-
Ara 18 2013 Anneler ve çocuklar..
Şahit olduğum iki olayı, tam hatırladığım şekliyle sizlere aktarmak ve annelere (ve babalara) naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu tavsiyem kuşkusuz bir uzman görüşü değildir; sadece güneşin doğuşunu daha çokça görmüş sıradan bir kişinin aktarımları olarak alınız lütfen.
Her iki gözlem de bir tenis kulübünde, birbirinden farklı zamanlarda oldu. Birincisi çok kısa, diğeri kısa metrajlı bir film gibi.
Bir akşamüstü; okul çıkışı annesiyle birlikte özel tenis dersi almak üzere kulübe gelmiş bir küçük çocuk ve annesi. Çocuk 10-11 yaşlarında, ufak tefek. Bir saat kadar tenis dersi almış, okulun verdiği yorgunluğun üzerine bir de tenis dersi binince hafif tertip pilini bitirmiş, ayakta sallanıyor.
Annesi ise tenis hocası ile hafif bir ağız dalaşında ve çocuğun biraz daha çalıştırılmasını istiyor.
– Hanımefendi, Ahmet (isim değiştirildi) zaten yorgun geldi, bir saat de çalıştık. Bu yaştaki bir çocuk için daha fazlası zarar verir.
– Hocam, bu dedikleriniz bir iddiası olmayan çocuklar için; benim çocuğum şampiyon olacak. Bu nedenle de çok çalışması lazım.
Bu arada Ahmet de söze karışıyor:
– Anne ben çok yoruldum.
– Sen kes, seninle ilgili değil, hocanla konuşuyorum.
Anne haklı. Mesele gerçekten de Ahmet ile ilgili değil, annesi ile ilgili.
İkinci gözlem!
Bir Pazar günü, bir arkadaşımla kort ayırtmadan “belki buluruz, bulamazsak da kahve içip laflarız” gibisinden kulübe gelmişiz. Fakat bilmediğimiz, o gün Türkiye çapında 12 yaş altı çocuklar için bir turnuva olduğu. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Kafeteryada zar zor bir yer bulup oturduk kahve içiyoruz. Öyle kalabalık ki sandalyeler dip dibe.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hemen hepsi de anne ve/ya babası (genelde de anneleri ile) ile gelmiş küçük tenisçiler.
Hemen yanı başımızda bir masa, bir küçük tenisçi ve annesi oturmuşlar. İster istemez tüm konuşmaları –o uğultu içinde- bizim masadan tam olarak duyuluyor. Anne de farkında ama bunu düşünebilecek durumda değil. Çünkü büyük bir felaket ile uğraşıyor: Çocuk rakibine yenilip elenmiş!
Belli ki anne de tenis oynuyor veya biliyor. Çocuk gözleri yerde, dokunsan ağlayacak, süt dökmüş kedi gibi “suçlu”. Konuşmalar şöyle:
– Yüzüme bak yüzüme, gözlerini benden kaçırma. O ne biçim bekhentti (back-hand)?
– Anne a..
– Kes konuş demedim. Böyle bir eşekliği nasıl yaparsın, n’olucak şimdi. Ben sana defalarca demedim mi bekhendine dikkat et diye. Söylemesem yanmicam.
– Anne çişim var gideyim mi.
– Git ama çabuk gel, bu eşekliğin hesabını vereceksin.
Eminim ki çocuğun çişi filan yok, ama bu manevi (ve gerçek) işkenceden birkaç dakika olsun kurtulmak istiyor.
Fakat anne huzursuz, ne yapacağını bilmiyor. Cep telefonunu çıkarıp bir arkadaşını arıyor.
– Alo Sevinç (isim değiştirildi) sen misin. Sana bir şey anlatacağım. Berk (isim değiştirildi) yenildi. Karşısındaki de zayıftı ama öyle bir bekhent vurdu ki maçı verdi elendi.
– ….???
– Ya ne demek aldırma, n’olacak şimdi. Ama neyse şimdi Hüseyin (ismi hatırlamıyorum) geldi, kapıyorum.
Çocuk henüz çişten dönmedi, ama çocuğun bu arada babası da geldi.
– N’oldu ne bu halin?
– Elinin körü daha n’olsun, yenildi işte. Hakkıyla yenilse neyse, görmedin mi o bekhendi.
– Ya olur öyle şeyler, gelecek turnuvada daha iyi oynar.
– Zaten senin bu gevşek tutumundan böyle oldu. Sizin bu kafalarınızla bu çocuktan (bu ara çocuk da çişten döndü dinliyor) bir b..k olmaz.
Sizlerle iki gözlemimi paylaştım.
Her iki anneyi de anlıyorum. Bir çocuğu doğurup dünyaya getirmek bir babanın belki anlayamayacağı bir sihir. Onun herkesten iyi, üstün olmasını istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü içten içe doğal seçimin acımasızlığını hissediyor. Çocuğunun elenecekler içinde olmasını istemiyor. Bu çok saygı duyulması gereken bir duygu.
Ama bu isteğini gerçekleştirmek için tuttuğu –ve büyük olasılıkla farkında olmadığı- yolun, kesinlikle çocuğunu tahrip ettiğinin de farkında değil.
Bu olay beni derinden etkiledi. Hatta, o konuşma sırasında bir yolunu bulup bir şekilde uyarmayı da düşünmedim değil. Fakat, bir işe yaramayacağını, hatta ters bile tepeceğini düşünerek vazgeçtim.
Hepimiz yaşam boyunca birçok bekhendi yanlış vuruyoruz. Ama birileri sürekli olarak bize süper insan muamelesi yapıp, bu yanlışları kafamıza kakarsa gerçekten birinci sınıf beceriksizler –en hafif sonuç- olup çıkıyoruz.
Bireysel yaşamda acı sonuçlar veren bu tutumlar, kurumsal yaşamda da benzer insanlar yaratıyor. Bu yüzden de artık kurum yöneticilerinin “yanlış bekhend vuranlara manevi işkence yapmasını değil”, onlara sakin birer öğrenme ortamı hazırlayıp, gerisini doğanın tedavi ediciliğine bırakması yaklaşımı benimseniyor.
18 Aralık 2013
-
May 25 2012 Bisikletimi kırsam size ne? Peki hayvanımı!
Bisikletimi alıp evimin kapısının önüne çıksam ve her parçasını un ufak edercesine -sanki işkence ediyor gibi- kırsam ve böylece bir kızgınlığımı çıkarsam. Ya da kızgınlık dürtüsüyle değil ama, mesela meraktan, tekerleklerinden birisini çıkarıp geri kalan tekeri üzerinde sürüklemeye çalışsam acaba gazetelere, TV’lere konu olur eleştirilir miyim?
Kuşkusuz bu yaptığımın tuhaf olduğunu düşünenler olmasına karşın yine de çoğunluğun hükmü “kendi malı değil mi ne istese yapar” gibisinden olacaktır. Her ne kadar men-i israfat yasasına hafiften bir temas varsa da kanıtlamak isteyenler epey zorlanır. “Bisikletimin üzerinde sağlamlık testleri yapıyorum” ya da “yeni bir bisiklet paradigması geliştiriyorum” dendiğinde akan sular durabilir.
Benzer işlemleri başka eşyalar üzerinde de deneyebilirim. Örneğin TV alıcısını parça parça etsem bırakın şikayet etmeyi, programları kime şikayet edeceğini bilemeyen vatandaşlardan büyük yardım dahi görebilirim. Benzer duygular herhangi bir mal için de geçerli olabilir.
Kurban bayramı sırasında kesilecek hayvanlara işkence ettiği söylenen, görüntülenen hayır adayı sahiplerini eleştirmeyen kalmadı. AB yolunda bu ne rezaletmiş, yollar kan gölüne dönmüş, çocukların gözü önünde bu yapılır mı imiş ve daha onlarca yakınma nedeni.
Bir de bunlardan sosyolojik genellemeler çıkarıp, niçin kan dökmeye bu denli meraklı olduğumuzu açıklayan çok bilmişler var. Bir bölüm açıklama uzmanı ise işi iyiden çığırından çıkarıp, kurban sahiplerine psikopat diyor. Adam kesmeye niyetlendiği danaya hakim olamayınca arka bacaklarını kesmiş ve öylece kaçmasına engel olmaya çalışıyor ama hayvan kesik ayaklarıyla yine de kaçmaya çalışıyor. Bu adama psikopat diyorlar.
Kurban sahipleri arasında normal dağılım uyarınca kuşkusuz psikopatlar, vurdum duymazlar, işkenceciler vardır; istatistiksel olarak olmalıdır. Ama olaya serinkanlı bakılırsa çoğunluğun bunlardan ibaret olmadığını -ister istemez- kabul etmek zorundayız. Çoğunluk bir bankada memurdur, amirdir, bir özel şirkette satın alma görevlisidir, market sahibi ya da tezgahtarıdır. Yani aramızda saygın olarak yaşayan insanlardır, psikopat olsalardı birileri farkına varırlardı.
Peki o zaman bu -vahşet, katliam, işkence filan denilen- neyin nesidir?
Ben de biraz evvel kınadığım açıklamacı grubuna dahil olup bu olguyu anlamaya -tabii sonra da açıklamaya- çalıştığımda vardığım sonuç şudur: Kurban sahipleri o hayvanları bir bisiklet, TV alıcısı, banyo bataryası filan gibi görmekte, mülkiyetleri de tamamen kendilerine ait olduğu için istedikleri gibi davranmaktadırlar.
Ayrıca, çoğunluğun -yani psikopatlar hariç- hayvanlara işkence etmek gibi bir niyeti de yoktur, sadece öleceğini farkeden hayvanların can kurtarma içgüdülerinin desteklediği hareketlilikle başa çıkamadıkları için bacaklarını kırıp sürüklemektedirler; aynen bisikletlerine acımadan tekerlerini kırdıkları gibi.
Sorun, hayvanların da bir canı olduğunu, kesimin kimseye göstermeden, kanını ortaya dökmeden -eskiden ortaya dökülmez çukura akıtılırdı-, gözünü bağlayıp başını okşaya okşaya gırtlağını çabucak kesmek gerektiğini savunan insancıllardadır.
Çünkü onlara her şeyin insanlar için olduğu, insanın tüm yaratıklar içinde en yücesi olduğu öğretilmiş, onlarda ezbere belledikleri bu dogmayı sorgulamayı akıl edemedikleri için doğru sanmaya devam etmişler, sıradan insanlarımız da onları yargılarına güvenilir sayarak taklit etmişlerdir. Her şey insana hizmet için varsa, aynen bisiklet, bahçe çapası ya da traktör motoru gibi istenilen muameleye tabi tutulabilir.
Düşünmeyi, aşikar görünenleri sorgulamayı bir yorgunluk sayan (kafa yormak deyimine dikkat) sıradan insanımız bütünüyle mazurdur. Mazur olmayan geride kalan çok bilmişlerdir. Medyada her Allahın günü her konuda akıl veren, her şeyle istihza eden, sürekli olarak barıştan insanlıktan bahseden köşe yazarı, köşe konuşuru insanların konuşup yazdıklarına bakınız; buram buram androposentrik manyaklık koktuğunu göreceksiniz.
Sorun bizzat “insan hakları” kavramındadır.
Birkaç yıl evvelki bir yazımdan bir alıntı:
………… “İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:
“İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”
Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.
Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.
Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.
Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.
Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir”!.
İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.
Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.
Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”
Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.
Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?
Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.
“Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.
Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!
İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.
İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.
İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.
Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler………
Suçlular ayağa kalksın!
Hayvanları insandan ayrılabilir bir “şey” sayma öğretisini sorgulamayan, sorgulamadığı dogmaları kendisini rol modeli kabul etmek “durumunda” bulunanlara -yazısıyla, tavrıyla, sözleriyle- empoze etme yetkisini kendinde görenlere denilebilecek pek bir şey yoktur. Hele onların dışındaki sürü ise tamamen mazurdur.
Her şeyin bir ve bütün olduğunun farkına varanlar. Galiba bir onlar mazur değillerdir.
Cumartesi, Ocak 22, 2005