• Yüksek Öğrenim

    Yüksek öğrenim sorunları konusunda kimi düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak üzere birkaç başlık halinde bunları dikkatinize sunuyorum.

    Nasıl bir YÖK?

    Birbirinden farklı statülerde, farklı ihtiyaçlara göre kurulmuş bulunan yüksek öğrenim (YÖ) kurumlarının, bir yandan varoluş nedenlerindeki bu farklılıklarını korurlarken bir yandan da aralarında bir eşgüdümün bulunmasını beklemek normal olandır.

    Adı YÖK ya da her ne ise böyle bir eşgüdüm kurumu bu bakımdan mutlaka gerekir. İrdelenmesi gereken bu “kurum”un nasıl bir “kuruluş” olması gerektiğidir. Etli-kemilkli bir fiziki organizasyon olabileceği gibi tamamen sanal, yani tanımlanmış ilişkiler kümesi şeklinde de olabilir.

    Genel kanı fiziki örgütlenmelerin daha etkili olacağı ve bu yüzden de ülkemizdeki hemen tüm organizasyonların bu şekilde olmasına karşın gerçek pek böyle değildir. Hattâ denilebilir ki, bir örgütlenme sanaldan fizikiye kaydıkça etkililiği de bununla ters orantılı olarak hızla azalır.

    Bu gerçeği keşfetmiş olanlar ne yazık ki bilim dünyamız değil mafya dünyamızdır. Mafyatik örgütlenmelerin binası, genel müdürleri, insan kaynakları departmanı, resmi araçları ya da anlaşılmaz yazılı kuralları bulunmamasına karşın en ekonomik, en etkili biçimde çalışan örgütlerdir.

    Etkili örgütlenmelerin hepsinin ortak ve değişmez birkaç özelliği “çok başlılığı” (yanlış okumadınız) ve “başlar arası etkileşim”dir.

    Günümüzün “ağ örgütlenmesi”nin bu iki temel özelliğinden birincisi yani “çok başlılık” geleneksel yönetim kültürümüzün kategorik olarak reddettiği bir “olmaz”dır. Bu yüzden de çağımızın karmışık ihtiyaçlarını “tek başlı” organizasyonlarla karşılamaya çalışan resmi ve özel kurumlarımız ister istemez derin birer hiyerarşi yaratmışlardır.

    Çok başlılık ilkesine göre örgütlenmede de bir “enbaş” vardır; fakat bu enbaş her kararı veren, her sorunun kendisine aktarıldığı her sorunu çözen, kağıtlar arasında ne yapacağını şaşırdığı için -ister istemez- korkutarak yönetme yoluna sapmış bir kişi değildir.

    Modern çok başlı örgütlenmenin “enbaş”ı, diğer “baş”lar arasındaki olası etkileşim zafiyetlerini farkedip giderilmesine katalitik etki yapan bir kişiden ibarettir. Hattâ, örgüt içinde olup bitenden habersizdir dahi denilebilir.

    Bu soyut yaklaşımdan somut üniversiteler arası eşgüdüm örgütlenmesine dönülecek olursa, tüm üniversitelere neyi nasıl yapacaklarını emreden hiyerarşinin tepesindeki bir YÖK kesinlikle sorunun çözümü değildir, sorunun ta kendisidir.

    Bunun yerine, yukarıda tanımlanana benzer bir “enbaş YÖK”, üniversiteler arasındaki etkileşim ilişkilerinin tanımlanmasına katalitik etki sağlayan bir kurum olmalıdır.

    Bu model üniversiteler arası etkileşimde olduğu kadar üniversitelerin iç örgütlenmeleri için de aynen geçerlidir.

    Ancak, yönetim kültürümüzün bir özelliği de bir kişinin bir konudaki uzmanlığının -hattâ rütbesinin- ona tüm alanlarda uzmanlık kazandırdığı yolundadır. Bu nedenle, bu yeni örgütlenmenin (ağ içinde etkileşimlerin yönetimi) gerektirdiği yeni bilgilenmeleri edinme konusunda olumsuz tavırlar oluşabilir.

    Üniversitelerimizin ve onların fakültelerinin “baş”ları bu tür bir oryantasyon konusunda açık olabildikleri ölçüde yeni YÖK’ün kısa sürede kendini reorganize etmesi mümkündür.

    Geçmişte -çeşitli bağlamlarda- gündeme getirilen YÖK yasası değişikliklerinin niçin başarılı olamadığı bu açıdan değerlendirilmelidir.

    Üniversite eğitimi amacına ulaşıyor mu?

    YÖK -hiyerarşik bir yapıda olmasa da- bir üst kurumdur. YÖK örgütlenmesinin başarılı olabilmesi, bu örgütlenmenin yapı taşları sayılması gereken üniversitelerin, işlevlerini büyük ölçüde yerine getirebildiği takdirde mümkündür. Başarısız örgütlerden oluşan bir yapı hangi üst yapılanma ilkelerine göre reorganize olursa olsun başarılı bir sonuç alınması beklenemez.

    Bu durumda, YÖK ile eşzamanlı olarak sorgulanması gereken bir konu da (YÖ)in yapı taşları olan kurumların işlevlerini ne ölçüde yerine getirdiğidir.

    Herhangi bir kurumun başarısını, ortaya ölçülebilir -ki mutlaka sayısal ölçme de şart değildir- başarım ölçütleri (performans göstergeleri) koymaksızın değerlendirmeye kalkmak ancak sonu gelmez tartışmalara yol açacaktır. Bu nedenle irdelemeye bir dizi başarım ölçütü koyarak başlamak gerekir.

    İlginç olan nokta YÖK’ün kuruluşundan önce ya da sonra kamuoyunun önüne bu tür ölçütler konul(a)mamış, herkes kendi koyduğu ölçütlere göre durumu irdelemiş ve reçeteler önermiştir.

    Üniversite ya da yüksek okul, bir (YÖ) kurumundan beklenebilecek özelliklerin sayısı belki yüzlerle tanımlanabilir. Ama bu pratik değildir. Bunun yerine daha az sayıda belirleyici ölçüt konulabilmeli, bunların türevleri üzerinde tartışarak işin özü kaybedilmemelidir.

    Böyle bir başarım ölçütleri sistemi tanımlanmamıştır. Bu nedenle, yukarıdaki soruya ancak birkaç tane “aday başarım ölçütü” ortaya atarak cevap vermek mümkündür. Bu adaylardan birisi şu olabilir: Toplum sorunlarının çözümlerine sağlanan katma değer.

    Bu ölçütün hangi ölçülerle (metrics) değerlendirilebileceği ise ayrı bir konudur. Bazı ölçütler doğrudan sayısal ölçülerle bir diğer kısmı ise öznel ölçülerle değerlendirilebilir.

    Bu ölçüt açısından şu değerlendirme yapılabilir: (YÖ) kurumlarımızın çoğu toplum sorunlarının çözümüne katkı sağlamak bir yana, finansman yükü ile, mezunlarının durumları ile, iç yönetimindeki sorunlarını çözemeyip toplumu meşgul etmeleriyle, toplumdan katkı bekler durumdadırlar.

    Diğer yandan, yapacağı araştırmalarla yerel ve global insanlık ailesinin sorunlarına çözüm sağlamak, içinde bulunduğu toplumda bilimsel düşünce biçimini yaygınlaştırarak halkın sorun çözme kabiliyetini artırmak gibi başka ölçütler de söz konusudur. Ama bunların hiçbiri açısından olumlu bir değerlendirme yapabilmek maalesef mümkün görünmemektedir.

    Üniversite “üni-verse= farklı doğruların bütünleştirilmesi” misyonuyla değil de yalın birer meslek edindirme kurumu olarak dahi değerlendirildiğinde, mezunlarının yalnız yerel piyasalarda değil başka ülkelerin piyasalarında da büyük ölçüde işsiz kalması nedeniyle hedefine erişmemişlik açıkça görülmektedir.

    Daha dramatik olarak günümüz (YÖ) kurumlarımızın büyük bölümünün, niçin öğrenildiği öğrenenler ve öğretenlerce sorgulanmayan bilgi kalıplarının ezberlenip mezun olunduğu, sadece beklenti eşiğini yükseltmeye yarayan orta öğrenim düzeyinde kurumlar olduğu söylenebilir.

    (YÖ) kurumları toplumla, sanayi ile niçin etkileşemiyor?

    Genelde toplumun özelde sanayinin ihtiyaçları ile (YÖ) kurumlarındaki eğitimin arasında farklar mevcuttur. Şöyle ki:

    o      Eğitim programlarının hazırlanmasındaki mevcut ilke, “ileride ortaya çıkabilecek durumlara-sorunlara ilişkin çözümlerin öğretilmesi” biçimindedir. Birkaç on yıl önce -belki- geçerli olabilecek bu yaklaşım artık pratikman mümkün değildir.

    Herhangi bir disiplinde, ileride rastlanabilecek durumların sayısı artık neredeyse sonsuzdur. Disiplinlerarası etkileşimler, zaman kullanımının hızlanması, artan nüfuslar, kıtalan kaynaklar gibi nedenlerle günümüz sorunlarının ve bunların çözüm kalıplarının öğretilmesi mümkün değildir.

    Bunun yerine bir (YÖ) kurumu, “durumları doğru değerlendirebilme becerisine sahip insanlar yetiştirmek” zorundadır. Toplumun da sanayiin de ihtiyaçları ancak bu tür beceriler kazanmış insanlarla karşılanabilir.

    Bu açık gerçeğe rağmen halâ çoğu (YÖ) kurumu, “sanayiin ihtiyaçlarına uygun” programlar adı altında “hipotetik bir sanayiin hipotetik ihtiyaçlarına göre ortalama” öğrenciler yetiştirmeye çalışmaktadırlar; halbuki sanayi, (YÖ) kurumunun genel formasyon verdiği yani durumları doğru değerlendirebilme becerisi kazanmış olan mezunları alıp kendi özgün ihtiyaçlarına göre eğitmek zorundadır.

    Toplum ödediği vergilerle herhangi bir sanayiin ihtiyaçlarına göre eğitim yapılmasını finanse etmek zorunda değildir. Bu, o saniyi kollarının işi ve sorumluluğu olmalıdır.

    o      Söz konusu etkileşim yetmezliğinin bir diğer nedeni ise eğitim anlayışımızın bütünüyle kalıpların ezberlenmesine dayalı olmasıdır. Etileşim ise kalıpların kırılmasıyla mümkündür (Bkz. https://tinaztitiz.com/3299/etkilesebilme-kabiliyeti-uygarligin-anahtari/)

    o      Sonuncu ama belki de en önemli etkileşim yetersizliği nedeni şu soru’nun sorulmamış olmasıdır: “(YÖ) kurumlarınının, içinde bulundukları toplumla etkileşimlerini sağlayan araçlar birkaç yüzyıldır bilinmesine karşın, acaba bunlar ülkemizde niçin yaşama geçirilememektedir?”

    Halbuki üniversite sanayi işbirliği adı altında yıllardır, birkaç yüzyıldır bilinen araçların adları konuşulmakta, ama bunların nasıl olup da hayata geçirilemediği sorusu ise sorulmamaktadır.

    Bu soru sorulmuş olsaydı muhtemelen şu cevap da kolayca bulunabilecekti: Söz konusu etkileşimi sağlamak durumunda olan insanlarımız, en etkili sorun çözme aracının doğru sorular tasarımlamak olduğunu öğrenmemişlerdir. Çünkü sorular bilmeyen insanlar içindir. Her şeyin cevabı öğretilen insanların soru sormaya ihtiyaçları yoktur.

    Denilebilir ki yüksek öğrenim görmüş kesimlerin ortak özellikleri “sorularının olmayışları”dır. Onlar kendilerine ezbere belletilmiş cevapları başkalarına ezbere belletmeye çalışmaktadırlar. Aranılan cevaplar ise onların içinde değil soruların içindedir. Ekileşim eksiğinin temel nedeni sorusuzluktur.

    Üniversitelerimizde buluş, icat, AR-Ge niçin yapılamıyor?

    Üniversitelerimizde AR-GE ve onun yan ürünü olan buluşların yapılamayışının birkaç nedeni vardır:

    (1)   Yukarıda açıklanan sorusuzluk (soru yoksa raştırma ihtiyacı olabilir mi?)

    (2)   AR-GE’nin devletin işi olduğu yanlış inancı.

    AR-GE’nin bir pastanın dilimleri gibi çeşitli dilimlerden oluştuğu, en büyük dilimin bizzat soru sahibinin olduğu, diğer kurumların da pasta içinde pay sahibi oldukları, bazı karmaşık araştırma konularında ise devlet kurumlarının da payı olması gerektiği anlaşılamamış -ya da anlamazlıktan gelinmiş- bu iş devlete ihale edilmiştir.

    İşin tuhafı devlet de buna inanmış, özel kurumların gereksindikleri araştırmaların dahi kendilerinin görevi olduğunu benimsemişlerdir.

    (3)   https://tinaztitiz.com/3352/bulusculuk-temelli-uretim/, https://tinaztitiz.com/3634/biz-nicin-icat-yapamiyoruz/

    Üniversite önünde yığılma nasıl önlenir?

    Üniversite önlerinde yığılmanın önlenebilmesi -her sorunda olduğu gibi- ona yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve/ya kaldırılamıyorsa etkilerinin azaltılmasıyla mümkün olur.

    Bu olguya yol açan nedenlerin birisi işsizliktir. Üniversite mezunlarının daha kolay iş bulabileceği inancı başta olmak üzere işsizlikle bağlantılı bir dizi neden mevcuttur.

    Bir diğer yığılma nedeni ise toplumumuzun yerleşik değer yargılarıdır. Bir iş sahibi olmasa dahi üniversite diplomasına sahip olmak -her ne kadar rasyonel olmasa da- ailelerimizin çoğu -dolayısıyla onlara bağımlı gençlerimiz- tarafından yeğlenmektedir.

    Fiziki çaba gerektiren işler yapmayı, hizmet etmeyi bir aşağılanma olarak kabul eden değer yargılarımız, bir beceri sahibi olarak ayakları üzerinde durmayı değil, diploma sahibi olarak işsiz kalmayı tercih edebilmektedir.

    Bunları sarıp sarmalayan bir diğer neden gençlerimizin, yaşam hakkındaki ufuklarının dar olması, bütün özgür görüntülerinin son derece dar bir alanla sınırlı olmasıdır. Ailelerin, kendi korkularını çocuklarına da yansıtmasıyla, yaşamdan korkan, yaşamın çeşitli yüzlerine dokunma imkanı bulamayan, çekingen, herkesi kendine yardıma mecbur addeden bir kişilik tipi ortaya çıkmış bulunuyor.

    Eğitimin, riskleri kontrollu hale getirip deneyimletmek anlamına geldiğinin farkında olmayan milyonlarca anne-baba, ailedeki eğitimi bir “muhtaç insan yetiştirme süreci”ne dönüştürmüştür.

    Bu nedenlerin giderilmesi görüldüğü gibi akşamdan sabaha olabilecek bir şey değildir. Ama başka güvenli yol da yoktur. Bunların dışında yapay yollar aranır, yığılmalar önlenmiş “gibi” yapılırsa, daha ileride çok daha büyük yığılmaların bu defa daha başa çıkılamaz alanlarda doğacağından kuşku duyulmamalıdır.

    ÖSS’ye alternatif nasıl bir sınav?

    Her (YÖ) kurumunun kendi ölçütlerine göre kendi sınavını yapması temel ilke olmalıdır. Arzu eden (YÖ) kurumları kendi aralarında anlaşarak ortak sınav yapıp yine kendi belirleyecekleri anahtarlara göre öğrenci bölüşümü yapabilirler.

    Her öğrenci mevcut tüm üniversitelerde şansını denemek yerine hangi (YÖ) kurumunda eğitim görmek istiyor ise oranın sınavlarına hazırlanıp girmesi esas olmalıdır.

    Böylece, kendi özgün sistemini korumak isteyen kurumlar, tek tip olmaktan korunabileceklerdir.

    ÖSYM ise uzun yıllardır merkezi sınavlar konusunda bir nasıl-bil (know-how) geliştirmiştir. Bu nedenle isteyen (YÖ) kurumlarına bu konuda destek sağlayabilir.

    25 Mart 2005

  • Biz niçin icat yapamıyoruz?

    Önce tarihten ve günümüzden bazı gerçekler..

    • A.B.D.’de, 1794 tarihinden 1986 yılına kadar 192 yıl içinde 4,600,000 patent tescil edilmiştir.
    • A.B.D. Başkan’larından Abraham Lincoln, 6469 numaralı “sığ sularda karaya oturmuş gemileri yüzdürme” patentinin sahibidir.
    • Aynı ülkede bir başka Başkan, Thomas Jefferson, Patent Ofis’te ‘surveyor’ idi. Dışişleri bakanı olduğu dönemde hala bu işe devam ediyor, her akşam çalışmalar bittikten sonra bakanlıkta kalıp patent başvurularını inceliyordu. Kendisinin icadı olan “döner sekterer sandalyesi” siyasi muarızlarınca kullanılmış, “bu adam şeytan, her yönde gözü var” biçiminde hırpalanmaya çalışılmıştı.
    • A.B.D.’de halen her hafta 4000-7000 arasında patent başvurusu yapılmaktadır. Haftalık yayımlanan Patent Resmi Gazetesinin sayfa sayısı 1800-2200 arasında değişmektedir.
    • İsveç’i 100 yıldan kısa bir süre içinde, bir buz çölünden “endüstri ötesi ülke” haline getiren faktörün, belli başlı 49 adet icat olduğu, bir Yunanlı doktora öğrencisinin teziyle kanıtlanmıştır.
    • İsviçre’liler, ülke ve toplumlarını tanıttıkları bir turizm broşürüne, en belirgin nitelikleri olarak “biz İsviçre’liler, icatçı bir milletiz” diye yazmaktadırlar. Benzer bir broşürün Türkçe olarak hazırlanması sırasında Turizm Bakanlığımız ilgilileri onbinlerce sözcük arasından yalnızca bu cümleyi çıkarmışlardır.
    • Bir Japon otomobili üzerinde irili ufaklı 120,000 `innovation’ mevcuttur.
    • Ülkemizde patent yasasının çıktığı 1800’lü yıllardan günümüze kadar geçen süre içinde, yaklaşık 23,000 patent tescil edilmiş olup bunun 20,000 kadarı yabancıların Türkiye’de tescil ettirdikleri patentlerdir. Yaklaşık 200 yıldaki toplam patent sayımız, A.B.D.’de 1 haftada yapılan başvuru sayısının yarısı kadardır.
    • I Hezarfen Ahmet Çelebi (!), hang-glider ile Galata kulesinden Üsküdar’a uçtuğu için Cezayir’e sürülmüştür (daha doğrusu rivayet böyledir).
    • II Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (!) (1992 Şubat), Muğla Ağır Ceza Mahkemesinde yaşanmış ve araştırma denizaltısı yaptığı için bir buluş sahibi – Erkan Ayral- yargılanmıştır (2).

    Bu birkaç satırbaşı dahi, toplumumuzun “icat” konusunda olumsuz -icat düşmanı demek yerine- bir tutum içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu olgunun neden(ler)i açıklanamadığı ve sonra da tedavi edilemediği sürece, acımasız uluslararası rekabet arenasında daima başkalarının kontrolunda, başkalarının istediği biçimde yaşamak ve hatta belki de yaşayamamak kaçınılmazdır.

    Bu olguyu ne inkar edebilir, ne de görmezlikten gelebiliriz. İcat’tan hoşlanmayacak şekilde çocukluk geçirmiş, icatçılıktan uzak bir eğitim görmüş, icatçılığı özendirmeyen bir mevzuat sistemiyle yoğrulmuş ve icat’ların ortasında ondan uzak yaşamış olabiliriz.

    Bize, gelişmenin yolu olarak yollar yapmak, daha çok çocuğu okullara yollamak ya da bunlara benzer şeyler belletilmiş olabilir.

    Önümüze daima bir takım “esas mesele”ler konulmuş, kaynak yetersizliği, iç veya dış borçların çokluğu, Kürt sorunu, sanayileşme meselesi vesairenin kafa yorulup çözümlenmesi gereken sorunlar olduğu, icat yapmanın ancak bilime daha çok para ayırmakla mümkün olduğu ya da teknolojinin transfer edilerek de aynı kapıya çıkılabileceği gibi yanlışlar da benimsetilmiş olabilir.

    Bütün bunlar katı gerçeği değiştiremez. Bir toplum, “innovation” eğilimli kılınamadığı, bakkalından holding sahibine, seyyar satıcısından üniversite hocasına, politikacısından bürokratına kadar herkesin vazgeçilemez tek görevinin ürettiği mal veya hizmetleri geliştirmek, sürekli yeni buluşlar, icatlar yapmak olduğunu, bunun dışındaki tüm uğraşların, kelimenin düz anlamıyla `palavra’ olduğunu idrak edemediği sürece kurtuluş yoktur.

    Şu soruya cevap aranmalıdır: Toplumumuz ve de özellikle okumuş kesimimiz icatçılıktan niçin bu denli uzaktır? Bu bir toplu zihinsel hastalığın dışavurumlarından birisi olabilir mi?

    Eylül 1993 (ekim 2001)

    (1) 1993 yılında yazılmış olan yazıya 22 Ekim 2001 tarihinde birkaç küçük ilave yapılmıştır.

    (2) 14 Ocak 2000 tarihi itibariyle Erkan Ayral koşullu olarak affedilmiştir. Genç bir hakim tarafından öne sürülen koşul, “bir daha böyle icatlar yapılmamak” şeklindedir. Bu yazının yazarı o mahkemeye müdahil olarak katılmış ve bu sözlere bizzat şahit olmuştur.

  • Buz çölünden endüstri ötesine..

    İsveç 1858 yılında bir buz çölü iken, sadece 100 yıl sonra nasıl bir endüstri ötesi ülke haline geldi? Bu sorunun yanıtını arayan doktora öğrencisi Christos Papahristodolou, Uppsala Acta Üniversitesinde 1987 yılında bir çalışma yaptı.

    Çalışmanın orijinal adı, “Inventions, Innovations and Economic Growth in Sweden: An Appraisal of the Schumpeterian Theory”. Aşağıda, bu çalışmanın içindeki bir tabloyu görmektesiniz. Tablo, ek açıklamaya gerek bırakmayacak kadar kendini açıklıyor. Toplumumuzdaki buluş antipatisinin anlaşılması –ve sonra da giderilmesi- çabalarında yararlı olabilecek bu kaynağı ilgilenenlere duyuruyorum. Kasım 2001

    1858-1958 arasındaki İsveç ve yarı-İsveç* orijinli buluşlar

     

    No Patent Buluş Mucit Geliştiren firma Geliştirme
    1 1858 steel process* H.Bessemer

    G.F.Göransson

    Sandvikens Jernverk 1862
    2 1864 dynamite A.Nobel Nytroglycerin 1864
    3 1874 process for sulfate and cellulose C.D.Ekman Bergviks Trämassefabrik (SCA) 1874
    4 1876 desk telephone L.M.Ericsson L.M. Ericsson 1876
    5 1878 cream separator G. de Laval Alfa Laval 1878
    6 1880 adding machine* W.Odhner Original-Odhner 1880
    7 1882 electrical motor J.Wenström ASEA 1883
    8 1883 steam turbine G. de Laval ASEA 1883
    9 1885 craft paper process A.Muntzing Munksjö Mill 1885
    10 1885 sulfate pulping process C.Carlson many 1885
    11 1887 watches* Facit-Halda 1887
    12 1890 3-phase transfer of electric power J.Wenström ASEA 1891
    13 1892 adjustable spanner J.P.Johansson Munktells mekaniska verkstad (Bahco) 1892
    14 1893 chlorine-petrochlorine O.Carlson Månsbrofabrikerna (Kema Nobel) 1893
    15 1896 typewriter* Facit-Halda 1896
    16 1898 paraffin stove F.W.Lindqvist Primus 1898
    17 1900 industrial welding electrode O.Kjellberg ESAB 1900
    18 1904 process for converting fluid milk into powder M. Ekenberg many 1904
    19 1904 accumulator E.W.Jungner Nife Jungner 1907
    20 1904 acetylen-gas G.Dalén AGA 1909
    21 1907 ball-bearings S.G.Wingquist SKF 1907
    22 1907 progressive tolerance measure C.E. Johansson AB C.E.Johansson 1911
    23 1909 electrical furnaces Domnarverts Jernverk 1909
    24 1918 spnerical roller-bearings N.A.Palmgren SKF 1918
    25 1918 conical roller-bearings N.A.Palmgren SKF 1918
    26 1922 oven G.Dalén AGA 1930
    27 1923 refrigerating system B.C. von Platen

    C.G. Munters

    Electrolux 1930
    28 1926 locomotive with geared turbines B. Ljungström Stal-Laval 1926
    29 1931 roller-bearings in double rows S.G. Wingquist SKF 1931
    30 1940 xylocain N.Löfgren ASTRA 1948
    31 1946 HUMI-KOOL C.G Munters Incentive 1946
    32 1948 6×6 camera system V. Hasselblad V. Hasselblad AB 1948
    33 1950 Respirator C.G.Engström Enström Medical 1950
    34 1950 Automatic sugar spinner Cardo 1950
    35 1950 WKE-4 (stell-method) Fagersta 1950
    36 1951 Tetra Pak R.Rausing

    E.Wallenberg

    Tetra Pak 1954
    37 1953 Coordination choice system Ericsson 1953
    38 1954 High energy transformer ASEA 1954
    39 1954 ASEA-SKF method ASEA 1958
    40 1954 Sephadex Pharmacia 1961
    41 1965 dialysis machine H.Crafoord Gambro 1967
    42 1966 Bricanyl Draco (Astra) 1968
    43 1973 Mechanical transference for robots ASEA 1973
    44 1973 Debrisan Pharmacia 1975
    45 1973 Signalsystem Televerket 1973
    46 1973 Automatic processing for ball-bearings SKF 1973
    47 1974 High temperature resistant steel Avesta Jernverk 1974
    48 1976 SAAB-TURBO SAAB 1976
    49 1976 AXE-system Ericsson 1978

     

    Sources: BRA BÖCKERS LEXIKONMacQueen, D.H., and J.T. Wallmark (1983)Patent, SPRO (annually)Companies’ Annual Reports.
  • Osmanlı ve T.C. teknolojinin belirleyiciliğini nasıl ıskaladı?

    Bugün tüm bilim adamlarımız, düşünürlerimiz ve politikacılarımız, önemli saydıkları uğraşılarını bir yana bıraksalar, bütçe kaynaklarımızın tamamı, halen harcanmakta oldukları yerlere sarfedilmekten vazgeçilse; bununla da yetinilmeyip bizleri bizden daha iyi bilen yabancı uzmanlar -ki sayıları tahminimizden fazladır- davet edilse ve hepsine birden şu görev verilip kaynaklar da bu iş için ayrılsa: “oturup inceleyin, toplum yaşamının kalitesini belirleyen ana değişkenin teknoloji ve onun ikiz kardeşi olan rekabete dayalı girişimcilik olduğu gerçeği, hem Osmanlı, hem onun mirası üzerinde yeni bir devlet kuranlar ve hem de şimdi yaşayanlarımız tarafından nasıl ıskalandı?..Bu bir rastlantı mıdır yoksa başka neden(ler) mi vardır?”

    Bu soruya bu denli önem verilmesi doğru mudur? Bence doğrudur, hatta daha fazla önem verilse daha da doğru olur. Çünkü bu gerçek anlaşılmadığı sürece tüm kaynaklarımız boşuna harcanmaya devam edecek, boşa harcanmakla kalmayıp kendi başımıza yeni yeni sorunlar üretmemize yol açacaktır.

    Altından, petrolden, ya da filanca dış kaynaktan gelecek uzun vadeli dış krediden çok daha değerli olan zamanımızı, teknolojinin belirleyiciliğini idrak edip bu yolda çaba harcamak yerine beşinci sınıf insanların beşinci sınıf tartışmalarına ayırma hastalığımız nasıl oldu da kültürel kodumuza işledi ?

    Osmanlı’yı ilerleme devrinde “ileri”, duraklama ve gerileme devirlerinde de “geri” bıraktıran öğenin, rakiplerimizin teknoloji alanındaki göreli durumu olduğu, gerek o zaman, gerek imparatorluk yıkıldıktan sonra ve gerekse bugün nasıl olup da anlaşılamıyor ? Yoksa anlaşılıyor da, gelişebilmenin başka yolları mı keşfedilmeye çalışılıyor ?

    Geri kalmışlığımızı bugüne kadar, üzerinde pek kafa yormadığımız kalıplarla açıklamaya çalıştık. Matbaanın benimsenmesindeki gecikme, kılıç kuvvetiyle sağlanan egemenlikler, dinin softalar elinde aldığı şeklin felsefe ve bilimi dışlaması ya da benzer “kalıp”lar… Acaba bunlar ne denli doğrudur, hepsi bu kadar mı dır, başkaları da var mı ?

    S.F. Markham, 1947 yılında yazdığı “İklimler ve Ulusların Enerjileri” (Climate and Energy of Nations-Oxfort Univ. Press) adlı kitabında, antik medeniyetlerin daima 21ºC eş-sıcaklık çizgisi üzerinde yer aldığını, ayrıca, kancalı kurt ve malarya’nın da toplumların enerjilerini belirleyici ögeler olduklarını göstermektedir.

    1987 yılında Uppsala ACTA üniversitesinde yapılan bir doktora çalışması, 1858-1976 arasında İsveç’te yapılan 49 önemli buluşun, bu ülkeyi bir buz çölünden endüstri ötesi ülke konumuna getirdiğini gösteriyor.

    Alman doğu bilimci E.Sachau, X yüzyılın islam dünyasında egemen olan düşüncenin bir dönüm noktası oluşturduğunu, El-Eş’ari ve Gazali bu düşünceye yeni bir yön vermemiş olsalardı, Arapların Galile’leri, Kepler’leri, Newton’ları yetiştiren bir ulus olabileceklerini savunur (TEZ, Z., Ortaçağ İslam Dünyasında Bilim ve Teknoloji). Acaba bu sav doğru mudur ?

    I Dünya Savaşı sırasında başlıca enerji kaynağı ve ayrıca da Demir-Çelik sektörünün girdisi olan taşkömürü üretimini artırmak zorunda olan Almanya ‘da yapılan bir araştırma, kömür işçilerinin beslenmeleri ile üretim arasında bire bir ilişki olduğunu kanıtlamıştır.

    1977’de Zonguldak’ta kömür işletmelerinde yapılan bir beslenme araştırması, çalışanların kötü beslendiklerini, ayrıca da çeşitli parazitler nedeniyle aldıkları besinlerden yararlanamadıklarını göstermiştir. Markham’ın bulguları bu etüdle çakışmaktadır. Pekiyi, kömür işçileri arasında yapılan bu araştırma tüm toplum için de geçerli midir ? Eğer geçerliyse genel bir “enerji yetmezliği” ile yaşayıp geliyoruz demek değil midir ?

    Lozan Antlaşmasına konulan ve üzerinde hemen hiç tartışma olmayan bir madde ile, 1929 yılna kadar, o günün ileri teknolojisi sayılan elektrik motoru ve benzeri donanımın gümrük vergilerinin belirli sınırları aşamayacağı (ve böylece yerli teknoloiji üretiminin caydırılacağı) acaba kaç kişinin dikkatini çekmiştir?

    İnsanlarımızın çoğunda ve özellikle de okumuş kesimde mevcut olduğu neredeyse kesin olan “buluşçuluk antipatisi” nereden kaynaklanmaktadır? Kültürel kod’a işleyecek kadar etkili olan sebep(ler) nelerdir ?

    İş yaratma’nın kaynağı olarak yeni yatırım yapmayı -ki kolay değildir- ve mevcut kamu kadrolarını şişirmeyi -ki çok kolaydır- icad edebilmiş olan yönetim elitimiz ve onların danışmanları, sonuçta ortaya çıkan “Kalabalık Kamu Kadroları”- “Düşük Ücret” – Düşük Nitelik” sarmalının sorumluları değiller midir ?

    Tüm sistemlerimiz ve onların işlerliği ni sağlayacak olan mevzuatımız bu yarı cahil kadrolar tarafından yapıldığına göre, “buluşçuluk antipatisi”nin önemli bir nedeni “iş yaratamamak” olgusu değil midir?

    Bu ve benzeri soruların cevaplarını kahve sohbetleri sırasında değil, en akıllı insanlarımızı, en güçlü kurumlarımızı seferber ederek aramak ve hastalığımıza yol açan nedenleri bulmak zorundayız.

    Bu araştırmanın en kritik yanı, basma kalıp, kişilerin kendilerine “pek doğal” görünen şablonlara saplanmalarıdır. Bilimin tüm kuralları, bu araştırmanın hiç bir evresinde göz ardı edilmemelidir.

    Bunlar yapılana kadar diğer alanlarda harcanacak çabaların neye hizmet edeceğini şimdiden bilmek mümkün görünmüyor. Cuma, 22 Temmuz 1994