Bu, şu demek değil mi?
Bu ifadeden net olarak anlaşılmak gereken iki şey şunlardır:
- İnsanlar hayvanlar gibi boğazlanmamalı; eğer öldürülecekseler daha uygun şekilde öldürülmeliler.
- Hayvanlar için boğazlanmak doğaldır, onlar öyle öldürülebilirler.
Bu bir dil sürçmesi değildir
Bu, çok genel kabul görmüş bir varsayımın sonucudur. Varsayım, insanlar için gerekli olan hakların hayvanlar için söz konusu olamayacağıdır. Çünkü:
- Onlar insanlar gibi zeki değildir (çünkü alet yapamazlar),
- Onlar insanlar için yaratılmışlardır, onlardan herhangi bir şekilde yararlanılabilir.
- Yararlanma sırasında acı çekmezler, çünkü duyguları yoktur.
- İnsan doğaya egemen olabilen tek yaratıktır, bu yüzden ona şerefli yaratık denilir.
- Bunun aksini savunanlar içtenlikli değillerdir; onlar da et yerler, deri kemer takarlar vs.
- Ve en önemlisi onlar bize benzemezler; köpek gibi yaltaklanırlar, kedi gibi nankördürler, yılan gibi sinsidirler, akbaba gibi leş yiyicidirler, solucan gibidirler vs.
Ortak nokta ne?
Bütün bu yargılar belirli bir kesimin değil büyük bir çoğunluğun ortak yargılarıdır. Bu çoğunluğun içinde kuşkusuz kansız duramayan psikopatlar olabilir, ama herhalde çoğunluğun çoğunluğu “normal” insanlardır. Yani, bir haksızlık karşısında öfkelenen, mazlum (tabii ki bir insan) karşısında hüzünlenen, fedakarlıkta bulunmaya hazır, çalmayan, çırpmayan, ahlaklı olmayı düstur edinmiş insanlar.
İşte bütün bu büyük çoğunluk ortak olarak şunu demektedir: “bize benzemeyenlerin hakları söz konusu değildir, onlara acınabilir, kötü muameleden kaçınılabilir ama neticede birer insan olmadıkları için bizim yararlandığımız haklardan yararlanmaları söz konusu değildir“.
İnsanlar 40 yıl önce daha dürüsttüler!
1963 yılında siyahlara ilk hakların tanınması “söz konusu” olmadan önce, derisi farklı renkte olanların beyazlardan -ama tam beyaz, mesela sarı değil- farklı olduğu, genel kabul görüyor ve bu açık açık (dürüstçe) ifade ediliyordu. Sonradan bir mücadele ile siyahlar -görünürde- bazı haklar elde ettiler. Çok da işe yaradıkları alanlar olduğu için, bugün de onlara “katlanılıyor”.
Ama hayvanlar öyle mi? Onlar iyiden iyiye farklılar
Mesele ne kadar güçlü olunduğundadır.
Siyahların beyazlara karşı kimi haklar elde edebilmesinin altında yatan temel öğe, hakların bir bütün olduğunun idraki değil, siyahların çeşitli yollarla ortaya koydukları “güç”tür. Eğer bunu beceremeselerdi bugün hala “zenciler ve köpeklerin giremeyeceği” yerler bulunacaktı.
Peki ya hayvanlar da böyle bir güç ortaya koyarlarsa!
Hayvanseverlerin umudu buradadır. Yapay zeka konusundaki çalışmalar sadece insanların değil hayvanların da işlerine yarayabilecek hale -insanlar ya da bizzat kendilerince- getirilebilir. Hayvanlara genel olarak atfedilen “akılsızlık” yakıştırması, çoğunluğu akılsız olan insan türünün bir yanılsamasıdır.
Onların, insan alt-türlerinden çoğunun ortak tutumu olan eziyete karşı ses çıkarmayışları belki de bunun cezasını kendi kendimize vermemizi beklediklerindendir. Ve gerçekten de , akılsız alt-türlerin eylemlerinin ve diğer alt-türlerin de sessizlikleriyle onaylamaları sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma, kuraklık vb yollarla kendi cezamızı vermeye başlamış bulunuyoruz.
Öyleyse böyle!
Madem ki insan alt-türlerinin çoğunluğu farklılığı cezalandırma için yeter neden saymaktadır, bunu -doğru ya da eğri ama geçerli- bir defacto sosyal norm olarak görebiliriz.
Ve görünce de ardından şu da geçerli hale gelir: Sadece deri rengi gibi biyolojik değil, herhangi kültürel bir farklılık da o farka sahip olmayanlarca cezalandırılabilir.
Malatya, Trabzon ya da Hrant Dink cinayetlerinden yargılanacak olanların avukatları şöyle bir savunma yapsalar acaba ne diyebiliriz: “müvekkillerimiz, içinde bulundukları dünyanın ve özelde de ülkemizin defacto sosyal normu durumunda olan bana benzemeyenleri cezalandırırım değer yargısına uygun olarak hareket etmişler ve maktülleri hayvan gibi boğazlamışlardır; dolayısıyla herkesin yaptığının suç sayılamayacağı genel hukuk ilkesi nedeniyle suçsuzdurlar“.
Haklar ve sorumluluklar bir bütündür.
İnsan hakları, hayvan hakları, vs hakları diye bir ayrım olamaz. Tüm haklar bir bütündür. Bütünü oluşturan tüm öğeler insanı, hayvanı, bitkisi, canlı ve cansızı ile bir bütündür. Bu bütünün parçaları ayrılıp her hak diğerlerinden ayrıcalıklı yerlere koyulmaya başladığında tüm haklar için çözülme başlar.
Ayrıca da tüm hakları birbirine bağlayan şey, her hakkın bir diğerine karşı sorumluluğudur.
Sonuç
Hayvanları boğazlanabilir görenleri, boğazlanabilir ötekiler olarak görenler göreceli olarak suçsuzdurlar.
Hiçbir varlık boğazlanabilir değildir. Ama eğer boğazlamak karşı konulamaz bir ihtiyaç ise hayvan dostlarımız en son sırada gelmelidir.
22 Nisan 2007, Pazar