• “Büyük Sopa”

    Uçak gemisinin lakabı..

    Geçtiğimiz aylarda Marmarisi ziyaret eden ABD uçak gemisi Theodore Roosevelt de, o kıtada yaşayan insanlar gibi bir lâkap (kolay çağırmak için kullanılan, kişinin bir huyunu, bir özelliğini yansıtan bir adlandırma) taşıyor: “büyük sopa“.

    Bir gemiye verilmesi düşünülebilecekler içinde en son akla gelebilecek bu lâkap acaba neyin nesidir?

    T.Rooosvelt (1858-1919), ABD’nin 26. başkanı olup ABD siyasi tarihi açısından en önemli özelliği, başkan seçildiği 1901 yılına kadarki geleneksel dış politika paradigması olan (karışmam-karışmasınlar) politikasını değiştirip (karışırım-karıştırmam) ilkesini yerleştirmesidir.

    Bu dış politika ilkesini herkesin kolayca anlayabilmesini teminen söylediği ünlü sözü  yukarıda adı geçen uçak gemisine bu nedenle lâkap olarak verilmiştir: “yumuşak konuş fakat büyükçe bir sopa taşı; daha uzağa gidersin“!

    Böyle bakılınca geminin adı tam yerine oturmuyor mu?

    Dünya toplumlarını gelişmiş-gelişmemiş, ileri-geri gibi tanımlamak yerine, kendini koruyabilenlerkoruyamayanlar skalasında konumlandırmak daha doğru gibi görünüyor. Bu çizgide Türkiye’yi skalanın “koruyamayanlar” ucuna yakın bir yerlere yerleştirmek her halde pek yanlış olmaz.

    Toplum kendini hırsızlara, gaspçılara, provakatörlere, işbirlikçilere, kısacası iç ve dış tehdit öğelerine karşı koruyamıyor.

    Diyarbakır’da uç veren olayların nedeni olarak uzlaşılan nokta “provokasyon” oldu. Türkçe bir sözcüğün değil de  ne anlama geldiğini belki epey kimsenin bilmediği bir sözcüğün benimsemesi de ilginçtir.

    Böyle sözcükler kullanarak sorunları kitlelere açıklamak çoğu zaman işe yarayabilir: Toplumsal kargaşaların nedeni provokasyon, hayat pahalılığının nedeni enflasyon, ihracat güçlüklerinin nedeni deflasyon, medya yozlaşmasının nedeni sansasyon, işsizliğin nedeni otomasyon, kanserin nedeni radyasyon, doktor eksiğinin nedeni rotasyon ve bütün bunların nedenlerinin nedeni ise globalizasyon sonucu oluşan transformasyon!

    Peki bu provokasyon denilen şey neyin nesidir de hemen her hangi bir kanalla bize eriştiğinde çoluk çocuk ayağa kalkıyor? Bilmem ne TV Danimarka’dan yayın yapıyor bizimkiler yakıp yıkıyor; filan belediye başkanı kaşını kaldırıyor bankalar yakılıyor; hapisteki avukatıyla haber yolluyor bombalar patlıyor, bayram oluyor, cenaze oluyor kalkışma!

    Belli ki sorun iki uçlu: birisi provoke edilmeye teşne kitleler, diğeri ve çok daha önemlisi provokatörleri caydırabilecek olan ve TR’in “büyük sopa” ile sembolize ettiği, teknik adlandırmayla “koz” denilebilecek olan “yaptırım gücü” eksiğinde.

    Kadınla teması kültürel olarak kesik kesimlerde erkekler nasıl ki her ne görseler “cinsel açıdan provoke olma” nedeni sayarlar, bizde de her vesileyle kalkışan kesimler de belli ki bir şeylerin açlığı içinde kolaylıkla şiddete provoke olabiliyorlar.

    Birer canlı organizma olan insanlar gibi onların oluşturduğu toplumlar da gayet doğal olarak iç ve dış provokatörler tarafından sürekli tehdit altındadırlar. Bunu anormal bir durum olarak algılayıp boyuna Danimarka’lılara, Belçika’lılara, Amerika’lılara vs diş gıcırdatmak, kafalarına çuval geçirmek gibi -aptalca- hayallerle avunmak yerine, hangi yetersizliklerimizin bizi bu denli “tahrik edilmeye uygun” hale getirdiğini anlamaya çalışmalıyız.

    Medyada ve özellikle internette, çeşitli grup ve kişiler -bir bölümü de arkadaşlarım- uğradığımızı düşündükleri haksızlıklar karşısında köpürüyor, esip gürlüyor ve hattâ kendileri gibi esip gürlemeyenleri duyarsızlıkla (belki de kimbilir işbirlikçilikle) suçluyorlar. Ama bu “koz” konusunu (http://tinyurl.com/cssjbd2, http://tinyurl.com/brz2lv3, http://tinyurl.com/d3ac4dz, http://tinyurl.com/bvu3yw5)  anlamaya, anlaşılmasını sağlamak için çaba harcamaya da yanaşmıyorlar. Bunların içinde çok önemli  ve bu işi gerçekten anlaması gerekenler de var, hem de çok.

    Öz-savunma (bağışıklık) sistemi bu denli zayıf olarak yaşayamayız!

    Sonuçta bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin çıkarına olmayacak bir çatışmanın ve ardından da göçüşün içine doğru sistemik biçimde ilerliyoruz. Yapılmaması ve yapılması gereken birer şey aransa herhalde şunlar ilk sıraya oturtulmalıdır:

    • Neyin niçin olduğunu anlamaya çalışmalı ve “zaten” bildiğimiz kuruntusundan vazgeçmeliyiz.
    • Mikro-yaklaşımlarla (kepenk açma kapama, belediye başkanlarının abuk sabuk narsizm gösterileri vs) vakit kaybetmeyi bırakıp, büyük resmi görmeye ve bir yandan da bağışıklık sistemimizi oluşturacak omurgayı yani “koz yaklaşımı”nı anlayıp gerçekleştirebilmeliyiz.

    Sonuç..

    Sorunların “kim” tarafı ile uğraşmayı bırakıp, “nasıl” tarafına yönelmeli ve sorun çözme araçlarımızın kabiliyetini  yükseltmenin çarelerini bulmalıyız. Bunun karşısındaki en büyük engel okur-yazar kesimimizin “kim” tarafına takılıp kalmasıdır.

    Nisan 1, 2006

  • En sevilen dizilerimiz ve “saklı içerikleri”

    “Saklı içerik” deyimi medyada zaman zaman kullanılmaya başlandı. Açıkça verilmeyen, ama öyle olduğu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar net anlaşılan mesajlara “saklı içerik” deniliyor. Örneğin, okullardaki sınavlarda öğrencilerin başında bekleyen gözetmenler hiçbir şey söylemeseler de verdikleri mesaj, “siz kopya çekebilirsiniz, biz bunu engellemek için varız” biçimindedir ve bu durumdaki “saklı” içerik budur.

    Yalan söylemenin ayıp olduğu konusundaki açık mesajlarla beyni yıkanan çocuğa, evde telefonla arayan birisi için “şimdi evde yok deyiver” şeklindeki telkin ya da sigaranın zararları konusundaki sürekli propagandaya karşın sevilen bir dizideki esas oğlanın bir sigara yakıvermesi hep birer “saklı içerik”tir.

    Saklı içeriğin başlıca özelliği, öğretilmek için çabalananların aksine kolayca öğrenilmesidir. Okullardaki resmi müfredatın (açık içerik) öğretmek istediklerinin değil de, hiçbir yerde yazılı olmayanların kolayca öğrenilebilmesi bunu net olarak göstermektedir. (Saklı içerik konusuyla ilgilenenler, bu konuda birkaç yazı bulabilirler).

    Saklı içerik çoğu zaman bilmeden, farkında olmadan, bazen de propaganda uzmanlarının bilinçli olarak kullandıkları bir olgu ya da araçtır.

    TV dizileri içinde en çok izlenenler “Çocuklar Duymasın“, “Asmalı Konak” ve “Tatlı Hayat” imiş. İlk sıradakiler bunlar mıdır yoksa başka diziler mi öndedir, bu yazının konusu açısından hiç bir fark yaratmayacağını, zaman zaman da olsa izleyenler bilirler.

    Her üç dizide -ve diğerlerinde- toplum ortalamasının epey üzerinde bir yaşam düzeyine sahip aileler vardır. Aileleri daha iyi yaşam koşullarına öykündürmek açısından bu abartının bir yararı olduğu söylenebilir.

    Konuları, mesajları, mizah türleri gibi açılardan farklar taşıyan bu dizilerdeki çeşitli iş ve ev mekânlarında geçen sayısız sahne içinde tek ortak nokta vardır ve en kuvvetli mesaj da budur denilebilir: çalışmamak!

    Bu dizilerin -sanki sözleşmişler gibi- ortak saklı içerikleri “böylesine bir hayat için çalışmaya gerek yoktur” şeklindedir.

    Çocuklar Duymasın dizisindeki taş fırın erkeğini -ki bu kadar ilgisiz bir tip nasıl seçildi o da ayrı bir garipliktir- ve onun büro -ki galiba bir mimari bürodur- arkadaşını, bir defa dahi çalışırken gören var mıdır? Tüm yaşam, akşam yemeğinin kimlerde yeneceği, sonrasında nereye gezmeye gidileceği konusundan ve fısfıs İsmail denilen garip tipin kaba cinsel çağrışımlı şakalarından(!) ibarettir.

    İnsan kaynakları yöneticisi olduğu anlaşılan hanım ile onun sekreter kankasını hiçbir evraka ellerini dokundururken, bir damlacık çaba gösterirken gören var mıdır?

    Buradaki net “saklı içerik”, “ey insanlar, yaşam budur; çalışmanıza gerek yoktur; böyle yaşam çalışmadan olabilir” biçiminde değil midir?

    Tatlı Hayat dizisindeki kuru temizleyiciyi bir defa çalışırken gören var mıdır? “Böylesine bir yaşam sadece fırıldak düşüncelerle mümkündür” saklı mesajından başka kuvvetli mesaj alan var mıdır?

    Asmalı Konak’taki debdebeyi besleyen kaynak “çalışma” olmadığına göre nedir bilen var mıdır? Bunları uzatmak ve pembe dizilere kadar götürmek mümkündür (oralarda hiç olmazsa ara sıra yönetim kurullarında kararlar filan alınır).

    Aziz Nesin’i giderek daha iyi anlıyorum ve tepki toplayan yargısına karşı duyduğum ilk an tepkisinin ne kadar yersiz olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum ve korkuyorum.

    Medyanın ne denli bir etkileyici güç olduğunu bilmeyen kalmadı. İntihar etmeyi öğütleyen bir şarkının ardından köprüden atlayan, cinayet filmi seyredip aynısını uygulayan, tecavüz sahnelerini çocuk arkadaşları üzerinde uygulamaya kalkan bebeleri biliyoruz.

    Başlıca eğitim kaynağı TV -ve onun basılı türleri- olan milyonlarca insana sürekli biçimde “çalışmanıza gerek yok böyle yaşamanın yolunu bulun” mesajını veren kadrolar (senaristlerden başlayıp TV yöneticilerine kadar) rahmetli Nesin tarafından tanımlanan gruba mı yoksa Göring kategorisine mi giriyorlar? Yoksa her ikisinin de dışında bir üçüncü türe mi aitler?

    7 Eylül 2005

     

     

     

     

  • 3G teknolojisi ile goller, pizzalar ve fragmanlar ve daha neler !

    TV reklamlarından büyük bir sevinçle öğrendiğimize göre artık futbol maçlarındaki golleri (basketbol sayıları için henüz bir haber yok) cep telefonumuz üzerinden defalarca seyredebileceğiz. Müjde bununla sınırlı değil; bir pizzayı yemeden (defalarca), bir filmin fragmanını (yine defalarca) sinemaya gitmeden seyredebileceğiz.

    3G adı verilen üçüncü nesil cep telefonları, şimdikilere göre çok hızlı bir şekilde ses, resim ve müzik iletebilecek. Böylece gençlerimize yepyeni bir dünya kapısını açıyor (bu yolla oluşacak büyük telefon masraflarını ise kredi kartı, kredi kartı borçlarını ise ikinci, üçüncü ilh kredi kartlarıyla ödeme imkanı doğacak).

    Bu müjdeli günleri -övünmek gibi olmasın- evvelden tahmin eden birisi olarak 2002 yılında yazdığım bir mektubu sizlerle paylaşmak istedim. Gerçekte amacım ise -şaka bir yana- GSM operatörlerimize bu yolla da bir çağrı yaparak, mesleksiz, işsiz ve ümitsiz gençlerimizin gol, pizza ve fragman ihtiyaçlarını bir süre erteleyerek, bu teknolojiyi yararlı bir biçimde kullanmaya özendirmek.

    Mektubu, noktasına virgülüne dokunmadan aşağı alıyorum.

    17 Temmuz 2009

     

    Sayın Ahmet METE

    Genel Müdür V., ERICSSON

    Spring Giz Plaza, Kat 14 – Maslak / İSTANBUL

    Pazartesi, 11 Şubat 2002

    Sayın Mete,

    Geçtiğimiz haftalarda, şirketiniz elemanlarından dostum Dr.Mustafa AYKUT’un davetiyle katıldığım WCDMA sunumu için sizlere teşekkür etmek, Creaworld konsepti ve uygulaması konusundaki önderliğiniz için kutlamak ve bir yandan da bir işbirliği önerimi size iletmek için bu mektubu yazıyorum.

    Prensip itibariyle size uygun göründüğü takdirde ayrıntıları üzerinde çalışılabilecek olan önerimi ve dayandığı varsayımları kısa başlıklar halinde not ediyorum:

    Herhangi bir teknolojinin bir topluma değer katabilecek şekilde kullanılabilmesi ve böylece de uzun dönemde bu değerden kendisinin de pay alabilmesi -ki sürdürülebilir gelişme budur- için:

    1. O teknolojinin kullanımına özgü ve içine gömülü (embedded) durumdaki toplumsal değer, alışkanlık ve becerinin mevcut olması,
    2. O teknolojinin, toplumun öncelikli ihtiyaç alanlarındaki kullanımına yönlendirilmesi

    gerekir -diye düşünüyorum-.

    Örneğin GSM teknolojisine bu ilke ışığında bakıldığında, penetration oranının bu denli yüksek, ama yararlılık düzeyinin de bu denli düşük olması, ancak bu ilkenin yeterince yerine gelemeyişi ile açıklanabilir görünmektedir.

    Örneğin, cep telefonu gibi bir aletin en derin ihtiyaç hali olan doğal afet durumunda pek bir işe yaramamış olması, (a) da değinilenlerin eksikliği ile yakından ilgili görünüyor..

    Dünyanın başka yerlerinde bu iki ilkeye dikkat edildiğinde yaşamı kolaylaştırıcı, insanlık ideallerine erişmede yardımcı olabilen GSM teknolojisi, Türkiye’de bugüne kadar bir “muhabbet” aracı olmaktan pek uzağa gidememiştir.

    WCDMA teknolojisi, bugünkü değerlerimiz, alışkanlıklarımız ve becerilerimiz ışığında cep telefonlarından daha öte bir yarar sağlayamayacak gibi görünmektedir.

    Nitekim, II Dünya Savaşı sonrasında ekonomik açıdan zayıflamış, değerler açısından erozyona uğramış ve büyük bir kitlenin işsiz kaldığı ABD’de toplumsal dönüşüm TV yoluyla sağlanmış, bugünkü dünya liderini bir anlamda TV yaratmıştır.

    Aynı TV -hem de çok daha üstün teknoloji ve penetrasyon ile- bugünkü Türkiye’de pek az işe yarayabilmektedir. Bu denli az değer üretecek biçimde kullanılan TV ise dönerek hem yayıncılık, hem yapımcılık, hem de TV elektroniği sektörlerine kâr getirmemekte, bütün bu sektörler sürekli zarar etmektedirler. Toplum ise bu zararları çeşitli yolsuzluk türleri yoluyla geriye ödemektedir.

    Benzer şekilde WCDMA teknolojisi desteğinde, futbol maçlarındaki gollerin tekrar izlenmesi, film fragmanlarının izlenmesi, internet üzerinden “görüntülü muhabbet” gibi alanların dışına çıkabilecek uygulamaların pek sınırlı kalacağını tahmin edebiliyorum.

    Bu tahminlerden sonra, dünya için gerçek bir devrim ve Türkiye için de derin bir ihtiyaç alanını gündeme getirmek istiyorum. Bu alan, “geleneksel eğitim”in yerini alma yolunda hızla ilerleyen “öğrenme” olgusudur. Learning Based Education bu alandaki tek norm olmaya doğru gitmektedir.

    Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994 yılından bu yana -özellikle de öğrenmeye dayalı olarak- eğitim projelerinde bilgi birikimi üretmiş bir vakıftır. Vakıf tarafından üretilen bilgilerin bir bölümü yukarıdaki web sitesinde yer almaktadır.

    Nüfusunun %40’ı 25 yaş altı genç insanlardan oluşan ülkemizin bugün ve gelecekte en çok ihtiyaç duyacağı teknoloji -ki bunlara soft-teknolojiler [1] diyebiliriz-, kendi dışındakilerin onun adına yararlı olacağına karar verdiği konuların öğretilmesi yerine geçecek olan şu soft-teknoloji alacaktır.

    “kendi belirlediği ihtiyaçlarını:

    • kendi öğrenme hızında,
    • kendi öğrenme stiline uygun olarak,
    • kendi uygun gördüğü zamanlarda ve de
    • içinde bulunabileceği çeşitli gerçek yaşam durumları içine gömülü olarak öğenebileceği ortamlar –learning climates– yaratılması”

    Bu tür öğrenme ortamları dünyada giderek yaygınlaşmakta ise de, buna en çok ihtiyaç olan ülkenin Türkiye olduğu aşağıdaki grafikten görülmektedir:

    Bu argümanlarıma dayanarak size bir öneride bulunmak istiyorum: Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994’den bu yana eğitim -özellikle de öğrenmeye dayalı eğitim- konusunda çalışmaktadır.

    Eğitim konusunda çalışan diğer kurumlardan farklı olarak, kişilerin eğitsel ihtiyaçlarını belirlemede ve de gidermede olağanüstü bir genetik beceriye sahip olduklarına, bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine, belirledikleri öğrenme ihtiyaçlarını giderebilecekleri ortamlar yaratmaya çalışmaktadır.

    Bu yaklaşım, çoğunluğun alışkın olduğu “öğretme” yaklaşımına zıttır ve bu nedenle de topluma anlatılması güç olmakta, destekleme imkânı olan kuruluşlar da -potansiyel sponsorlar-, gerçek ihtiyaçlara pek cevap vermese de, topluma daha kolay “satılabilecek” olan içeriği zayıf-kabuğu parlak projeleri desteklemeyi tercih etmektedirler. Biz vakıf olarak ise, israrla, açıkladığımız yaklaşımı yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.

    WCDMA teknolojisi, mükemmel bir öğrenme ortamı olabilir. Hele günümüz bilgi kaynaklarının giderek digital ortamlara aktarıldığı dikkate alındığında, Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir kişinin tek başına, istediği herhangi bir beceriyi kazanması mümkün görünmektedir.

    Size önerim, bu konuda ERICSSON – BEYAZ NOKTA® VAKFI arasında bir stratejik işbirliğidir.

    Bu işbirliği sürecinin çeşitli evrelerinde ortaya çıkacak olan öğrenme ürünlerinin (learning products), ERICSSON lehine önemli bir rekabet avantajı sağlayacağı açıktır. Her ne kadar diğer rakipleriniz de benzer uygulamalar yapmaya teşebbüs edecekler ise de, hem erken yola çıkmış olmak, hem de sağlam bir bilgi tabanı ile birlikte olmanız dolayısıyla daima bir avantaj farkını koruyabileceksiniz.

    Kısa tutmaya niyetlenmekle birlikte yine de uzattığımı farkettiğim mektubumdaki ana fikir ile mutabık iseniz geri kalan kısımlar ayrıntı sayılabilir. Burada “ayrıntı” sözcüğünü dikkatle seçtim. Çünkü, WCDMA gibi ileri bir hard-teknoloji ile “öğrenmeye dayalı eğitim” gibi bir soft-teknoloji evliliği yalnız Türkiye açısından değil global açıdan bir “sıçrama” sayılabilecektir. Bu yüzden geri kalan kısmına ayrıntı diyorum.

    Önerimi düşündükten sonra görüşmeyi isterseniz beni aşağıdaki iletişim bilgilerim aracılığı ile lütfen haberdar ediniz.

    Bu vesile ile işlerinizde başarılar dilerim.

    Saygılarımla,

    M.Tınaz TİTİZ