• Otobiyografi kesiti-18: Kartalkaya, İliç, Soma ve Rasim Usta!

    Yıl 1964, yer Ereğli Kömürleri İşletmesi Karadon Bölgesi. Yeni mezun bir mühendis olarak bu ilk işim; bazı yerüstü ve yeraltı elektrik donanımının bakım ve onarımından sorumluyum. Bana bağlı, çok deneyimli (30 yıl kadar) bir şef (Rasim Akbostancı usta) ve 20 kadar da eleman.

    Rasim Usta, kömür madenlerinin millileştirilmesinden önce[1] uzunca süre Fransızlar ile birlikte çalışmış ve o çalışma terbiyesini almış bir kişi; kendisinden çok şey öğrendim.

    Sık sık birlikte yeraltı donanımının arızaları ya da bakımları için yer altına iniyoruz. Benim için olağanüstü bir ortam. Gördüğüm her şey neredeyse ömrümde ilk defa gördüğüm şeyler.

    Dikkatimi çeken bir şey!

    Bütün bu “ilginçlikler” içinde dikkatimi çeken şey, Rasim Usta’nın başını hiç kaldırmayıp sürekli yere bakışı ve zaman zaman da yerde bir şey görüp, eğilip alarak cebine atmasıydı. Önceleri çok takılmasam da giderek sıklaşan bu hareketinin nedenini birgün sorunca (mealen) şöyle dediğini bugün gibi hatırlıyorum: “Tınaz bey, mösyö Löfebr (mühendis monsieur Lefebvre) bize yerdeki bir civatanın aslında göründüğünden çok farklı olduğunu, 10 kWh enerji, 2 saat işçilik, 10 dakika tezgah süresi, 1 ay depolama masrafı, … kadar iş kazası gibi şeylerin toplamı demek olduğunu öğretti. Yerdeki ekmek parçası sizin kültürünüzde ne ise bir demir parçası da bizde odur derdi. Bu nedenle görmeden basıp geçmemek için sürekli yere bakıyorum.”

    Aradan 60 yıl geçtikten sonra bugün kazanmaya çalıştığımız çevre bilincinin bu denli somut bir karşılığını şimdilerde çok daha derinden anlıyorum.

    İyi de Kartalkaya vd ne alâka?

    Rasim Usta yoluyla öğrendiğim bu “şeyleri tüm bileşenler ile görme” dersinin sadece nesneler için değil, tüm olaylar (Kartalkaya, İliç, Soma, deprem, sel vd) için de geçerli olduğunu vurgulayıp, oradan da “günümüz sorunları karşısındaki çaresizlik tavrı” ile bağlamak istiyorum. Böylelikle sorunların çözümü yolunda en önemli aşama olan “anlama, kavrama aşaması” için kullandığımız takım çantasına bir alet daha eklenebilecek.

    Toplumumuzu derinden sarsan büyük iş felaketleri (kaza dememek için) sonrasında gerek yetkililer gerekse halkımız çoklukla bir soru’nun peşine düşer: Kim? Nitekim verilen ilk beyanat da bu soruyu cevaplar niteliktedir: “Olay çok yönlü olarak araştırılmakta olup, sorumlular en şiddetli şekilde (demek ki hafif de olabilir) cezalandırılacaktır.”

    Fakat, hemen tüm olaylar sonunda görüldüğü gibi o “kim” bulunamaz, ama bulunmak gerektiği için de bir temsili kişi bulunup bir süre hapse atılır. Kamuoyu çoğunluğu ise siyasi görüşlerine göre iktidar ya da muhalefeti suçlayarak, olayın anlaşılmasını iyiden iyiye güçleştirir.

    Aslında bu açıklanamazlığın nedeni açıktır:

     

    • Olaylar tek sebepli değildir. En basit görünüşlü olana bile dikkatli bakıldığında, ona yol açan çok sayıda neden görülebilir.
    • Bu bakış derinliği bir alışkanlık haline getirilirse herkes edinebilir. Nitekim zeytin ağacına ya da deresine sahip çıkan az eğitimli yurttaşımız bu derinliğe sahipken, daha çok eğitimlilerde bulunmayabiliyor.
    • Birisi çok boyutlu diğeri ise tek boyutlu bakış farkı, olayların nedenlerini anlamayışın sebebidir. Örneğin deprem afeti zararlarının nasıl oluştuğunu gösteren şu grafik (tıklayınız) nedenleri ve aralarındaki ilişkileri ortaya koyuyor. Çeşitli olaylara bu yolla bakılırsa, hemen hepsinin kolektif birer cürüm olduğu görülecektir.

    Peki bu demek? Herkesi mi tutuklayalım?

    Eğer eldeki tek araç “ters kelepçeli tutuklamak” ve sonra da “yeni felaketlerin gelmesini sabırla beklemek” ise iştirak halinde işlenen bu tür suçlar karşısında “herkesi tutuklamak” bir yol olabilir. Kısa süre içinde tutuklanacak kimse kalmayacağı için oldukça radikal biçimde sorunlar da çözülmüş olur.

    Ama eğer daha medeni bir yol aranılıyor ise, toplumun sürekli olarak el birlikleri ile suç işlemeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olmasındaki tuhaflığa teslim olmayıp, aptallık-bilgisizlik-özensizlik-ahlâksızlık-kasıt merdiveninin ilk üç basamağını eğitim, son iki basamağını da cezalandırma yoluyla küçültmeye; buna paralel olarak da görevi mazeret üretmek değil sorun çözmek olan insanlara da “çok boyutlu olgular az boyut ile anlaşılamaz” ilkesini belletmeye çalışmak iyi olur.

    6 Temmuz 2025 / https://tinaztitiz.com/15796

     


    [1] Millileştirmenin kısa tarihçesi şöyle: Millileştirme süreci şu şekilde gerçekleşmiştir: 1936 yılında, Cumhuriyet Hükümeti, Fransız sermayeli Ereğli Şirketinin elindeki imtiyazları 3.500.000 Türk Lirası karşılığında satın alarak millileştirme yolunda ilk büyük adımı attı. Bu satın alma ile birlikte Zonguldak ve İstanbul’daki kömür varlıkları devletin eline geçti. 1937’de, Ereğli kömür tesisleri, 11 Haziran 1937’de yayımlanan 3241 sayılı kanun ile Etibank’a devredildi ve 3 Ocak 1938’de “Ereğli Kömürleri İşletme Müessesesi” (EKİ) kuruldu. 1940 yılında çıkarılan bir dizi kanunla, havzadaki diğer tüm ocaklar da devletleştirilerek EKİ’ye devredildi ve böylece kömür havzasının tamamı devlet kontrolüne geçti. Bu süreç, devletin kömür üretiminde tam tekel kurmasını sağladı.

  • Otobiyografi kesiti-16: İki Trajedi, iki Kavram

    Yazının başlığında geçen iki olaydan birisi 1965 yılında, Ereğli Kömürleri İşletmesi (EKİ) Zonguldak-Karadon Bölgesinde bir genç elektrik mühendisi ve bir teknikerin, bir devre kesicinin patlaması sonucu, içindeki kızgın yağla yanarak ölmesidir. İkinci olay ise geçen hafta Bolu Kartalkaya’da çıkan otel yangınında 78 kişinin yanarak ölmesi.

    Birbirinden zaman ve mekân açısından uzak iki olayı bağlayan ve somut ders çıkarılması gereken ise, her iki olayın da dilimizde bulunmayan kavramlar nedeniyle meydana gelmiş, ama bambaşka nedenlerle açıklanıyor oluşudur. Alınacak dersi ise yazımın sonunda söyleyeceğim.

    Birinci olay: Karadon Bölgesindeki olaya sebep olan 3300 Volt’luk devre kesicisine yakından kumanda ederek enerjiyi kesmek üzere işlem yapan iki kişinin, kesicinin içindeki yağın tutuşup patlaması nedeniyle feci şekilde yanıp can vermeleridir.

    Maden ocaklarında kullanılan her donanım kendi marka ve modeliyle isimlendirilir. Patlayan bu kesicilere de BP31 deniliyor. Bu kesiciler ocak ağızlarında bazen de ocak içlerinde kullanılıyor ve tüm elektrik donanımı gibi güçlü bir mekanik muhafaza içinde. Ama patlama o kadar şiddetli ki muhafaza işe yaramıyor.

    Aslında bu tür yani devre kesme sırasında patlama olayları zaman zaman oluyor ama her zaman ölümle sonuçlanacak kadar şiddetli olmuyor. Uzun yıllardır kullanılan bu cihazların içinde rutubet biriktiği, onun da patlamalara yol açtığı şeklinde bir tanı var ve bu tanı bilirkişiler tarafından da doğrulanmış. Dolayısıyla kusur tespitinde insanlara yüklenebilecek bir kusur yok. Yani -o zamanlar henüz bilinmeyen tabirle- BP31’in fıtratı böyle.

    Ben de bu genel Kabul görmüş tanıyı kabullenmiş durumdayım: BP31’ler rutubet yapar, o halde sık sık içlerindeki yağlar değiştirilmeli, rutubetten arındırılmalıdır.

    O zamanlar, şimdiki gibi internet vbg bilgi kaynakları yok, genelde bilgi kaynakları o aletlerin broşürleri; ama onlar da yabancı dille yazıldığı için az sayıda kişi erişip okuyabiliyor.

    Bir tesadüf eseri bu cihazlara ait broşürü incelerken, devre kesiciyi tanımlayan iki önemli karakteristik olan kesicinin güvenli olarak kesebileceği akım şiddeti ve gerilim (Volt) yanı sıra üçüncü bir değer daha bulunduğunu gördüm: Kesme kapasitesi (interrupting capacity). O da neyi nesi?

    Bu kavramı ben bilmiyorum ama bilirkişi raporlarında da hiç rastlamamışım; birlikte görev yaptığımız mühendis arkadaşlarımdan da hiç duymadım. O zamanlar bilgi kaynaklarının en iyisi durumunda bulunan yabancı dildeki el kitaplarından birine bakınca bu kavramın o kitaplarda var olduğunu, ama henüz bizim oralara erişmediğini fark ettik. Ve biraz daha arayınca ortaya çıktı ki, patlayan BP31’ler rutubet nedeniyle değil Kesme Kapasitelerine uygun yerlerde kullanılmadığı için devreyi güvenli şekilde kesemiyormuş.

    Patlamayanlar ise ana güç kaynağı durumundaki 15,000/3,300 Voltluk trafolardan nispeten uzak -dolayısıyla da arada bir akım sınırlayıcı kablo uzunluğu bulunan- kesicilermiş.

    Bunun üzerine Akım Sınırlayıcı Reaktör denilen bir cihaz türünün bulunduğu ve bunların pekalâ işletme imkânlarıyla üretilebileceği ortaya çıktı. Bu trajik olayı anlatma nedenim, bir kavramın -ki bu olayda Kesme Kapasitesi- dilimizde bulunmayışı halinde, aynen büyücülerin olayları açıklamalarına benzer biçimde[1] o kavramla ilgili sorunları da anlamayıp yanlış tanımlanacağı ve sonucundaki trajedilere akıl dışı açıklamalar getirileceğidir.

    İkinci olay ise Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel yangını. Bu olayın ilgili olduğu eksik kavram ise Çıkar Çatışması şeklinde yanlış adlandırılan kavramdır. Çıkar Çatışması (competing Interests) dürüst ticari çatışmaları anlatırken, Kirli Çıkar Çatışması[2] (Conflict of Interest), bir hakkı korumak durumunda olan kişinin aynı zamanda bir çıkarın tarafı olmasıdır ve ahlâki açıdan sorunludur.

    Olayın özü, en üst idari makam olan ve daha alt idari kurumların (il özel idaresi, belediye, itfai müdürlüğü, özel denetim şirketleri vd) denetimlerini birleştirerek (ve eksiklerinin de müteselsil sorumluluklarını taşıyarak) bir sistem bütünlüğü içinde Denetim Otoritesi işlevi yapması beklenen Turizm Bakanlığının yöneticisinin (bakan), aynı zamanda otel üzerinden çıkar sağlamasıdır ve bu tam olarak bir Kirli Çıkar Çatışması’dır.

    Dilimizdeki kavram eksikleri sorununu kamuoyu gündemine taşımak amacıyla oluşturulan Kavram Mutfağının[3] amacı böylelikle daha iyi anlaşılabilecektir.

    Özet olarak denilebilir ki, “bir sorunla -enflasyon, Cumhuriyetin aşındırılması ya da dış güçlerin yıkıcı etkileri- karşılaşıldığında, ilk bakılması gereken yer hangi kavramların eksik olduğudur.” Bu yapılmadığı sürece bakanlar kendi kurumlarına mal satmaya ya da otel pazarlamaya devam edecekler; ölen insanların ölüm raporlarında ise (rutubet veya ışıklı yön göstergesi eksiği gibi) yanlış tanılar yer alacaktır.

    27 Ocak 2025


    [1] “Büyücüler ve Sistem Tıkanması” için bkz. https://tinaztitiz.com/3303

    [2] Kirli Çıkar Çatışması için bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi–conflict-of-interest–cikar-celiskisi

    [3] Kavram Mutfağı’nın misyonu için bkz. https://kavrammutfagi.com/hakkimizda

  • Otobiyografi kesiti-5: Bir Plaj Nasıl Kumlanmalı?

    EKIYıl 1972, yer Zonguldak. O günkü adı Ereğli Kömürleri İşletmesi (şimdi T.Taşkömürü Kurumu). Etüd-Tesis şubesinde mühendis olarak çalışıyorum.

    Bu şube, işletmenin ihtiyacı olan yatırımları yapmak üzere etütler yapıp, sonra da onların bir bölümünün uygulamalarını bizzat yapmakla yükümlü. Kısacası hem büro hem de şantiye işlerinden ibaret. Bu bağlamda çeşitli projeler için sıkça yabancı uzmanlar gelip gidiyor; bir bölümüne ben de katılıyorum.

    Bu arada -bilenler bilir- Zonguldak kıyıları tüm Karadenizde olduğu gibi denize dik bir yapıda; denize girebilecek plaj alanı neredeyse yok gibi. Bunlardan bir tanesi de -biraz zorlama ile plaja dönüştürülmüş Deniz Klübü. 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Zonguldak kömürlerini işletmek üzere kiralayan Yahudi girişimcilerin getirdiği çeşitli şirketlerin (büyük bölümü Fransız ve İngiliz, bir kısmı da Yahudi ve Ermeni küçük işletmeciler) ailelerinin ihtiyaçları amacıyla birazı doğal, çoğu da kayalıklar düzeltilerek kazanılmış bir plaj ve yanında da bir klüp binası.

    Fakat bir sorun Karadenizin haşin yapısı. Şu kadarını söylersem bu konuda bir fikir vermiş olurum. Denize kuş uçuşu uzaklığı en az 400 metre kadar olan bir evde oturuyoruz. Hemen deniz kısısında bir fener var ve mahalle de adını (Fener Mahallesi) bu fenerden alıyor. Denize dik inen sahilden 40-50 metre kadar yükseğe kurulmuş fenerin camlarının fırtına sırasında dalgalar tarafından kırıldığı söylenirdi; doğru mudur bilemem ama evimizin camlarına deniz sepkeninin geldiğini hatırlarım.

    İşte böyle bir denizde plaj yapmanın, kumdan oluşan bir sahili kış mevsiminde korumanın güçlüğü belli. Bu nedenle her yıl deniz mevsiminden önce mavnalarla kum getirilir ve sahile dökülerek yapay bir plaj oluşturulur ama daha mevsim bitmeden dalgalar kumları alır götürürdü. Bu nedenle de her sene daha çok kum dökülürdü.

    Zonguldak limanındaki kömür ve maden direği yükleme boşaltmasını sağlayan tesisler bir Hollanda şirketi tarafından yapılmıştır. Bu nedenle de zaman zaman oradan uzmanlar gelirdi. İşte sözünü ettiğim bu Hollandalı uzman da o münasebetle gelmiş bir liman uzmanıydı.

    Kendisini ağırlamak için Deniz Kulübünde bir öğle yemeği sırasında bu sürekli kumlama meselesini sorunca adam gülmüş ve bu şekilde kum dökmekten vazgeçmemizi öğütlemiş; “e peki ne yapalım?” diye sorunca da şu cevabı vermişti: “Kum dökmek doğru ama sahilde dik bir engel şeklinde kum yığınları oluşturduğunuzda dalgaların kinetik enerjisini boşaltacağı bir yer yapmış olursunuz ve o enerji sadece kumları almakla kalmaz, alttaki sağlam zemini de alır ve böylece her yıl daha çok kum döker ve kendi kendinize sahili kazmış olursunuz. Bu nedenle rüzgar ve akıntı durumuna göre belirlenecek sahilden uzak bir yere kum dökülür; dip dalgaları çok yavaş biçimde kumu sahile taşır ama doğa sizin yaptığınız gibi değil, bir kum duvarı oluşturmayacak eğimde sahili kumlar”.

    Gerçekten de sorunlarla baş etmenin en kötü yolunun “önüne doğrudan engel koyarak doğrudan çözmeye kalkışmak” olduğunu böylece anlamıştım. Acaba “plaj yapıyoruz derken sağlam sahili derinleştirme işini -birçok sorun alanında- kendimiz mi yaptık?”

    Sağlam sahil derinleştirme uzmanları”mız acaba tohum[1] konusuna bir de böyle bakarlar mı acaba?

    7 Şubat 2019

     

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2FumYIw