-
May 25 2012 Bir test: Laikçi misiniz dinci mi?
Birçok toplumda ortak konu..
Uzunca yıllardan bu yana toplumumuz -hattâ giderek diğer toplumlar- laiklik konusuyla meşgul. Öyle görünüyor ki bu yoğunluk azalmayacak, aksine artacak ve belki de küresel ısınmadan daha ön sıralara oturacak.
Bu işin bu denli yaygınlık kazanmasının çeşitli nedenleri içinde bir tanesi de tanımlar konusundaki belirsizliklerdir. Laik, laikçi, dindar, dinci kimdir? Hangisi nerede başlar nerede biter? Acaba laik dindar olabilir mi? Bunlar siyah-beyaz kadar net çizgilerle ayrılabilir mi? Ve daha buna benzer nice sorular.
Bir test önerisi..
Bu konularda kısa ve belirsizliği -nisbeten- az bir test olabilse ne kadar işe yarardı. Bu kadar iddialı olmasa da, en azından daha iyilerini geliştirecek olanlara malzeme oluşturabilecek bir test önerisi şöyle olabilir:
Testin hareket noktası, neyi saptamak istediğimizdir. Madem ki düşünce ve inançlar dışa vurulmadıkça kimse tarafından bilinemiyor, en keskin düşünce sahiplerinin dahi “dışa vurulmamış inançlara” laf etmesi söz konusu değildir. Sorun, düşünce ve inançta değil bunların dışavurumlarında başlıyor.
Şimdi bir adım ileri gidip, yalnız din konusunun taraflarını değil, diğer ideolojik konuların -örneğin siyasal veya ekonomik ideolojiler- taraflarını da test geliştirme çabamızın içine katalım. Serbest ve düzenlenmiş piyasa yanlıları, globalizm yandaş ve karşıtları, androposentrik yaklaşım ve bütüncül yaklaşım yandaşları gibi yüzlerce karşıtlığın hangi açı(lar)dan sorun yarattığına bakalım.
Bu düşünce ve inançların dışavurumları çeşitli biçimlerde olabilir. Bu dışavurumların hangi biçim(ler)i konusunda sorun olduğuna göz atalım. Düşünce ve inançlarını örneğin saçlarını kısa ya da uzun kestirerek ya da renkli gözlük takarak ifade etmek isteyenler ne zaman sorun yaratırlar?
Pratikte görünen odur ki, sorun, ifade edilen eğilimlerin başkalarınca da benimsenmesi isteğinin kabul ya da reddinden geliyor. Eğilimlerini örneğin renkli gözlük takarak dile getiren bir kişi, bir anlamda bunu bir meydan okuma olarak dışavurmuş sayılıyor ve bir anlamda “benim eğilimlerimi onaylamayanları onaylamıyorum” demek istiyor; daha da trajik olanı belki böyle demek istemiyor fakat böyle anlamlandırılıyor.
Taraflara dışarıdan bakan kişiler -örneğin toplumsal düzeni sağlamak durumunda olanlar- tarafların ne düşünerek bu dışavurum stillerini seçtiklerini bilemeyecekleri için bu defa dışavurum stillerine ait normlar ortaya koymaya başlıyorlar. Ama ikinci büyük sorun da burada başlıyor: Bu kişiler bizzat bir ideolojinin tarafı durumunda iseler bu defa kavga doğrudan taraflar arası kavgaya dönüşüyor.
Uygulamak istediğimiz testin ipuçları burada yatıyor. Düşünce ve inançların dışavurumundaki niyetin ne olduğu bilinebilse mesele çok kolaylaşacak. Bunu ise doğrudan gösterebilecek bir gösterge bilmiyoruz.
Ama bir çözüm yolu var. Gerek pozitif bilimlerde gerekse sosyal bilimlerde, doğrudan ölçülemeyen olgular dolaylı yollarla bilinir kılınabiliyor.
Uzak bir yıldızda yaşam olup olmadığı oradakilerin seslerini dinlerek ya da resimlerini çekerek doğrudan belirlenemiyor, ama o yıldızda su olup olmadığı gibi dolaylı bir ölçütle tahmin edilebiliyor (tabii su bulunması orada yaşam olduğuna mutlaka kanıt olmayabilir).
Benzer biçimde, yönetim biliminde kurumların performansları çok sayıda dolaylı ölçüte bakarak değerlendirilebiliyor. Yeter ki neyi ölçmek istediğimizi iyi bilelim.
Düşünce ve inançların dışavurumları konusunda da bilmek istediğimiz, amaçların ne olduğudur. Kişi, seçtiği dışavurum stilini (gözlük, saç, türban, açık göbek vs) sadece “ben böyle düşünüyor ve/ya inanıyorum; hoşuma böyle gidiyor” amacıyla mı yapıyor, yoksa “ben böyle yapıyorum ve ifade aracımı sizin de böyle yapmanız için size bir çeşit manevi -ve fırsatını bulursam maddi- baskı yapma aracı olarak kullanıyorum” amacıyla mı? Doğrudan ölçemeyip de dolaylı olarak ölçmek -değerlendirme demek daha doğrudur- istediğimiz tam olarak budur.
İfadeciler ve benimseticiler..
İşi kolaylaştırmak için yukarıdaki iki farklı eğilime birer sembolik isim de verilebilir. Birincisine -salt ifade amaçlı olanlara- “ifadeciler“; ikincilere -başkalarına da benimsetmeye çalışanlara- ise “benimseticiler” diyelim.
Bu durumda aradığımız test, laik ve dindar adlandırması gibi tanımı gri tonlar içeren, içtenlikli dindar ile din simsarının ve/ya içtenlikli laik ile laikliği istismar edenlerin karışmasına yol açan sakıncaları da ortadan kaldırabilecektir.
Bunu dolaylı değerlendirmeyi becerebilir isek, sadece kendisi için bir dışavurum stili seçenlere (ifadeciler) şapka çıkarıp başkalarına baskı yapmayı amaçlayanlara ise (benimseticiler) bir yolla engel olur ve böylece insanların en önemli özgürlükleri sayılması gereken “koşullanmama özgürlükleri“ni savunmuş oluruz.
Evet, kavramlar konusunda bir netleştirmeye gidince testin ne olması gerektiği de ortaya çıktı: Kendi doğrularınınızın (akıl alanı), iyilerininizin (ahlâk alanı) ve güzellerininizin (estetik alanı) mutlak olduğuna ve başkalarınca da benimsenmesi gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “benimsetici” denilebilir.
Bunların göreceli olabileceğini, kendi doğru-iyi-güzellerinizi içeren bir yaşam alanı içinde yaşayabilmeniz için başkalarının yaşam alanları ile kesişen yaşam kesitlerinde -ki gerçek kamusal alan- üzerinde uzlaşılan ve uzlaşanların bütününe yarar sağlayan -ki gerçek kamusal yarar- doğrular, iyiler ve güzeller bulmak gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “ifadeci” denilebilir.
Kendisine laikçi veya dinci denilen kimselerin gerçekte kendi doğru, iyi ve güzellerini başkalarına dayatmaktan başka düşünceleri olmayan kimseler oldukları, her iki kesimin ne kadar birbirinin içine geçmiş olduğu, bunun da altında “kendi fikrini başkalarına benimsetme” denilen masum görünüşlü melânetin yattığı daha iyi anlaşılmıyor mu?
Tek ve mutlak doğru-iyi-güzel’lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa ile niçin bir adım ileri gidemeyecekleri ve bunun günahının kendi doğru-iyi-güzellerini ezberleyen (yani sorgulamayan) ama kendisine de aydın diyen kesimlerimiz olduğu daha iyi görülebiliyor mu?
Esas savaş açılması gerekenin dindarlık ya da laiklik olmadığını, en büyük insanlık suçunun “başkalarını koşullandırmak” olduğunu, Tanrının -bütün diğer varlıklar gibi- kendi doğru, iyi ve güzellerini bulma genetik kodu ile donattığı insana bir şeyleri ezbere belletip bunları sorgulama dışı bırakmanın, üstüne üstlük bir de bunları başkalarına dayatmanın ne din ne bilimle bağdaşmayacağını, bunun günahının bu dünyada geri kalınarak başka boyutlarda başka cezalarla mutlaka tecziye edileceğini akıl etmek gerekmez miydi?
Bu zihinsel katliama yüzyıllar boyunca maruz kalmış bir toplumda üremiş her düzeydeki ve unvandaki “benimsetici” ile şimdi ne yapacağız? Toplumun hemen tüm kurumlarına egemen olmuş bu “benimseticilik” kültürünün bir “toplu yok olma” kültürü olduğunu idrak edip edememek. İşte bütün mesele budur!
Mart 14, 2004
-
May 25 2012 Bisikletimi kırsam size ne? Peki hayvanımı!
Bisikletimi alıp evimin kapısının önüne çıksam ve her parçasını un ufak edercesine -sanki işkence ediyor gibi- kırsam ve böylece bir kızgınlığımı çıkarsam. Ya da kızgınlık dürtüsüyle değil ama, mesela meraktan, tekerleklerinden birisini çıkarıp geri kalan tekeri üzerinde sürüklemeye çalışsam acaba gazetelere, TV’lere konu olur eleştirilir miyim?
Kuşkusuz bu yaptığımın tuhaf olduğunu düşünenler olmasına karşın yine de çoğunluğun hükmü “kendi malı değil mi ne istese yapar” gibisinden olacaktır. Her ne kadar men-i israfat yasasına hafiften bir temas varsa da kanıtlamak isteyenler epey zorlanır. “Bisikletimin üzerinde sağlamlık testleri yapıyorum” ya da “yeni bir bisiklet paradigması geliştiriyorum” dendiğinde akan sular durabilir.
Benzer işlemleri başka eşyalar üzerinde de deneyebilirim. Örneğin TV alıcısını parça parça etsem bırakın şikayet etmeyi, programları kime şikayet edeceğini bilemeyen vatandaşlardan büyük yardım dahi görebilirim. Benzer duygular herhangi bir mal için de geçerli olabilir.
Kurban bayramı sırasında kesilecek hayvanlara işkence ettiği söylenen, görüntülenen hayır adayı sahiplerini eleştirmeyen kalmadı. AB yolunda bu ne rezaletmiş, yollar kan gölüne dönmüş, çocukların gözü önünde bu yapılır mı imiş ve daha onlarca yakınma nedeni.
Bir de bunlardan sosyolojik genellemeler çıkarıp, niçin kan dökmeye bu denli meraklı olduğumuzu açıklayan çok bilmişler var. Bir bölüm açıklama uzmanı ise işi iyiden çığırından çıkarıp, kurban sahiplerine psikopat diyor. Adam kesmeye niyetlendiği danaya hakim olamayınca arka bacaklarını kesmiş ve öylece kaçmasına engel olmaya çalışıyor ama hayvan kesik ayaklarıyla yine de kaçmaya çalışıyor. Bu adama psikopat diyorlar.
Kurban sahipleri arasında normal dağılım uyarınca kuşkusuz psikopatlar, vurdum duymazlar, işkenceciler vardır; istatistiksel olarak olmalıdır. Ama olaya serinkanlı bakılırsa çoğunluğun bunlardan ibaret olmadığını -ister istemez- kabul etmek zorundayız. Çoğunluk bir bankada memurdur, amirdir, bir özel şirkette satın alma görevlisidir, market sahibi ya da tezgahtarıdır. Yani aramızda saygın olarak yaşayan insanlardır, psikopat olsalardı birileri farkına varırlardı.
Peki o zaman bu -vahşet, katliam, işkence filan denilen- neyin nesidir?
Ben de biraz evvel kınadığım açıklamacı grubuna dahil olup bu olguyu anlamaya -tabii sonra da açıklamaya- çalıştığımda vardığım sonuç şudur: Kurban sahipleri o hayvanları bir bisiklet, TV alıcısı, banyo bataryası filan gibi görmekte, mülkiyetleri de tamamen kendilerine ait olduğu için istedikleri gibi davranmaktadırlar.
Ayrıca, çoğunluğun -yani psikopatlar hariç- hayvanlara işkence etmek gibi bir niyeti de yoktur, sadece öleceğini farkeden hayvanların can kurtarma içgüdülerinin desteklediği hareketlilikle başa çıkamadıkları için bacaklarını kırıp sürüklemektedirler; aynen bisikletlerine acımadan tekerlerini kırdıkları gibi.
Sorun, hayvanların da bir canı olduğunu, kesimin kimseye göstermeden, kanını ortaya dökmeden -eskiden ortaya dökülmez çukura akıtılırdı-, gözünü bağlayıp başını okşaya okşaya gırtlağını çabucak kesmek gerektiğini savunan insancıllardadır.
Çünkü onlara her şeyin insanlar için olduğu, insanın tüm yaratıklar içinde en yücesi olduğu öğretilmiş, onlarda ezbere belledikleri bu dogmayı sorgulamayı akıl edemedikleri için doğru sanmaya devam etmişler, sıradan insanlarımız da onları yargılarına güvenilir sayarak taklit etmişlerdir. Her şey insana hizmet için varsa, aynen bisiklet, bahçe çapası ya da traktör motoru gibi istenilen muameleye tabi tutulabilir.
Düşünmeyi, aşikar görünenleri sorgulamayı bir yorgunluk sayan (kafa yormak deyimine dikkat) sıradan insanımız bütünüyle mazurdur. Mazur olmayan geride kalan çok bilmişlerdir. Medyada her Allahın günü her konuda akıl veren, her şeyle istihza eden, sürekli olarak barıştan insanlıktan bahseden köşe yazarı, köşe konuşuru insanların konuşup yazdıklarına bakınız; buram buram androposentrik manyaklık koktuğunu göreceksiniz.
Sorun bizzat “insan hakları” kavramındadır.
Birkaç yıl evvelki bir yazımdan bir alıntı:
………… “İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:
“İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”
Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.
Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.
Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.
Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.
Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir”!.
İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.
Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.
Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”
Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.
Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?
Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.
“Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.
Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!
İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.
İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.
İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.
Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler………
Suçlular ayağa kalksın!
Hayvanları insandan ayrılabilir bir “şey” sayma öğretisini sorgulamayan, sorgulamadığı dogmaları kendisini rol modeli kabul etmek “durumunda” bulunanlara -yazısıyla, tavrıyla, sözleriyle- empoze etme yetkisini kendinde görenlere denilebilecek pek bir şey yoktur. Hele onların dışındaki sürü ise tamamen mazurdur.
Her şeyin bir ve bütün olduğunun farkına varanlar. Galiba bir onlar mazur değillerdir.
Cumartesi, Ocak 22, 2005