-
Oca 23 2019 Kuşkusuzluk bir hastalıktır!
(Lütfen 2018de aynı başlıklı şu yazıya göz atınız: https://tinaztitiz.com/kuskusuzluk-bir-hastaliktir/)
Justus F. von Liebig[1] (1803-1873) bir kimyacı. Minimum yasası[2] adı verilen ve 1828’de Carl Sprengel tarafından bulunan yasayı popüler hale getiren kişi. Özet şu: “Bir bitkinin büyümesi toplam kaynaklara değil, en eksik olana bağlıdır”.
Sonraları, bu yasanın yalnız bitkilerle sınırlı olmadığı, toplumsal metabolizma ile de yakından ilişkili olduğu iddia edilmiştir[3].
Şimdi bir sanal deney önerisi üzerine spekülasyon yapalım: “Kuşku” denilen duygu muhtelemen evrimin sonuçlarından -hediye diye okuyabiliriz- birisi. İlk defa karşılaştığı bir meyvayı yiyenlerin ya da güzel kürklü bir hayvanın öldürücü olup olmadığı yolunda deneyimi bulunmayan atamız Bay/Bayan Toplar Avcıoğlu kararsızlık içinde kalmışsa bu “kuşku”dur ve bu sayede hayatta kalabilecektir. Bu duygusu yeterince gelişmemiş atalarının ise bu şansa sahip olamadıklarını tahmin edebiliyoruz.
Diğer bütün yetenekleri üstün olabilen çok sayıda insan (ve canlı) sadece kuşkusuzluk nedeniyle silinip yok olmuşlar, yalnızca kuşku duyabilenler kalmıştır. Bu süreç adaletsiz gibi görünebilir ama, Herr Liebig böyle düşünmüyor. Bir sonuç için gereken girdilerden hangisinin ne kadar kullanılacağına, o girdilerin ne kadar “mevcut oldukları” değil; bu girdilere ihtiyaç duyan canlının bünyesindeki “girdi bileşimi” karar vermekte; bünyenin yapısını koruyabilmek için, girdiler arası oranı sabit tutmaktadır.
Bu önlem doğanın -yaratıcının- çok zekice bir çözümü olsa da, girdilerden birisinin gereken alt sınırın da altında olması halinde, bünyede tuhaflıklar çıkmasına yol açabiliyor. İnsan türünün fizyolojik ve duygusal ihtiyaçlarının tamamına yakını karşılansa da eksik olan birinin (mesela paylaşma duygusu gibi) ne gibi sorunlara yol açacağına sıkça rastlıyoruz.
Evrimin bir yanı böyle işlerken, diğer yandan da başka şeyler oluyor. Örneğin, yaşam sürdürme –Sorun Çözme Kabiliyeti ve Beka Kabiliyeti ile eşanlamlıdır -için “kuşku” girdisini zaman içinde geliştiren evrim, bir yandan da sınırlı besin kaynakları karşısında, “kuşku”nun türevi durumundaki “düşünme” çok enerji harcayacağı için onu minimize etmeyi öğretmiştir.
Böylece, yaşamı güvence altına almak için bir taraftan kuşku’yu geliştirirken, bir yandan da kuşku’dan enerji tasarrufu amacıyla, “ilk bulduğun cevaplara yapışmak” şeklindeki çözümü üretip bir optimizasyon yapmıştır.
Bu “eniyileme” başlangıçta iyi işlese de zaman içinde bol yiyecek bulabilenler tarafından bozulmuş ve kuşku önlenemez biçimde genişleyerek çeşitli “bilim” dallarını ortaya çıkarmıştır.
Besin bollaşması zıt bir etkiyi de beraberinde getirmiş; bir yandan besin bölüşümündeki adaletsizlikler nedeniyle giderek dağılım bozulmuş ve çoğunluk, düşünmeyi gerektiren kuşkudan iyice uzaklaşmış; diğer yandan besini fazla bulanlar da az bulabilenleri istihdam ederek (çeşitli kölelikler yoluyla) kuşkudan uzaklaşmıştır.
Mesele bununla bitmemiş, bol besinli kuşkucuların (bilim insanları) saygınlıklarına öykünen kişiler, “kuşkusuz ama kuşkulu gibi” roller oynamayı öğrenmişlerdir. Günümüzdeki “bilim insanı ünvanlı ama kuşkusu az /yok” sınıf böyle ortaya çıkmış olmalıdır.
Bütün bu karmaşık süreç sonunda toplumlarda kuşkusuzluk katmanları ortaya çıkıyor; ince bir dilim kuşkucular (bilim ve teknoloji üretenler), biraz daha kalın “kuşku taklitçileri” ve nihayet geniş bir “kuşkusuzlar” dilimi.
Kuşkusuzluğun normalleşmesi!
Toplum kalabalığı açısından en küçük dilim hariç tutulursa, toplumun büyük bölümünün -çeşitli düzeylerde- kuşkusuz olduğu kabul edilebilir görünüyor. İşte bu, kuşkusuzluğun normalleşmesi denilebilecek olguyu yaratıyor. Yaklaşık 4-5 milyon yıllık geçmişi olan evrilmişliğimizin damıtık bir ürünü olan “kuşku”, bir yandan son onbin yıllık tarım yoluyla azalan -nispi- besin kıtlığı ve diğer yandan da iletişim devriminin sonuçlarından birisi olan kültürel yozlaşma nedeniyle yaşamlarımızın temel taşı olma özelliğini kaybedip, küçük bir azınlık sayılabilecek “kuşkucu bilimciler”in bir özelliği olmaya sıkışıp kalmış durumda.
Bu sıkışmışlık üç ayrı sorun üretti!
Birincisi, her türlü fanatizmin üremesi için mükemmel bir ekosistem demek olan yaygın kuşkusuzluk ortamı. Herhangi bir varsayımı esas alan süzgeçler[4]sadece kendi doğru-iyi-güzellerine geçit verip gerisini yanlış-kötü-çirkin sayarak, selameti “diğerlerini yok etmekte” buluyor.
İkinci sorun, kuşkusuzluk ekosisteminin, her tür değer sistemini ret eden, sadece kendi amaçlarını önemseyen istismar türlerinin ortaya çıkışını özendiriyor. Kavramların istismarı, kuralların (yasaların) istismarı, ahlak ve etiğin istismarı ve bileşik bir tür olan dinin istismarı gibi.
Üçüncüsü ise, dar kuşku ortamı içinde oluşan “kuşku fanatizmi”. Deney ve gözleme dayanmayan her olguyu yok sayan, böylece kendi çevresine aşılmaz bir kibir duvarı ören bu fanatizm türü ile kuşkusuzluk içinde üremiş fanatizm türleri arasında sonuç itibariyle bir fark yok; ikisi de katı ve dışlaycı.
Eh ne yapalım kaderimiz böyleymiş…
Kuşkusuzluğun normalleşmesi olgusu bir değişmez olarak kabul edildiğinde “kader” yargısına katılmamak elde değil. Yok öyle değil de bu kaderi değiştirmek ya da en azından o yolda elinden gelenin en iyisini yapmak seçeneği benimsendiğinde bu defa biraz daha düşünmek gerekiyor.
Kuşkusuzluk, beka kabiliyeti’ni dahi olumsuz etkiliyebilecek bir öğe ise, ilk yapılabilecek olan, söz konusu normalleşmenin farkına varılması; bunun propaganda veya kuşkusuzluk sonuçları ile alay edilerek[5] değil, kuşku’nun vazgeçilemezliğini –örneğin akıl-sezgi etkileşiminin[6] ancak kuşku yoluyla mümkün olabileceği– gösterilerek; bir yandan da kuşku kavramının antitezi gibi anlaşılagelen sezgi kavramının giderek deneysel ortamlara konu olduğu gerçeği[7] yollarıyla yapılabilir.
Kuşkusuzluk yaygın ortamına yol açan nedenlerin başında, toplumun rol model olarak benimsediği –akademik unvan sahipleri, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar vb.- kişilerin -daima kuşkuyu esas alan küçük bir bölümü hariç- müthiş bir çoğaltıcı-büyütücü etkiye sahip iletişim ortamlarını kullanarak, hemen hiçbir sınır tanımadan yaptıkları yorumlar geliyor. Şöhret olgusunun bu pervasızlıkta başrolü oynadığı düşünülebilir; bir diğer neden kuşkusuzluk ortamının kendini besleyen etkisi, bir diğeri ise kesinlik yanlısı çoğunluğun beğenilerinin belirleyici etkisi olmalıdır.
Bu denli kök salmış bir olgunun köklerine yönelik yaygın bir çaba olmaksızın tersine çevrilmesi güç görünüyor. Bu durumda “duruma özgü çözüm araçları” geliştirmek bir çözüm olabilir. Örneğin bir araç “tohumlama[8]” olabilir. Kullanılabilecek çok sayıda tohum fikrinden birisi “bir davranışın toplumsal değerler içinde ayıp ilan edilmesi”[9], bir diğeri “sosyal medyada hiçbir sınır tanımadan ard arda iddiaları sıralayıp bunlardan çarpıcı(!) sonuçlar çıkaran viral paylaşımlar”a karşı kullanılabilecek “kopuk zincir” tohumudur[10].
Daha uzun vadeli olsa da en derin etki sağlayabilecek tohumlardan birisi de, kuşkusuzluğun kök nedenlerinden birisi olmaya aday “kavram dağarcığı fakirliği”ni azaltmaya yarayabilecek “dağarcığa kavram eklemek” tohumudur[11]. Toplumun ya da en azından bir kesim veya kişinin kavram dağarcığı zenginleştikçe, bir tıkayıcı süzgeç[12] rolü oynayarak tek doğrululuğa (kuşkusuzluk, fanatizm) yol açan kavramlar çeşitleneceği için süzgeç etkisinin azalması beklenebilir.
Bütün bunlara karşın, süzgeç kavramlar konusunda halis olmayan niyetlerle çaba harcayan kişilerin girişimlerinin önlenmesi için sayılan çareler, özellikle de çocukluk çağlarında -bir çeşit bağışıklık öğesi olarak- “kuşku süzgeci” ile korunmak kadar etkili olamaz.
Hayal midir bilinmez ama, bir Niels Bohr’un bu topraklarda da çıkıp “benden duyabileceğiniz tüm yargıları lütfen birer soru olarak anlayınız” diyerek, gerek gerçek kuşkucu bilim insanlarımızı daha aktif rol oynamaya, gerekse ikinci grupta olan kuşkucu rolü oynayanlardan küçük bir bölümünü de olsa uyanmaya ikna edebilir (mi?). Hatta ve hatta, bir ilahiyatçımızın çıkıp, “kuşkuya dayalı olmayan, sürekli merakının ardında -bir spiral boyunca- idrak peşinde koşmayan iman kendi kendini kandırmadır” demesi. Çok mu şey bekliyorum dersiniz?
23 Ocak 2019
[1] Bkz. http://bit.ly/2R6DxzH
[2] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Law_of_the_Minimum ve https://goo.gl/zpL8w3
[3] Bkz. https://www.bio.vu.nl/thb/research/bib/Troo2006.pdf
[4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d
[5] Bkz. http://wp.me/a2t6mi-25B
[6] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu. Akıl-sezgi etkileşimi dinde sorgulamayı mümkün ve de vazgeçilmez kılan tahkiki iman (https://goo.gl/61Rc93 Sah 71-72) kavramının da temeli olmaya değerde görünüyor.
[7] Bkz. https://www.livescience.com/54825-scientists-measure-intuition.html
[8] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-24T
[9] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 420
[10] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 425
[11] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 4
[12] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d
-
Oca 08 2019 “Kültürel işlevler nasıl bozuluyor?” tam anlaşılmadan sorunlar çözülemez
Hangi ölçekte –bireysel, kurumsal, toplumsal– olursa olsun sorunların çoğunun, onları çevreleyen Sorun İklimleri’nde üreyebildiğini, böylece üreyen sorunların kendi aralarında bileşikler yaparak –hatta o bileşiklerle de birleşerek çoğaldıklarını– gözlemliyoruz. Bu üreme sürecini daha iyi anlayabilmek için maddeler kimyası’na benzetme yaparak Sorun Kimyası[1]gibi bir terim de kullanılabilir.
Üreyen sorunlarca bozuma uğratılan yaşam alanlarının (kültürel işlevler alanı)[2] kendini onarabilmesine yardımcı olabilecek tohumlar[3] yoluyla onarılabilmesi mümkündür.
Ama -akıllarınıza ihtiyaç gösteren- bir durum var!
Sorun Kimyası uyarınca üremekte olan Sorun Salkımı’nın nerelerine hangi tohum(lar) ekilerek o bölgelerin kendilerini onarmasına yardım edilebilmesi için, sorun üreme sürecini tam olarak anlamak gerekiyor. Bir anlamda, tedavi edilmek istenilen hücre reseptörlerinin kabul edebileceği tohum fikirlerinin seçilmesi ya da mevcut tohum stokumuzda yok ise üretilebilmesi gerekiyor
Cevap bekleyen soru, herhangi bir kültürel işlevi bozarak –mesela herhangi bir fikri sorgulamayı kendi kendine yasaklayarak- o fikir dışındaki tüm fikirleri yanlış-kötü-çirkin[4] olarak niteleyen sebep nedir?
Acaba, herhangi bir anda –çocuklukta istem dışı, erişkinlikte isteyerek ve/ya koşullandırma, propaganda vb. ile– öğrendiğimiz bir kavram, herhangi bir tatminkar cevap bul(a)madığımız soru(lar)a cevap vererek, o sorular ve cevaplar arasında sağlam bir bağ oluşturup böylece oluşan zihinsel konfor alanı girişini bir süzgeç gibi kapatarak, kendisi ve bağlantı kurduğu diğer kavramlarla uyuşmayan tüm fikirlerin girişini önleyerek bir fanatizm ortamı mı oluşturuyor?
Birey, kurum ve/ya toplumun, sorularına cevap bulma telaşının farkında olan ve kendilerine özgü çeşitli doğru-iyi-güzel ideoloji sahipleri bu aciliyeti kullanırken, asıl görev sahiplerinin –aile, aydın kesim– bilgisizlik / bilinçsizliklerinin sonucu olan aymazlık acaba bu sürecin birincil dürtüsü olabilir mi?
Böylesi bir durum oluştuğunda, nasihat, “kendi doğrularımız, iyilerimiz, güzellerimiz”e çekebilecek argümanlar, ödüler, tehditler, aşağılamalar, alaylar üretmemiz hiçbir işe yaramayacak; belki de giderek kutuplaşmaları derinleştirecektir.
Bu süzgeç(ler)i teşhis edemediğimiz, reseptörlerinin neleri-nasıl kabul edeceğini bulamadığımız ve bundan sonra da uygun tohumlar yoluyla işlevlerin kendilerini iyileştirmelerine izin vermediğimiz sürece tüm çabalarımız şu üç sonuçtan en az birkaçını verebilir:
(1) Sorun Kimyası uyarınca üreme süreci (hızlanarak) sürecek ve stok giderek büyüyecektir,
(2) Bu mekaniği anlamadan girişilecek her çözme çabası yeni sorunlar oluşturacağı için stokun -kefir gibi- büyümesine yol açacaktır ve
(3) Zaman olumsuza işleyeceği için çözme çabalarımız -mağdurların bilinçsiz şikayet ve yol göstermeleri(!) altında giderek zorlaşacaktır.
Birey, kurum ve de toplumun, sorunlardan yakınması ve bunların “kendi dışındaki birileri” tarafından çözülmesini istemesi doğal bir tepkidir. Ama en az bunun kadar doğal olan bir diğer şey, birey ve kurumların bizzat içinde yer almadığı çözüm süreçlerinin zaman ve enerji kaybından başka bir işe yaramayacağıdır.
Aradığımız cevabı -biraz uzunca da olsa- açıklayabildiğimi sanıyorum.
8 Ocak 2019
[1] Bkz. Sorun Kimyası (https://goo.gl/eaoKEL)
[2] Çalışmak, öğrenmek, eğlenmek, sevmek, ibadet etmek, affetmek, unutmak, sorgulamak, risk almak, tartışmak, kavga etmek, dövüşmek, feragat etmek, yardım etmek gibi yüzlerce kültürel işlev, bir bütün olarak kültürel işlevler alanını oluşturuyor
[3] Tohum: Yaşam alanlarımızın (eğitim, aile, iş, eğlence, öğrenme, ibadet, inanç, gönüllülük ve benzer) bir veya daha çoğunda, tek kişilerce dahi ortaya atılıp uygulanarak küçük ölçekli olumlu farklar yaratabilen; ama bir araya geldiğinde daha gözlenebilir bir dönüşüme yol açabilecek davranışlardır.
[4]Doğru-yanlış (akıl alanı), iyi- kötü (ahlak alanı, güzel-çirkin ise (estetik alanı)na ait terimler olmak üzere.
-
Ara 31 2018 Seçimlerde Etik Güvence
Herhangi bir göreve seçimle gelecek kişilerin görevleri boyunca uymayı taahhüt edeceklerini kapsayan birer Etik Güvence’yi seçilmeden önce ilan etmeleri öneriliyor. Bu güvencenin, alışılmış genel çerçeveli “yemin”lerden farkı, somut ve kolay denetlenebilir az sayıda kuraldan oluşmasıdır.
Bu taahhüte tüm adayların ilgi göstermeyebileceği, bazı adayların güvence vermeye yanaşmayaceği ya da güvenceye uymayabilecekleri düşünebilse de, en azından örnek tavır sergileyebilecek adayların çıkması daha büyük ihtimaldir. Bu, bir demokrasi geleneği oluşturmak açısından küçümsenemeyecek bir başlangıç sayılmalıdır.
“Güvence verenlerin vermeyenlere göre dezavantajlı olacağı”, böylece hareket serbestilerinin azalacağı yolundaki yaygın kanı, “eşitliği eğride aramak” gibi trajikomik bir seçimdir. Şu unutulmamalıdır ki, insanlık ailesinin ortak çabalarıyla oluşmuş medeniyet, büyük kitlelerce değil “doğruları, kendine avantaj sağlamayacak durumlarda da yapmanın güçlüklerine göğüs gerenlerce” inşa edilmiştir.
Az sayıda somut ve denetlenebilir kural yoluyla ahlaki değerler tabanını kurmadan, siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alan kişileri eleştirebiliyoruz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten uzak durmaya çalışmalarına, siyasetin “bulaşmak” kavramıyla birlikte kullanılacak kadar kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını artık görebilmeliyiz.
Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanları, etik güvence yaklaşımını yaşama geçirmek için önümüzdeki yerel seçimler bir fırsattır. Aşağıda bu yolda birkaç somut ve denetlenebilir kural önerisi bulunuyor. Yaklaşımı benimseyenlerin, çevrelerindeki adaylara ve/ya varsa bağlı oldukları siyasi kurumlara erişerek hayata geçirmeyi denemek istemez misiniz?
Önerdiğim iki yalın kural şöyle:
- Her yıl akçalı işlerimi bağımsız bir denetleme kurumuna denetlettireceğimi ve sonuçlarını seçmenlerime internet üzerinden açıkça ilan edeceğimi,
- Görevim dolayısıyla sahip olacağım her türlü imkanı doğrudan ya da dolaylı olarak kendime, yakınlarıma, siyasi veya ideolojik görüşlerini paylaştığım kişilere, hemşerilerime, meslektaşlarıma, okuldaşlarıma bir avantaj sağlamak amacıyla kullanmayacağımı; ırk, dil, din, mezhep ya da başka bir ayırıcı ölçü benimsemeyeceğimi; bu bağlamdaki tek ölçünün “bütünleştiricilik” olacağını; bunu söz ve eylem üsluplarımla da kanıtlayacağımı
taahhüt ediyor, taahhüdümün herhangi bir yolla denetlenmesine hiçbir şekilde karşı çıkmayıp aksine kolaylaştıracağıma; bunlardan birisinin aksinin varit olması halinde görevimden ayrılacağıma söz veriyorum.
Her yurttaşın yapabileceği basitlikte bir öneri. Bunların “niçin yapılamayacağını”, “hangi imkansız koşullar yerine gelirse düşünülebileceğini” ileri sürmek ya da yapmak. Aynen “to be or not to be” gibi.
31 Aralık 2018
-
Ara 30 2018 Akla yerleşen her kavram sonrakiler için birer süzgeç olur!
Özellikle küçük yaştaki çocuklar, ama genelde genç denilebilecek yaşlara kadar hemen herkeste gözlediğim bir olgu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Küçücük çocukların belirli bir ideoloji yolunda nasıl koşullandıklarını, hatta giderek o yolda ölmeye ve de öldürmeye nasıl hazır hale geldiklerini; o fırsatı(!) yakalayana kadar da içlerindekileri nasıl birer nefretle “karşı cephe”ye yönelttiklerine şahit olmuşsunuzdur.
Bu nasıl olabiliyor?
Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar? Bu geçiştirilebilecek, “efendim nasıl eğitir, koşullandırırsanız öyle olur” gibisinden beylik kalıplarla karşı tezleri susturmaya veya düşünsel çaba harcamaktan kurtulmaya dönük bir soru olamaz. Bu zehirli sürecin nasıl işlediği tam anlaşılamadığı sürece herhangi bir toplum ya da kişi varlığını koruyup sürdürebilme (beka diye de okuyabilirsiniz) misyonunu güvende sayamaz.
Davranışsal psikoloji -çoğu B.F.Skinner’ın hayvan deneylerine dayalı- çok sayıda bulgu ortaya koymuş olsa da çoğu, çevrel koşulların uygun bileşimlerinin bu tür davranışları ortaya çıkardığı şeklinde kısmi bir genelleme şeklindedir; ama esas cevap bulunması gereken, daha da temelde “kendinden sonrasını şekillendiren bir şey”in olup olmadığıdır.
O şey “süzgeç kavram” olabilir mi?
Yaşam boyu çeşitli sorulara cevaplar ararız. Eğer soruların önünü kesecek bir “toplu cevap” (ideolojik, siyasi ya da sorgulamaya kapalı bir dini yorum[1]) ile karşılaştırılmayacak kadar şanslı isek, bulabildiğimiz cevaplarla sınırlı, ama giderek genişlemeye açık bir evren tasavvuru[2] oluştururuz. Bilim de dini imân da ancak öyle bir genişleme süreci yoluyla ortaya çıkabilir.
Bebeklikten başlayarak -çoğu beslenme ve güvenlikle ilgili- sorular ebeveyn tarafından doğrudan fiilen cevaplanırken, daha sonraları okul ve sosyal çevre yoluyla her soru için alternatifli cevaplar ile karşılaşılır; bunlardan önceden (bebeklikte) cevaplanmış olanlarla çatışmayan ve de daha çok soruya cevap veren birileri seçilir ve her bir seçilen cevap aynen bir süzgeç gibi, artık yeni sorulara cevap adaylarını süzer, gerisini “yanlış” olarak niteler.
Bu süreçteki süzgeç kavramlardan birisi kuşku[3] kavramı olup, yaşam boyu yeni sorular sorabilmenin ve “anlama” denilebilecek mutluluğun önünü açar. Kuşkusuzluk ise yaşamı daraltan “sorusuzluk” denilebilecek ölüm türünün eşdeğeri olup toplu cevaplarca oluşturulan bir yan üründür.
Süzgeç kavram konusundaki iki kural önerim: (1) Her süzgeç kendisinden önce oluşmuş süzgeç(ler)in geçirebildiği kavramlar yoluyla oluşabilir, (2) Kendinden önce oluşmuş bir süzgece aykırı kavramlar kişide ya kafa karışıklığına ya da çok nadiren o yeni kavramın yolu üzerindeki eski süzgecin terkedilmesine yol açar.
İster seküler ister dinsel olsun bebeklik ve çocukluk çağlarında karşılaştırılan kavramlar bu nedenle çok belirleyicidir. Toplu cevaplar, soruların önünü kesen tüm doğrular her zaman için hem bireyler hem toplumlar için birer risktir. Toplum sorunlarıyla başa çıkmak isteyenler, toplumu toplu cevaplardan koruyacak rotalar çizebilmek için bu kavramı bir “tohum fikri”[4] olarak kullanılabilirler.
30 Aralık 2018
[1] “Sorgulamaya kapalı dini yorum için” bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7356
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7922 (parag. 19)
[3] Burada bilimsel kuşku (skepticism) kastedilmekte olup, ucu paranoya’ya kadar dayanan kuşku (suspicion) kastedilmiyor.
[4] Bkz. https://goo.gl/Uz6WCo
-
Ara 13 2018 Ayrık Sorun Alanları Aslında Bir Bütündür
Bir soru: Üzerinde kafa yorulan çeşitli sorunlar gerçekten de birbirlerinden ayrık olarak var mı, yoksa ortada büyük bir bütünlük var, ama onu tüm boyutlarıyla algılamak imkanımız olmadığı için daha küçük parçalara mı ayırıp üzerinde konuşuyor, yazışıyor, uğraş veriyoruz?
Akıl Dışı Eğitim (ADE), Kadınsız Toplum (KT), Din İstismarı (Dİ) ya da Beka vd. sorunlar[1] arasında belirli sınırlar var mı ya da bunlar birbirlerini etkileyerek daha farklı ve aralarında sınırlar olmayan (hücre yapıları farklı) yapılara mı dönüşüyorlar?
Biraz daha ileri giderek, acaba tüm alanlarla bileşik yapmaya istekli ama ayrı -ve saygın- bir alan adı bulunmadığı için önemsenmeyen bazı “kirleticiler” de var mı? Örneğin, kleptoman bir kişi gün içinde girip çıktığı her yerde kimi şeylerin kaybolmasına yol açıyor ve kurnazlığının yardımıyla bunu gizlemeyi de becerebiliyorsa, çeşitli alanlarda ortaya çıkacak sorunları nasıl ele almak gerekir?
Muhtemelen her alan, eşyalarının kaybını önleyebilecek karmaşık denetim prosedürleri geliştirecekler; bir süre sonra işe yaramadığını görünce bu önlemleri daha karmaşık hale getirecekler; giderek de o alanın asli işlevinin çok geri planlara düşüp, gereksiz işlerin asli unsur haline gelmesi gibi bir ucube ortaya çıkmayacak mıdır?
Bu ayrık yaşam alanları -genelde- Dünyayı kendilerinden ibaret sayma eğiliminde oldukları için, sorunları kendi çapları içinde çözmeye çalışacaklar ve de çözemeyeceklerdir. Örneğin, İstanbul’un trafik sistemini yönetmekten sorumlu alan ile sokakların temizliğinden sorumlu alan ilgisiz iki alan olduğuna göre, her iki alanı da derinden etkileyen mesela “saygısız hemşeriler” daima dikkat dışında kalacak ve birinciler sorunları daha çok yol yaparak; ikinciler ise daha çok otomatik süpürge satın alarak çözmeye çalışacaklardır.
Sadece bir adet ”kirletici”nin ne denli karışıklık yaratacağı belliyken, kirletici çeşitlenmesinin ve de kirleticilerin birbirlerinin üremesini özendirmesinin bileşik etkisinin ne kadar büyük olacağı tahmin edilebilir.
Bu hipotetik -görünüşlü- yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuçlardan birkaçı şunlar olabilir:
– Sorunlar ayrı kompartımanlar şeklinde değildirler; bu ayrıştırma, bütünleşik (sistem yaklaşımı) olmayan “parçalara ayırarak algılama” kolaycılığından kaynaklanır. Halbuki “bütün”, “parçalarının toplamından daha büyük” bir şeydir.
Ortada masif hale gelmiş, yapı taşları kolay ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine geçmiş bir “bütün sorun” mevcuttur. Bu bütün, ilgilenilen alan üzerinde ayrı bir izdüşümü bırakmakta ya da nereye bakılırsa oraya çökmektedir.
– Kompartıman olarak algılanan alanlar zaman içinde etkileşerek birbirlerinin içine geçerler ve umulan işlevlerini kısmen ya da tamamen yitirirler. Bu etkileşimleri dürten sebep, alanların içlerinde bulunan “güç kaynaklarından nemalanma” isteğidir.
Örnek olarak verilen “saygısız hemşeri” kirleticisi durumundaki dürtü, ideal bir trafik düzeninde bulunan “başkasının hakkını çiğnememe” kuralının içerdiği “kuralı çiğneyerek zaman kazanma” dürtüsü; veya yine ideal bir düzende çöpünü atmak için çöp sepeti arama amacıyla harcanan zamanı, çöpü olduğu yere atarak zaman kazanma dürtüsü; ya da ideal olarak vergi affının olmadığı bir düzende vergisini zamanında ödemek yerine, ödemeyip bir seçim affını bekleyerek maddi kazanç sağlama dürtüsüdür. Saygısız hemşerinin bu kazanımlarının hepsi birer güçtür.
Bu örneklerin hepsinde görülen eğriliklerin çözümü, o kompartımanlara sıkı ve giderek karmaşıklıkları artıracak denetimler koyarak, haksız kazanımları önlemek olamaz. Çünkü o tür karmaşıklaştırmalar, sonunda o ayrık alanlardan beklenen işlevlerin giderek gerilere itilmelerine; ayrıca da kural çiğneyenlerin giderek güç sahibi olup bütünü etkilemelerine yol açacaktır. Bu tam bir “çığ etkisi”dir.
– Bu durumda geçerli olabilecek bir çözüm, ayrık alanların -hepsini diyerek genellememek için- çoğunu olumlu etkileyebilecek, sinir uçlarına ekilebilecek “tohum[2]” denilebilecek dönüştürücülerden yararlanmaktır.
– Sinir uçları’nın, “güç kaynaklarından nemalanma” ile ilişkisi anlaşılabiliyor. Her nerede bir eğrilik (kirletici) izi yani sorun varsa, orada mutlaka “istismarı yoluyla sağlanan bir çıkar” vardır. O halde çıkar izlerini sürerek sorunların kaynaklarına varılabilir.
Bu yol çözümlerin de geliştirilebilmesine ışık tutuyor: Süreçler içindeki güç kaynaklarını kaldıramayız; çünkü toplu yaşam zaten bu güç kaynaklarının yönetimi demektir. Ama güç kaynaklarının kullanımını blok zinciri[3] felsefesiyle yaygın denetime açabiliriz. Örneğin trafik dahil onlarca alana “haksız kamu kaynağı kullanma suçu işleyen” saygısız hemşeri sorununa karşı yaygın bir şikayet sistemi[4] oluşturulabilir. Bu bir tohum fikridir.
– O halde, ADE, KT, Di ya da Beka olarak adlandırdığımız sorunların, bir bütünün izdüşümleri olarak ele alınıp uygun birincil (o alana yönelik) ve diğer (diğer alanların etkilerine yönelik) tohumların neler olabileceklerine yoğunlaşılması daha geçerli görünüyor.
Yoğun gücün yaygınlaştırılması (blok zincir) yaklaşımının bir avantajı da, merkezi otoritelerin katkısı olmaksızın tamamen birer sivil yurttaş İnisiyatifi olarak uygulanabilmesidir. Gerek örnek olarak verilen Trafik Şikayet Sistemi, gerek diğer alanlarda uygulanabilecek Yaygın Şikayet (veya denetim) Sistemleri, sivil inisiyatifler olarak uygulanıp, yerel ve/ya merkezi idareyi harekete geçirmek üzere kullanılabileceği gibi, doğrudan etkileri olabilecek şekiller de geliştirilebilir. “Ben ne yapabilirim ki” sloganıyla istirahate çekilmiş geniş bir kesimin toplum düzeni açısından büyük bir atıl potansiyel olduğu bellidir.
13 Aralık 2018
[1] Bu şekilde adlandırılan sorunlar, Birleşik Akıl Ağı® (BAA) adlı bir platformun üzerinde çalıştığı bazı sorunlardır. BAA bildirgesi için bakınız. http://www.birlesikakilagi.com/baa-manifestosu/
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7991
[3] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Blockchain
[4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005121838_Trafik_Sikayet_Sistemi.pps
-
Kas 25 2018 Sorun alanlarının “tohumlama” yoluyla iyileştirilmesi
“Tohum” tanım olarak, “Yaşam alanlarımızın (eğitim, aile, iş, eğlence, öğrenme, ibadet, inanç, gönüllülük ve benzer) bir veya daha çoğunda, küçük ölçekli olumlu farklar yaratabilen; ama bir araya geldiğinde daha gözlenebilir bir değişim ve/ya dönüşüme yol açabilecek etkenler” şeklinde özetlenebilir[1].
Sürdürülebilir bir kültür dokusuna sahip olmak: Beka anahtarı!
Bir toplumun uzun süreler içinde geliştirdiği kültür, bir bölümü kendi içindeki özgün öğeler, bir bölümü ise başka toplumlarla kültür değişmeleri yoluyla içselleştirilen öğeler olmak üzere iki ana kaynaktan geliyor[2]. Her iki kültür bileşeni içinde de süzülüp evrensel hale gelen kültür ile uyumlu olmayan, uyumlu olmadığı gibi toplumun sürdürülebilirliği açısından da olumsuz öğeler bulunabiliyor.
Bunları tespit edip gereken değişim ve/ya dönüşümleri becerebilenler varlığını sürdürürken, diğerleri zaman içinde yok oluyor ya da daha gelişkin kültürlerin egemenlikleri altına girip, içinde eriyorlar.
Bozuk doku alanları
Kültür dokusu içindeki “sürdürülemez doku alanları”, iyileştirilmeye konu sorun alanları olarak tanımlanabilir ve kısaca bozuk doku da denilebilir. Bozuk doku alanı’nın başlıca özelliği, “kendini besleyecek ve de kendinden beslenecek etkenleri çevresine çağırıp, kendine yeterli bir kolonileşme yaratması”dır.
Herkes, çevresine bu gözle baktığında, her eğriliğin tek başına var olmadığını, o eğrilikten beslenen ve o eğriliği besleyen diğer eğriliklerle birlikte varlığını giderek güçlendirilip kolay başa çıkılamaz birer tümör alanı oluşturduğunu göreceklerdir.
Bozuk doku parçaları ve onlarla iştirak halinde olan etkenlere daha yakından bakıldığında şunlar kolayca görülebilir:
- Doku’nun çıktıları: İyileşmesi istenilen kültür öğeleri yani bozuk doku (örneğin, karşılıklı saygı eksiği, kopya çekme, özgüven eksiği, tembellik ya da boş övünme gibi),
- Doku’yu besleyenler: Salt şikayet, salt suçlama, göz yumma, kanıksama, aldırmama, kendini sorumlu saymama, bilmezlik, aymazlık, bilinçli taksir vb.
- Doku’dan beslenenler: Bozuk kültür dokuları sürdürülemez olsa da kısa vade ve/ya toplumun bir kesimi için kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu da yadsınamaz. Buna göre, örneğin kopya çekenler sınavda başarılı(!) olarak not alır, işe girer veya terfi ederler; yalan söyleyenler ceza almaktan kurtulabilirler; saygısızlar kuyruklarda zaman kaybetmezler ilh..
- Bozuk doku’lar arası görünmez etkileşim: Aralarında bir bağlantı olmasa da her eğrilik, bir başka alanda da eğrilik yaratma potansiyeline sahiptir. İnsan aklı bu konuda çok yaratıcıdır.
“Tohum”un bir iyileşme sağlaması: Ama nasıl?
Bozuk doku yapısına ait açıklanan tasavvura dayanarak, iyileştirme için şu formül ileri sürülebilir: Bozuk dokuyu besleyen ve dokudan beslenen yardımcı eğriliklerin etkilerini nötralize edebilecek bir çekirdek teşkili.
Ama bir sorun var: Yardımcı eğrilik olarak anılanlar da diğer eğrilikler gibi besleyen – beslenen ilişkilerine sahip olacağına göre, bir sorun alanında iyileşme amaçlanırken bu defa çok sayıda sorunla karşı karşıya kalınacak demektir[3]. Nitekim pratikte çoğu sorun’un -o sorun için doğru önlemler alınsa da- kolay çözülemeyişinin altında bu ardışık ilişki gerçeği bulunuyor.
Ancak bu ardışıklık zincirindeki ilişkilerin giderek zayıflaması, güç de olsa bir çıkış yolu oluşturuyor. Buna göre örneğin her adımda yarı yarıya azalan bir ilişkiler zincirinde, ilk etkinin üç adım sonraki etkisi 0.5^3 yani yaklaşık %12’ye düşmektedir. Ama yine de, bir eğriliği “onu besleyen ve ondan beslenen yakın eğriliklerle birlikte ele almak zorunluğu” bir altın kural olarak ortaya çıkıyor.
Bir de amorti var: Sorun çözme girişimcilerinin işlerini zora çıkan bu ardışıklığın olumlu bir getirisi ise bir bozuk doku alanında iyileşme sağlamaya çalışırken, onunla iştirak halindeki (besleyen – beslenen) alanlarda da kısmi de olsa iyileşmeler sağlanabilmesidir.
Bir diğer beklenmeyen yarar ise, bozuk doku alanlarındaki iyileşmelerin, umulmayan alanlarda mutasyon etkileri yaratıp baştan öngörülemeyen iyileşmelere yol açabilme olasılığıdır.
Bir örnek: Sınavlarda kopya’ya karşı önlem.
Gerek okullarda gerekse kamu yönetiminin diğer alanlarında giderek daha çok kullanılan[4] sınavları enfekte eden kopya olgusunu[5] kökten çözebilecek bir yöntem olarak gelişkin kültürlerce benimsenen yöntem, “kendine güvenildiğini bilen kişilerin bu güveni istismar etmeyerek onurlarını korumaları”dır.
Nitekim, toplumumuzun başlıca sorun çözme yöntemi(!) olarak benimsediği “Japonya, Finlandiya vd. yerlerde şöyle, bizim burada ise böyle” alaycılığına konu olan olgu bu “onurunu korumayı amaç edinmiş insanların güveni kötüye kullanmama tutumları”dır.
Toplumumuzda bu tutumu yaygınlaştırmak için kullanımı yaygınlaştırılmak istenilen Gözetimsiz Sınav[6] (diğer adıyla Onur Sistemi) kopya denilen bozuk doku’ya karşı bir mücadele örneğidir. O dokuyu besleyen – beslenen etkilerini nötralize edebilecek “çekirdek” ise şu öğleleri dikkate almak zorunda:
- Onur’unu korumanın kişisel bütünlüğünü[7] korumak anlamına geldiği bilinci uyarılmış yeter sayıda[8] öğrenci,
- Çocuklarının aldıkları notlardan çok değerlerini korumanın daha önemli olduğu bilincine sahip aynı sayıda ebeveyn,
- Kopya’nın yol açacağı zararların ve onur korumanın yararlarının farkında birkaç öğretmen,
- Kopya çekerek (hırsızlık) yoluyla başarı(!) sağlayan öğrencilerin olası itirazlarına pabuç bırakmayacak idareci ve okul aile birliği üyeleri,
- Kendilerine dolaylı yoldan “onursuz” denilmek istendiğini iddia ederek kopya düzenini sürdürmek isteyenlere alet olmayacak sosyal çevre.
Gözetimsiz Sınav, kullanılacak olan ana tohum ise de, kopya tümörünü besleyen ve beslenen bozuk kültür alanları da dikkate alınarak birkaç tohum daha bileşik olarak kullanılması gerekecektir. Örneğin böylesi üç besleyen – beslenen bozuk doku alanı için:
- “Beyana güven, söz verme, taahhüt gibi değerlerin daha öncelikli sayıldığı” yakın geçmişteki kültürümüzün yarattığı boşluğun, kendimizden saydıklarımızı kayırma, saymadıklarımızı ise cezalandırma amacıyla kullanma amaçlı bürokrasi ile sureta doldurmaya çalışmanın yol açtığı güven bunalımına[9] karşı tohum fikirleri: “Saklı içerik[10]”, “Okul – Veli – Öğrenci Sözleşmesi[11]”
- Din kurumunun şekli ritüellerden ibaret sayılması, bunun dışında ahlak (bütünlük, integrity) ile ilişiğinin koparılmışlığı olgusuna karşı bir tohum fikri: “Din iyi ahlaka dayalı yaşamdır”.
- Kavramların içlerinin boşalmış, böylece içlerine kişiye özel yükleme yapılabilmesine karşı bir tohum fikri: “Toplum yaşamının temel kavramlarında ortaklık sağlanması[12]”.
Bu tohum fikirlerinin her birinin kendi kendine yaygınlaşması mümkün olamaz. Bu nedenle Tohum Uygulama Araçları adı verilebilecek çeşitli yaygınlaştırma yolları kullanılmalıdır[13].
Bu açıklamalardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, bir kültürde bozulmaların oluşumu kadar giderilmesinin de kolay olmadığı, emir ve direktiflerle, hatta yasalarla dahi düzeltilemeyeceği; mümkün tek yolun, bozuk kültür dokularını besleyen ve ondan beslenen eğriliklerin tek tek anlaşılması ve sonra da yine tek tek her birini besleyen kan akımlarının azaltılması / durdurulmasıdır.
25 Kasım 2018
[1] Çeşitli tohum fikirleri ve beklenebilecek etkileri için bkz. https://goo.gl/BrsWvi
[2] Bkz. http://bit.ly/2zqyC73
[3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-RG
[4] Sınav olgusunun giderek daha çok kullanımı bir başka hastalığın belirtisi gibi görünüyor: İmkanların kıtalması taliplerin çoğalması karşısında çare olarak “eleme”nin bulunması ve sınavların bu amaçla yapılması.
[5] İntihal olgusu da bu bağlamda düşünülmelidir.
[6] Bkz. https://goo.gl/wvBnMH
[7] “Bütünlük” (integrity) kavramı kimi kültürlerde “namus” anlamında kullanılıyor. Namus’u cinsellikle eş anlamlı kullanan kültürlere göre, söz ve eylem bütünlüğü anlamına gelen bu kavram dikkat çekicidir.
[8] Gözetimsiz Sınav’ın okul ya da en azından bir sınıfının bütününde uygulanması istenilirse de, sistemi başlatmak için bu her zaman mümkün olamayabilir. Bu nedenle göze çarpabilecek -ve istisna olarak nitelenemeyecek sayıda- öğrenciden ibaret bir grupla da başlanabilir.
[9] Anketlere göre (http://bit.ly/2OZma2U) Türkiye’de kişilerin birbirlerine güveni %8 civarında.
[10] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-XN
[11] Bkz. https://goo.gl/REmnsr
[12] Bkz. http://bit.ly/2P1E8ln
[13] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp adresindeki belgenin sağ sütununda sıralanan araçlar.
-
Kas 03 2018 Diller üzerine..
Önce Aristotle’nin (MÖ 384-322) hitabet (retorik) konusundaki sistematiğinden bir alıntı[1]:
“Hatip dinleyicileri ikna etmek amacıyla üç ana tür çağrı kullanır: Ethos (hatibin karakterini yansıtan çağrı); pathos (dinleyicilerin duygularına hitap eden çağrı) ve logos (mantıksal muhakemelere hitap eden çağrı).
Aynı zamanda hitabeti üç üslup kategorisine ayırır: Gösterişli, açıklayıcı (kutsayıcı ya da suçlayıcı törensel konuşmalarda); Hukuki, adli (masumiyet ya da suçluluk hakkındaki konuşmalarda); Müzakereye yönelik (dinleyicileri bir konu hakkında karar vermeye çağıran konuşmalarda).
Üçüncü bir boyut olarak da iki cins hitabet kanıtı kullanır: Örtük (kıyaslama yoluyla kanıtlama) ve paradigmal (örnekleme yoluyla kanıtlama)”
Aristotle, bu eserinde[2] söz konusu kombinasyonları çeşitli örneklerle veriyor. Buna göre şiir dili, övme dili, sevgi ifadesi dili, öfke dili, teknik dil, sohbet dili, tartışma dili gibi “ayrı dil”lerden söz edilebilir.
Bu alıntının nedeni, hangi lisanda olursa olsun, amaca uygun dillerin[3] kullanılması üzerinde yaklaşık 2500 yıldır bir uzlaşı oluşup neredeyse evrensel bir norm haline geldiğini; medeni toplumların nerede hangi “dil”in kullanılacağını artık tartışmadıklarıdır.
Toplumumuzun çeşitli sorunlarının kaynakları olarak ileri sürülen ekonomik güçlükler, dış mihraklar gibi unsurlarla hiç ilgisi olmasa da, “nerede nasıl dil kullanılacağı” konusunda ısrarlı bir biçimde bu Dünya normuna ayak diremek gibi -basit görünüşlü ama hemen her alanı olumsuz etkileyen- bir sorun üzerinde durmak istiyorum.
2001 yılında bir güneş tutulması sırasında biri yerli diğeri yabancı TV kanalındaki iki kişinin, bu son derece somut konuyu anlatım biçimlerini bir yazıya konu etmiştim[4].
Daha sonraları, “Cumhuriyet’in doğru dürüst anlaşılmadığı, bu yüzden de değerinin bilinmediğinden” yakınan bir yazarımızdan internete düşen Cumhuriyet tanımları başka bir yazının konusu olmuştu[5].
Hitabet konusu ile ilgi ve birikimi sadece yukardaki antik eseri okumaktan ibaret olan birisi olarak, burada işaret etmek istediğim konu sadece, sorun çözme amacıyla kullanılan dili, diğer çeşitli dillerden ayıran birkaç özelliğe değinmekle sınırlıdır.
Güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeterek anlatan TV editörünün kullandığı amaca uygun olmayan dil nasıl ki dinleyenlere hiçbir işe yarar bilgi sağlamadıysa, herhangi bir sorunun çözümü amacıyla kullanılacak dil de doğru seçilmez ise benzer sonuç doğacaktır.
Ele alınan bir sorun’un çözüm sürecinin değişik aşamalarında değişik diller kullanılabilir. Örneğin:
- Sorun hakkında sadece genel bilgi vermek amacıyla “halka açık” dil,
- Sorun ile ilgili uzmanları muhatap alan dil,
- O sorun alanı ile ilgili olarak muhalefet veya iktidar partilerinin dile getirebilecekleri argümanları içeren dil,
- O sorunu çözmek amacıyla çalışan bir grubun, akıl yürütmek amacıyla kullanacakları dil.
Bu sonuncu dil:
- Ne “güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeten editörünki”, ne “golün ofsayt mı değil mi olduğunu kabadayı üslubuyla anlatan yorumcununki” ve ne de “bir siyasi partiyi eleştirmek için ancak biplenerek dinlenebilecek” üslupta olabilir.
- Her bir kelimesi önceden ve/ya bağlam içinde tanımlanmış olmalı.
- İçindeki dolgu kelimeleri (şiirsel betimlemeler, her anlama çekilebilecek sözcükler gibi) çıkarıldıktan sonra geriye bir “öz” kalmalı,
- Hayal kırıklıkları, inançları ifadeye yönelik değil, tüm övme ve övünmelerden arındırılmış olarak,
- Mümkün olan kısalık ve mümkün olabilecek azami anlaşılabilir içerikte (efradını cami….),
- Aynen bir kimya formülüne katılacak her bir harf veya rakamın tüm formülü geçersiz kılacağı duyarlığı içinde,
- Sadece ve sadece bir değer (grubun diğer üyelerinin gerçekten işlerine yarayabilecek) sunmak amaçlı
sözcüklerden ibaret olmalıdır. Bu tamamen “duruma özgü” bir dildir[6].
Çağdaş uygarlık trenine binmek istiyor isek, önce dillerimizi gözden geçireceğiz.
3 Kasım 2018
[1] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Aristotle
[2] Aristotle On Rhetoric, Çeviri: George A. Kennedy, Oxford University Press, 1991
[3] Lisan ve dil eş anlamlı olmasına karşın, dil içinde dil gibi akıl karıştırıcı bir terim kullanmamak için, Türkçe, Fransızca vb diller için “lisan”, o lisandaki hitabet kategorilerine ise “dil” sözcüğü kullanılmıştır.
[4] “Güneş ve Ay Tanık İstemedi”, http://wp.me/p2t6mi-Zo , 2001
[5] “Cumhuriyet Nedir?”, http://wp.me/p2t6mi-1xx, 2012
[6] Bkz. “Yeni bir dil lazım, hemen”, http://wp.me/p2t6mi-1Zt
-
Eyl 05 2018 Daha Sağlam Hapishane Olur mu?
İnsan türünün tüm diğer canlılar gibi doğuştan -büyük ölçüde- meraklı olduğunu biliyoruz. “Büyük ölçüde” deyişimin nedeni, Dünyaya gelirkenki kalıtsal mirasımız ve bir de doğum öncesi süre içinde annenin beslenmesi, içinde bulunduğu kültürel çevre vb. yoluyla henüz doğmamış da olsa bebeğin maruz kaldığı olumlu – olumsuz etkiler[1].
İnsan ya da hayvan, bebekleri sevimli kılan da aslında naif meraklı halleri olsa gerek; fakat çevreyle etkileşim arttıkça bu halleri giderek bozulur. İşte nedenlerden rastgele bazıları:
– Genetik yatkınlıklar (yukarıda belirtilenler)
– Geçmişte edinilen ve/ya halen sahip olunan unvanlar,
– Birikimler (müktesebat),
– Bildiklerimiz (sağlam kanıtlı),
– Bildiğimizi zannettiklerimiz (kulaktan dolma),
– Düşünme becerisi zafiyetleri,
– Ölüm korkusu ve diğer korkular,
– Takıntılar,
– Umutlar,
– Nefret veya beğeniler,
– Rol modelleri,
– Stokta bekletilen intikam duyguları,
– Kıskançlıklar,
– Travmalar,
– İnançlar,
– Tehlikeye girebilecek çıkarlar,
– Kolay ikna olabilirlik, kolay yargılar,
– Koşullanmışlıklar,
– Yakın çevrenin otoriter tavırları,
– Sosyal çevrenin dayattığı sınırlamalar,
– Kendine benzerleri seçip, diğerlerinden uzak durma eğilimi,
– Güven çemberi içindekilerin kasıtsız ve/ya kasıtlı yanlış yönlendirmeleri,
– Zorunluklar,
– Erişilmek istenilen ülküler (vizyon),
– Varlık nedeni olarak benimsenen kavramlar (misyon),
– Yaşam için benimsenen değerler, ahlaki ilkeler,
– İkili (binary), bulanık (fuzzy), doğrusal (lineer), döngüsel mantık hakkındaki tercihler[2],
– Bütün bu etkenlerin kendi içlerinde ve aralarındaki pozitif ve/ya negatif geri beslemeleri (feed-back).
Yukarda bir bölümü sıralanan etkenler aynen ince kevlar liflerden katmanlar halinde dokunmuş kurşun geçirmez bir kumaş gibi, kişileri -gerçekte ayrılmaz bir parçası olduğu- evrenden ayırmakta “ben” denilen sanal (ve acayip) kişiliği ortaya çıkarıyor. Böyle bir kişilikte, parçası olduğu evren ile ilgili bir merak ve o merakı tatmin aracı olan sorgulama isteği kalabilir mi?
Bu açıklama girişimi, evren tasavvuru[3] denilebilecek ve içinde tüm meraklarımızı, cevaplarımızı (yargılarımız) bulunduran “alan”ın herkeste niçin aynı olamadığına da bir açıklama getiriyor gibi. Bazı kişilerde bu alanın genişlemesine fırsat vermeyen etkenler nedeniyle “tek doğrulu, kendine benzemeyenlerden nefret eden, putlarla dolu bir zihin yapısı” içinde yaşamaya -kısmen de kendi katkılarıyla- mahkûm edildiği anlaşılabiliyor.
Cahil, yobaz, sosyopat vb. sıfatlar verdiğimiz bu tür kişilikler, daracık evren tasavvurları içinde, geri kalanlara son derece akıldışı ya da ahlakdışı gelebilecek tutum ve davranışlar içinde olabilirler.
Kuşkusuz, bütün bu sıralanan ve bireysel hapishanelerimizi oluşturan katmanların hepsi birlikte bulunmayabilir. Kişilikleri çevreleyen duvarlarda yer yer delikler bulunabilir ki bunlara da kişinin şansı denilebilir. Çünkü, bazı hallerde, bu deliklerden başlayıp çok büyük alanlara erişebilen büyük sanatçılar, bilim insanları da çıkabiliyor. Aynen, tavşan balon şişirmekte ustalaşan baloncuların, istemedikleri yerleri sıkıp, sadece boşluk bıraktıkları yerlere üfleyerek kol, bacak, kulak yapmaları gibi.
Medeni bir toplumda bu tür kişiliklerin normal dağılım uyarınca marjiinalize olacağı beklenirse de bu olmayabilir de.
Bu durumda bir şey yapılabilir mi? Evet ve hayır!
Hayır; çünkü toplumun “aklı başında” denilen, evren tasavvuru daha geniş, soruları çok cevabı daha az kesimleri, bu tür kişilikleri genelde aşağılamayı seçiyor. Bu ise, o tür kişiliklerin nefret stokunu artırmaktan, kendilerine yeni kanıtlar arayıp, icat etmelerinden başkaca sonuç vermiyor.
Evet; eğer aşağılamanın çözüm olmadığı, “aklı başında” kesimlerin enerjilerinin en nadir kaynak olduğu idrak edilir ise, bu durumda “ümitsiz vakalarla uğraşmayı bırakıp, onlara rol model olabilecek, evren tasavvurunu çevreleyen duvarlarında delikler bulunan kişiliklere yönelmek” gibi bir yol denenebilir.
O delikler “sorular” yoluyla genişletilebilir. Az dirençli kesimlere “kuşku yaratıcı sorular” yöneltilebilir ise ilginç sonuçlar -tavşan balon gibi- alınabilir.
Eğer böylesi bir sonuç mümkün olabilecekse, bu ancak bazı uzak durulması gereken yollarla olabilir. Aklıma gelen birkaçı şunlar olabilir (mi?):
– Aşağılamayın; zaten bireysel hapishanesinde sıkışmış kişiliğin duvarlarını daha da tahkim etmeyin.
– Dini inanç, iman kısmını zorlamayın, oralar savunma mevzileridir, sağlamdır.
– Kişinin içtenlikli olarak “bilmiyorum” dediği yerler iş birliği yapılabilecek noktalar olabilir. Buralar için kesinlikle tek doğrulu alternatifler değil çok doğrulu seçenekler (ve onlar da ancak soru şeklinde) ileri sürülebilir.
– Kişinin “biliyorum, eminim” dediği yerler en kolay kuşku üretilebilecek yerlerdir. Bunun için “Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim” yaklaşımından[4] yararlanılabilir. En sağlam görünüşlü yargıların mutlaka en az bir ön koşulunun bulunduğu, o koşulun dışındaki “eğer … değil ise” alanında ayrı bir evrenin bulunduğu unutulmamalıdır.
5 Eylül 2018
[1] Bakınız. “İkili Kalıtım Kuramı”, https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=132
[2] İki uca indirgemeci (ya bendensin ya karşı) ikili mantık alışkanlığının aksi, gerçek yaşamın çok seçenekli ve seçenekler arası bulanık (fuzzy) mantık. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar? doğrusallığının karşıtı ise “yumurta ve tavuk birbirlerini üretirler” döngüselliği.
[3] Evren tasavvuru için bkz. http://wp.me/p2t6mi-23U, http://wp.me/p2t6mi-23M (parag. 19)
[4] Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim için bkz. https://goo.gl/Ciz2hK
-
Ağu 14 2018 Yanlış varsayım nelere mal oluyor?
Kimi uğraşı alanlarının görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları hakkındaki varsayım hatalarımız -her zaman olmasa da- genellikle katlanılabilir sonuçlara yol açar. Örneğin, bir taksi şoförünün para bozma gibi bir sorumluluğu olduğunu bilmeyen bir kişi, dükkân dükkân gezip para bozdurmaya çalışabilir. Ya da doktorun hastayı mutlaka iyileştirmesi gerektiği varsayımına sahip bir hasta yakını, iyileşmeyen hasta nedeniyle doktoru hastanelik edebilir.
10 Ağustos döviz krizi bende, bir başka alandaki varsayımlarımız bağlamında epey (yani çok) yaygın bir yanılgının var olduğu kuşkusu yarattı. Bu varsayım, “Allah / Tanrı’ya atfedilen bağışlayıcı (gaffar) sıfatının, yaşam pratiği içinde nasıl işlediği” ile ilgilidir.
Acaba, bu sıfat şunlardan hangisi anlamına gelmektedir?
- Tüm uyarılara rağmen yanlışlarını düzeltmeyen bir kulunun her defasında uğradığı kaza belayı bağışlaması, geçmişi silmesi,
- Eyleme girişmeden önce peşinen bağışlanmayı dileyip sonrasında yine yanlış eylemini sürdürmesi halinde de aynı şekilde bağışlanacağı,
- Birkaç yanlışından sonra ders alıp eylemini düzelten bir kişinin geçmiş günahlarının yarattığı zararların silineceği,
- Geçmiş yanlışların yol açtığı zararların birikimli olarak kalıp etkilerinin süreceği, ancak düzelmeden sonraki eylem değerlendirmelerinde bir kin güdülmeyip eski zararların dikkate alınmadan değerlendirme olacağı.
Allah / Tanrı hakkında ancak kavramsal planda tasavvurlarımız var.Bu nedenle daha somut bir örnek iyi olabilir: Bir sıcak cisim (ütü, soba vbg.) kendi ile ilgili kurallara (örn. “sıcak iken dokunmamak”) uyduğumuz sürece sizi cezalandırmayacak, kurala karşı geldiğiniz her defasında ise cezayı kesecektir. Aslında burada cezalandırma eylemini hiçbir iradesi olmayan sıcak cisim değil, kurala uymama iradesi sahibi kişi bizzat uygulamaktadır. Üstelik, her cezalandırma bir diğerinden tamamen bağımsız, yani adil olsa da cezaların etkileri açısından bir birikimlilik söz konusudur (eğer hep aynı yer yanıyor ise giderek bir yaranın oluşması). Yani bir “toptan af” söz konusu olmayıp, sadece her defaki yargılamanın “tam adil” olacağı garantisi vardır ve gerisi bütünüyle irade sahibi kişiye aittir.
Evren Tasavvuru
Sıcak cisim konusundaki bu “eylem-karşılık süreci”nde -akıl sahipleri açısından- hiçbir karışıklık söz konusu değilken, sıra Allah’ın taraf olduğu eylemlere gelindiğinde ne hikmetse inanılmaz bir akıl dışılık ortaya çıkıyor. Kanımca bu akıl dışılığın başlıca nedeni, tabu haline geldiği / getirildiği için gündem dışı kalmış bir kavram ile ilgilidir: Evren tasavvuru!
Evren tasavvuru[1] içinde tüm sorularımız –cevaplanmış, cevaplanmamış, arzu olarak kalmış, inanca dönüşmüş vd.- ve o bağlamda Tanrı kavramı da bulunuyor, daha doğrusu çoğu kişi için bulunuyor “idi”. Kültürümüzde Allah ile ilgili soru sorulması ya günah ya da “bilgiç bir tavırla” gereksiz-yersiz sayıla geldiği için şu soru’nun karşılığı yoktur: Allah’ın ‘zati (O’na özgü)’ ve ‘sübuti (kanıtlı)’ sıfatlarının zihnimizde şekillenmesine imkân olmadığına göre, insanların haklı olarak, bu sıfatlara kendilerinin işlerine gelebilecek yolda anlam vermeleri kaçınılmaz değil midir?
Bu durumda, yukarıda 4 seçenek halindeki “bağışlayıcılık” sıfatının yaşam pratiği içindeki karşılığının bu dörtten herhangi birisi olmasını önleyen ne vardır?
Tanrı böyle tanımlandığı ve yorumlanması konusunda din bilginlerine (CAH gibi) başvurmaktan başka çare bırakılmadığı sürece, doların TL karşısındaki değerinin yükselmemesi için salavat zinciri kurma’nın birçok insan nezdinde çok geçerli bir çare olacağı kaçınılmaz değil midir?
Allah’ın yaşam içinde nasıl şekillendiğini A. Einstein şöyle anlatıyor[2]: “Ben, Dünya’nın yasalara dayalı uyumunda kendini açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum, insanlığın işlerini yapan ve kaderi belirleyen bir Tanrı’ya değil”. Dikkat edilirse bu tanım bir yandan Allah kavramının olağanüstü netlikte yerli yerine koyulabilmesini sağlarken, bir yandan da zati ve sübuti sıfatlarına bir aykırılık göstermemektedir.
Bugüne kadar milyonlarca çocuk ve erişkinin zihinlerinde “pazarlık edilen”, “rüşvet vaat edilen”, gerektiğinde “hesap sorulan” sıradanlaştırılmış bir Tanrı yaratmak yerine, “her alandaki kusursuz yasalarda şaşmaz bir adaletle kendini açığa vuran ve bu sistemin anlaşılabilmesi için insanı da akılla donatan bir Allah” anlamlandırmasının yapılması için A.Einstein’lere ihtiyaç duyuyor olmamız günah sayılamaz, ama Müslüman Dünyası için ayıptır.
Evren tasavvuru kavramının dağarcıklara girmesi ve sorgulama denilen akıl aracı ile zenginleştirilmesini bugüne kadar yapamamış olmanın cezalarını çektik ve bundan böyle de çekeceğiz. Geçmişe dönük af söz konusu olamaz. Bu nedenle, Allah’ı göreve çağırarak dolar kurunu düşürmeyi düşünmekten vazgeçip, eldeki değerli sorun çözme aracını (akıl) kullanmaktan başkaca çözüm yoktur. Bu kesinlikle aklın putlaştırılması değil, Tanrı’nın kurduğu sistemde tüm canlılara -bu arada biraz da insanlara- verdiği kendini anlama aracıdır.
14 Ağustos 2018
[1] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-23E, parag.13.
[2] Albert Einstein’ın, New York’ta Rabbi’ Herbert S. Golstein’ın sorusunu yanıtladığı sözleri, 24 Nisan 1929
-
Tem 30 2018 “Düşünme becerileri” ve eğitimi
Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.
Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.
Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:
- Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
- Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
- Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
- Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
- Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
- Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
- Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
- Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
- Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
- Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.
Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.
Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:
- Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
- Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
- Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
- Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
- Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
- Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
- Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
- Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
- Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
- Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
- Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
- Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
- İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
- Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
- Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
- Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
- Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
- Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
- Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.
Şimdi bir soru!
Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?
Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.
Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.
İkinci soru!
Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?
Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.
O halde!
Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.
30 Temmuz 2018
[1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j
[2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN
[3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007
[4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR
[5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP
[6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F
[7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD
[8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I
[9] Bkz. https://goo.gl/2necnY
[10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz
[11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr
[12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.
[13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw