• “SORUMLU SÜRÜCÜ”

    “SORUMLU SÜRÜCÜ”

    Sürekli olarak birşeylerden yakınıp sonra da birilerini suçlamak en kolay rahatlama yolu olsa gerektir. Adına “trafik canavarı” denile denile çoğu kimsenin varlığına artık inanmaya başladığı nedenler dizisinden oluşan sorun alanı, bu sakinleştiricinin en çok kullanıldığı daldır.

    Birçok doğruyu, hatta doğrudan doğruya trafik katliamlarına yol açan kök nedenleri sıralamak, bununla da yetinmeyip yetkililere yol göstermek, şekilde de görüldüğü gibi bir işe yaramamaktadır.

    İşe yaramayışının bir nedeni, sorunlara kök-türev ilişkisi içinde bakılarak hangi kök sorun(lar)ın hangi türev(ler)i ürettiğinin ve de üretebileceğinin -ki bunlar da henüz ortaya çıkmamış potansiyel sorunlardır- görülemeyişidir. Yani doğrudan doğruya, genelde toplumumuzun özelde de politikacı-bürokrat-danışman kesiminin düşünme biçimiyle ilgilidir.

    Sorun kaynaklarını anlamaya, sonra da onları ortadan kaldırmaya değil, doğrudan sorunun yarattığı sıkıntıları gidermeye yönelik düşünme biçimi, denilebilir ki ulusça en büyük sorunumuzdur. Ama bunu da kısa süre içinde değiştirmeye imkan yoktur.

    Buna göre, trafik anarşisiyle başa çıkabilmek için, sürekli olarak …meli/..malı ile biten öneriler üretmek yerine, devlete dayalı olmayan örgütlenmelere gitmek tek çözüm yolu olarak görünmektedir.

    Bu tür örgütlenmelerden birisi şu olabilir: Son derece somut bir ya da iki konuda taahhütte bulunmayı kabul eden ve bunu, aracının görünür bir yerine koyacağı bir yapışan (stiker) ile ilan eden sürücüleri örgütlemek!

    Örneğin,

    “Emniyet Şeridini Kullanmıyorum!”

    “Başkalarının Önünü Kesmiyorum!”

    “Kuyruklarda Sıramı Bekliyorum!”

    “Bakımsız Araçla Yola Çıkmıyorum!”

    “Alkollü Araç Kullanmıyorum!”

    gibi taahhütlerin her birini ayrı ayrı yapışanlarla aracında ilan etmeyi kabul eden sürücüleri organize etmek, yapışanları bastırıp dağıtmak, bu taahhütte bulunacak olanların aksine tutumlarının bildirilebileceği telefon numaraları oluşturmak, bu gibi durumlarda bu yapışanları kullanabilme hakkını geriye almak, bir sivil girişim olarak mükemmel bir örnektir.

    Bu model, çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca uygulanabilir. Bir kuruluş alkolsüz araç kullanma konusunu, bir diğeri güvenlik şeridi kullanmama işini organize edebilir ve her kuruluş, bunları ihlal eden sürücülerin bildirilebileceği ortak bir telefon numarası verebilir.

    “Gönüllü, somut bir taahhüt ve onun denetimi” olarak özetlenebilecek olan bu “SORUMLU SÜRÜCÜ” sistemi yalnız sivil toplum kuruluşlarınca değil, ticari kuruluşlarca da -ve hatta reklam amacıyla- oluşturulabilir. A sanayi topluluğu bir taahhüt sistemini, B topluluğu ise kendince önemli saydığı bir başka taahhüdü sistemleştirebilir.

    Çeşitli ihlalleri yapanların bir bölümünün bu toplumsal baskı nedeniyle kötü huylarından vazgeçmeleri beklenir. Bir bölümü ise bu defa daha bariz olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü, genellikle bir ihlal hemen çoğunluk tarafından benimsenmekte ve kısa süre içinde ayıplanmayı ortadan kaldıracak kadar çok taraftar bulmaktadır. Bu gibi durumlarda ihlalleri yapanların kendilerini savunmaları kolaylaşmaktadır: “N’apim herkes yapıyor!”..

    Başlamak ve de şimdi başlamak için iyi bir nokta değil mi?

  • KIRMIZI PLAKA VE FIRFIRLI MAVİ LAMBA!

    KIRMIZI PLAKA VE FIRFIRLI MAVİ LAMBA!

    Kırmızı plaka deyip hafife almayın çeşit çeşidi var. Pirinç çerçeveli kırmızı zemin üzerine yine pirinç rakamlısı, beyaz zemin üzerinde kırmızı çerçeveli ve rakamlısı, birincisi gibi olup da rakamların yanında TBMM yazanı, ikincisi gibi olup da başka harfler de bulunanı vs vs.

    Bunların hepsine kırmızı plaka denilmesine rağmen hepsinin prestij puanı aynı değildir. Zemin ne kadar kırmızı, rakamlar ne kadar pirinç ise aracın içinde (sağ arkada) oturan da o denli prestijlidir.

    Bu prestij araç içindeki diğerlerine de (sol arkada okula giden çocuğu, sol öndeki şoföre ve sağ öndeki korunmaya da- yanlışlıkla koruma deniyor-) bulaşır.

    Hatta hanımların misafir günlerinde oturuş sırası, oturanın eşinin plakasının kırmızı ve pirinç içeriğine göre olur. Hal hatır sorarken önce bol kırmızılı ve pirinçli hanım, daha az kırmızılı ve pirinçsiz hanıma babacan pardon anacan tavırla hitap eder. Tersi ayıptır.

    Kırmızı ve pirinç’in çok sayıda kombinezonunu yapmak mümkün olmadığı ve prestij sıralamasına girmek isteyenlerin sayısı da çok olduğundan şoförlerimizin yaratıcı zekası yeni bir çare geliştirmiştir.

    Fırfırlı mavi lamba !. Hatta denilebilir ki fırfırlı mavi lamba, kırmızı plakadan daha etkilidir. Çünkü fırfırlı mavi lambalı aracın içinde ne olduğu belli değildir. Dükkandan fırfırlı mavi lamba alıp aracına takan bir uyanık olabileceği gibi, büyük ama tanınmak istenmeyen bir büyük insan da olabilir.

    Ayrıca kırmızı plaka’nın trafikte görüş sahası dışında bir etkisi olmazken, fırfırlı mavi lambalı aracın “ne olur ne olmaz başıma iş açmayayım” gerekçesiyle etkisi büyüktür.

    Fırfırlı mavi lamba taşımanın bir sonucu, polis vs.nin çevirip niçin fırfırlı mavi lamba taşıdığını sorması ihtimalidir.

    Bir uyanık kişi bunun çaresini bulmuş, ihtiyacı olanlara hemen ileteyim.

    Böyle bir soruyu sorana işaret parmağını “yaklaş, beriye gel, kulağını uzat” anlamında oynatıp kulağına “öğrenmemen senin için daha iyi olur!” deniliyor.

    Kırmızı plaka ve fırfırlı mavi lamba konusunun giderek yaygınlaşması, aile bütünlükleri başta olmak üzere birçok sosyal ve teknik sorunu da beraberinde getirmiştir.

    Yeni evlilerin bile beyaz zemin üzerine kırmızıyla MUTLUYUZ yazdırması, müsteşar ve rektör aileleri arasında bir huzursuzluğa yol açabilir.

    Bence trafik yasasına bir madde ilave ederek olur olmaz kişilerin kırmızı plaka ve fırfırlı mavi lamba takması yasaklanmalı ve aracın ruhsatına da bunları takıp takamayacağı işlenmeli. Böylece toplumumuzun aile bütünlüğü korunmuş olacaktır.

  • İÇİMİZDEKİ CANAVAR!

    İÇİMİZDEKİ CANAVAR!

    Yanlış olarak trafik kazası denilen ve kaza tanımına uymayan olayları tek nedene, onu da içimizdeki canavarlara bağlayan yetkililerimiz, dahiyane bir buluşla caddelere panolar koyup “içinizdeki canavarı durdurun”, “trafik canavarı olmayın” gibi fevkalade yüksek düşünce ürünü sloganlarla canavarları kontrol altına almayı düşünmüş bulunmaktadırlar.

    Bu olayı bir örnek olarak kullanıp, bir toplu hastalığımızı görmek -hatta çaresini de görmek- mümkündür. Bu hastalık, sorunların nedenlerini ve o nedenlerin nedenlerini sormamak, bunun yerine kafalarımıza yerleştirilmiş bulunan kalıplardan en uygun görünen birisini kullanarak sorunu çözmeye kalkışmaktır.

    İşin acı yanı, bu kalıplar o denli hayatı kolaylaştırıcıdır ki, alışmamış insanlara bir işkence gibi gelen “düşünmek” yükünü ortadan kaldırdığı için bu virüsü kapmış bir kişi en iyi okullara girip çıksa dahi bu enfeksiyondan kurtulamamaktadır.

    Bu kalıplar, okul-aile-çevre üçlüsü’nce doğru-iyi-güzel olarak kararlaştırılan her ne varsa onlardır ve zaten olaylarda nedensellik arayamayışımızın nedenlerinden başlıcası da bu yaklaşımdır. “Biz sizin için düşünür, sizin için her ne doğru, iyi ve güzelse ona karar veririz. Siz düşünmemeli, neden sormamalısınız. Sorarsanız aklınıza zararlı şeyler üşüşür” yaklaşımı, “kul vatandaş”ın nasıl üretildiğinin formülüdür.

    Örnek olay olarak alınan “içimizdeki canavar” işine gelince: Trafik anarşisi (en iyi deyim budur) tek nedenli değildir. Ayrıca, hiçbir sorunun da tek nedenli olmadığı, işi sorun çözmek olanların ilk bilmesi gereken bilgidir.

    Bu nedenlerden birisinin de -en önemlisi olup olmadığı tartışmalı olsada-, sürücülerin akıldışı eğilimler içine düşmeleri (canavarlık hali) ve istenmeyen sonuçlara yol açmaları olduğu doğrudur. İşte, yukarıda değinilen toplu hastalığın tipik belirtisi tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.

    Sorunlara nedensellik yoluyla yaklaşan bir kişinin bu noktada sorması beklenen soru şudur; “pekiyi, sürücüler bu akıldışı eğilimlere (canavarlık) niçin kapılmaktadır? Tüm Türk’lerin içinde, başka milletlerde bulunmayan birer canavar mı vardır?”

    Bu soru sorulunca, cevaplayacak olan ister istemez belli bir cevaba gelmek zorunda kalacaktır. Bu cevap da şu olacaktır: Yalnız Türklere özgü canavarlar olamaz. Tüm insanlarda öfke, hınç almak, cezalandırmak gibi hisler vardır. Bunu bilen medeni toplumlar, bu hislerin canavara dönüşmemesi için sistemler kurarlar, medeni olmayanlar ise herkesin kendi hıncını almasına, herkesin kendi adalet anlayışını uygulamasına yani birer “canavar” olmasına ses çıkar(a)mazlar.

    Bir Trafik Şikayet Sistemi, insanların ilkel öç alma duygularının medeni bir davranışa dönüşmesini sağlar. Bir başka deyimle bizim başımıza dert olan “canavarlık”, akıllı yöneticilerin elinde bir avantaja dönüşür.

    Otoyolda en sol şeritten seyreden bir kamyona karşı “canavar”ca davranıştan başka yapacak birşeyi bulunmayan insanımız, bir şikayet sistemi bulunsaydı içinden keyifle düşünür ve biraz sonra bu kamyonun hakettiği cezayı göreceğini bilirdi. Böylece , onbinlerce gönüllü trafik denetçisi devreye girmiş olur, kimse kolay kolay hatalı hareket etmeye cesaret edemezdi.

    Tabii ki bu şikayet sisteminin, “154 Alo Trafik” ile yalnız isim benzerliği vardır.(İsteyenler deneyip öyle olduğunu görebilirler.)

    Başedemediği her soruna bir canavar adı takan insanımız (enflasyon canavarı, terör canavarı, kollu canavar (kumar) gibi), aslında kendi beceriksizliği ile karşı karşıyadır ve ona “canavar” demektedir.

    Haksız da değildir, çünkü en korkunç canavar, insanın kendi yetersizlikleridir.

    Pazartesi, 23 Mayıs 1994

  • DEVLET NASIL REZİL EDİLİR?

    DEVLET NASIL REZİL EDİLİR? İŞTE BÖYLE !

    Kamyonların cumartesi günleri trafiğe çıkma yasağı 15 gün uygulandıktan sonra kaldırılıyor.

    Yasağın konulması birinci yanlış, kaldırılması ise ikinci yanlış olmuş ve iki yanlıştan bir doğru çıkmamış, ikisinin toplamı kadar bir “kocaman yanlış” doğmuştur.

    Kamyonların trafikten yasaklanması birkaç yönden yanlıştı. Birincisi, anayasanın seyahat özgürlüğüne karşı bir uygulamaydı.

    İkincisi ise, trafik katliamının kaynaktaki nedeninin kamyonların trafiğe çıkması değil, trafiğe çıkan kamyonların kurallara uymaması olduğunun anlaşılmayışıdır.

    Bu ikisi arasındaki farka dikkat edilmez ve aynı mantık kullanılırsa, bireylerin yüzde doksan dokuz faaliyetlerini yasaklamak gerekir. Çünkü insanımız hemen hiçbir alanda kurallara uymamaktadır.

    Esas yasaklanması gereken “kurallara uymamayı” bir yana bırakıp, kurala uysun ya da uymasın tüm sürücülerin hareketlerini yasaklamak inanılmaz bir aczin ifadesidir. Devlet kuralları uygulatamamakta, bunun yerine işi kökünden halletmekte (!) dir.

    Ancak, koyduğu bu ikinci yasağa da uyanlar yine eskiden olduğu gibi kurallara uyan saygılı sürücülerdir. Kurallara uymayıp trafiği bir katliama dönüştürenler yine yollardadır. İnanmayanlar, trafik polisleriyle adım başı pazarlık yapan sürücüleri görmelidirler.

    İşin bu perdesi bile büyük bir ayıptır. İkinci perde ise daha bir acayiptir.

    Yasağın kaldırılma gerekçesi, yasağın yanlışlığının anlaşılıp geri dönülmesi olsaydı, bu basit bir zavallılık olarak değerlendirilebilirdi. Hayır gerekçe bu değildir. “Şoför esnafından gelen tepkiler” ( Türkçesi oy kaybı korkusudur) üzerine yasak kaldırılıyor.

    Siyasetin bu denli çirkin, devletin bu denli güçsüz hale nasıl geldiğini gösteren bu örnekten alınması gereken çok ders vardır.

  • BU D

    BU DENLİ AZ AKIL YALNIZ TRAFİĞE Mİ ÖZGÜDÜR?

    Son söylenebileceği peşinen söyleyeyim ki hayır. Bu denli az akıl yalnızca trafiğe özgü olmayıp, toplum yaşamımızın hemen her kesimine gayet adaletle dağılmıştır. Ancak ne var ki diğer alanlardaki akıldışılıklar hemen sonuç vermemekte, ayrıca da trafikte olduğu gibi ölümle sonuçlanmamaktadır. Trafik bu bakımdan özel bir alandır ve bu alanda yapılan ahmaklıkların bedeli candır.

    Trafik anarşisi konusunda düşünce beyan eden kimle konuşulsa ilk dile getirilen neden, insanlarımızın eğitim düzeylerinin düşüklüğüdür. En büyük güç olarak köyündeki beygirini görmüş olan insanımızın altına en küçüğü 100 beygir olan kamyonları verdiğinizde olacak olan bellidir.

    Ama ne yazık ki sorun bu denli basit değildir. Şimdi size anlatacağım olay, kasketini eğri giyen, köyünde Cambridge olmadığı için doktora yapamamış vatandaşımız tarafından değil, cakasından yanına yanaşılmayan her lafına eğitimiyle ilgili bir hatırlatma yaparak başlamayı adet edinmiş seçkin aydınlarımızca bilerek, planlanarak yapılmıştır ve belki de her gün bir yerlerde yapılmaktadır.

    Yer: Afyon-Dinar karayolu Tarih: 27-31 Temmuz 1994 arası

    Bu güzergah üzerinde yaklaşık 20 kilometre kadar bir bölüm bütünüyle mıcır kaplanmış ve üzerinde yoğun bir trafik akıyor.

    Yolu bu halde bırakanlar kadar akıl ve izan eksiği olan bir kısım sürücü de birbirlerini sollayarak havada uçuşan çakıl taşlarına yol açıyor ve bu taşlar araçların camlarında patlıyor.

    Yol üzerinde güvenli olarak yapılabilecek azami hız 30-35 kilometre olmasına karşın, her iki yöndeki akımın ortalama hızı 80-90 kilometre. Bu akımın dışında kalanlar, karşıdan ve arkasından gelip geçenler nedeniyle 2-3 katı daha fazla riske muhatap. Yani ölümlerden ölüm beğenin!

    Herhalde Dünya’da karayolları üzerinde inşaat yapılırken alınan bin türlü önlem vardır. Ama kara cahil bir insan dahi en az bir iki tanesini düşünebilir.

    Bu basit görünüşlü olay, trafik katliamı içindeki bileşenlerden birisinin akıl eksiği, diğerinin ise vatandaşa tepeden bakıp “yolunuzu yapıyoruz ya, biraz telefat verseniz ne olacak” şeklindeki düşünce olduğunu göstermektedir.

    Eğittiği insanının bu denli toplumuna ilgisiz, mesleğine ilgisiz olduğu bir başka toplum var mıdır bilmiyorum. Ama bu şunu gösteriyor ki Türkiye’nin sorunu insanının nitelik sorunudur, ama özellikle de okumuş yazmış kesimin nitelik sorunudur.

    Pazar, 07 Ağustos 1994

  • AZİZ NESİN HAKLIYDI!

    AZİZ NESİN HAKLIYDI!

    Karayollarındaki vahşet -ki kaza vs demek doğru değildir- karşısında hemen herkes acz beyan ediyor. “Her türlü yasayı çıkardık, cezaları ağırlaştırdık, ama kazalara engel olamıyoruz” yakınması, hemen her ilgili ve yetkilinin ağzındadır.

    Bu vahşetle ilgili yalın gerçekler şunlardır:

    1. İnsanlarımızın -pek büyük çoğunluğu- kıt kaynakları kullanma saygısına sahip değildir ve ilkel bir bencillikle birbirinin haklarını çiğnemektedir. Yollar da -özellikle yoğun trafik halinde- bir kıt kaynak olduğu için, bu “saygısızlığa dayalı hak çiğneme” olgusu sık sık, yaralanma veya ölümle zonuçlanan “fiziki saldırı”lara dönüşmektedir.

    2. Sorunları “anlama” ve buna göre “çözümler geliştirme” durumunda olanlar, ancak basit, somut ve birinci dereceden sorunları kavrayabilmektedirler. Daha da kötüsü, tek doğrulu düşünce biçimleri nedeniyle ortak akla da kapalıdırlar.

    Uzun süre boyunca üremiş bulunan ikinci, üçüncü, ilh. dereceden sorunlar ise ancak, adına “sorun kimyası” denilebilecek bir yaklaşımla anlaşılabilir.

    1. Çok sayıda kuralsız sürücünün hatalarının, sayıca az, nitelikce yetersiz, hem de işini doğru yapma imkanına, bir ölçüde de hevesine sahip olmayan trafik polisince düzeltilmesi gibi imkansız bir çözümde ısrar edilmektedir.

    Halbuki, yaygın kural ihlalleri trafikteki vahşetin bir numaralı nedenidir ve bunu önlemenin en etkin yollarından biri yaygın bir şikayet sistemi’dir.

    Alo 154 gibi gayri ciddi, şikayet takibinin mümkün olmadığı bir göstermelik önlem yerine, doğrudan vatandaş inisiyatifine dayalı, gerektiğinde şikayeti ciddiye almayan kamu görevlisi hakkında suç duyurusu yapıp dava açabilecek imkanlara sahip bir girişim gerekmektedir.

    1. Kural ihlalleri o denli yaygındır ki çoğu kimse nezdinde bu doğal hale gelmiştir. Kural ihlallerini bir “toplumsal ayıp” haline getirmek için “sorumlu sürücü” sistemi denilebilecek ve “tek yanlı olarak kurallara uyma taahhüdü” demek olan bir sistemi, vatandaşlar olarak örgütlüyebilmeliyiz.

    2. Trafik vahşeti olaylarında hukuk sisteminin işletilmesini sağlamak ve bu yolla caydırıcılık sağlamak durumunda olanların büyük çoğunluğu, olayların neredeyse tamamının trafik kazası tanımına girmediğini idrak edememektedir.

    Bu olayların ya taammüden adam öldürme girişimi, ya ruhsal sağlığı bozuk kişilerin araç kullanması ya da basit mekanik ve fizik bilgisinden yoksul cahil insanların eylemleri olduğu yargısına varamamakta, sürekli olarak yasaların yetersizliğinden yakınmaktadırlar.

    Bu basit gerçekleri göremeyip, önlem olarak yol kenarına suntadan kesilme polis otosu maketi koyup, üzerine de fırfırlı lamba takarak bunu etkinleştirmek (!) gibi zavallılıklarla vakit geçirmek yerine;

    • “yurttaş şikayet sistemi” ni ve

    • “tek yanlı taahhütler yoluyla kuralsızlığın bir toplumsal ayıp haline getirilmesi” ni gerçekleştirebilmeliyiz.

    Bunların nasıl gerçekleştirilebilecekleri hakkında onlarca soru üretilebilir ya da uygulanmaları sırasında doğabilecek kimi sorunlar öne sürülebilir.

    Burada mesele, yukardaki 5 noktada tereddüt olup olmadığıdır. Bunlar üzerinde görüş birliğine varıldığında, her sorun için önlemler geliştirilebilir.

    “Kuralları çiğneyenler” kadar cesarete sahip olamayan “kural çiğnemeyenler”in, bu vahşet içinde “çiğnenmeleri” pek kayıp sayılmamalıdır.

  • ALKOLLÜ ARAÇ KULLANIMI

    ALKOLLÜ ARAÇ KULLANIMI

    Denizli valisinin, alkollü araç kullanan sürücülerin saçlarını kesme kararı çeşitli tepkilere yol açtı. Tepkilerin çoğunluğu, böyle bir kararın yanlışlığı, bir çeşit özel kanun yapmak demekliği üzerinde yoğunlaştı. M. Ali Kılıçbay ve İbrahim Betil, bu gazetede, ironik üsluplarıyla bu kararı fena halde eleştirdiler.

    Vali bir devlet memurudur ve beyanat vermesi, İç İşleri Bakanı’nın iznine bağlıdır. Bu bakımdan, bu ağır eleştirilere yanıt veremeyebilir.

    Bu nedenle, bu ve benzeri eleştirilere karşı kullanılmak üzere, bir valinin olası cevabı olabilecek bir mektup yazıp, eleştiri yapmış ve yapabilecek olanlara seslenmeyi düşündüm:

    “Değerli kamuoyu mensupları,

    Yılda yaklaşık 10,000 insanımızın ölüp bir o kadarının da sakat kalmasına yol açan trafik kazalarının, toplumumuzun ne denli önemli bir sorunu olduğunu ayrıca belirtmeyi gereksiz görüyorum. Bu sorunun çeşitli nedenleri bulunmakta, bunların başında da, “sorunun, ancak trafik polisleri ve bu meslekten yükselmiş yöneticilerce çözülecek nitelikte olduğu gerçeğinin yeterince anlaşılmayışı” gelmektedir.

    Bugüne kadar bu sorunu yerel ya da genel ölçeklerde çözmek isteyen iyi niyetli kişiler mutlaka ortaya çıkmıştır. Ama işini bilen, ehliyetli kişileri yaşatmayan haset duygularımız, bu kişilere kulak verilmesini engellemiştir.

    Benim yapmak istediğim, bir icat, bir keşif değildir. Sadece, bu konuda düşünce üretme ehliyetine sahip bu kişilerin, bu sorunun biricik çözümü konusundaki önerilerini hayata geçirmeye çalışmaktan ibarettir.

    Geliştirmiş olduğum çözümle, aklı sıra alay etmek isteyen birkaç kişi, bu önlem başarılı olur da trafik kazaları azalırsa, başka suçları önlemek için de, insanların saçları yerine başka bir yerlerini kesip kesmeyeceğimi sormuşlardır.

    Devlet hizmeti ciddi bir iştir ve ben de halis niyetlerle bunu yapmaya çalışan bir kişiyim. Bu tür, ima kokan, amacını aşan sorulara yine de ciddiyetle cevap vermek isterim. Benimle alay etmek isteyen bu kişiler gerçekte etkin bir çözümü de dile getirmiş bulunduklarının bilincinde değillerdir.

    Evet, eğer suçların azalacağına kanaat getirirsem, ifrata kaçmamak kaydıyla bazı caydırıcı önlemler uygulanabileceğini düşünüyorum. Örneğin, büyük bir adli sorun haline gelmiş bulunan çek ve senet suçları meselesi için eli bütünüyle kesmeye gerek yoktur. Baş ve ikinci parmağın, o da ilk boğumundan kesilmesi, bir daha kalem tutamamayı, dolayısıyla da çek ya da senet imzalayamamayı sağlayacaktır. Benzer şekilde, cinsel tacizde bulunan bir kişinin de vahşi bir şekilde organlarının tamamen kesilmesi yerine, ucundan biraz alınması aynı caydırıcılığı çok daha medeni biçimde sağlayabilir.

    Aslında, samimi olmak gerekirse bu ve benzer önlemler vatandaşlarımız tarafından zaten kullanılmakta olan çarelerdir. Benim yapmak istediğim, sadece bunun tescilinden ibarettir.

    Ancak, işaret itmek istediğim, beni derinden yaralayan nokta bunlar değildir. “Zeka, benzer gibi görünenlerin farkını, farklı gibi görünenlerin benzerliklerini görebilmektir” biçimindeki özdeyiş, benim içine düşürüldüğüm bu durumla yakından ilgilidir.

    Bu ülkede, düşündüklerini yasa olarak uygulayan onbinlerce vatandaşımız, yüzlerce politikacı ve de onlarca üst düzey devlet yetkilisi varken, benim bir konudaki uygulamam, bazılarını rahatsız etmiş görünüyor.

    Herhangi bir devlet dairesinde, “bugün git yarın gel” diyen memur, kendi icadettiği yasayı değil de mevcut bir yasayı mı uyguluyor?

    Tüm ülkeye hizmet etmesi için kendisine emanet edilen bütçe payını, seçmenlerinin gözüne girebilmek için kendi seçim bölgesine yatırım yaparak harcayan bakan,

    İl olma kararnamesini elinde sallayıp, “oy vermezseniz il olamazsınız” , “başkası tütününüze ne verirse ben beşbin lira fazlasını veriyorum”, “İLKSAN’a para verdimse verdim, n’olmuş yani” deyip pişkinliğe vuran başbakanlar,

    Kendi bankalarını soyup iflas ettiren ya da verdiği kredilerden pay alan genel müdürler,

    Şartnamesine uymayan malı bile bile satın alıp, bundan çıkar sağlayan, sonra da “kurumları yıpratmamalı” kalkanının arkasında sütreye yatmış yüksek bürokratlar,

    Haberciliği, ticaretini kolaylaştırmak için kullanan medya patronları ve daha yüzlercesi, acaba hep kendi yaptıkları yasaları uygulamıyorlar mı?

    Ben bunların hiçbirini yapmadım. Sadece, bir bela haline gelmiş bir sorunu çözmek için kendimce bir yasa yaptım. Bunda kişisel bir çıkarım olmadığı gibi, aksine, -eleştiriler nedeniyle- en azından manevi kaybım var.”

    Bu mektup tabii ki bir şakadır. Şakadır ama, mektuptaki sözlere cevap verebilmek için, “kötü örnek örnek alınmaz” demek de yetmemektedir. Kötü örnek pratikte pekala örnek olmaktadır.

    Evet, Denizli valisi kendi yasasını yapmaya kalkışmıştır. Ama bunun nedeni, mektup içeriğinde verilen örneklere gözünü kulağını kapamış bir kamuoyunun varlığıdır.

    Hatta denilebilir ki, bütün bu dağ başı yasalarının biricik nedeni, sesini çıkarmadan oturan, zaman zaman da bu eğrilikleri yapanları onaylayıp onurlandıran kamuoyunun ta kendisidir.

    Kamuoyunun ne(ler) yapabileceğine gelince bu, hemen hemen sınırsızdır. Tüm demokratik ülkelerde, yasaların çizdiği sınırlar içinde ve toplum düzenini bozmadan yapılan “sivil itaatsizlik” örnekleri vardır. Üstelik, Denizli örneğinde olduğu gibi yasadışı bir yasaya karşı değil normal -ama beğenilmeyen ya da doğru uygulanmayan- yasalara karşı!

    Şimdi, Denizli’deki tüm erkekler saçlarını sıfır numara ile traş ettirseler ve başkaca da bir şey yapmasalar, kendi kafasından trafik yönetmeliği yapmaya kalkan vali ne Denizli’de durabilir ne de valilikte. Bir daha hiçbir vali de bu tür abukluklara kalkışmaz.

    Aynen, “sen bizimle il pazarlığı yapamazsın, bu ayıptır ve de yasadışıdır” ya da “tütün taban fiyatını veya İLKSAN’a ulufeyi benim vergilerimden değil, ancak kendi cebinden verebilirsin” diyebilen insanımız bulunsaydı, bu tür eğri ve eğriliklerin bulunmayacağı gibi!

    Cumartesi, 01 Haziran 1996

  • VERİMLİ ÇALIŞMA İÇİN ÖZEL TBMM TAKVİMİ

    Salı Salı Salı Çarşamba Cuma Cuma Toplanbe

    7 6 5 4 3 2 1

    15 14 12 11 10 9 8

    22 21 20 19 18 17 16

    Bu takvim, T.B.M.M.’nin daha verimli çalışmasını teminen özel olarak geliştirilmiştir. Şöyle ki:

    • Bu takvim sayesinde ayın yedisinde görüşülmeye başlanan bir konuyu mesela aynı ayın üçünde bitirmek mümkündür.
    • Sözlü soruların birikimine engel olabilmek ve ayrıca da üyelerin en devamlı günü olduğu dikkate alınarak, haftaya üç Salı konulması uygun görülmüştür.
    • Toplantı yeter sayısı genellikle bulunamadığından Perşembe’ler; zaten toplanılmadığından da Cumartesi ve Pazar’lar kaldırılmış, onun yerine Cuma’ların sayısı artırılmıştır.
    • Seçmen ziyaretinden bunalan arkadaşlarımızı düşünerek, en yoğun ziyaret günü olan Pazartesi’leri de iptal ettik.
    • Milletvekillerinin komisyon toplantılarına devamını teminen “Toplanbe” tabir edilen bir yeni gün icadettik.
    • Batıl inançları olanları düşünerek ayın 13’ünü iptal ettik.
    • Daha sık maaş alınabilmesini teminen ayları 10 gün kısaltttık. Aynı gerekçeyle Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarını da kaldırdık.
    • Nihayet, hükümetlere daha rahat bir icraat ortamı sağlayabilmek için, 500ncü güne rastlayan her iki yılda bir Mayıs ayının 15nci günü iptal edilmiştir.

    24 Eylül 2001

  • TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !

    TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !

    İster iş hayatı isterse siyasal ya da sosyal amaçlı çalışmalar olsun, insanların zamanlarını en çok harcatan eylem türü, tartışmasız ki toplantı’ lardır.

    Ne yazık ki, insanların yaşamlarından sürekli olarak küçük parçalar kopması demek olan toplantı’ ların daha etkin kullanılabilmesi için çaba harcandığı oldukça seyrektir.

    Toplantı, bir sorun çözme aracıdır. Her sorun çözme aracı nasıl ki her türlü sorun karşısında kullanılamazsa, toplantı da her soruna iyi gelen bir panzehir değildir. Pratikte ise toplantı’lar tam bir panzehir olarak düşünülür ve hemen her durum karşısında derhal bir toplantı düzenlenir.

    Toplantı’larla bu denli içli-dışlı olan insanlarımız, toplantı’ların -ve hele rastgele düzenlenmiş ise- ne kadar yararsız olduğunun bilincindedirler. Kendisine hiçbir fikir danışılmayan ama sırf eksik kalmasın diye toplantılara çağrılmış kişilerin saatlerce nasıl oturtulduğunu ya da tam aksine sadece çağrıldığı için kendisini göstermek gerektiğini düşünüp kimseye söz hakkı bırakmayan insanları hep biliriz.

    Ama bu bilince karşın, toplantıların hala bu denli tutulmasının başkaca nedenleri olmalıdır. Akla gelebilecek bazı nedenler; sorun çözümü için sahip olunan alet çantasının fakirliği, tek başına sorumluluğu üstlenilmek istenmeyen bir olay karşısında başkalarını da sorumluluk altına sokma düşüncesi ya da toplantı yapılan konu hakkında ne yapılacağını katılımcılardan sorma niyeti olabilir.

    Çeşitli sorun çözme araçlarından hangisinin nerede kullanılacağını bilmek, en değerli bilgidir.

    Toplantı’lar, bir kısım insan arasında iletişim sağlamak, yaratıcı fikirler üretmek, dolaylı eğitim yapmak gibi amaçlarla kullanıldığında son derece yararlıdır. Ama, buradaki her amaç için ayrı bir kurgu altında toplantı yapmak kaydıyla ! Örneğin, günün bütün yorgunluğu ve tükenmişliğini taşıyan insanları sigara dumanlı bir odaya sokup onlardan yaratıcı fikir üretmelerini istemek ya da kimin ne bildiğini araştırmadan sadece “bu ilaç sana iyi gelir” gibisinden tüm katılımcılara birşeyler öğretmeye kalkmak abesle iştigalin ta kendisidir ve de bir zaman hırsızlığıdır.

    İşte bu nedenler ile Toplantı Yönetimi, bir anlamda insan hayatının boşuna akıp gitmesine engel olabilecek yararlı bir araçtır.

    Toplantılara bu denli meraklı bir toplumun, bir araçtan nasıl en büyük etkinliği elde edeceğini merak etmesi ve Toplantı Yönetimi adı verilen tekniğe daha büyük önem vermesi beklenir.

  • SEKTÖREL EZBER !

    SEKTÖREL EZBER !

    Ezber, nedeni bilinmeyen bir bilginin bellekte tutulmasıdır. İnsan kavrama yeteneğinin sınırlı oluşu nedeniyle herşeyin nedeninin bilinemeyeceği, bazı bilgilerin “inanç” tabanlı olarak akılda tutulacağı bilinen bir gerçektir.

    Örneğin, serbest bırakılan cisimlerin yere düşme nedeninin yerçekimi olduğu bilinmektedir. Bu bilgi ezber değildir. Ama yerçekiminin neden varolduğu bilinmediği için o bilgi ezberdir.

    Eğitim sistemimizin en belirgin özelliği ezbere dayalı oluşudur. Gelişkin toplumların hiç birisinde rastlanamayacak ölçülerdeki bu eğitsel hastalığın yalnız okul duvarları arasında kalmadığını tahmin etmek güç değildir.

    Ezber, çeşitli sektörler içinde mutasyona uğrayarak , tanınmayacak hale gelmiş, ama sorun bununla da kalmamıştır.

    Ezber, çeşitli sektörler tarafından öylesine iyi sindirilmiştir ki sosyal bünye onun bir tümör (hem de habis) olduğunu farketmemekte, en değerli besiniyle (insan beyinleri) onu besleyip sürekli olarak semirtmektedir.

    Ezber çeşitli kurum ya da sektörlerce bakınız nasıl özümlenmiştir: Ezberin hiç bağdaşamayacağı sanılan “girişimcilik”, bu hastalıktan en çok nasibini alan kurumlardan birisidir.

    Bir girişimci bir iş fikri üretip onu yaşama geçirdiğinde, onu gören bir girişimci derhal onu izler ve o da aynı işi yapmaya başlar. Sonuç, kısa bir süre içinde her ikisinin de batmasıdır. Çünkü, o iş fikrine karşı gelen iş hacmi muhtemelen iki girişimciyi besleyecek büyüklükte değildir.

    Ülkemizde, ilginç bir iş fikrinin, ezberci girişimcilerce iğdiş edilip nasıl cılkının çıkarıldığını hemen herkes bilir.

    Yayıncılık sektörü, yine ezberin iyi kök saldığı alanlardan birisidir. Basılı,görsel ve işitsel medyadaki tüm yapımlar tek elden çıkmışçasına birbirinin aynıdır.

    Ezberle taban tabana zıt, yaratıcılığın tam egemenliğinde bulunması gereken bir alan sanat, onun da ezbere hiç tahammülü olmayan dalı olan güldürü sanatı ezberin etkisiyle daralmış, yalnızca geri zekalı taklidi yapmaya indirgenmiştir. Küçük bir kısım sanatçı hariç geri kalanı, bu işi gerçekten de aslından farkı anlaşılamayacak kadar doğal yapmaktadırlar.

    Kimi ülkelerde “güzelleşme endüstrisi” denilen ve çoğunlukla kadınlara yönelik olan da ülkemizde ezberin en çok etkisinde kalanlardandır.

    Sokakta, gazete resimlerinde, parlamentoda ya da herhangi bir toplantıdaki kadın giyim-kuşam, makyaj ya da saç biçimine dikkat edilirse, kadınlarımızın en az yarısının birbirinin aynı görünüşte olduğu görülecektir.

    Ama bütün bunların içinde öyle bir tanesi vardır ki işte o, bu işin kaynağı olan eğtimi dahi geride bırakmıştır. Bu, kamu yönetimi ya da bürokrasidir.

    Osmanlı zamanından bu yana değiştirilemeyen usullere üstüne üstlük “devlet geleneği” diye bir de isim takılmıştır. Bir işlemin niçin öyle yapıldığını, başka türlü yapılırsa olup olamayacağını sormak hemen hiç rastlanmamış bir olaydır.

    Her yıl yapılan bütçeler, bir yıl evvel yapılmış bütçenin yalnızca rakamlarının değiştirilmesinden ibarettir.

    Bu kısa bir iki örnekten yola çıkılarak tüm sektörler gözden geçirilirse, ezberin iliklerimize kadar nasıl işlediği görülecektir.

    Bu hastalığa dikkat edilmelidir. Bir toplumu sinsice yok edebilecek eğer iki neden varsa, bunlardan birisi mutlaka ezberdir.

    Salı, 02 Nisan 1996