• Öğrenme Nasıl Engellenir?

    İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?

    Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.

    “Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.

    Bunu niye ve nasıl yapıyor?

    Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.

    Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.

    Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.

    Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.

    Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.

    Hesapta olmayan yalnızlık!

    Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.

    Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.

    Neredeyse bir kural gibi!

    Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.

    Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.

    Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.

    Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”

    28 Kasım 2014

     

  • Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil

    Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:

    2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.

    Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.

    Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.

    <<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!

    Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.

    Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.

    Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.

    1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili  de icra edilebileceğini göstermişti.

    Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?

    Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.

    İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış  bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden  ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.

    Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:

    Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.

    Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü  nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.

    Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.

    Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.

    Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı  için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde  benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!

    Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!

    İnanır mısınız bu sınav yapıldı!

    Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.

    Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.

    Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.

    Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.

    Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.

    Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.

    Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.

    Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.

    Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.

    Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık  sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.

    “Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.

    Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.

    Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde  kendileri yaratmışlardır.

    Evet, bu işte bir iş var.

    Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.

    Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.

    Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.

    İkisine birden imkan yok.

    Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.

    M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>

    15 Temmuz 2014

    14 Temmuz 2016

  • Anneler ve çocuklar..

    Şahit olduğum iki olayı, tam hatırladığım şekliyle sizlere aktarmak ve annelere (ve babalara) naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu tavsiyem kuşkusuz bir uzman görüşü değildir; sadece güneşin doğuşunu daha çokça görmüş sıradan bir kişinin aktarımları olarak alınız lütfen.

    Her iki gözlem de bir tenis kulübünde, birbirinden farklı zamanlarda oldu. Birincisi çok kısa, diğeri kısa metrajlı bir film gibi.

    Bir akşamüstü; okul çıkışı annesiyle birlikte özel tenis dersi almak üzere kulübe gelmiş bir küçük çocuk ve annesi. Çocuk 10-11 yaşlarında, ufak tefek. Bir saat kadar tenis dersi almış, okulun verdiği yorgunluğun üzerine bir de tenis dersi binince hafif tertip pilini bitirmiş, ayakta sallanıyor.

    Annesi ise tenis hocası ile hafif bir ağız dalaşında ve çocuğun biraz daha çalıştırılmasını istiyor.

    –        Hanımefendi, Ahmet (isim değiştirildi) zaten yorgun geldi, bir saat de çalıştık. Bu yaştaki bir çocuk için daha fazlası zarar verir.

    –        Hocam, bu dedikleriniz bir iddiası olmayan çocuklar için; benim çocuğum şampiyon olacak. Bu nedenle de çok çalışması lazım.

    Bu arada Ahmet de söze karışıyor:

    –        Anne ben çok yoruldum.

    –        Sen kes, seninle ilgili değil, hocanla konuşuyorum.

    Anne haklı. Mesele gerçekten de Ahmet ile ilgili değil, annesi ile ilgili.

    İkinci gözlem!

    Bir Pazar günü, bir arkadaşımla kort ayırtmadan “belki buluruz, bulamazsak da kahve içip laflarız” gibisinden kulübe gelmişiz. Fakat bilmediğimiz, o gün Türkiye çapında 12 yaş altı çocuklar için bir turnuva olduğu. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Kafeteryada zar zor bir yer bulup oturduk kahve içiyoruz. Öyle kalabalık ki sandalyeler dip dibe.

    Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hemen hepsi de anne ve/ya babası (genelde de anneleri ile) ile gelmiş küçük tenisçiler.

    Hemen yanı başımızda bir masa, bir küçük tenisçi ve annesi oturmuşlar. İster istemez tüm konuşmaları –o uğultu içinde- bizim masadan tam olarak duyuluyor. Anne de farkında ama bunu düşünebilecek durumda değil. Çünkü büyük bir felaket ile uğraşıyor: Çocuk rakibine yenilip elenmiş!

    Belli ki anne de tenis oynuyor veya biliyor. Çocuk gözleri yerde, dokunsan ağlayacak, süt dökmüş kedi gibi “suçlu”. Konuşmalar şöyle:

    –        Yüzüme bak yüzüme, gözlerini benden kaçırma. O ne biçim bekhentti (back-hand)?

    –        Anne a..

    –        Kes konuş demedim. Böyle bir eşekliği nasıl yaparsın, n’olucak şimdi. Ben sana defalarca demedim mi bekhendine dikkat et diye. Söylemesem yanmicam.

    –        Anne çişim var gideyim mi.

    –        Git ama çabuk gel, bu eşekliğin hesabını vereceksin.

    Eminim ki çocuğun çişi filan yok, ama bu manevi (ve gerçek) işkenceden birkaç dakika olsun kurtulmak istiyor.

    Fakat anne huzursuz, ne yapacağını bilmiyor. Cep telefonunu çıkarıp bir arkadaşını arıyor.

    –        Alo Sevinç (isim değiştirildi) sen misin. Sana bir şey anlatacağım. Berk (isim değiştirildi) yenildi. Karşısındaki de zayıftı ama öyle bir bekhent vurdu ki maçı verdi elendi.

    –        ….???

    –        Ya ne demek aldırma, n’olacak şimdi. Ama neyse şimdi Hüseyin (ismi hatırlamıyorum) geldi, kapıyorum.

    Çocuk henüz çişten dönmedi, ama çocuğun bu arada babası da geldi.

    –        N’oldu ne bu halin?

    –        Elinin körü daha n’olsun, yenildi işte. Hakkıyla yenilse neyse, görmedin mi o bekhendi.

    –        Ya olur öyle şeyler, gelecek turnuvada daha iyi oynar.

    –        Zaten senin bu gevşek tutumundan böyle oldu. Sizin bu kafalarınızla bu çocuktan (bu ara çocuk da çişten döndü dinliyor) bir b..k olmaz.

    Sizlerle iki gözlemimi paylaştım.

    Her iki anneyi de anlıyorum. Bir çocuğu doğurup dünyaya getirmek bir babanın belki anlayamayacağı bir sihir. Onun herkesten iyi, üstün olmasını istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü içten içe doğal seçimin acımasızlığını hissediyor. Çocuğunun elenecekler içinde olmasını istemiyor. Bu çok saygı duyulması gereken bir duygu.

    Ama bu isteğini gerçekleştirmek için tuttuğu –ve büyük olasılıkla farkında olmadığı- yolun, kesinlikle çocuğunu tahrip ettiğinin de farkında değil.

    Bu olay beni derinden etkiledi. Hatta, o konuşma sırasında bir yolunu bulup bir şekilde uyarmayı da düşünmedim değil. Fakat, bir işe yaramayacağını, hatta ters bile tepeceğini düşünerek vazgeçtim.

    Hepimiz yaşam boyunca birçok bekhendi yanlış vuruyoruz. Ama birileri sürekli olarak bize süper insan muamelesi yapıp, bu yanlışları kafamıza kakarsa gerçekten birinci sınıf beceriksizler –en hafif sonuç- olup çıkıyoruz.

    Bireysel yaşamda acı sonuçlar veren bu tutumlar, kurumsal yaşamda da benzer insanlar yaratıyor. Bu yüzden de artık kurum yöneticilerinin “yanlış bekhend vuranlara manevi işkence yapmasını değil”, onlara sakin birer öğrenme ortamı hazırlayıp, gerisini doğanın tedavi ediciliğine bırakması yaklaşımı benimseniyor.

    18 Aralık 2013

  • En büyük günah ne olabilir?

    Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam

    Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz

    Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.

    Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.

    Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.

    Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.

    Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.

    Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?

    Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?

    6 Temmuz 13 Cumartesi



    [1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.

    Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.

  • Herkesin ayrı dünyaları..

    Herkesin ayrı dünyaları ya da zihinsel kurgu uyuşmazlığı

    Beyin araştırmaları o hale geldi ki, kişinin her an beyninin hangi bölgelerinin aktif olduğu, kafatasını delip oralara elektrotlar yerleştirme gerek kalmadan izlenebiliyor. Eğer bu gelişme hızı bu eğilimde sürerse, yakın bir gelecekte, bireyselden tutun da küresel sorunlara dek her kişinin sorunlar dünyası’nı nasıl farklı algıladığını; aynı bir sorunsala yol açan nedenlerin nasıl farklı ağırlıklandırıldığını, böylece uyuşmazlıkların da nasıl doğabildiğini görsel olarak izleyebileceğiz.

    Henüz, tam bu durumda olmasak da kimi dolaylı göstergelere bakıp akıl yürüterek, nasıl olup da aynı bir sorun karşısında taban tabana zıt tanılara varılabildiğini tahmin edebiliriz. Aynı durumlar içinde bulunan ve o durumları anlamak konusunda benzer düzeyde merak ve kararlılığa sahip kişilerin, gözlemledikleri bir soruna yol açabilecek nedenleri ağırlıklandırırlarken niçin farklı davrandıklarını tahmin etmek nisbeten kolay görünüyor.

    En başta gelen iki faktör, değer sistemleri ve bilgi düzeylerindeki farklar olup, soruna yol açan bir dizi nedenin ancak bir bölümünü anlayabilmelerine, onları da değer sistemlerindeki farklar nedeniyle  farklı ağırlıklarlandırmalarına yol açabiliyor. Farklılık yaratabilecek diğer nedenler arasında, ağırlıklandırmayı derinden etkileyebilecek özgüven, sevgi, nefret, kin, çıkar, korku gibi faktörler de düşünülebilir.

    Ama bunların dışında bir tanesi, parantez dışı çarpan etkisi yaparak tüm nedenleri ve o nedenlerin ağırlıklarını etkileyebilir: Çeşitli sorunların etkileşimiyle oluşan ve aralarında yaptıkları yeni sorun bileşikleriyle [1] daha karmaşık hale gelen sorunlar dünyasının ne kadarına ilgi duyulduğu!

    Bir kural kadar keskin olmasa da şu denilebilir:

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan -kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur.

    Bu kendini besleyen bir süreçtir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güçleşir. Güçlüğün bir nedeni de, kişinin yapıştığı o odak iddia’ın, onun yaşamını tanımladığı koordinat sistemini oluşturmasıdır. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür ve doğrularına sıkı sıkıya sarılır. Ta ki, o koordinat sisteminin dışında geniş bir dünya olduğunu deneyimleme cesaretini gösterene ya da rastlantılar kendisini buna mecbur bırakana dek.

    Buradan kimi pratik sonuçlar çıkarılabilir. Hemen herkesi ilgilendirebilecek bir örnek üzerinde bu sonuçlar tartışılabilir. “Eğitim alanındaki sorunların çoğunun sorgulanamazlık geleneği ile ilgili olduğu, hatta sorgulanamazlığın eğitim dışındaki alanlarda da önemli olumsuzluklara yol açtığı” yolundaki bir görüşü destekleyebilecek bir çalışmaya [2] göre, “hemen her düzeydeki eğitim müfredatı (içerik), sorgulamaya kapalı (aksi iddia edilemeyecek) doğruların bellenip geriye istenmesinden oluşuyor.

    Böyle yetişen insanlar ise bireysel, kurumsal ve toplumsal yaşamlarında karşılarına çıkan sorunları, o güne kadar belledikleri cevapların arasında arıyor ve muhtemelen bulamıyorlar. Bu durumda öğrendikleri yol, cevapları bilen birisinin cevaplarına inanmaktan ibaret. Böylece, demokrasinin hiç kabul edemeyeceği bir yurttaş tipi ortaya çıkıyor”. Bu görüş doğru, kısmen doğru ya da tamamen hatalı olabilir.

    İlginç olan, uzun yıllardır bunun tartışılması için çaba harcayan BN hareketinin duyulmazlıktan gelinmesi; ama çeşitli darbeler, etnik ve dini terör olguları vb musibetlerin başlıca nedeni olduğu kanıtlanabilecek sorgulanamazlık olgusuna tüm gözlerin, eleştiri dahi olsa kapatılmış olmasıdır. Bu nasıl bir ilgi profilidir? Belki bu soru karşısında, devlet kurumlarının duymazlıktan geldiği varsayılabilir. Bu kısmen doğrudur; ama esas kulak vermesi gereken, ama duymazdan gelen kesim, öğretmeni, eğitim akademisyeni, velisi, öğrencisi, medyasıyla nüfusumuzun yaklaşık yarısıdır. Çoğunluğun bütünüyle kulak asmadığı bir yaklaşıma hangi devlet kurumu kulak verebilirdi ki?

    Peki niçin?

    Odak iddia yaklaşımı bu vurdumduymazlığı [3] büyük ölçüde açıklıyor. Her insanın zihninde, yaşadığı her an, çevresinde olup bitenleri yorumlayıp kendine yarayışlı sonuçlar çıkarmasına yarayan bir model oluşuyor. Zaman içinde oluşan ve her an duyu organlarımıza ulaşan verilerle güncellenen bu modelin omurgası, odak iddia olarak adlandırdığım kavram.

    Kişi, kendine gelen tüm dış uyarımları, bu modelle anlamlandırıp uygun bir tepki geliştiriyor ve bu sırada bir şeye de itina gösteriyor: Göstereceği tepkinin, uyarım kaynağınca bir ilgisizlik işareti olarak yorumlanmaması için üretilen yapay bir ilgi! Şimdi bu basit modeli gerçek durumlara biraz daha yaklaştırabilmek için kimi zorlaştırıcılar eklenebilir. Bunlardan birisi, kişinin beyninde 24 saat işler durumda bulunan ve uykuda dahi çevresinden gelen uyarımlarla güncellenen yorumlama modelinin niteliğini belirleyen en temel unsur, yani düşünme becerisi niteliği’dir.

    Eğer düşünme becerisinin olmazsa olmaz iki parçası olan rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerinde [4] kimi yetersizlikler var ve bu yetersizlikler siyasi, askeri, ticari, sivil vd rütbeler nedeniyle kolay ortaya konulamaz ise, zihinlerdeki modellerin “gerçek durumları temsilden uzak” hale gelmesi kaçınılmazdır. Buraya kadarki mülahazalar, kişilerin zihinsel kurgularının (mindset),  “makûl olduğu varsayılan” fikirleri kabul etmekte  hiç de istekli olmayabileceğini, bu isteğin ancak bir dizi koşulun yerine gelmesine bağlı olacağını gösteriyor.

    Aşağıda, bu koşullardan sadece bir bölümü kabaca görselleştirilmiştir (http://goo.gl/u0WAf8).

    Hemen akla gelebileceklerden 22 öğenin her biri konusunda, %95’lik bir benzerlik içinde olabilecek iki kişinin, sorunları açıklamakta kullandıkları odak iddia’ları arasındaki benzerlik en fazla 0.9522 ~ %30 kadar olabilir ki, bu en yakın iki arkadaşın bile bütün iyi niyetlerine rağmen birbirlerinin yaklaşımlarını pek kavrayamaması demek olur. Doğası itibariyle yüksek karmaşıklık düzeyli toplumsal sorunların anlaşılması ve çözüm geliştirilmesi süreçlerinde uzlaşı kurulmasının güçlüğü bellidir.

    Beyaz Nokta® özelinde yorumlama..

    • Toplumun, paylaşılmış kavram dağarcığında bulunmayan “Sorun Çözme Kabiliyeti” kavramını misyonunun öznesi haline getirmiş olan BN hareketi, bir de bunları “sorgulanamazlık”, “istismara açık alan”, “koz”, “refah-enerji özdeşliği” gibi yine paylaşılmamış kavramlar’la açıklamaya çalıştığında, farklı odak iddia’lara sahip kişilere açıklamakta güçlüklerle karşılaşacağı tabiidir.

    Çareler neler olabilir?

    1. Bir kısmı hemen bir üst cümlede sayılmış bulunan paylaşılmamış kavramları, halen kullanmakta olduğumuz açıklama yöntemlerinden daha etkili yollarla “daha paylaşılır” hale getirmek. Örneğin:

    (a) Bu bağlamda iki örnekten birisi, sözel ve görsel anlatımın, biraz da mizah katarak harmanlandığı anlatım biçimidir[5].  Paylaşılmamış kavramlardan mesela refah-enerji özdeşliği’ni, bu yolla anlatabilecek birkaç dakikalık bir görsel yaptırılıp, etkileri ölçülebilir. Böyle bir görsele TV kanallarının çoğu ilgi gösterebilir.

    (b)Karadeniz TV’de yayımlanan “Çözemeyeni Çözerler” programında [6] bu kavramlar üzerinde bir şekilde durulmuştu. Bu defa, her bir kavram üzerinde, birer forum formatında programlar yapılabilir.

    (c) Gerçek ve çizgi  kişiliklerin birleştirildiği videolar şeklinde birkaç görsel [7] hazırlatmak ise yukardaki seçeneğe göre daha uygun olabilir. Bu görseli hazırlamış bulunan Ali Murat Erkorkmaz bu defa yeni görseller hazırlayabilir.

    (d) Hiç olmazsa önemli kavramlar konusunda bir uzlaşıya sahip olabilmek için E. DeBono’nun “Sözcük Gücü” adlı kitabındaki yöntem uygulanabilir (kitabın birkaç sayfası için bkz. https://bit.ly/3RhWMcC)

    (e) Bir diğer veya tamamlayıcı seçenek, paylaşılmamış kavramları bir dergi formatı içinde ve görsellerle desteklenmiş biçimde yayımlamaktır.

    2. Geçmiş yıllarda zaman zaman yaptığımız ve BN ile ilgili soruları cevaplamaya çalıştığımız bir tam günlük bir Soru Konferansı® [8] düzenlemek. Bu çalışmaya katılımcı olarak çağrılabilecek kişilerin özenle seçilip katılmaları sağlanabilirse, bir yandan bu yazıya konu olan soru’nun cevabı konusunda yaratıcı fikirler elde edilirken, bir yandan da paylaşılmamış kavramlar’a ilişkin sunumlar yapılabilir.

    3. Sözü geçen odak iddia kavramının, paylaşılmamış kavramlar’a göre kişilere sağladığı en önemli avantaj, odak iddia’ların herkesin–bir çeşit ısmarlama elbise gibi- bedenine (yani zihinsel kurgu’suna, mindset’ine) uyması, kişiyi rahat hissettirmesidir. Çünkü her özgün odak iddia, kişiye özeldir ve onun zihnindeki diğer öğelerle az çok uyum içinde iken, paylaşılmamış kavramlar diğer öğelerle uyum içinde değildir; birincisi %100 kendi malı iken diğeri büyük oranda yabancı’dır.

    Odak iddia’lar kişilere birer değer olan “rahatlık” sunarken, paylaşılmamış kavramlar bunu yapamamakta, hatta belki değer kaybettirici birer tehdit olarak görünmektedirler. O halde, paylaşılmamış kavramlar, kişilere en az odak iddialar’ı kadar değer sunacak hale getirilebilmelidir.

    Peki örneğin, refah-enerji özdeşliği gibi, paylaşılmamış, yabancı, rahatsız edici bir kavram acaba nasıl değer sunar, dolayısıyla da paylaşılabilir hale getirilebilir? Acaba; çok basit benzetmeler bularak ve hiç kuşku bırakmayacak kadar net, ama herkesçe kolay izlenebilir (1.1’deki gibi) yollarla göstererek, “anlamak mutluluktur” deyişi uyarınca bir rahatlık, dolayısıyla bir değer olarak mutluluk sunulabilir mi? En azından maddi mutluluk peşinde koşmayan bir kısım insan için bu mümkündür.

    • Bu yolla paylaşılmış kavramlar’a varılırsa, sonra ne olacak? Paylaşılmamış kavramların bir bölümü ve de bir kısım kişi açısından paylaşılmış hale getirilebilirse, bu sonuç kuşkusuz bir başarı olur; ama, bu nihai bir amaç olamayacağına göre, toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinde kayda değer bir gelişmeye yol açılabilir mi?

    Toplumsal sorun çözme kabiliyeti, ayrıntılı bir plan uyarınca geliştirilebilecek bir özellik olmadığına göre, yapılabilecek olan ancak, toplumun kavram dağarcığına, o kabiliyeti geliştirebilecek doğurgan yeni kavramlar/araçlar eklemeye çalışmak ve gerisini zamanın tedavi ediciliğine bırakmaktan ibarettir.

    • Şimdi nereden başlanabilir?

    Bu notta açıklanmasına çalışılanlar paylaşılıp zenginleştirilemedikçe, olumlu bir süreci başlatmak güç görünüyor. O halde, çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir Soru Konferansı®, sürecin ilk adımı olabilir (mi?)

    27 Nisan 2013

     


    [2] Ezbere Dayalı Eğitim’in yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bkz. https://tinaztitiz.com/ezberin-turevleri/
    [3] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki Öğrenme Bildirgesi’ni 2008 tarihinden bu yana 482 kişi imzalamıştır. Bu arada ilgili STK’nın web sitesinin aylık ziyaretçi sayısının 30,000 civarında olduğuna işaret edilmelidir.
    [4] Doğru  düşünme becerisinin rasyonel ve kritik düşünme bileşenleri için bkz. http://bit.ly/15TH2Qk, sayfa 3, madde 3
    [7] Ezbersiz Eğitimin tanıtımı amacıyla hazırlanmış böylesi bir video klip için bkz. https://youtu.be/kyFmdpT-cvU?si=DOqOWzgKaot3WIA_
    [8] Soru Konferansı yönteminin açıklamaları için bkz. (https://tinaztitiz.com/sorukonferansi/)
  • O film’e tepkiler hakkında..

    A.B.D.de yaşayan karışık geçmişli, porno film yapımcısı Nakoula Basseley Nakoula (55) adlı bir kişinin, Hz. Muhammet ve İslam’ı aşağılayan –yaklaşık 1 yıl evvel çekildiği belirtilen- filmin bir özeti internete düşünce önce Libya ve Mısır, sonra da diğer İslam ülkelerinde şiddet yüklü protestolar başladı ve Libya’daki A.B.D. büyükelçisi dahil 4 kişi öldürüldü.

    Olay 3 gün önce meydana geldi. Bugüne kadar geçen süre içinde gazete ve TV yorumlarında –çeşitli şekillerde de olsa özü tıpatıp aynı- şu iki grup yorum çıktı, çıkmaya da devam ediyor: (1) “Herhangi bir dine hakaret edilemez”, (2) “Şiddet hoş görülemez”. Bu iki argümanın hangisinin başa koyularak dile getirildiği, böylelikle bir saklı içerik mesaj verildiği de ayrı mesele.

    Belki ana akım medyaya yansımamış kasaba ölçekli medyada, “etme bulma dünyası, Kaddafiyi parçalarsan bu da karşılığı olur, elinize sağlık koçum” mealinde yorumlar vardır, ama benim gözüme çarpmadı.

    İki tesbit..

    Görüntülerinden çıkardığım kadarıyla, protesto edenlerin büyük çoğunluğunun filmi seyretmediği –aslında ihtiyaç da duymadığı- belli. Ayrı bir tesbitim de şu: Her şeyin üzerinde değer verdiği, kılına zarar görmesini istemediği bir kişi ve onun tebliği ettiği dinin aşağılanması halinde ilk insani tepkinin derin bir üzüntü –ve üzüntünün çeşitli biçimlerde dışa vurumu-, ancak sonrasında bunun bir fiziki tepkinin olması beklenir. Protestocuların hiç birisinde böyle bir üzüntü görünmüyor.

    Neye tepki verildiğinin önemi olmadığı” odak noktası alınırsa, bu odak çevresinde tüm dünyada ve bu arada Türkiye’de sıklıkla olaylar oluyor. Film protestosu bunlardan sadece birisidir.

    Bu müthiş bir koz’dur..

    Bu yolla, bir kişi / bir servis / bir cemaat çok kolaylıkla büyük kesimleri harekete geçirebilir, yaktırıp yıktırabilir, sonra da durdurup bir süre sonra –herhangi bir nedenle- birbirlerini kırdırabilir ya da beğenmediği kesimleri ortadan kaldırabilir. Henüz bu esneklik ve yıkıcılıkta bir silah yapılmamıştır.

    Bu silahın en önemli özelliği, şiddetle yok edilmeye çalışıldığı sürece “kin birikimi” yoluyla daha başa çıkılamaz hale gelmesidir. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra Irak ve Afganistan’da öldürülen milyonlardan sonra, “o silah”ın daha keskinleşmiş olmasının nedeni budur.

    Ama bunun için uygun insan malzemesi gerekir..

    Sorgulamayı, kuşkulanmayı, kanıt aramayı ve bütün bu eleklerden geçebilen fikirleri dahi mutlak doğru / iyi / güzel olarak nitelememeyi, düşünme biçiminin ana ilkesi olarak benimsemiş bir insana, “git şu eylemi yap” deseniz ne olur? Olacak olan, en azından birkaç yüz soru ile karşılaşmanız ve onlara verebileceğiniz cevapların her biri için de bir o kadar yeni sorunun tepenize yağmasıdır. Kısacası bu tür insanları böyle eylemlere yönlendiremezsiniz.

    Buradan, sürü formundaki eylemler için gereken insan malzemesinin başat karakteristiği ortaya çıkıyor: Soru sormayacak, itiraz etmeyecek, sadece denileni yapacak –hayatı pahasına dahi olsa-.

    Bunlar ne kadar erken koşullandırılırsa başarı da o denli büyük olur. İntihar bombacılarının küçük çocuklardan devşirilmesinin nedeni budur; yani “tek doğrululuk”.

    Esas merakım şudur..

    Bu kolayca varılabilecek sonuca herkesin –sorgulamayan sürüler hariç- kolayca varması mümkündür, hatta kesindir. Peki nasıl oluyor da ulusal ya da uluslararası terörizm mücadelelerinde tek kelimeyle dahi bu “sorgulamayan insan tipi” ve onun kavramsal temelini oluşturan “sorgulanamazlık” hiç gündeme gelmiyor.

    Hadi diyelim bir kısım insan mazurdur..

    Trafikteki zebrada bekleyen, sadece dost ahbap toplantılarında esip gürleyen, ağlaşmaktan başka bir iş yapmayan yazarların yazılarını ileterek, Atatürk anıları ileterek kendini ve çevresini kandırdığını düşünenler mazurdur.

    Türkiye’ye tuzaklar kurulduğunu, buna karşı uyanıp “bir şeyler yapılması gerektiğini” büyük bir celâdetle savunanlar da mazurdur.

    Sorgulamayan insan tipi”nin en güçlü silah olabileceğini, onu eline geçirenin herşeyi –ama herşeyi- yapabileceğini, çıkarları nedeniyle dile getirmeyenler de mazurdur.

    Bunları düşünemeyenler de mazurdur.

    İri ünvanları nedeniyle kendi doğruları dışında fikirleri kabullenemeyenler de mazurdur.

    Bir kişi arıyorum..

    Bu mazur kişi ve kesimlerin dışında, kamuoyunu veya onun küçük bir bölümünü etkileme kapasitesine sahip 1 (bir) kişi yokmudur ki, sorgulanamazlık virüsünün ve onun enfeksiyona yol açmış formu olan “soru sormayan, sorgulamayan insan tipi”nin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yok edilmesi gereken bir hastalık olduğunu farketmiş olsun ve bunun gereğini dostlar alış-verişte görsün yollu değil içtenlikli olarak yerine getirerek ilerisi için düzgün tohumlar atsın.

    16 Eylül 2012 Pazar

  • Karmaşık olayları anlamak için..

    http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.

    • Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:

    – Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
    – Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
    – Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
    – Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
    – Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)

    • Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
    • İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
    • Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
    • Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
    • İnsanlar değer peşinde koşarlar.
    • Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
    • Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
    • O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
    • Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
    • Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
    • Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
    • Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
    • Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
    • Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
    • Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
    • Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
    • Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
    • Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
    • SON

    23 Ağustos 2012 Perşembe

     

     


    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X).  Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.

  • Ne oluyor, ne olacak?

    Bu ara en çok konuşulan konunun, “uluslarası ölçekli kaos ortamında Türkiye’nin ne olacağı, ne kazanıp ne kaybedeceği” olarak ortaya konulsa pek yanlış sayılmaz.

    Yakın dönem ve Suriye ve PKK ile ilgili mikro ölçekli olayları yorumlayıp, ne gibi önlemler alınması gerektiğini tartışmak yararlı görünmüyor. Bir yandan da sürekli değişkenlik gösterme karakterindeki bu süreç için reçeteler önermek yerine, uygulanabilir nitelikli ilkeler ortaya koymak daha yol gösterici olabilir.

    Başlıklar şöyle sıralanabilir:

    • Herhangi bir andaki olayın (bir terör saldırısı, komşu ülke tutumu, Obama’nın sopası vbg) ertesinde ne yapılması gerektiğini tartışmak için harcanan zaman ve enerji, o olayın kök-nedenlerinin anlaşılmasına harcanmalıdır.
    • Bu ilke basit ve yararlı olsa da, uygulanabilmesinin önünde –sadece bugün için değil ilkesel olarak- önemli bir engel vardır. O engel, kaba dilde “tükürdüğünü yalamak” denilen ve daha açık anlamı “önceden söylediğini savunmaya zorunlu hissetmek” demek olan kavramdır.
    • Bu engelleyici kavramın aksi ise, hiçbir fikir ve ona dayalı tahminin mutlak doğru olamayacağı’dır. Ama, söylediklerinin bir dizi ön-koşula dayalı olduğu, bunlarda bir değişiklik olduğunda söylemini de değiştireceği gibi ifadede bulunanları halkımız hoşgörmediği için, kestirme ve koşulsuz ifade sahipleri öne çıkar. Böylece, bir fikir bir yetkilinin ağzından dile getirildi mi artık ona “yapışmış” sayılır ve onun aksine bir fikir ileri sürmesi güçleşir.
    • Buna göre, kısa vadeli ve mikro ölçekli olaylar yerine, onları doğuran en temeldeki kök-nedenlere yönelerek “tedavi edici” çarelere harcamak; bir yandan da “semptomatik tedavi” niteliğindeki uygulamalara yönelmek daha doğru görünüyor.
    • Semptomatik önlemler neler olabilir?

    —    Herhangi bir anda ortaya çıkan bir sorun’un, o anda alınacak önlemlerle tekrarının önlenemeyeceği, bir benzetmeyle “uzun bir borunun ucundan akan suyun, çok önceden boruya girmiş olan suyun kaçınılmaz çıkışı” olduğunu; sonucu doğrudan etkilemeye yönelik her girişimin, ancak olayın tekrarına yardımcı olacağını kabul etmek,

    —    Her olayın ardından söylenmesi kalıplaşmış sözlerden kesinlikle ve bir defada vazgeçmek. Hiçbir yararı olmadığı gibi, sinirlendirici etkisinden başka etkisi olmadığı herkesçe bilinen tehditvari ifadeler yerine, yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, yoksa susmak.

    —    Medyanın, terör konusundaki eğitim programlarını [1] askıya alması,

    —    Tüm il ve ilçe belediyelerinin 1 numaralı görevinin, kendi çalışma alanı ile ilgili kuralları eksiksiz ve sıfır tolerans ile uygulamak olduğunu idrak etmeleri, her büyük yanlışın daha küçük yanlışlar üzerinde yapılandığı gerçeğini görmeleri ve böylece, tüm terör olaylarının bu tür yanlışları kullandığı ortamları verimsizleştirmek,

    —    Yumuşak karın olarak görünen etnik ve dini temelli sorunlar bağlamında birincil konu durumundaki, toplumun dindar-dindar olmayan, Sünni-Sünni olmayan, Kürt-Kürt olmayan biçiminde ayrışmaya başladığı olgusunu farkedip gereğini yapmak,

    —    Gerek Türkiye gerekse komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilgili sorunların temelinin, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının [2] kontrolu amacıyla, kendi içinde istikrarlı olamayacak Kürt Bölgeleri kurmak olduğunu, yurt içinde ve dışındaki Kürtler’e –ve kışkırtılan diğer halklara- anlatmak.

    • Tedavi edici önlemler neler olabilir?

    —    Şu benzetmeyi göz önünde tutmak: Çok topla oynanan bir bilardoda, diğer toplardan küçük olan bir tane varsa –ki bilardoda böyle şey olmaz, ama burada örnek diye varsayılıyor-, o küçük kütleli topun nereye gideceğini büyük kütleli toplar belirler. Eğer küçük top kendini büyük top görme yanlışına düşer, oraya buraya kendini çarparak toplara yön vermeye çalışırsa en çok kendisi savrulur! Türkiye’nin cüssesi her bakımdan küçük bir top gibidir. Yüksek kabiliyetli insan kaynağı, mevcut az sayıdakiler arasında ağ oluşturabilme kabiliyeti, başkalarını sömürmeden ayakları üzerinde durabilirliği, örgütlenerek kendi başına çözemediği sorunları çözebilirliği, hatalarından ders alabilirliği, bilmediklerini öğrenebilirliği, bilmediklerini bilebilmeyi ve bunların tümünden oluşan sorun çözebilirliği son derece sınırlıdır ve sorunludur.

    —    Bu durumuyla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma, geniş topraklara hükmetme gibi hayalleri ancak alaya alınmasına ve dahası kullanılmasına yol açar. Okur-yazar kesim arasında da savunucuları bulunduğu görülen bu hayalin farkına varılması iyi olur.

    —    Bu sorunlu toplum üstüne üstlük son derece değerli topraklar üzerinde oturmaktadır. Katı petrolü, suyu, madenleri, coğrafi konumu açısından nadir durumdadır. Bu yetmezmiş gibi, iyi yönetilebilirse birer zenginlik, yönetilemezse potansiyel birer çatlak olabilecek kültürel farklılıklara da sahiptir. Bütün bunlar birer istismara açık alan [3]’dır ve istismar, oyunun 1 numaralı kuralıdır.

    —    Thedore Roosvelt’in ünlü sözünü (https://tinaztitiz.com/3791/buyuk-sopa/) TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünün altına yazmak ve bunu hiç unutmamak: “Yumuşak konuş ama elinde iri bir sopa bulundur; daha uzağa gidebilirsin”.

    —    Tüm kararlarımıza yön veren düşünme biçimimiz, çıkarları Türkiye ile zıt yönde olan gelişkin toplumlarla başa çıkabilecek düzeyde değildir.

    Hemen her fırsatta övünmeyi, özellikle de birer öğrenme fırsatı olarak kullanımı gereken hatalı hallerde daha da çok övünmeyi bir “milli huy” haline getirmiş toplumumuzda, “bir fikrin işe yarar kısımlarını ayırmaya dayalı düşünme biçimi” demek olan kritik düşünme biçiminin yaygınlaştırılmasından daha önemli bir konu var mıdır?

    Bunun daha kısa erimli bir adımı olarak, “kullana kullana birer kalıp haline gelmiş söylemlerin sorgulanmalarını”, çocuk ve gençler arasında bir moda haline getirilmesi düşünülebilir.

    —    Uluslararası ilişkilerin başat olgusunun, güçlülerin güçsüzleri sömürmesi gerçeğini kabullenip, güçsüzlüğümüz nedeniyle uğradığımız muamele (ve operasyonların) çaresinin ancak ve yalnız güçlenmek olduğu; diplomasi vd araçların güçlülerin elinde işe yaradığı unutulmamalıdır. Burada yol gösterici ilke bilimdir.

    —    Güçlü olabilme yolunda koz kavramını iyi kullanılabilmesi, varlığımızı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır [4]. İlişkilerde kullanılabilecek tek geçerli para birimi, “koz çantanızın zenginliği”dir.

    Bu kavram yoluyla uluslararası topluluğun daha saygın bir üyesi haline gelmeye çalışırken, kendine yönelik tasallutları özendiren “sorun çözebilirlik yetersizliği”nin kısmen de olsa giderilmesi mümkündür.

    Bu kadar çok ve geniş kapsamlı bir listenin bütünü ya da bir bölümünün yerine getirilmesi bir dizi koşula bağlı olsa da, koşulların en başında, yazının başlarında değinilen “yapışmışlık” en güç aşılabilir olandır.

    Herkese kolay gelsin.

    11 Ağustos 2012 Cumartesi

     



    [1]Teröristler yüzlerini örtmedikleri için mobese’ye yakalandılar”, “bombacı, bıraktığı sigadan yakalandı”, “gaspçılar çaldıkları aracı yanlış park edince yakayı ele verdiler” gibisinden ve “bu hataları yapmazsanız daha zor yakalanırsınız” mesajlı haberler(!)..

    [2]  Türkiye toprakları içindeki katı petrol (oil shale) varlığı ile ilgili ve gerekli referansları içeren bir makale http://www.kirj.ee/public/oilshale_pdf/2008/issue_4/oil-2008-4-444-464.pdf adresindedir.

    [3]  Bkz. T.Titiz, “Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler”, PEGEM Yayınevi, Ankara, 2011, www.pegem.net, (4.1. İstsmara Açık Alanlar)

    [4] Bu konu –geçmişte- devletin en önemli makamlarına anlatılmış, ama cari paradigmaya uymadığı için hayata geçememiştir.

  • Şiddet Çözüm mü değil mi?

    Kimlere şiddet?

    Hasta yakınlarının doktorlara, öğrenci veya velilerinin öğretmenlere, öğretmenlerin öğrencilere, erkeklerin eşlerine şiddet uygulama olaylarının gündemde giderek daha çok  yer alıyor. Sorunun, “öğretmenlerin öğrencilere, şiddetin bir çözüm aracı olmadığını öğretmeleri” yoluyla çözülmesi gerektiği yolunda görüşler basında yer aldı.

    Hemen her sorunun çözümünün okul müfredatına katılarak çözülmesi, ayrıca da dünyanın “öğrenme” yönündeki yürüyüşünün aksine “öğretme” yolundaki geleneksel eğilim burada da görüldüğü için, şiddetin ne ölçüde bir sorun çözme aracı olduğunun ve bu yolla çözülüp çözülemeyeceğinin sorgulanması yarar sağlayabilir.

    Bir ortak özellik!

    İster futbol, ister sağlık, ister okul, isterse aile ortamındaki şiddetin ortak özelliği “hınç alma”, “intikam alma”, “öç alma” gibi duygular olup, hepsi de kısa süre içinde gerçekleştirilmek istenir. Eğer bu mümkün olamaz ise bu takdirde kin gibi zamana dayanıklı bir forma dönüşürler. Daha da ilkel düzeydeki amaç, yaralanan benliğin tamir edilmesi için, yaralayanda eşit (kısas) acıtıcılıkta –mümkünse daha derin (misilleme)- bir yara açılmasıdır.

    Hukuk “karşı yara açma”nın medeni yöntemidir!

    Yaralanan benlik çeşitli şekillerde rahatlatılabilir. Medeni yol, yaranın büyüklüğü, dengeleme yolları vb konulardaki insanlık birikiminin (evrensel hukuk) ya da yerel kanunların öngördüğü yara açma yollarıdır. Bu yollar yeterince hızlı ve etkili ise “normal” insanlar daha hızlı ve derin yaralar açma peşinde olmazlar. “Normal dışı” insanlar ise yaranın büyüklüğüne aldırmaksızın –hatta yara olup olmadığına bakmaksızın- misilleyici yaralar açmak için yanıp tutuşurlar.

    Yaralanma ve karşı yara açma konularında dikkate alınması gereken önemli birkaç başlık vardır:

    • Açılan yaraların nedenleri: Birisi rasyonel nedenlerdir. Arabasına arkadan çarpılan, evi soyulan, aldığı mal ayıplı çıkan, eşi tarafından aldatılan, bir yakını görevini yaparken öldürülen ve daha onlarca kişi haklı olarak, benliklerinin uğradığı zararların dengelenmesini beklerler.

    Diğer bir neden türü ise edinilmiş değer yargılarına saygı gösterilmeyişidir. Yakını olduğu hastanın herkesinkinden daha önemli olduğu, milletvekili olduğu için herkesten daha öncelikli hizmet alması gerektiği, çocuğunun yüksek not alması gerektiği, başka çocuklara şiddet uygulamaya hakkı olduğu, aldattığı eşinin şikayete hakkı olmadığı ya da dini inancının herkesçe benimsenmesi gerektiği yolunda bir değere sahip bir kişi, bu değer yargısının yanlış bir yargılamanın sonucu olduğuna bakmaksızın, benliğinde açıldığını varsaydığı yarayı dengelemek isteyebilir.

    Nihayet bir diğer neden türü ise psikopat nitelikli kişilerin durumudur. Onlar benliklerinin sürekli olarak yaralı olduğuna inandıkları için herkese karşı yara açma isteği taşırlar. Döner bıçağı ile maça giden kişiler bu türün tipik örneğidirler.

    • Yaralanmayı kolaylaştırıcı / özendirici ortamlar: Pasteur’ün son sözlerindekimikroplar hiçbir şey, ortam ise her şeydir” deyişindeki “ortam” sadece biyolojik anlamda değil toplumsal anlamda da geçerlidir.

    Örneğin, hemen tüm TV dizilerinin başat sahnesi –çoğunlukla erkeğin- karşısındakine şiddet uygulamasıdır. Ortalama insanın en önemli eğlence aracının TV olduğu düşünüldüğünde, evlerin içinde sürekli olarak dövüşen, birbirini öldüren insanların ne kadar çok olduğu görülecektir.

    Bilgisayar oyunlarındaki temel element yine öldürme üzerinedir. TV ve internetin yaşamımızdaki yeri karşısında “şiddet ortamı”nın önemli kaynaklarından birisi ortaya çıkmıyor mu? TV haberleri keza şiddet özendirici sahnelerle doludur.

    Denilebilir ki, şiddetin oluşması için tüm faktörler el birliği içinde bir “şiddet sinerjisi” yaratmaktadır.

    • Karşı yara açma yollarının etkililiği: Bu denli “uygun” bir şiddet ortamı ve nedenleri bileşimine karşı hukuk yeterince hızlı ve eşit etkinlikte bir “benlik yaralanmasını dengeleyici karşı yara” açamıyorsa, bu takdirde yaralı kişiler işe bizzat girişmekte ve şiddet yoluyla dengeyi sağlamaktadırlar. Bu insani açıdan kabul edilebilir olmasa da analitik olarak çok anlaşılabilir bir dengelemedir.

    Şiddet etkili bir çözümdür. Amaç kısa sürede hıncını, intikamını, öcünü almak olduğuna göre; hukuk da bunu süratli ve etkili biçimde yerine getiremez ise şiddet kaçınılmazdır.

    • En önemli faktör: En sona bırakılmakla birlikte en önemli faktör, yukarda sıralananların düşünülüp gereğinin yapılması yerine, öğretmenlerin öğrencilerine “şiddetin çözüm olmadığını öğretmeleri”nin beklenmesidir.

    Son Söz

    Şiddet, şiddeti özendiren / kolaylaştıran uygun ortam öğelerinin anlaşılıp, sonra da o öğelerin ortadan kaldırılması yoluyla giderilebilir. Bunun dışındaki önlemlerin tamamı sadece zaman kaybettirir ve yeni şiddet türlerinin ortaya çıkmasına, mevcutların ise tırmanmasına yol açar.

    13 Mayıs 2012

  • Demokrasi kimler içindir?

    En çok kullanılan terim: Demokrasi

    Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.

    Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?

    Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:

    –       herkesin eşit muamele gördüğü,

    –       seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,

    –       seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,

    –       çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,

    –       ifade özgürlüğüne dayanan,

    –       basının özgür olduğu,

    –       ve benzer “özellikler”…

    Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.

    İyi de demokrasi “niçin”dir?

    Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.

    Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat  ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”

    Demokrasi, sorun çözmeye yarar..

    Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.

    Başka yollar da var mı?

    Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.

    O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.

    Peki “çözüm üretmek” yeter mi?

    Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.

    Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.

    Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.

    Ancak bir olmazsa olmaz var..

    Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:

    –       herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya

    –       halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya

    –       kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:

    • bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
    • el koymuşlar (askeri darbeler) veya
    • çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise

    bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.

    Uzun sözün kısası!

    Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.

    Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.

    23 Nisan 2012



    [1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.

    [2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.