• Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.

    Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.

    Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.

    Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.

    Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.

    Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.

    Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.

    Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.

    Şaka bir yana..

    Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.

    Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?

    Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!

    (Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).

    Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.

    (Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..

    O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.

    Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.

    Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.

    Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki,  Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.

    Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.

    Ya çözersin ya övünürsün..

    Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.

    Peki ya insani değerlere n’oldu?

    Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.

    Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?

    Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil,  birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.

    Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.

    Güçsüzlere yer yok..

    Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.

    Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.

    Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.

    Kimler farkına varmalı?

    Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.

    Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?

    İyi, Kötü ve Çirkin..

    The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.

    Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!

    Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.

    24 Mayıs 2011 Salı

  • Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.