-
May 25 2012 Çözümler sorulardadır!
Bir toplantı dizisi
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı [1], ilginç bir toplantılar programı başlattı. “Beyaz Nokta Soruları” adlı bu toplantılar, şimdilik her ay Ankara ve İstanbul’da yapılacak. 28 Mart’ta Ankara’da ilki yapılan toplantının ikincisi 11 Nisan’da İstanbul’da düzenleniyor. Yakında İzmir’de üçüncüsünün düzenleneceği planlanıyor.
Enerjimiz nereye gidiyor?
Bu toplantıların özü şu varsayıma dayanıyor: Türkiye, iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için çaba harcıyor; bu nedenle de giderek ağırlaşan sorun stokunun altında eziliyor.
Sorun çözerek gelişebilecek olan sorun çözme kabiliyeti ise bu nedenle gelişemiyor, bu bir olumsuz sarmal biçiminde Türkiye’yi sıkıyor ve sıkıyor. Sorunlarını iyi tanımlayabilen toplumlar ise onları çözdükçe sorun çözme kabiliyetleri giderek gelişiyor.
İyi tanımlanmış sorun, hakkında “yol açıcı” sorular üretilebilmiş sorunlardır
Bu cümleden hemen anlaşılabileceği gibi iki tür sorudan birisi “yol açıcı” ya da doğurgan, diğeri ise “kısır” sorulardır.
Tanım olarak “kısır” sorular, birçok soru’nun bir araya getirilip paketlenmiş halidir ve paket içindeki her bir soru’nun ayrı cevapları olabileceği için de çözüm yolu göstermez, aksine akıl karıştırır.
“Cumhurbaşkanı kim olmalı?”, “başmüzakereci kim olmalı?”, “AB’ye nasıl gireriz?”, “trafik terörü nasıl önlenir?” gibisinden onlarca soru birer pakettir ve sadece akıl karıştırmaya yararlar.
İlk toplantı konusu: Eğitim sorunları!
Ele alınan sorun, hemen herkesin yakından ilgilendiği “eğitim sorunları” idi. Eğitimciler, bürokratlar, STK mensupları, dergi yazarları gibi kişilerden oluşan 18 katılımcıya yöneltilen istek şöyleydi: “Eğitim sorunları” ya da “eğitim çıkmazı” olarak ifade edilegelen sorunun çözümüne yol gösterebilecek en iyi 5 soruyu bulmak üzere, yaklaşık 10’ar sözcüklük sorular üretiniz.
131 adet soru
Katılımcılar, bir beyin fırtınası oturumunda bu isteğe karşı 131 soru ürettiler. Kendilerinden -hiçbir sınırlama olmaksızın-, “eğitim sorunları” denilen sorunlar yumağının iyi tanımlanabilmesine yarayabilecek akıllarına gelebilecek her türlü soruyu sormaları istenmişti.
Soruların bir bölümü hemen akla gelebilecek klasik sorulardı. Örneğin:
- Sistem, soru sormayan bir toplum mu ortaya çıkarıyor?
- Okullar nasıl öğrenci dostu haline getirilir?
- Sanat öğretilmeli mi sevdirilmeli mi?
- Ailenin eğitimdeki yeri nedir? gibi.
Bir bölümü ise sarsıcıydı:
- Merak nasıl yok edilir?
- İnançlar soru sormayı engelliyor mu?
- Okul kantinlerini zorba paragözlerin elinden nasıl kurtarırız?
- Öğrenmede öğreticiye duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
- Bilmemiz istenenler gerçekten bilmemiz gerekenler midir?
- Niçin hep yabancı akreditasyon sistemleri var?
- M.E.B.’nın adı ne zaman Milli Öğrenme Bakanlığı olacak?
gibi.
İki aşamalı süzme
Bu soruları, içlerindeki yol açıcı soru motiflerini kaybetmeden 5’e indirmek için ilk aşamada 5 ayrı grup tarafından 5’er soruya süzülmesi (seçerek ve/ya birleştirerek) istendi. Sonra da, 5 grubun sözcüleri bir uzlaşma pazarlığı ile 5×5=25 sorudan nihai 5 soru üzerinde karar kıldılar.
Aşağıdaki tabloda grup soruları ve nihai uzlaşı görülüyor:
Soru 1
Grup 1. Merak, ilgi ve yaratıcılığı köreltmemek ve geliştirmek için ne yapabiliriz?
Grup 2. Bilim, sanat, yenilikçi ve yaratıcı düşünce eğitim sürecinde nasıl geliştirilir?
Grup 3. Eğitimin amacı ve eğitimde devletin, okulun, öğrenci ve velinin rolleri ortak akılla nasıl belirlenir?
Grup 4. Eğitimin amaçları neler olmalı?
Grup 5. Bilgi dogmaların barajını nasıl aşacak?
Soru 2
Grup 1. Öğreticiyi öğrenme danışmanına nasıl dönüştürebiliriz?
Grup 2. Eğitimin yaşam boyu devam etmesi gerektiği düşünüldüğünde, eğitimden kim, hangi ölçüde sorumlu olmalıdır?
Grup 3. Eğitim, soru soran, merakı ve yaratıcılığı geliştiren şekilde nasıl gerçekleştirilir?
Grup 4. Merak nasıl geliştirilir?
Grup 5. Çocukların çok yönlü (Bilim, sanat sosyal) yaratıcılıklarını söndürmeyen “Eğitim Sistemini” nasıl şekillendirebiliriz?
Soru 3
Grup 1. Bilgiyi toplumda yükselen bir değer yapmak için ne yapmalı?
Grup 2. Ülkemizde, eğitimin tüm kademelerinde niceliğe neden nitelikten/ kaliteden daha fazla önem veriliyor?
Grup 3. Eğitimde bilim, teknoloji ve maddi kaynaklar etkili bir araç olarak nasıl kullanılmalı?
Grup 4. Kişi eksik ve yanlış anlamasını nasıl azaltabilir?
Grup 5. ‘Eğitim’deki her türlü (cinsiyet, bölgesel, etnik köken, inanç, bedensel engel,ekonomik) ayrımcılığı nasıl yok edebiliriz?
Soru 4
Grup 1. Eğitimde kalite nasıl tanımlanmalı ve nasıl akredite edilmeli?
Grup 2. Kadın eğitimindeki engeller nelerdir? Nasıl kaldırılabilir?
Grup 3. Eğitim yoluyla toplumda bilim kültürü nasıl yaygınlaştırılır?
Grup 4. Bilgiyi kullanabilmeyi nasıl öğreniriz?
Grup 5. Yaşayan Öğrenme”Duvarsız okul” (müzeler,fabrikalar,toprak,hayvanlar) yöntemlerini nasıl geliştirebiliriz?
Soru 5
Grup 1. Yaşama dayalı ve yaşam boyu öğrenme bilinci nasıl kazandırabilir?
Grup 2. Eğitimde; demokrasi, insan haklarına saygı hoşgörü vb. değerleri benimsemiş bireyler nasıl yetiştirilir?
Grup 3. Öğrenmeyi hayatın bir parçası haline nasıl getirebiliriz?
Grup 4. Öğrenmede başkasına duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
Grup 5. Eğitimin amacı toplumun maddiyata, statüye, başarıya odaklı değerlerine mi hizmet etmeli?
Genel uzlaşıyla belirlenen 5 soru
Sou 1: Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?
Soru 2: Eğitimin amacı ne?
Soru 3: “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?
Soru 4: Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?
Soru 5: Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?
Bu beş soruya dikkat ediniz!
Soruların numaralanması rastgeledir, önemleriyle ilgili değildir. Fakat her biri, eğitim sorunlarına çözmek bir yana toplum sorunlarını çözmek isteyenlere net birer yol göstericidir.
“Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?” sorusunun -herhangi bir platformda- sorulduğunu bugüne kadar ben duymadım. Ya da “yaratıcılığı nasıl yok ettiğimizi“, “eğitimi bırakıp öğrenmeye nasıl geçeceğimizi“, “eğitimi niye yaptığımızı” soran bir soruyu duyan var mıdır?
Aksine, Türkiye, bunların cevaplarını bildiğini, ama bir türlü bu yanıtları benimsetip öğretemediğinden yakınanlarla doludur.
Bu sorular, eğitimin kendi uzmanlığı olduğunu savunanların oturup derin derin kendilerini, rollerini, uzmanlıklarını düşünmelerini gerektiriyor.
O zaman bir soru gündeme geliyor!
Sayısı bilinmeyen kurullar, şuralar vs neyi sorgular, hangi soruların yanıtlarını ararlar? 18 kişi 2 saat çalışıp bu denli sarsıcı -ve gerçekten yol gösterici- sorular üretebiliyorsa, kurullar ve şuralar kim tarafından belirlenen soruların yanıtlarını arıyorlar? Ya da soruların mı yanıtlarını arıyorlar yoksa tanımlanmamış sorunlara çözüm mü arıyorlar?
3 Nisan 2007
-
May 25 2012 Geliniz şu “ezber” konusuna tekrar bir bakalım. Yoksa Malatya, Trabzon ..?
Liebig’in Minimum Yasası[1]
Justus von Liebig, 19. yy’da yaşamış bir kimyacıdır. Kendi adıyla bilinen bir yasa –Liebig’in Minimum Yasası– onun, bugün bile bilinir olmasını sağlamıştır.
Yasa şöyle diyor; “bir bitkinin ihtiyacı olan çeşitli besin maddelerinin topraktan emilebilecek azami miktarı, bunlardan en eksik olanın eksikliği oranında olabilir”.
Yasa sosyal organizmalar için de geçerli!
19. yy’dan bu yana, yasanın sadece bitkiler için geçerli olup olmadığı irdelenmiş ve sosyal organizmalar için de geçerli olabileceğine ilişkin çalışmalar yapılmıştır[2].
Yani!
Dikkati çekmeyebilecek kadar önemsiz görünümlü bir öğe, büyük bir sistemin nasıl davranacağını belirleyebilir.
Trabzon’da, İstanbul’da, Malatya’da meydana gelen ve bundan evvel birçoğu da unutulan vahşet olaylarına, kriminal olayların kalıp mantığı (kimin çıkarı var vs) yerine Liebig Yasası uyarınca bakılırsa, hiç kuşkulanmadığımız kimi öğelerin birinci derecede belirleyici oldukları ortaya çıkabilir.
Mesela tamamen benzer iki çocuk olsa!
Tek yumurta ikizi iki çocuk, aynı okullara gitseler ve toplum içine birbirinin tamamen aynı iki kişi olarak katılsalar. Aralarındaki fark sadece, ilkokuldaki öğretmenlerinin iki çocuğu şu iki farklı öğretiyle yetiştirmesi olsa:
Öğreti 1 – “Doğrular tek ve mutlaktırlar, yere ve zamana göre değişmezler”
Öğreti 2 – “Tek ve mutlak doğrular yoktur, yere ve zamana göre değişebilirler”
Acaba bundan sonrası ne olur?
Doğruların tekliğine ve onların değişmezliğine yürekten[3] (by heart, par coeur, ez-ber) inanmış birinci kardeş, doğrularını yayıp benimsetmeyi, bu doğruların dışındaki doğruları savunanlarla mücadele etmeyi ve farklı doğruları savunanlara duyduğu öfkenin düzeyine bağlı olarak çeşitli “yola getirici” ve gerekirse “cezalandırıcı” eylemlere girişmesi bir sürpriz midir?
En iyi (denilen) okullarımıza bakınız!
Şimdi geliniz bir okullarımıza bakalım. İlköğretim ya da yüksek öğrenim hiç farketmez. Ama Şırnak’ın köy okullarına değil İstanbul’un en pahalı, ilanlarına daima “biz” diye başlayan, Atatürkçü nesiller yetiştirdiğini iddia edenlerine bir bakalım.
“Ezbersiz eğitim” söyleminin gündeme geldiği yaklaşık 10 yılı aşkın süredir, “biz zaten ezber yaptırmıyoruz” diyenlere.
Bu okulların tamamının (yanlış okumadınız tamamının) “ezber” sözcüğünden anladıkları, bilgilerin bellenmesidir. Bilgiye çeşitli yollarla erişilmenin kolaylaştığı günümüzde onların zaten bellekte tutulması söz konusu değildir.
Aslolan nedir?
Asıl önemli olan bilgilerin, kişinin kendi organik belleğinde mi, defter kitap ortamındaki bellekte mi yoksa bilgisayar belleğinde mi tutulduğu değildir. Önemli olan bu bilgilerin doğruluklarının tekliği ve mutlaklığı (yere ve zamana göre değişmezliği) konusunda kafalarda daima aydınlık durumda bir soru işaretinin bulunup bulunmadığıdır.
Sık sık öğrenim görmüş olmakla özdeş tutulan “aydın” kavramının, aslında bu aydınlık soru işareti olarak anlaşılması ve öğrenim görmüş yobaz kavramının da böylece bir anlam kazanması gerekmez mi?
Meseleye böyle bakıldığında, biz ezber yaptırmıyoruz diyen okullarımızın hiç birisinde (evet hiç birisinde) doğruların tek ve mutlak olmayabileceğinin konu edilmediğini, böyle bir konunun kavram dağarcıklarında dahi bulunmadığı acı acı görülür.
Peki ya aileler?
Bir an için, ezberin gerçek anlamını kavrama zahmetine girmiş, hatta bununla da yetinmeyip bunu eğitim ilkesi olarak benimsemiş bir okulun ortaya çıktığını varsayalım. Acaba ne olurdu?
Olacak olan, tüm ailelerin (evet tümünün) birleşip o okulu şikayet etmeleri, bununla da yetinmeyip o okuldan öğrencilerini derhal aldırmalarıdır.
Üçgenlerin iç açılarının toplamlarının her zaman 180 etmeyebileceği, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın her zaman onları birleştiren doğru olmadığı, noktalama işaretlerinin her zaman doğru kullanılması gerekmediği, sürtünme katsayısının sabit olmadığı ya da bir şeyin aynı anda iki yerde birden var olabileceğini tartışan bir okul veliler tarafından ateşe verilmez de ne yapılır?
Böyle yetiştirilecek çocukların dengesiz, doğruları bulunmayan, vatan haini, din düşmanı birer kişilik haline geleceği bu ailelerin şikayet dilekçelerinde ortak nokta olmaz mı?
Çocuklarımız, onları yetiştirdiğimiz gibi davranıyorlar
Çocuklarımız, kendi farklı doğrularını yaymaya çalışanlara karşı -ki onların da ezberle yetiştikleri benimseticiliklerinden bellidir- eylem yapıp onları kesip doğruyorlar.
Girişimcilerimiz kendi doğrularını üretip ayakta kalabilmek için kaçak elektrik, kaçak mazot, sigortasız işçilik vb girdilerden yararlanıyorlar. Kendi doğruları dışında -ki ona da yaratıcılık diyorlar- doğruların olabileceğini bilenlerle rekabet etmede giderek zorlanıyorlar.
İnsanın ya akıl ya da sezgileri tarafında olabileceğini ezberlemiş laikçi ve dinci kesimler alabildiğince çatışıyorlar..
Velhasıl, çocuklarımız aynen onları yetiştirdiğimiz gibi ezberlemiş birer yetişkin olarak yaşıyor ve kendi ezberleyen çocuklarını, ezberlemiş öğretmenler, ezberlemiş öğretmen eğiticileri ve ezberlemiş siyasetçilerin yasal destekleri altında yetiştiriyorlar.
Reform budur?
Eğer birileri bu çıkmaz yolu görür ve doğruların (ama tüm doğruların) sorgulamaya açık olmaları gerektiğini farkeder ve bunu haykırabilirse bu yoldan dönülebilir.
Aksi halde okul binası yaptırmak, onlara çanta dağıtmak, okul saati dışında eğlendirmek, Atatürk’ün adını sevdirmek gibi işleri eğitim, eğitim reformu, çağdaş eğitim gibi adlandırmalarla servis etmeye devam ederse müstahak olacağımız yere varacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır; bunda da yanlış bir yön yoktur.
22 Nisan 2007, Pazar
-
May 25 2012 Bir söyleşi: Kamu Yönetiminde Kalite
Ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilme de kamu yönetiminin oynadığı rol nedir? Türkiye’de bu durumun pek de parlak olmadığı aşikar. Sizce kamu yönetimi neden çerçevesini kıramıyor?
Bir an için, kamu yönetimlerinin tüm birimlerinde görevli üst, orta ve alt yöneticileri ve hatta bununla da yetinmeyip tüm kadroları, zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki açılardan 6 sigma kalitesinde insanlarla değiştirdiğimizi varsayalım. Bunun olup olamayacağı değil, yapılabilirse ardından neler olabileceğini tahminlemeye çalışalım.
İlk olacak olanlardan birisi muhtemelen, bu insanların kendi birim ya da kurumlarıyla ilgili mevzuatı gözden geçirip, kamunun genel çıkarları açısından doğru olmayan kuralları kaldırmaya çalışmalarıdır.
Çünkü Kural Kirlenmesi (regulation pollution) [1] kamu yönetimlerini çıkmaza sokan önemli etmenlerin başında gelmektedir.
Ancak ilk büyük gürültü buradan çıkacak ve her kaldırılmak istenilen kuralın ardındaki haksız çıkar grupları, bu işe girişenler aleyhinde bir karalama kampanyası başlatacaklardır.
6 sigma kamu kadroları bir yandan da yeni kurallar ihdas etmek için siyasi kadrolardan destek isteyeceklerdir. Halbuki haksız çıkar grupları siyaset içinde de örgütlenmiş olacakları için burada da sorunlar çıkacaktır.
Özet olarak, bu kaliteli kamu yönetimi kadroları bir süre sonra toplumun önemli bölümünce dışlanır hale gelecektir. Çünkü toplumun büyük bir bölümü şu ya da bu yolla bu tür haksız çıkar grupları ile -doğrudan veya dolaylı olarak- etkileşim içindedir. Üstelik bu yeni bir uygulama olmayıp asgari 600 yıllık bir geçmişi vardır.
Bu kısa akıl yürütmeden hemen çıkarılabilecek bir sonuç, sorunun bütünden yalıtılıp yalnızca kamu yönetiminin kalitesini artırarak çözülemeyeceğidir.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi ise, halkı içine almayan, halkın zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki dokusu’nu dikkate almayan bir yaklaşım demokrasi olamaz. Adına “Nitelik Dokusu” [2] diyebileceğimiz kalite düzeyi halkı da kapsar şekilde anlaşılmadıkça ve halk da kendini “emredilenleri yapan kullar” olarak görmeye devam ettiği sürece, bütünün parçaları üzerinde yapılabilecek reformların bir yararı olamamaktadır.
Dolayısıyla kırılamayan çerçeve sadece kamu yönetimine özgü olmayıp, toplum bütününün nitelik dokusu yetmezliğinin giderilemeyişidir.
Çözüm ise sorunun bu şekilde tanımlanmasıyla görünür biçime gelmektedir. Her ne yapılacak ise bütünü (yani halkı) içine alan biçimde tasarımlanmalıdır.
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu konuda önerdiği projeler vardır ve 1994’den bu yana çeşitli kanallar kullanılarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu projelerle tanımlanan çözüm araçlarının sayısı çokça ise de bunlardan ikisinin son derece etkili olduğunu söyleyebilirim: bunlardan birisi Seçkin Tavır Ağları adı verilen yaklaşımdır ve kısaca şudur:
Toplum bütününün -yani 70 milyon bireyin-, nitelik dokusu’nun 4 öğesinin (zihinsel yetkinlik, bilişsel yetkinlik, ruhsal sağlık ve ahlaki yetkinlik), normal dağılım uyarınca dağıldığı kabul edilebilir.
Yani içinde, zihinsel yetkinlik açısından “süper” olanlar ile, “çok geri” olanlar ve bu ikisi arasında da çeşitli tonlarda griler bulunacaktır.
Benzer şekilde, eğitilmişlik açısından ya da ruhsal sağlık açısından da iki uç ve arasında griler vardır.
Ahlaki açıdan da “ahlak abidesi” ve “ahlaksızlık abidesi” arasında gri ahlaklı olarlar bulunacaktır.
Ayrıca bunların ikili, üçlü, dörtlü kombinezonları da söz konusu olabilecektir. Örneğin, zihinsel ve bilişsel yetkinliği (süper), ruhsal sağlığı yerinde fakat ahlaksız kişiler olabileceği gibi; yüksek ahlaklı, sağlıklı, yüksek eğitimli ama aptal insanlar da bulunabilecektir [3].
Buna göre, toplumu oluşturan çeşitli kesimler (sanatçılar, zenaatkarlar, tüccarlar, sanayiciler, öğretmenler, akademisyenler, bürokratlar ve bunların daha alt kategorileri) içinde, normal dağılımın seçkin nitelik denilebilecek taraflarında yer alanları bir araya getiren ağ’ların oluşturulması ve bunun kamu yönetimlerince desteklense de bizzat o kesimlerin kendilerince yapılması, Seçkin Tavır Ağı denilen çözüm aracını oluşturmaktadır.
BNGV®, SÖZ adı verilen kampanya ile, sürücüler için böyle bir Seçkin Tavır Ağı oluşturmaya çalışıyor. Böylece 5 temel trafik kuralına zaten uymayı -herhangi bir yasal zorlama olmasa dahi- bir yaşam biçimi olarak benimsemiş sürücüler, araçlarının camlarına birer yapışan (sticker) koymaktadır. Üzerinde görünür biçimde SÖZ yazan bu yapışanları araçlarında taşıyan sürücüler, birbirlerini tanımasalar dahi benzer etik güvence ağına ait olduklarını bilmektedirler.
Toplumda, doğru duruş sergileyen insanların başlıca ihtiyaçları yalnız olmadıklarını bilmektir. Seçkin Tavır Ağları bunu sağlamaktadır.
Bu çözüm aracının yalnızca trafikte değil, örneğin (kopya yapmayan öğrenciler), (ezber yaptırmayan öğretmenler), (karısını dövmeyen erkekler), (rüşvet almayan bürokratlar), (rüşvet vermeyen sanayiciler), (imkanlarını seçim bölgesine aktarmayan bakanlar) gibi çeşitli toplum kesimlerinin uygulamaları halinde toplumun nitelik dokusu tedrici olarak düzelmeye başlayacak, bir diğer deyişle bu seçkin tavır ağları toplumun geri kalan kesimleri için birer rol modeli olmaya başlayacaktır.
Bu yaratıcı çözüm aracı bir yanda, her yıl trafikte, bir savaşta kaybedilen kadar insanını telef eden Türkiye’de SÖZ kampanyasını destekleyen bir otomotiv ya da taşımacılık kuruluşu yoktur. İşte sorun da bu noktadadır. Varlığını kendini ve birbirini övmeye bağlamış kesimler bu kampanyaya ilgi göstermese de vakıf kendi kaynaklarıyla 4 yıldır yaygınlaştırma yapmaktadır.
BNGV’nin, toplumun bütününü saran çözüm araçlarından bir diğeri, Öğrenme Evleri® adı verilen kavramdır [4].
Tüm bireylerin en yüksek yetkinliğinin öğrenebilirlikleri olduğunun görülmesi ve bu konuda 2003’ten bu yana yapılan deneysel çalışmaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine küçük illerde birer tane, büyük illerde birden fazla ÖğrEv® kurulması planlanmıştır.
Kısaca açıklamak gerekirse, ÖğrEv’lerde uygulanan seminerler yoluyla bireylerin donmuş bulunan öğrenebilme yetenekleri harekete geçirilebilmekte ve kendi belirledikleri amaçları gerçekleştirme yolunda birer plan hazırlayıp uygulamaktadırlar.
Bu proje kapsamında şu ana kadar 2 ÖğrEv® açılmıştır. Birisi Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi, diğeri ise İzmir Melahat yılmayan Öğrenme Evi’dir.
25 ilde daha açılması planlanan ÖğrEv’ler için sponsorlar aranmaktadır.
Kavramları yeniden tanımlamak çözüme katkı sağlar mı?
Kavramların yeniden tanımlanması değil ama kavramların tanımlanması ve bu yolla toplumda bir ortak kavram tabanı oluşturulması büyük yarar sağlayabilecek bir girişimdir. Tanımlanmış kavramların yeniden tanımlanarak arzu edilen kavramları içerecek hale dönüştürülmesi ise bu birinciden tamamen farklı bir eğilimdirve kuşkusuz doğru değildir.
Toplumumuzun çok sayıdaki “hayalet sorunu”nu doğuran az sayıdaki “kök sorun”dan birisi de “toplumumuzun bir ortak kavram tabanı oluşturamamış oluşu”dur [5].
Siz bir süreden beri Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı olarak farklı bir proje üzerinde çalışıyorsunuz. Toplumun sorun çözme kültüründe farklı bir yaklaşımı uygulamaya sokmak için farklı illerde çeşitli toplantılar düzenliyorsunuz? Burada amaç toplumun sorun çözme pratiğinde pek de yeri olmayan “soru sorma kültürüne” olumlu bir katkıda bulunmak ve doğru sorulara dayalı cevaplar üretmek….
Konuyu biraz açarsak, ne tür bir geri dönüşüm bekliyorsunuz? Bugüne kadar düzenlenen toplantılarda neler oldu? Nihai hedef ne? Tüm bunları yaşamda kalite bağlamında değerlendirirsek özetle neler söyleyebilirsiniz?
1994 yılından bu yana, toplumumuzun sorun çözme kapasitesi bağlamında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında net olarak belirlediğimiz bir nokta, sorun çözme süreçlerinin “sorunu tanımlama“, “sorun için alternatif çözümler geliştirme” ve nihayet “sorunların paydaşları arasında bir uzlaşı sağlayarak alternatiflerden birisi üzerinde karar kılma” aşamalarından oluşan sorun çözme sürecinin ilk ve en önemli adımı olan “tanımlama” aşamasının yeterince önemsenmediğidir.
Sorunları çözmekle yükümlü kişiler ve kurumlar enerjilerinin büyük bölümünü iyi tanımlanmamış sorunları çözme yolunda harcamakta ve her paydaşın tanımladığı sorun farklı olduğu -ama aynı bir adla adlandırıldığı- için de çözümler üzerinde bir türlü uzlaşılamadığıdır.
Sorun tanımlamadaki bu yetersizliğin başlıca nedeninin soru sorma becerisi yetmezliği olduğu sonucuna varılmış, hatta doğru sorulmuş soruların, çözümlerin önemli bir bölümünü içinde barındırdığı görülmüştür [6].
İşte bu noktadan hareketle, önce İstanbul ve Ankara’da başlamak daha sonra İzmir ve diğer illere yaygınlaştırılmak üzere BEYAZ NOKTA® SORULARI (BNS) adında aylık birer toplantı düzenlenmesi fikri projelendirilmiştir. Akşam üstleri 19.00-21.00 saatleri arasında 2 saat süreceği ve böylece katılımın kolaylaştırıldığı bu toplantılarda Türkiye gündeminin çözüm bekleyen soruları ele alınacak ve o sorunları en iyi ifade edebilecek az sayıda soru’nun üretilmesine çalışılacaktır.
Bu ana kadar ilki Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi’nde, diğeri İstanbul Bizim Tepe lokalinde iki BNS toplantısı yapıldı.
İlk toplantıda seçilen sorun “Türkiye’nin eğitim Sorunları ya da Eğitim Çıkmazı” başlığını taşıyordu.
Toplam 15 katılımcının (eğitim sorunlarıyla ilgili paydaşlar) 2 saatlik çalışması sonunda, bu sorunu en iyi ifade edebilecek 5 soru olarak şunlar belirlendi:
(1) Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?
(2) Eğitimin amacı ne?
(3) “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?
(4) Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?
(5) Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?
Görüleceği gibi, “eğitim sorunları” şeklinde son derece yuvarlak olarak tanımlanagelmiş sorun bu defa daha iyi tanımlı hale getirilmiştir.
Amaç, bir yandan önemli sorunların daha iyi tanımlanması yoluyla onların çözülebilirliklerini artırmak; bir yandan da yeni sorun çözme pratiklerini tedavüle (dolaşıma) sokmaktır.
İkinci toplantıda ise üzerinde soru üretilmesi istenilen sorun, “ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilmek ve bu bağlamda BNGV’nın işlevlerini etkili yapabilmesi” şeklinde tanımlanmış ve yine 5 soru üretilmesi istenmişti.
Bu soruna karşı üretilen 5 soru ise şunlardır:
(1) Temel kavramlar konusunda anlaşabilmemiz için bir ortak kavramlar tabanı nasıl geliştirilebilir?
(2) Benimseticilik ve koşullandırma yoluyla doğruların tek ve tartışılmaz olduğu, bu doğruların da bize kendi dışımızdan öğretilmesi geleneği sonunda, kendi doğrularını toplumun geri kalan kısmına dayatmaya çalışan kesimler (etnik, dini, ideolojik vd) ortaya çıkmaz mı? O halde, Her bir bireyimizi kendi başına öğrenebilen ve bu yolla sorunlarını daha iyi çözebilen hale nasıl getirebiliriz?
(3) Siyasetin, düzgün insanları uzaklaştırıcılığının nedeni, menfaat arayıcılara hayır diyemeyen liderler ile liderlere hayır diyemeyen vesayet bağımlısı-menfaat arayıcısı kişiler ve bütün bunları öğretilme-benimsetilme yoluyla onaylayan halk değil midir?
(4) “İyilerin dayanışması ağları (İDA)” yoluyla yüksek ahlakın egemenliğini sağlamak niçin bir sorun çözme aracı olarak düşünülmez? Her alanda ağlar kurmanın demokrasinin ta kendisi olduğunu idrak ediyor muyuz? Buna göre BNGV, en önemli projelerinden birisi olan İDA yolunda hangi STK’lar ile ve hangi konularda ağlar kurmalı?
(5) Doğruların tek ve tartışılmaz olmadığı, sürekli olarak gerçekleri aramak peşinde sorgulamak demek olan bilimi toplum yaşamına niçin egemen kılamadık ve nasıl egemen kılarız? M.Kemal’in “en hakiki mürşit ilimdir?.” sözünün ne anlama geldiği niçin hiç tartışılmaz? Sorun Çözme Kabiliyeti bir toplumun bağışıklık sistemi ise bilim de bunun en etkili aracı değil midir?
Yine 2 saatlik bir süre içinde tamamlanan ve basın, iş dünyası, STK gibi kesimlerden 15 paydaşın katıldığı bu toplantıda üretilen soruların ne denli yol açıcı olduğu görülmektedir.
Bu bir sorun tanımlama -dolayısıyla da çözme- teknolojisidir. BNGV bu yaklaşımları yaygınlaştırmak ve yurdun her köşesinde bolca yapılan -genellikle sonuçsuz- toplantıların işlevselliğini artırmak amacını taşımaktadır. Toplumun yaşam kalitesi de bununla, yani sorunlarını çözebilme kabiliyetiyle bağlantılı değil midir?
M.Tınaz Titiz
3 Haziran 2007
[1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=665
[2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=392
[3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=945
[4] http://tinyurl.com/
353ekss -
May 25 2012 Yine İşsizlik!
Bir iddia
“İnsanlar iş olmadığı için değil, aranılan niteliklere sahip olmadıkları için işsizdirler”.
Doğru mu bu?
Bu sava karşı hemen ileri sürülebilecek tez şudur: Öyle olsaydı bu kadar diplomalı işsiz olmazdı; onlar da mı aranan niteliklere sahip değiller?
Cevap: Diplomanın -nasıl oluyor ise- aranılan nitelikleri kazandırdığı gibi bir “inanç” var. Halbuki böyle bir bağlantı yok. Gerek devlet gerek vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu -bilinen nedenlerle- diploma veriyor, fakat işgücü piyasalarının gereksindiği nitelikleri kazandıramıyorlar. Kazandıranların mezunları ise son sınıflarda -yurt içi ve dışından- kapışılıyor.
Diplomanın nitelikli insan yetiştirdiği şehir efsanesini unutup gerçeklerle yüzleşmeliyiz.
İkinci bir sav ise şu olabilir: İşverenler tam ne istediklerini bildiklerine ve eğitim yaşamı ile de içli-dışlı olduklarına göre nasıl olup da bu nitelik karşılaşmazlığı (mismatching) oluyor?
Cevap: İşverenlerce yapılan mülakatlara dikkat ediniz. Mülakat tekniği adı altında zırva satanlar, en son okuduğu kitabı, kızdığı zaman ne yaptığını, ev hayvanı besleyip beslemediğini, bıçağı sol el ile tutup tumadığını ve daha ıvır zıvır şeyler sorarak aldıkları paranın karşılığını verdikleri inancını satarlar.
Gerçekte ise sorgulanması gereken, kişinin, öngörülen iş için genel formasyonunun uygunluğu varsayımıyla, süreç içinde işin gereklerini ne denli kendi başına öğrenebilecek olduğudur.
Nitekim, insan kaynakları departmanlarının baş derdi durumundaki konu, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine 15-20 yıl boyunca koşullandırılmış kişilerin, işlerinin gereklerini öğrenmek için dışarıdan eğitim verilmesini istemeleri, bu gerçekleşmediği sürece de işverenin görevini yapmadığını düşünmeleridir.
Halbuki, çalışanın bir numaralı sorumluluğu işinin gereklerine göre “öğrenmek”; işverenin bir numaralı sorumluluğu ise kişilerin öğrenmeleri için “uygun ortamları hazırlamak”tan ibarettir.
İşte, işgücü piyasasının gerektidiği niteliklerin bir türlü tanımlanamayışının nedeni budur. Tanımlanması gereken, işe alınacak kişilerin “öğrenebilirlikleri”dir.
Bu nasıl olacak?
Halbuki tüm eğitim yaşamı boyunca, ileride ihtiyacı olacaklar kendisine “öğretilen” ve bu saklı içerik (hidden curriculum) yoluyla “öğrenemeyeceği öğretilen” kişiler ve bunları çalıştıran kişiler, bu ihtiyacı nasıl hissedebilirler?
İşte o abuk-sabuk mülakat işkencelerinin nedeni bu aymazlıktır.
Asgari ahlaki nitelikleri ve yapacağı işe göre genel formasyonu uygun olan bir kişide aranabilecek tek nitelik, öğrenebilirliğini ne ölçüde kaybettiği, bunu ne sürede geri kazanabileceği ve bu konuda ne kadar istekli olduğudur.
Pazartesi, Haziran 18, 2007
-
May 25 2012 Süleymanoğlu – Pavarotti…
Şaka değil…
Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!
Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.
Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.
Bir de üçüncüsü var…
Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.
1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili de icra edilebileceğini göstermişti.
Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?
Getirilmese iyi olur…
Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.
İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.
Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.
Üçüncü olay da farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.
Her üç olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.
Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.
Ümitsiz vakalar…
Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.
Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.
Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.
Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.
Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.
“Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.
Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.
Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde kendileri yaratmışlardır.
Evet, bu işte bir iş var.
Süleymanoğlu ve Pavarotti bizim şartlarımıza uymuyorlar.
Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.
Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.
İkisine birden imkan yok.
Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.
M.Tınaz Titiz
(1990 Ocak
-
May 25 2012 AGİT ve haklar…
Hayvanları öldürürsek bizi beğenirler..
AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) konferansının önemli bir konusunun insan hakları olacağı anlaşılıyor. Türkiye bu önemli konferansa hazırlanıyor. İstanbul’da ise daha değişik bir hazırlık var. Sokak hayvanlarını -kuduz bahanesiyle- öldürerek yabancıların gözünde medeni bir görüntü oluşturmaya çalışıyor.
Çoğu soruna karşı geliştirilen kolay çözümlere benzer biçimde, bu vahşetin de belediyelerin , valiliklerin ve Sağlık Bakanlığı’nın duyarsızlığı ve hayvan sevmezliği yüzünden meydana geldiği savunulabilir. Belki bunda bir gerçek payı da vardır.
Ama olaya yansız bakıldığı takdirde meselenin bu denli basit olmadığı, hayvanların yaşam haklarının güvence altında olduğu ülkelerde de duyarsız kamu görevlilerinin bulunduğu, ama kamuoyu bilinci ve buradan doğan baskının etkisiyle vahşete kalkışamadıkları görülecektir.
Alttaki kök-nedenler..
Belli ki yıllardır süregelen bu cinayetlerin altında, hiç kuşkulanmadığımız başka nedenler vardır; hatta öylesine vardır ki, biz bir şeyleri savundukça vahşet de artmaktadır.
Evet, bu neden bizzat “insan hakları” kavramıdır.
Bu kavram, insan hakları konusunda yüksek standartlara erişmiş toplumlarda da bulunmasına karşın böylesine vahşetlere neden olmuyorsa bunu, insan haklarıyla ilgili değer ölçülerinin kurumlaşmış, adete birer toplumsal alışkanlık haline gelmiş olmasında aramak gerekir.
Türkiye toplumu gibi bu konularda henüz emekleme aşamasında bulunan toplumlarda insan hakları, diğer bütün hakları çiğneyerek erişilmesi gereken vahşi bir av hedefi haline gelmektedir. Hayvan hakları, doğal öğelerin (akarsular, göller, sulak alanlar, dağlar, hava vb) hakları, sömürülmesi ve gerekirse yok edilerek insana hizmet etmesi gereken birer araç sanılmaktadır.
Öldürmeyelim de besleyelim mi?
Nitekim, önemli insanlarımızın medyada sık sık okuyup izlediğimiz “ne yani, daha insan hakları bile çiğnenirken bir de hayvan haklarına mı bakacağız”, “öldürmeyelim de biftekle mi besleyelim” gibisinden savlar, ne yazık ki tahmin edilebilecek olandan çok daha fazla paylaşılan bir görüştür.
Hakların, insanı, hayvanı, taşı, suyu ve havasıyla bir bütün olduğu, bunlardan bir tanesinin -ki bu hayvan hakları da olabilir- diğerlerinden ayrılarak savunulmasının, bizzat o savunulan hakkın çiğnenmesi için bir “icazet” anlamına geleceği, bu ruhsatı bir defa ve herhangi bir hakkı savunmak için eline geçirenin, işine gelmeyen ne kadar hak türü varsa onları gözünü kırpmadan çiğneyebileceği tam olarak idrak edilebilmelidir.
Yalıtılmış haklar saçmalığı..
Üçüncü bin yılda, insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, hayvan hakları, azınlık hakları gibi saçma sapan yalıtılmış haklar olmayacağını, tek maddelik bir tane hak bulunacağını tahmin etmek pek güç değildir: Her varlık, diğerlerinin varlığını sürdürme koşullarına saygı göstermek hak ve sorumluluğuna sahiptir..
Canlı dostlarımızın soykırım türü öldürülmelerinde tetikçilik yapanlar az sayıdaki kamu görevlisidir. Ama bütün tetikçilerde olduğu gibi bir de onları azmettirenler ve en az onlar kadar suçlu olan ses çıkarmayanlar vardır.
Dostlarımızın soykırıma uğratılmasına bugün için kuduz vakaları -ki onun da ne kadar doğru olduğuna çok az kimse inanmaktadır- bahane gösterilmektedir. Ama bilinmelidir ki, varsa dahi bu vakalar, hayvanlara karşı görevlerimizi yerine getirmeyerek onların varlıklarını sürdürmeye karşı bizim türümüzün sorumluluklarını yerine getirmeyişinin bir sonucudur.
Ve eğer birilerini -zarar verdiği gerekçesiyle- yok etmek gibi bir yanlış yapılacaksa, bunun maktülleri canlı dostlarımız değil, onları katledenler olmalıdır.
Şunlar akıl edilemez mi?
- Sahipsiz hayvanları toplamak,
- Onları bir barınakta bir süre tutmak ve kısırlaştırmak, hastalıklarını tedavi etmek,
- Hayvan severlere yönelik, “sizin de sahiplendiğiniz en az bir hayvanınız olsun” şeklinde bir kampanya açarak her sahiplenilen hayvanın bakım ve barındırma giderlerini almak,
- “Bir hayvanınız yoksa insanları da sevemezsiniz” gibi bir diğer kampanyayla bunları sahiplendirmek ve bunu da gelir temini amıcıyla yapmak
Bu kadar basit bir işlem dizisini akıl etmeyecek kadar ahmak ve eğer akıl edip de yapmıyorsa bu kadar vahşi kim varsa onları lanetliyorum.
Ayrıca benim lanetlememe ihtiyaç yok, büyük sistem bunun hesabını mutlaka soracaktır.
Mayıs 2000
-
May 25 2012 Hrant Dink sonuncu olmayacak, eğer!
AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Toplumumuza ve ailesine baş sağlığı, müteveffaya ise Tanrı’dan rahmet dilerim.
Medya, olayı çok yönlü analiz etti ve etmeye devam ediyor. Önümüzdeki günlerde edinilecek yeni bilgiler ışığında muhtemelen bu çözümlemeler daha da zenginleşecek, bunlardan bazı dersler de çıkarılacak. Hiç olmazsa bu yanı iyidir. Her musibetin mutlaka bir yararının da olabileceğini bir kere daha görmüş olduk.
Haydi geliniz bir de uzay-zaman düzeyinden bakalım!
Bundan önceye -hattâ isterseniz çok öncelere- gidelim ve benzer cinayetlere bir bakalım, ama zaman ve mekân açısından uzaklardan bakalım.
Tüm cinayetlerde çok sağlam bir ortak nokta var: Tetikçiden geriye doğru giden “tetikçi-tasarımcı zinciri”nde giderek azalan bir “kuşkusuzluk” var. Tetiği çekenin, “doğrular”ından kuşku duymama düzeyi yüz üzerinden yüz. Geriye doğru gittikçe bu yüzde azalıyor. Zincirin son halkalarında yer alan tasarımcı(lar)ın “doğrular”ı ise gayet esnek. Zamana, zemine, koşullara göre değişiyor. Doğruluğuna yüzde yüz inandıkları tek şey uzun erimli vizyonları.
O görev hangi kisve altında kolay yerine getirilebiliyorsa, tetikçi de o kisvenin “doğrular”ına göre seçiliyor. Örneğin dini inaçların kullanılması gerekiyorsa tetikçi fanatik bir dinci, etnik motifler gerekiyorsa etnik bir fanatik seçiliyor. Tetikçide aranılan tek özellik, fanatizm (yani kuşkusuzluk) düzeyinin yüzde yüz olması.
Misyonun önem derecesine bağlı olarak “tetikçi-tasarımcı zinciri”nin uzunluğu da artıyor. Basit olaylarda bir tetikçi ile bir tasarımcı’dan oluşan kısa zincirler kullanılırken, karmaşıklık (sofistikasyon) düzeyi yüksek misyonlarda daha uzun zincirlerin kullanımı zorunlu oluyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca zincirinin uzunluğu ve tetikçinin pisikolojik durumunun “mükemmelliği (1)” nedeniyle olayı anlamak halâ mümkün olamadı.
Hrant Dink zinciri de epey uzun olabilir. Zincirin ilk iki halkası (Samast ve Hayal), kendilerini motive eden “doğrular” konusunda yüzde yüz “kuşkusuz” görünüyorlar. Öyle ki, ikinci halka mahkemeye çıkarılarken, aynı kategoriye koyduğu Orhan Pamuk’a da uyarıda bulunmadan edemiyor ve ilginçtir “akıllı” olmasını öneriyor. Ben bu öneride son derece içtenlikli olduğuna eminim. Çünkü “akıllı” demek, onun “doğruları”na uygun demektir.
Zincirin gerisinde daha kaç bakla olduğu bu analiz açısından bir önem taşımıyor. Önem taşıyan tek nokta, bu tür örgütlenmenin tetikçilik kadrosunda yer alanların “kuşkusuzluk” düzeylerinin “tam” olmasının gerekliliği.
Çünkü bu ol(a)madığı takdirde çok daha karmaşık organizasyonlar yapmak, işini çok iyi yapabilen profesyonel suikastçiler bulmak gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Bunlar hem organizasyonunun maliyetini artırıyor, daha da önemlisi profesyonellerin bilgi sızdırma şantajı ile karşılaşma olasılığı var. Halbuki doğruları konusundaki “kuşkusuzluk” düzeyi yüksek kişiler kullanıldığında böyle bir şantaj tehlikesi hemen hemen yoktur.
Ayrıca da çoğu zaman tetikçinin yakalanması da tasarımın bir gereği olabiliyor ve gereken mesaj o yolla iletiliyor. Yok böyle değil de tasarım amacı belirsiz kaynaklı bir korku atmosferi yaratmak ve o ortam içinde başka tasarımları gerçekleştirmek ise o takdirde profesyonel suikastçiler kullanılıyor ve yakalatılmıyor.
O halde, siyasal bir inanca dayalı bir suikast organizasyonunun olmazsa olmazı, o inanç konusundaki kuşkusuzluğu tam olan bir tetikçidir. Organizasyon karmaşık ise tetikçiden sonraki birkaç kademenin de kuşkusuzluklarının yüksek olması gerekir. Fakat zincirde geriye gidildikçe süratle bu kuşkusuzluğun azalması, onun yerini akıl ve mantığın alması gerekir.
Çünkü kuşkusuzluk ve akıl aynı kafa içinde bulunamaz.
Melanet tasarımlarının çoğu için “kuşkusuz” insan öğesinin ne denli vazgeçilmez bir girdi olduğu görülüyor. Bu şu demektir: Bir toplumdaki kuşkusuz insan havuzu ne kadar genişse, çeşitli amaçlara yönelik olarak o toplumda organize edilebilecek melanet işlerinin çeşitliliği ve sayısı o kadar çok olabilir.
Örneğin, toplumumuzu ikiye bölmüş bulunan laikçi-dinci çatışması, her iki kesimdeki kuşkusuz yığınlarca beslenmektedir.
Dogmalarının doğruluğundan hiç kuşkulanmayan yığınlar kendi doğrularını diğer kesime benimsetebilmek için her yolu kullanmaya azimlidirler ve bunu içtenlikli olarak “doğruları” adına yapmaktadırlar ve o doğrular tektir.
Türkiye bir yol ayrımındadır.
Nasıl olacağı -hattâ olup olmayacağı- bilinemez ama eğer bir şekilde “kuşkusuzluk” illetinin farkına varılmaz, bunun bir tümör gibi toplumu sardığı farkedilemez ise, her gün yepyeni melanet tasarımları ile karşı karşıya kalınacağı bellidir.
Önümüzdeki iki seçim, bu tür tasarımların ortaya konulabilmesi için uygun bir ortamdır.
Tüm doğrularımızın doğruluklarının koşullu olduklarını, birlikte yaşamın, ortak doğrular çevresinde uzlaşabilmek olduğunu anlamak ya da kendi doğrularımızın tekliğine inanmak. Bunun için bir mucize gerekir mi?
Mucizeler de olabildiğine göre niye olmasın.
Ocak 24, 2007
(1) Burada “mükemmellik” sözcüğü, üstlenilen görevin yerine getirilmesi açısından gereken niteliklere tam uyum anlamındadır.
-
May 25 2012 Türkiye Dünya bir devrimi gerçekleştirmek zorunda!
Personel seçiminde bir ilk..
Aksaray ilinde kurulmakta bulunan bir özel hastane, haziran ayında ilginç bir proje uyguladı. Hem çevresine karşı toplumsal sorumluluğunun bir parçası hem de ihtiyacı olan -her türde- personeli seçmek amacıyla Öğrenme Merkezi (ÖMer) kısa-adlı seminerler düzenledi.
Her bir grup eleman (doktor, hemşire, teknisyen, idari personel ve hizmetliler) için o grubun niteliklerine uyumlandırılarak düzenlenen seminerler 2+2 gün süreliydi.
Seminerlerin temel amacı, katılımcıların kendilerini değiştirmeleri için birer değişim planı yapmalarıdır.
Hastanenin temel iddiası olarak ileri sürdüğü bir etik taahhüt vardır ve bu taahhüt bir dizi somut zorunluklar içermektedir.
Bir yandan da, bu taahhütlerin yerine getirilmesi için istihdam edilecek çeşitli görevliler vardır. Hekim ve hemşireler bu taahhüdün tıbbi yanı, idari personel bürokrasi yanı, güvenlik görevlileri güvenlik ve ambulans şoförleri de bir diğer yanı ile yükümlüdürler.
Söz konusu görevlilerin bireysel niteliklerindeki olası eksikler bu yükümlülükleri layıkıyla yerine getirmelerine engeldir (bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/potansiyel_eksikler.doc).
İşte, katılımcılardan istenilen, bu nitelik farkını nasıl kapatacaklarının planını yapmaları, ama bu planı somut yaptırımlarla desteklemeleridir. Söz konusu seminerin ilk 2 gününde, bu planın nasıl yapılacağının ipuçları verilmekte; ikinci 2 günde ise kendilerine rehberlik sağlanarak, hazırladıkları planların birer okul ödevi yerine bir alış-veriş listesi somutluğuna getirmeleri sağlanmaktadır.
İşin bu yanı hemen hemen bütün kişisel gelişim eğitimlerinde verilenlerle aynıdır. Yine de personel seçimi amacıyla bu tür bir eğitim ilk defa kullanılmaktadır.
Esas farklılık başka yerde
Seminerlerin esas farkı, kişisel çekirdek enerjisi (veya kişisel nükleer enerji)adı verilebilecek bir kavrama dayanıyor. Her türlü bilgi ve becerinin, kişinin dışındaki “başkalarınca” verilebileceği, bunsuz öğrenme olamayacağı; kişi kendi halinde öğrenmeye bırakılırsa ne öğreneceğinin belli olmayacağı (kendi haline bırakılan kızın davulcu ya da zurnacıya varması) kalıbı küçücük yaşlardan başlayarak zihinlere kazınıyor.
İnsanlık tarihi boyunca egemen kesimlerin bir yönetme yöntemi olarak benimseyip benimsettiği ve asla sorgulanmasına izin vermediği bu yönteme “öğretme”, halk arasında ise “eğitim” adı verilmektedir.
Aksaray seminerlerinde ise esas, “kişilere bir şey öğretilmemesi”, gerçekten ihtiyaç duyacakları bilgi ve beceriler için buna gerek olmadığı, kişilerin bunları -not, sınav, diploma vbg yollarla- zorlama olmaksızın kolayca ve zevkle öğrenebileceklerine “ikna edilmeleri”dir.
Anahtar, ihtiyacı “gerçekten” hissetmektir
Seminerlerde net olarak ortaya konulan nokta, hastanenin (hasta ve yakınlarına şefkat göstermek) şeklindeki iddiasını oluşturan yapı taşlarının her biri, kişilerdeki kimi niteliklere karşılık gelmektedir.
Örneğin, “şefkat”in yapı taşlarından birisi “hijyen eksiği yoluyla zarar vermemek”tir. Bu ise kişilerin hijyen konusundaki alışkanlıkları ile doğrudan bağlantılıdır.
Kişiye, işe alınabilmesi için kişisel hijyen alışkanlıklarını kısmen veya tamamen değiştirmesi gerektiği açıklandığında, artık bu konudaki değişim bir kişisel “ihtiyaç” haline gelmektedir ve bu ihtiyaç göstermelik değil tamamen gerçektir. Değişim ise yeni bilgi ve becerilerin kazanılmasını gerektirdiğinden, okuldaki durumdan tamamen farklı bir motivasyon ortaya çıkmaktadır.
Bu motivasyon her kişide farklı biçimde ortaya çıkmakta, bazıları okuyarak, bazıları birisinden öğrenerek, ama mutlaka kendini değiştirmeye yönelik gerçekleşmektedir.
Burada ince nokta, kurumun (burada hastane) iddiasında ne denli ısrarlı olduğu ve de “öğrenme”yi bu ısrarın gerçekleşmesi için ana yöntem olarak benimseyip benimsemediğidir.
Bir diğer ifadeyle kurumun ikinci bir iddiasının da “öğrenme temelli yönetim” olup olmadığıdır. Eğer kurum öğrenmenin sihirini kavramış ise bunun çalışacak olanlara yansıması kaçınılmazdır. Aksi durumda ise -aynen çoğu okul ortamında olduğu gibi- “göstermelik” bir durum ortaya çıkabilir.
Hızla değişen ihtiyaçlar ve sabit “öğretme” sistemleri uyuşmuyor
Dünya bir sessiz devrime hazırlanıyor. Bu “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmesidir.
Bu devrimi alttan alta besleyen bir diğer kavram da, okul kurumunun geleneksel yöntemi olan “öğretme”nin, dünyayı tehdit eden ideolojik dogmaların temelini oluşturmasıdır.
Okul, üç yönlü bir baskı altındadır: Bir yandan iletişim devriminin bilgiye erişebilmeyi yaygınlaştırması okulun varlık nedenini sorgulanır hale getirmiş; diğer yandan da okulun temeli olan “öğretme”, dünya için tehlikeli bir gidişin metodu haline gelmiştir.
Üçüncü baskı ise kişilerin bilgi ve beceri ihtiyaçlarının çok süratli değişmesi, sabit okul kurumunun ise bunu karşılayamamasıdır.
(Bunun en somut örneklerinden birisi endüstri meslek liselerinde kazandırılmaya çalışılan becerilerdir. Bu liseler büyük zorluklarla, endüstride kullanılan pahalı tezgahları edinebilmekte ve öğrencilerine bunları kullanmayı öğretmeyi planlamakta, ama daha bunu yerine getiremeden elindeki tezgah teknolojik olarak “eskimiş” duruma düşmektedir. Benzer durum tüm okullarda, tüm bilgi ve beceriler açısından geçerlidir.)
Tek yol devrim!
Bu durumda (özellikle bu üçüncü açıdan) tek çözüm, kişilerin -doğuştan sahip olup da unutturulan- öğrenebilirliklerinin harekete geçirilmesidir. Bu o denli güçlü bir araçtır ki geleneksel eğitimcilerin korktuğu kadar vardır. Varlık nedenini kendi bilgilerini ve doğrularını başkalarına aktarmak olarak tanımlamış -dünyadaki- milyonlarca belletici / ezberletici işsiz kalmakla karşı karşıyadır.
Diğer yandan ise bu gelişmenin farkında olan çok az sayıdaki “öğrenme ortağı” için ise altın bir çağ başlamaktadır.
Bunun için “isteyerek silme” adı verilen bir beceriye ihtiyacımız var!
(Unlearning) dilimize “isteyerek silme” olarak çevrilmelidir. Bu, istem dışı meydana gelen “unutma” değildir. “İsteyerek silme”, yüksek öğrenebilirliğimizin tekrar harekete geçirilebilmesi için “bir bilenin öğretmesini bekleme” kalıbının isteyerek (bilinçli olarak) silinmesidir.
Dünyanın da sorunu ama bizim başlıca sorunumuz
Hızla çoğalan ve çoğunluğu genç olan nüfusumuz sürekli olarak bir üstünlük olarak takdim edilir. Eğer bu insanlar, arzuladıkları yaşam düzeylerini onlara verebilecek bilgi ve becerileri “kendi dışlarında birileri”nden bekleyecek iseler onları bekleyen son kesin olarak önce açlık, sonra yok olmaktır.
Bu sadece bizim için değil, öğretilmeyi bekleyen tüm toplumlar için geçerlidir.
Bu akım Aksanray’da kalmamalı!
İş bekleyen milyonlar bugün için aile dayanışması vb yollarla vaziyeti idare ediyor. Halen bir işi olanlar ise rekabet gücü konusunu iyi anlamış toplumlar (Çin, Hindistan, Wietnam gibi) tarafından tehdit ediliyor. Bunun karşısında durabilecek tek güç, öğrenmeyi öğrenmiş ve bunu kendini sürekli değiştirebilme yolunda kullanabilen insanlara sahip olmaktır.
Aksaray’da bir özel hastanenin başlattığı bu akım orada kalmamalı, tüm yurda yayılabilmelidir. Aşağıda, bu yaygınlaştırmayı amaçlayan sempoyumla ilgili bir link verilmiştir. http://www.sempozyum.beyaznokta.org.tr/pages/basin.aspx
İlanen duyurulur!
Çarşamba, Temmuz 10, 2006
-
May 25 2012 Herkesin puntosu niçin eşitdeğildir?
Ölüm ilanları da böyledir!
Gazetelerdeki ölüm ilanlarının şu 4 parametresine bakarak ölen kişinin büyüklüğü konusunda kesin bir fikir edinebilirsiniz: (1) İlanın sütün.santimi, (2) İlanda kullanılan fontun puntosu, (3) Aynı kişi için kaç kişi veya kurumun ilan verdiği, (4) Ölen kişinin adının üzerindeki bölüme eklenen “bu kişi kimin nesi olurdu?” açıklamasındaki kelime sayısı.
Örneğin, 2 sütun genişlik ve 5 santim yükseklikte bir alana yazılı “değerli büyüğümüz Durmuş Ölmez vefat etmiştir. Cenazesi …. gün … vs” gibi bir ilandan hemen anlaşılması gereken, müteveffanın tam bir orta direk mensubu olduğudur.
Ama aynı kişi için şöyle bir ilan verilmişse onun, ölmemesi gereken ama Tanrının bir gafleti sonucu ölümüne neden olunan bir büyük insan olduğu anlaşılmalıdır: “Bahçeşehir eşrafından fişmancanın kayınpederleri, şirketimiz yönetim kurulu üyesi, ………… ……… ………. . ……… ……………… .. Durmuş Ölmez vefat etmiştir.vs”
Bu görgüsüzlüğün sebebi nedir?
Görgüsüzlüğün nedenlerini araştırmaya pek gerek yoktur. Muhtemelen yağcılık ve haddini bilmeme başlıca ikisidir.
Merak edilmesi gereken, TV’lerde sürekli olarak iletişim, reklam, halkla ilişkiler gibi konularda talkım veren ulemanın nasıl olup da böyle bir görgüsüzlüğü görmedikleridir.
Daha da ilginç olan, her gün insanlar ve kesimler arasındaki eşitsizlikten yakınanların, buram buram ayrımcılık kokan bu ilanları nasıl görmedikleri ya da daha doğrusu görüp de niçin seslerini çıkarmadıklarıdır.
Pazar, Temmuz 16, 2006
-
May 25 2012 Lütfen bana tebrik yollamayınız!
Kutlanabilecek her vesilede herkes gibi bana da seri imalat tebrik mesajları geliyor. Posta, e-posta ya da SMS yoluyla.
%99 diyebileceğim bir çoğunluğu “liste”ye yollanmış mesajlar..
Hele kurumsal mesajlar bir başka felaket. Sanki filanca şirketin genel müdürünün kim olduğu pek bir önemli bilgi imişçesine, sekreteri tarafından içine kartı konulmuş kişilerin, matbaalarda binlercesi basılmış kağıtlarından bir tanesi de bana (ve sizlere) geliyor.
Başkalarının bundan memnun olup olmadığı benim sorunum değildir. Memnun olmayanlar varsa bir şekilde protesto ederler.
Ama ben açıkça ilan ediyorum: Lütfen bana bu yolla hakaret etmeyiniz.
“Ben seni tanımam; bayramın, yeni yılın beni ilgilendirmez; ama bir pazarlama adeti olarak bunları yolluyoruz; benim sana özel yazabilecek bir şeyim yok; olsa da sana ayırabilecek 10 saniyem bile yok; sen, pazarlama birimimizin binlerce müşterisinden birisin; senin tek önemli yanın bizden satın alabileceğin ürünlerimizdir. Senin hakkında bana söylenen, senin tebrik açlığı çeken görgüsüz birisi olduğundur. Bizden gelen pahalı tebriklerimizi ona buna gösterip caka satarmışsın. Eh öyleyse bu imzasız, birkaç özgün cümlesiz kağıt sana yeter de artar bile.”..
İşte hakaret dediğim budur; böyle olmadığını söyleyen birisi varsa lütfen beri gelsin.
Ey insanlar, tebrik bir gönül meselesidir, bir zorunluk değildir. Bir vesile ile birilerine bir mal olmadığını, insan olarak bir değeri olduğunu hatırlatan ince bir iştir.
Bu imzasız (ya da matbaa imzalı), ruhsuz, kaba, hakaretamiz mesajlarınıza lütfen beni alet etmeyiniz.
Cep telefonuma, yüzlerce kişiye attığınız mesajlarınızdan atmayınız.
Gerek o mesajları, gerekse parlak pahalı zarflar içinde sekreterlerinizin kartlarınızı ekleyip yolladığı, sizden en küçük bir insani işaret taşımayan kağıtları üzülerek doğrudan çöpe atıyorum. Yanlış anlaşılmasın, üzüldüğüm, çöpe attığım ağaçlarımızdır.
Yolladığı mesajına kendinden bir iz taşıtan diğer %1’e ise gönülden şükranlarımı sunuyorum. Onların yeni yıllarını ve hayvan dostlarımızın kanını akıtmayacağımız bayramlara özlemim ile bayramlarını kutluyorum.
Perşembe, Aralık 28, 2005