-
Kas 03 2015 Kök-türev ilişkisi ıska geçilse n’olur? -II
≪Aşağıda, M.S. 1992’de 🙂 yazılmış bir yazı var. Önce bir göz atıp sonra meramımı anlatmak istiyorum:
Bir hastalık: Sayma !
“Sayın başkan, sayın bakan, sayın milletvekilleri, sayın il başkanımız, sayın ilçe başkanlarımız, değerli il müdürümüz, değerli ilçe tarım komisyonu ve zirai aletlerin bakım, onarım ve yenileme daire başkan yardımcımız, konuşmamın başında hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
Toplantının Dünya’mıza, memleketimize, ilimize, ilçemize halkımıza, milletimiz ve yurttaşlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunuyor ve arz ediyorum.”
A.B.D.’de yapılan ve milletvekillerimizin de katıldıkları bir toplantıda konuşmacı, yalnız bakan ve diplomatları selamlayınca toplantıyı terk eden milletvekilleri olmuş.
Bu bir gazete haberiydi. Bu olayın nedeni ilk bakışta zannedilebileceği gibi basit bir protokol hatası olmayıp daha geniş bir hastalık familyasının, “Sayma Hastalığı”nın basit bir sonucudur.
Yabancıların toplantılarda -genellikle- katılanlara, “bayanlar, baylar” şeklinde hitap etmesinin nedeni, onlara cinsiyetlerini hatırlatmak değil, bu türlü acayipliklere düşmeyi önlemek içindir.
Sayma Hastalığı’nın sebep(ler)i nelerdir? Acaba, bir grup içine dahil öğelerden herhangi birisini unutma endişesi midir? Yoksa her öğenin adını söyleyerek onların gönlünü alma arzusu mudur? Yoksa, ne söyleneceği konusunda fazla bir fikri bulunmamak ve mevcut süreyi bu şekilde doldurmak arzusu mudur?
Belki de bunların hepsinin payı vardır. Sebebi ne olursa olsun Sayma Hastalığı, her hastalıkta olduğu gibi çeşitli olumsuzluklar üreten bir illettir. Bu olumsuzluklardan en basiti, yukarıda örneği verilen alınganlığa neden olmaktır. Ama daha ciddi sonuçları da vardır.
Birisi, insanların vakitlerini israf ederek onları yavaş (ama sistemli) biçimde öldürmektir. Bir diğeri, sayılmamış olanların sebep olabilecekleri sorunlara yol açmaktır. Örneğin, “sinemada fındık, fıstık yenilmesi yasaktır” denildiğinde, kabuklu ceviz yemeğe kalkan birisinin çıkaracağı sinir bozucu gürültüye izin verip, kabuğu soyulmuş fıstık veya fındık yemenin yasaklanmış olmasıdır.
Hatta, sayma hastalığının daha önemli sonuçlar yaratabilmesi de mümkündür. Buna kanunlarımızda sık sık rastlanır. Serbest ya da yasak olduğu belirtilecek bir şeyin grup adını bulup ifade etmek yerine onlardan akla gelenleri saymak ve bu arada doğal olarak bazılarını saymamış olmak, çoğumuzun başına garip işler açmıştır.
Bu hastalık nasıl tedavi edilebilir bilemem ama herhalde yollarından birisi, konuşmalarıyla topluma örnek olması gerekenlerin saymadan konuşmayı öğrenmeleridir.
1 Haziran 1992
Bu sayma-dökme konusunu o tarihlerde daha çok vakit israfı açısından ele aldığımı düşünüyorum. Aradan geçen 12 yıl içinde, hastalığın, israftan daha önemli bir sonucunun da olduğunu gözledim ki o da, bir konunun özünün anlaşılmasına engel olmasıdır.
Temmuz 2004≫
Şimdi, 2004ten bu yana bir 13 yıl daha geçti, toplam 25 yıl içinde bu sayma-dökme alışkanlığında bir değişiklik olmadı; ama bu alışkanlığın başlangıçta pek köküne bakmadığımı, sadece bunun bir sorun olduğunu belirtince dikkate alınabileceği gibi bir naifliğe düşmüş olduğumu fark ettim.
Fark ettim ve bu hastalığa “dilsizlik” gibi bir de ad taktım (bunun bir genelleme olmadığını, dili bir virtüöz gibi kullanan çok sayıda insanımızın olduğunu belirtmeye sanırım gerek yoktur).
Dilsizlik, özellikle eğitimli kesimde rastlanan ve zihinsel karışıklık nedeniyle ortaya çıkan; yani aslında dil ile değil düşünce ile ilgili bir olgu. Buna göre “dilsizlik kafa karışıklığının bir sonucudur” denilebilir.
Dilsizlik kendini başlıca şu iki yolla ortaya koyabiliyor:
- Çok ve aralıksız konuşmak ve sık sık “yani” bağlacıyla aynı cümleleri farklı –zaman zaman aynı- biçimde tekrarlamak (cümle aralarında boşluk bırakılırsa, bir başkasının araya gireceği korkusu),
- Dinlememek (muhtemelen, tüm zihinsel kurgunun büyük ölçüde kendi düşüncelerinden oluşması; başkalarını dinleyerek kurguyu yenileme alışkanlığı olmayışı).
Zihinsel karışıklık yadırganmaması gereken bir olgu. Bilmediklerimiz -ki bildiklerimize göre sonsuz sayılabilir-, bildiklerimizin aralarını doldurarak olayları açıklamaya normal olarak yetmez. Bu durumda beklenen, bu boşlukların sorular, merak ifadeleri vb. yol açıcılarla doldurulmaya çalışılıp, dinleyenlerin de bu boşluklar konusunda olası tamamlayıcılar dile getirmesini ummaktır.
Normal olmayan ise, kuşkusuzluğun ve onun türevleri olan meraksızlık ve kendini beğenmişlikle birleşip yukardaki başlıca iki eğilimin ortaya konulmasıdır.
Sokaktaki insan açısından bu eğilimin zararı kendi yakın çevresi ile sınırlıdır. Yaygın iletişim yollarını kullanan, kendi çapında da olsa kanaat önderi konumundakiler için ise durum bu denli zararsız değildir. Kendisine rol model olarak medyada sürekli izlemek “zorunda kaldığımız” kuşkusuz bilmişleri seçen milyonlarca insan, onların düşünme biçimlerini kopyalayıp, sonra da inanç haline getirdikleri görüşleri uğruna çağlayandan yukarı tırmanmaya çalışıyor.
Söylediğimiz her cümleden önce –hadi bilemedin sonra- “bu ifademden ne kadar eminim?” sorusunu hızla içinden geçirse, zaman içinde oluşacak sükunet içinde çok daha değerli düşünceler dinleyebiliriz.
2 Kasım 2015
-
Kas 01 2015 Dinde sorgulama olmaz (mı?)
Her yazının –saklı da olsa en az bir- muhatabı vardır. “Ben yazılarımı özneye değil kavramsal bağlamlara yazarım” diyenler ya araştırmacı bilim insanı ya da yalancıdır.
Bu yazının muhatabı da, din konuları açıldığında, dinde sorgulama olmaz, inançlar sorgulanır mı? ya da ne kadar bozukluk varsa din kaynaklıdır deyip kestirmeden kapatan; kapatmakla da kalmayıp, üstüne üstlük, sen böylesi boş işlere kafa yoracağına daha elle tutulur şeylere bak şeklinde nasihatte bulunan birkaç tanıdığımdır.
Daha ilerlemeden hemen çıkarılabilecek sağlam bir sonuç, bu ve benzeri yaklaşım sahiplerinin din alanını, sorgulamayanların alanı haline getirmeye katkıda bulunduklarıdır. Sorgulama aklın alanı olduğuna göre, sorgulamaya kapalı bir din anlayışının her türlü akıl dışılıkla nasıl eşanlamlı hale gelmiş olduğu böylece anlaşılabilir hale geliyor.
“Tüm varlıkları kavrayan evrenin oluşum ve işleyişini sürekli anlamaya çalışıp, onunla uyum halinde yaşamak” gibi bir amaç dinler için anlamlı ise, gerek kişinin zihninde oluşturacağı evren tasavvuru, gerekse o tasavvura uyum adına düzenleyeceği yaşamın nasıl akıl dışılıklarla dolu olacağı kolayca anlaşılabilir. Dahası, bu akıldışı yaşam sahiplerinin bir toplum olarak bir arada yaşayabilmesindeki sorunlar da cabası..
Din’in neresi sorgulanmamalı?
Kaynağı ister destan ister vahiy olsun, hemen her dinin söylemleri birkaç kategoride[1] toplanabilir.
- Bunlardan birisi o dinin ortaya çıkışındaki olayların ve o dine inanan ve inanmayanların mücadelesinin öyküsü’dür. Öykünün –dolayısıyla da öğreti bütününün- inandırıcılığı açısından öykü içinde yer yer mucizeler de yer alabilir. (Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesi, Hz. Ömer’in İran’daki orduya sesini duyurması gibi).
Çok daha yakın tarihteki olayları sorgulama konusunda veri bulanıklığı ortada iken, en yenisi 14 asır evvele ait öykülerin sorgulanması pratik olarak güçtür.
Ayrıca, bu kategoridekilerin sorgulanması halinde, dinin amacına hizmet etmeyecek anlaşmazlık ve ardından da bölünmelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Nitekim mezheplerin ortaya çıkışında bu tür yararsız sorgulamaların payı büyüktür.
- Yaratıcının büyüklüğünün tasviri yoluyla öğretiye inanışı kolaylaştırmak amacıyla O’nun sıfatları, şükran ve yakarışlar da bir kategori olarak düşünülebilir.
Özetle, bu iki kategorinin sorgulanması kuşkusuz mümkün, ama dinin amacı açısından yararsızdır.
- Üçüncü kategori, dinin “kurucu ilkeleri” (maksimler) denilebilecek ifadelerdir. İster açık ister sembolik ifade edilmiş olsun, aslında bir dini öğretinin temeli bunlardır. Tevrat’ın On Emri, Hristiyanlığın –çeşitli- maksimleri[2], İslam’ın evrensel ilkeleri[3] gibi.
Bunların sorgulanması ise mümkün, yararlı, hatta İslamiyet açısından “imanın şartı sayılacak kadar” gereklidir. İmanın, taklidi iman ve tahkiki iman olarak ikiye ayrılıp, makbul olanın ikincisi sayılması bunu gösteriyor.
“Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.”[4]
Dinin sorgulanamaz olduğu, çünkü dinin esasının iman, imanın da “herkesin kalbi olarak özgün yorumları” olduğu iddia edilerek din alanının akıl dışılığa terkedilmesinin somut sonuçlarını hem yerel hem küresel ölçekte yaşıyoruz, daha da yaşayacağız.
Şimdi, bir dini inanca sahip olanlara ve de olmayanlara sormak gerekmez mi ki, inanç ya da inançsızlığın akıl ile sorgulanarak temellendirilmesi yerine, tamamen hurafe ya da akla geliverenleri doğru sanarak sarılıp çevrenize benimsetmeye çalıştıklarınız birer yanılgı değil mi?
Dindar nesil yetiştirmek uğruna, genç beyinleri sorgulama dışı –üstelik de anlamadığı bir dilden- (ezber) kalıpları[5] ile koşullandırmanın[6] cezasını kim sorup kimlere verecek?
1 Kasım 2015
[1]Bu kategoriler birbirinin içine geçmiş biçimde yer alabilir. Bunlar ayrılıp her kategori ayrı incelendiğinde, o dinin kurucu ilkelerinin anlaşılmasına yol açılmış olur.
[2] Bkz. http://holycrossoca.org/newslet/0907.html
[3] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/11/dini_ahlakin_temel_ilkeleri_Rev9.0.pdf
[4] Bkz. https://goo.gl/wyu1Yq
[5] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com
[6] Bkz. http://bit.ly/1PdtLqQ, https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/
-
Eyl 16 2015 Ölüm & ölüm!
Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.
“Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.
Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?
Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?
Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?
Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?
Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.
Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”
Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:
- Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
- Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
- Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
- Genel siyasi af
- Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
- Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi
Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.
Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).
Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.
Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.
Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.
Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.
Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?
Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.
Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir.
Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).
Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.
Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7049) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.
16 Eylül 2015
-
Kas 28 2014 Öğrenme Nasıl Engellenir?
“İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?
Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.
“Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.
Bunu niye ve nasıl yapıyor?
Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.
Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.
Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.
Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.
Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.
Hesapta olmayan yalnızlık!
Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.
Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.
Neredeyse bir kural gibi!
Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.
Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.
Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.
Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”
28 Kasım 2014
-
Tem 15 2014 Süleymanoğlu – Pavarotti – Löw –Del Bosque – Lucesku – Yaşargil
Değerli okurlar, zaman zaman, bu yazının konusuna uygun örnekler öğrendikçe yazıyı güncelliyorum. Sonuncusu yeni olmayabilir ama ben yeni öğrendim; onu da en sona ekledim:
2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya’yı zafere götüren Joachim Löw, Adanaspor ve Fenerbahçe’de başarısız bulunup kovulmuştu.
Bundan önce de Yeniköy Kasabı lakaplı Vicente Del Bosque Beşiktaş klübünden futbolu yeterince bilmediği gerekçesiyle kovulmuştu. (Bu futbol bilmeme gerekçesine doğrusu ben de katılıyorum. Özellikle Barcelona’yı her seyrettikten sonra bunların oynadıkları oyunun “futboldan başka bir şey” olduğunu düşünmüşümdür. Bu nedenle, bizim bildiğimiz anlamda futbolu bilmemek nedeniyle kovulan Löw, Del Bosque ve Lucesku’nun uyumsuzlukları anlaşılabilir bir şeydir.
Aşağıda, 1990 yılında bu bağlamda yazdığım yazıyı 2014 itibariyle güncelledim. Dünya çapında değerleri dışladıkça, kısmetse 10 yıllık aralarla yazıyı güncelleyeceğim.
<<Dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, devam etmekte olduğu Gazi Üniversitesinde halter dersinden (bir başka dersten değil) sınıfta kalmış. Bir gazete haberi!
Bir başka gazete haberi: Bundan 30 yıl kadar önce, ünlü tenor Pavarotti, misafir sanatçı olarak geldiği Türkiye’de, “yetersiz” bulunarak geri gönderilmiş.
Bu ikisi de gazete haberi olup, çıkaracağım sonuçlar, haberlerin doğru olduğu varsayımına dayalıdır.
Üçüncüsü ise gazete haberi değil. Yüzlerce kişinin (belki daha da fazla olabilir) ortak gözlem ve yargısı.
1989 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Hintli orkestra şefi Zubin Mehta, yönettiği İtalyan senfoni orkestrasına çaldırdığı Türk Milli marşı ile, tüm salonu hayretler içinde bırakmış ve İstiklal Marşımızın bu denli etkili de icra edilebileceğini göstermişti.
Bu, birbirinden bağımsız görünümlü üç olay bir araya getirilebilir mi?
Getirilmese iyi olur. Çünkü eğer birlikte yorumlanırsa can sıkıcı sonuçlar çıkar.
İlk iki olaya konu olan ve mükemmelliğini Dünya’ya kanıtlamış bulunan iki kişiye “yetersiz” damgası vurulabiliyorsa bunun olası açıklaması, bu değerlendirmeleri yapan kişi ya da kurumların evrensel ölçülerden ve dolayısıyla mükemmellikten uzak olduğudur.
Son örnek, Dünyaca ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil ile ilgili. Bir nöroşirürji cerrahı dostumdan geldiği gibi aşağıya alıyorum:
Her ameliyatına Dunyanın dört bir yanından gelen 10 kisi (ameliyathane her ameliyata ancak bu kadar misafir nöroşirürjiyen kabul edebiliyordu ve bunun icin aylar önceden, kişisel değil, hastanenin başvurması gerekiyordu) TV ekranlarından izliyordu.
Benim hastanem (Rotterdam Erasmus Universitesi) asistanlığımın üçüncü yılında bu 4 haftalik eğitime gönderdi. Yaşargil Hocayı izledikten sonra resmen aşağılık kompleksine kapıldım ve “benim böyle olmam mümkün değil, kendime baska ihtisas düşüneyim” dedim. Beni ABD’nin en ünlü nöroşirürjiyenleri teselli ettiler ve kendilerinin de aynı duygu icinde olduklarını söylediler.
Zurich Üniversite Hastanesinin en büyük geliri, Yasargil hoca’nın kliniğine gelen yabancı hastalardan sağlandı uzun yıllar boyunca.
Yaş 65’e gelince yasa gereğince Yaşargil Hoca emekli oldu. Turkiye özlemi ile Türkiye’ye döndü.
Ne oldu biliyor musunuz? YÖK Yaşargil Hocayı Turkiyede ihtisası olmadığı için asistanlara uygulanan sınava sokmaya kalktı! Sınav heyeti icinde benim AUTF’den de “hocalarımdan” vardı! Şu komplekse bakın!
Bir yanda Dünya’nın saygı duyduğu, bir bilim adamına ASRIN Nöroşirürjiyeni unvanını oy çokluğu degil, oy birliği ile veriyor ve bizim “akademisyenlerimiz” bu yüce insanı “ihtisas” sınavına sokuyor!
İnanır mısınız bu sınav yapıldı!
Son olay 2016 yılında gençlerimizle ilgili. İyileşmeyen yaralar için yeni bir metot geliştiren liseli gençlerin projeleri TÜBİTAK tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Çocuklar ve öğretmenleri bundan yılmayıp uluslararası bir yarışmaya katıldılar ve birincilik ödülünü kazandılar.
Bu takdirde tabii ki Pavarotti yetersiz, Süleymanoğlu da tembel olarak ölçülendirilecektir.
Bütün bu olaylar farklı gibi görünmesine rağmen, varılabilecek sonuçlar açısından benzer niteliktedir. Başkalarını “yetersiz” olarak değerlendirenlerin kendilerinin yeterliğinin bir sınavıdır.
Her bir olaya da konu olan kişi ve kurumlar, bu düşündürücü olayları kendi açılarından açıklamak için gerekçeler bulabilirler, bulmuşlardır bile.
Ancak, onların neler söyleyecekleri önemli değildir.
Onlar ve onlar gibiler birer “ümitsiz vaka”dırlar ve üzerlerinde vakit kaybetmeye değmez.
Vakit harcanması gereken sorun, bu dehşet verici tablodan kendimizi nasıl kurtaracağımızdır. Bunun hiç de kolay olmadığı, biraz düşününce görülecektir.
Kime anlatabilir, kimi inandırabilirsiniz ki herkesin saygı ile adını andığı bir kısım kurum ve kişi, geri kalmışlığımızın bizzat yakıtıdırlar.
Kim inanır ki Türkiye’nin kurtuluşu, bu tür çağdışı kişi ve kurumların gerçek yüzlerinin herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkmasındadır. Birbirinden otuzar yıl ara ile üstelik de birbirinden çok farklı alanlarda meydana gelmiş olaylar, bu açığa çıkma için katiyen yeterli değildir.
Keşke mümkün olabilse de ünlü fizikçiler, ressamlar, devlet adamları, Türkiye’de sık sık sınanıp yetersiz bulunup reddedilseler ve insanlarımız, “bu işte bir iş var. Yetersiz olanlar var, ama hangileri?” sorularını sormaya başlasınlar.
“Katil Cümle” şeklinde nitelenen bazı cümleler var. Bunlardan birisi de “bizim şartlarımız farklıdır” şablonudur.
Gerçekten inanıyorum ki bizim şartlarımız farklıdır. Ve o şartlar, Süleymanoğlu’nu da Pavarotti’yi de, Del Bosque’yi de, Löw’ü de ve Gazi Yaşargil’i de içinde barındıramaz. Nitekim yıllardır birçok Süleymanoğlu ve Pavarotti barınamadı.
Çünkü o şartları yaratanlar, böyle mükemmelliklerden çok uzakta olan kişi ve kurumlardır ve o şartları büyük ölçüde kendileri yaratmışlardır.
Evet, bu işte bir iş var.
Süleymanoğlu ve Pavarotti ve de Yaşargil bizim şartlarımıza uymuyorlar.
Ama onları bu şekilde değerlendirenler de çağa uymuyorlar.
Ya Süleymanoğlu ve Pavarotti’yi (ve onlar gibileri) içimizde barındıracağız ya da ötekileri.
İkisine birden imkan yok.
Milletimizin gözünü daha çok açacak olayların, daha sık olması dileğiyle.
M.Tınaz Titiz (1990 Ocak)>>
15 Temmuz 2014
14 Temmuz 2016
-
Ara 18 2013 Anneler ve çocuklar..
Şahit olduğum iki olayı, tam hatırladığım şekliyle sizlere aktarmak ve annelere (ve babalara) naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu tavsiyem kuşkusuz bir uzman görüşü değildir; sadece güneşin doğuşunu daha çokça görmüş sıradan bir kişinin aktarımları olarak alınız lütfen.
Her iki gözlem de bir tenis kulübünde, birbirinden farklı zamanlarda oldu. Birincisi çok kısa, diğeri kısa metrajlı bir film gibi.
Bir akşamüstü; okul çıkışı annesiyle birlikte özel tenis dersi almak üzere kulübe gelmiş bir küçük çocuk ve annesi. Çocuk 10-11 yaşlarında, ufak tefek. Bir saat kadar tenis dersi almış, okulun verdiği yorgunluğun üzerine bir de tenis dersi binince hafif tertip pilini bitirmiş, ayakta sallanıyor.
Annesi ise tenis hocası ile hafif bir ağız dalaşında ve çocuğun biraz daha çalıştırılmasını istiyor.
– Hanımefendi, Ahmet (isim değiştirildi) zaten yorgun geldi, bir saat de çalıştık. Bu yaştaki bir çocuk için daha fazlası zarar verir.
– Hocam, bu dedikleriniz bir iddiası olmayan çocuklar için; benim çocuğum şampiyon olacak. Bu nedenle de çok çalışması lazım.
Bu arada Ahmet de söze karışıyor:
– Anne ben çok yoruldum.
– Sen kes, seninle ilgili değil, hocanla konuşuyorum.
Anne haklı. Mesele gerçekten de Ahmet ile ilgili değil, annesi ile ilgili.
İkinci gözlem!
Bir Pazar günü, bir arkadaşımla kort ayırtmadan “belki buluruz, bulamazsak da kahve içip laflarız” gibisinden kulübe gelmişiz. Fakat bilmediğimiz, o gün Türkiye çapında 12 yaş altı çocuklar için bir turnuva olduğu. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Kafeteryada zar zor bir yer bulup oturduk kahve içiyoruz. Öyle kalabalık ki sandalyeler dip dibe.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hemen hepsi de anne ve/ya babası (genelde de anneleri ile) ile gelmiş küçük tenisçiler.
Hemen yanı başımızda bir masa, bir küçük tenisçi ve annesi oturmuşlar. İster istemez tüm konuşmaları –o uğultu içinde- bizim masadan tam olarak duyuluyor. Anne de farkında ama bunu düşünebilecek durumda değil. Çünkü büyük bir felaket ile uğraşıyor: Çocuk rakibine yenilip elenmiş!
Belli ki anne de tenis oynuyor veya biliyor. Çocuk gözleri yerde, dokunsan ağlayacak, süt dökmüş kedi gibi “suçlu”. Konuşmalar şöyle:
– Yüzüme bak yüzüme, gözlerini benden kaçırma. O ne biçim bekhentti (back-hand)?
– Anne a..
– Kes konuş demedim. Böyle bir eşekliği nasıl yaparsın, n’olucak şimdi. Ben sana defalarca demedim mi bekhendine dikkat et diye. Söylemesem yanmicam.
– Anne çişim var gideyim mi.
– Git ama çabuk gel, bu eşekliğin hesabını vereceksin.
Eminim ki çocuğun çişi filan yok, ama bu manevi (ve gerçek) işkenceden birkaç dakika olsun kurtulmak istiyor.
Fakat anne huzursuz, ne yapacağını bilmiyor. Cep telefonunu çıkarıp bir arkadaşını arıyor.
– Alo Sevinç (isim değiştirildi) sen misin. Sana bir şey anlatacağım. Berk (isim değiştirildi) yenildi. Karşısındaki de zayıftı ama öyle bir bekhent vurdu ki maçı verdi elendi.
– ….???
– Ya ne demek aldırma, n’olacak şimdi. Ama neyse şimdi Hüseyin (ismi hatırlamıyorum) geldi, kapıyorum.
Çocuk henüz çişten dönmedi, ama çocuğun bu arada babası da geldi.
– N’oldu ne bu halin?
– Elinin körü daha n’olsun, yenildi işte. Hakkıyla yenilse neyse, görmedin mi o bekhendi.
– Ya olur öyle şeyler, gelecek turnuvada daha iyi oynar.
– Zaten senin bu gevşek tutumundan böyle oldu. Sizin bu kafalarınızla bu çocuktan (bu ara çocuk da çişten döndü dinliyor) bir b..k olmaz.
Sizlerle iki gözlemimi paylaştım.
Her iki anneyi de anlıyorum. Bir çocuğu doğurup dünyaya getirmek bir babanın belki anlayamayacağı bir sihir. Onun herkesten iyi, üstün olmasını istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü içten içe doğal seçimin acımasızlığını hissediyor. Çocuğunun elenecekler içinde olmasını istemiyor. Bu çok saygı duyulması gereken bir duygu.
Ama bu isteğini gerçekleştirmek için tuttuğu –ve büyük olasılıkla farkında olmadığı- yolun, kesinlikle çocuğunu tahrip ettiğinin de farkında değil.
Bu olay beni derinden etkiledi. Hatta, o konuşma sırasında bir yolunu bulup bir şekilde uyarmayı da düşünmedim değil. Fakat, bir işe yaramayacağını, hatta ters bile tepeceğini düşünerek vazgeçtim.
Hepimiz yaşam boyunca birçok bekhendi yanlış vuruyoruz. Ama birileri sürekli olarak bize süper insan muamelesi yapıp, bu yanlışları kafamıza kakarsa gerçekten birinci sınıf beceriksizler –en hafif sonuç- olup çıkıyoruz.
Bireysel yaşamda acı sonuçlar veren bu tutumlar, kurumsal yaşamda da benzer insanlar yaratıyor. Bu yüzden de artık kurum yöneticilerinin “yanlış bekhend vuranlara manevi işkence yapmasını değil”, onlara sakin birer öğrenme ortamı hazırlayıp, gerisini doğanın tedavi ediciliğine bırakması yaklaşımı benimseniyor.
18 Aralık 2013
-
Tem 06 2013 En büyük günah ne olabilir?
Ateistlerin, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı ileri süregeldikleri en önemli tez şudur: “Madem ki üstün bir güç her şeyi yaratıyor, o halde benim O’nun iradesi dışında bir şey düşünüp yapabilmem imkansız olmalıdır. Değilse, O’nun gücünün üzerinde bir başka saik vardır ki, bu da O’nun varlığının imkansızlığı demek olur. O halde ben her ne yapıyorsam O istediği için yapıyorum ve sorumlu tutulamam”
Buna karşı ileri sürülen tez ise şöyle özetlenebilir: “Üstün güç, gücünün sınırsızlığı tanımı dolayısıyla, kendisinin –bağımsız davranabilme- özelliğini yarattıklarına da vermiş; buna karşılık doğruları ayırdedebilecekleri düşünebilme yetisiyle de donatarak, tutarlı bir sistem kurmuştur. O halde, doğru ya da eğri davranışlarınızın hesabını vermekten O’na karşı sorumlusunuz”
Bu tezler arasında seçim yapmak insanların bireysel kararlarına bağlıdır ve her biri birer inanç olduğu için de doğruluklarını tartışmak yersizdir. Ayrıca, teistleri, ateistleri ve agnostikleri “doğru” yaşamaya sevkeden dinler, bilim ya da özgün öğretiler (Budizm gibi) gibi çeşitli yol göstericiler mevcuttur.
Bu yol göstericilerin hepsinde, doğruları eğrilerden ayırdedebilmek için emredilen sorun çözme aracı “düşünmek”tir.
Örneğin, İslami yol göstericinin kitabı Kuran’ıın tam 79 ayetinde düşünmek öğütlenmiş ya da emredilmiştir. İncilde de 75 ayetde akıl ve düşünme öğütlenmiştir. Budizm düşünmeye özel bir yer vermiş, kritik düşünmeye[1] de özel vurgu yapmıştır.
Agnostisizm ya da bilimi yol gösterici kabul edenler için düşünmek neredeyse en üst düzeydeki sorun çözme aracıdır.
Bütün bunlardan basit ve güvenilir bir yargıya varılabilir: Hangi tür inanca sahip olursanız olunuz, sizin eğrileri doğrulardan ayırdetmenizi sağlayabilecek en önemli araç “düşünmek º aklı işletmek” olduğuna göre, bu yeteneği dumura uğratmak veya belirli bir amaç doğrultusunda koşullandırarak sadece o amaca hizmet eder hale getirmek en büyük günah sayılabilir.
Şimdi, ister siyasal, ister dini, ister ticari bir ideoloji yönünde insanları eğitmeyi amaçlayan, icra eden, destekleyen ya da ses çıkarmayarak ortam oluşturmanın günah olup olmadığını, bunun cezasının hangi inanç sisteminde ne olacağını “düşünmek” gerekmez mi?
Ezber’in (sorgulanamazlık) ne büyük bir dini günah, ne büyük bir insanlık suçu olduğunu kabullenenler için acaba bir görev doğuyor mu?
6 Temmuz 13 Cumartesi
[1] Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki; rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek; kritik (Yunanca- iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek) düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek olup, bu iki bileşen ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.
Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan –kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir. Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.
-
Tem 02 2013 Herkesin ayrı dünyaları..
Herkesin ayrı dünyaları ya da zihinsel kurgu uyuşmazlığı
Beyin araştırmaları o hale geldi ki, kişinin her an beyninin hangi bölgelerinin aktif olduğu, kafatasını delip oralara elektrotlar yerleştirme gerek kalmadan izlenebiliyor. Eğer bu gelişme hızı bu eğilimde sürerse, yakın bir gelecekte, bireyselden tutun da küresel sorunlara dek her kişinin sorunlar dünyası’nı nasıl farklı algıladığını; aynı bir sorunsala yol açan nedenlerin nasıl farklı ağırlıklandırıldığını, böylece uyuşmazlıkların da nasıl doğabildiğini görsel olarak izleyebileceğiz.
Henüz, tam bu durumda olmasak da kimi dolaylı göstergelere bakıp akıl yürüterek, nasıl olup da aynı bir sorun karşısında taban tabana zıt tanılara varılabildiğini tahmin edebiliriz. Aynı durumlar içinde bulunan ve o durumları anlamak konusunda benzer düzeyde merak ve kararlılığa sahip kişilerin, gözlemledikleri bir soruna yol açabilecek nedenleri ağırlıklandırırlarken niçin farklı davrandıklarını tahmin etmek nisbeten kolay görünüyor.
En başta gelen iki faktör, değer sistemleri ve bilgi düzeylerindeki farklar olup, soruna yol açan bir dizi nedenin ancak bir bölümünü anlayabilmelerine, onları da değer sistemlerindeki farklar nedeniyle farklı ağırlıklarlandırmalarına yol açabiliyor. Farklılık yaratabilecek diğer nedenler arasında, ağırlıklandırmayı derinden etkileyebilecek özgüven, sevgi, nefret, kin, çıkar, korku gibi faktörler de düşünülebilir.
Ama bunların dışında bir tanesi, parantez dışı çarpan etkisi yaparak tüm nedenleri ve o nedenlerin ağırlıklarını etkileyebilir: Çeşitli sorunların etkileşimiyle oluşan ve aralarında yaptıkları yeni sorun bileşikleriyle [1] daha karmaşık hale gelen sorunlar dünyasının ne kadarına ilgi duyulduğu!
Bir kural kadar keskin olmasa da şu denilebilir:
Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.
Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan -kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur.
Bu kendini besleyen bir süreçtir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güçleşir. Güçlüğün bir nedeni de, kişinin yapıştığı o odak iddia’ın, onun yaşamını tanımladığı koordinat sistemini oluşturmasıdır. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür ve doğrularına sıkı sıkıya sarılır. Ta ki, o koordinat sisteminin dışında geniş bir dünya olduğunu deneyimleme cesaretini gösterene ya da rastlantılar kendisini buna mecbur bırakana dek.
Buradan kimi pratik sonuçlar çıkarılabilir. Hemen herkesi ilgilendirebilecek bir örnek üzerinde bu sonuçlar tartışılabilir. “Eğitim alanındaki sorunların çoğunun sorgulanamazlık geleneği ile ilgili olduğu, hatta sorgulanamazlığın eğitim dışındaki alanlarda da önemli olumsuzluklara yol açtığı” yolundaki bir görüşü destekleyebilecek bir çalışmaya [2] göre, “hemen her düzeydeki eğitim müfredatı (içerik), sorgulamaya kapalı (aksi iddia edilemeyecek) doğruların bellenip geriye istenmesinden oluşuyor.
Böyle yetişen insanlar ise bireysel, kurumsal ve toplumsal yaşamlarında karşılarına çıkan sorunları, o güne kadar belledikleri cevapların arasında arıyor ve muhtemelen bulamıyorlar. Bu durumda öğrendikleri yol, cevapları bilen birisinin cevaplarına inanmaktan ibaret. Böylece, demokrasinin hiç kabul edemeyeceği bir yurttaş tipi ortaya çıkıyor”. Bu görüş doğru, kısmen doğru ya da tamamen hatalı olabilir.
İlginç olan, uzun yıllardır bunun tartışılması için çaba harcayan BN hareketinin duyulmazlıktan gelinmesi; ama çeşitli darbeler, etnik ve dini terör olguları vb musibetlerin başlıca nedeni olduğu kanıtlanabilecek sorgulanamazlık olgusuna tüm gözlerin, eleştiri dahi olsa kapatılmış olmasıdır. Bu nasıl bir ilgi profilidir? Belki bu soru karşısında, devlet kurumlarının duymazlıktan geldiği varsayılabilir. Bu kısmen doğrudur; ama esas kulak vermesi gereken, ama duymazdan gelen kesim, öğretmeni, eğitim akademisyeni, velisi, öğrencisi, medyasıyla nüfusumuzun yaklaşık yarısıdır. Çoğunluğun bütünüyle kulak asmadığı bir yaklaşıma hangi devlet kurumu kulak verebilirdi ki?
Peki niçin?
Odak iddia yaklaşımı bu vurdumduymazlığı [3] büyük ölçüde açıklıyor. Her insanın zihninde, yaşadığı her an, çevresinde olup bitenleri yorumlayıp kendine yarayışlı sonuçlar çıkarmasına yarayan bir model oluşuyor. Zaman içinde oluşan ve her an duyu organlarımıza ulaşan verilerle güncellenen bu modelin omurgası, odak iddia olarak adlandırdığım kavram.
Kişi, kendine gelen tüm dış uyarımları, bu modelle anlamlandırıp uygun bir tepki geliştiriyor ve bu sırada bir şeye de itina gösteriyor: Göstereceği tepkinin, uyarım kaynağınca bir ilgisizlik işareti olarak yorumlanmaması için üretilen yapay bir ilgi! Şimdi bu basit modeli gerçek durumlara biraz daha yaklaştırabilmek için kimi zorlaştırıcılar eklenebilir. Bunlardan birisi, kişinin beyninde 24 saat işler durumda bulunan ve uykuda dahi çevresinden gelen uyarımlarla güncellenen yorumlama modelinin niteliğini belirleyen en temel unsur, yani düşünme becerisi niteliği’dir.
Eğer düşünme becerisinin olmazsa olmaz iki parçası olan rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerinde [4] kimi yetersizlikler var ve bu yetersizlikler siyasi, askeri, ticari, sivil vd rütbeler nedeniyle kolay ortaya konulamaz ise, zihinlerdeki modellerin “gerçek durumları temsilden uzak” hale gelmesi kaçınılmazdır. Buraya kadarki mülahazalar, kişilerin zihinsel kurgularının (mindset), “makûl olduğu varsayılan” fikirleri kabul etmekte hiç de istekli olmayabileceğini, bu isteğin ancak bir dizi koşulun yerine gelmesine bağlı olacağını gösteriyor.
Aşağıda, bu koşullardan sadece bir bölümü kabaca görselleştirilmiştir (http://goo.gl/u0WAf8).
Hemen akla gelebileceklerden 22 öğenin her biri konusunda, %95’lik bir benzerlik içinde olabilecek iki kişinin, sorunları açıklamakta kullandıkları odak iddia’ları arasındaki benzerlik en fazla 0.9522 ~ %30 kadar olabilir ki, bu en yakın iki arkadaşın bile bütün iyi niyetlerine rağmen birbirlerinin yaklaşımlarını pek kavrayamaması demek olur. Doğası itibariyle yüksek karmaşıklık düzeyli toplumsal sorunların anlaşılması ve çözüm geliştirilmesi süreçlerinde uzlaşı kurulmasının güçlüğü bellidir.Beyaz Nokta® özelinde yorumlama..
- Toplumun, paylaşılmış kavram dağarcığında bulunmayan “Sorun Çözme Kabiliyeti” kavramını misyonunun öznesi haline getirmiş olan BN hareketi, bir de bunları “sorgulanamazlık”, “istismara açık alan”, “koz”, “refah-enerji özdeşliği” gibi yine paylaşılmamış kavramlar’la açıklamaya çalıştığında, farklı odak iddia’lara sahip kişilere açıklamakta güçlüklerle karşılaşacağı tabiidir.
Çareler neler olabilir?
- Bir kısmı hemen bir üst cümlede sayılmış bulunan paylaşılmamış kavramları, halen kullanmakta olduğumuz açıklama yöntemlerinden daha etkili yollarla “daha paylaşılır” hale getirmek. Örneğin:
(a) Bu bağlamda iki örnekten birisi, sözel ve görsel anlatımın, biraz da mizah katarak harmanlandığı anlatım biçimidir[5]. Paylaşılmamış kavramlardan mesela refah-enerji özdeşliği’ni, bu yolla anlatabilecek birkaç dakikalık bir görsel yaptırılıp, etkileri ölçülebilir. Böyle bir görsele TV kanallarının çoğu ilgi gösterebilir.
(b)Karadeniz TV’de yayımlanan “Çözemeyeni Çözerler” programında [6] bu kavramlar üzerinde bir şekilde durulmuştu. Bu defa, her bir kavram üzerinde, birer forum formatında programlar yapılabilir.
(c) Gerçek ve çizgi kişiliklerin birleştirildiği videolar şeklinde birkaç görsel [7] hazırlatmak ise yukardaki seçeneğe göre daha uygun olabilir. Bu görseli hazırlamış bulunan Ali Murat Erkorkmaz bu defa yeni görseller hazırlayabilir.
(d) Hiç olmazsa önemli kavramlar konusunda bir uzlaşıya sahip olabilmek için E. DeBono’nun “Sözcük Gücü” adlı kitabındaki yöntem uygulanabilir (kitabın birkaç sayfası için bkz. https://bit.ly/3RhWMcC)
(e) Bir diğer veya tamamlayıcı seçenek, paylaşılmamış kavramları bir dergi formatı içinde ve görsellerle desteklenmiş biçimde yayımlamaktır.
2. Geçmiş yıllarda zaman zaman yaptığımız ve BN ile ilgili soruları cevaplamaya çalıştığımız bir tam günlük bir Soru Konferansı® [8] düzenlemek. Bu çalışmaya katılımcı olarak çağrılabilecek kişilerin özenle seçilip katılmaları sağlanabilirse, bir yandan bu yazıya konu olan soru’nun cevabı konusunda yaratıcı fikirler elde edilirken, bir yandan da paylaşılmamış kavramlar’a ilişkin sunumlar yapılabilir.
3. Sözü geçen odak iddia kavramının, paylaşılmamış kavramlar’a göre kişilere sağladığı en önemli avantaj, odak iddia’ların herkesin–bir çeşit ısmarlama elbise gibi- bedenine (yani zihinsel kurgu’suna, mindset’ine) uyması, kişiyi rahat hissettirmesidir. Çünkü her özgün odak iddia, kişiye özeldir ve onun zihnindeki diğer öğelerle az çok uyum içinde iken, paylaşılmamış kavramlar diğer öğelerle uyum içinde değildir; birincisi %100 kendi malı iken diğeri büyük oranda yabancı’dır.
Odak iddia’lar kişilere birer değer olan “rahatlık” sunarken, paylaşılmamış kavramlar bunu yapamamakta, hatta belki değer kaybettirici birer tehdit olarak görünmektedirler. O halde, paylaşılmamış kavramlar, kişilere en az odak iddialar’ı kadar değer sunacak hale getirilebilmelidir.
Peki örneğin, refah-enerji özdeşliği gibi, paylaşılmamış, yabancı, rahatsız edici bir kavram acaba nasıl değer sunar, dolayısıyla da paylaşılabilir hale getirilebilir? Acaba; çok basit benzetmeler bularak ve hiç kuşku bırakmayacak kadar net, ama herkesçe kolay izlenebilir (1.1’deki gibi) yollarla göstererek, “anlamak mutluluktur” deyişi uyarınca bir rahatlık, dolayısıyla bir değer olarak mutluluk sunulabilir mi? En azından maddi mutluluk peşinde koşmayan bir kısım insan için bu mümkündür.
- Bu yolla paylaşılmış kavramlar’a varılırsa, sonra ne olacak? Paylaşılmamış kavramların bir bölümü ve de bir kısım kişi açısından paylaşılmış hale getirilebilirse, bu sonuç kuşkusuz bir başarı olur; ama, bu nihai bir amaç olamayacağına göre, toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinde kayda değer bir gelişmeye yol açılabilir mi?
Toplumsal sorun çözme kabiliyeti, ayrıntılı bir plan uyarınca geliştirilebilecek bir özellik olmadığına göre, yapılabilecek olan ancak, toplumun kavram dağarcığına, o kabiliyeti geliştirebilecek doğurgan yeni kavramlar/araçlar eklemeye çalışmak ve gerisini zamanın tedavi ediciliğine bırakmaktan ibarettir.
- Şimdi nereden başlanabilir?
Bu notta açıklanmasına çalışılanlar paylaşılıp zenginleştirilemedikçe, olumlu bir süreci başlatmak güç görünüyor. O halde, çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir Soru Konferansı®, sürecin ilk adımı olabilir (mi?)
27 Nisan 2013
[1] Sorun bileşikleri için bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/05.sorun_kimyasi.pps[2] Ezbere Dayalı Eğitim’in yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bkz. https://tinaztitiz.com/ezberin-turevleri/[3] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki Öğrenme Bildirgesi’ni 2008 tarihinden bu yana 482 kişi imzalamıştır. Bu arada ilgili STK’nın web sitesinin aylık ziyaretçi sayısının 30,000 civarında olduğuna işaret edilmelidir.[4] Doğru düşünme becerisinin rasyonel ve kritik düşünme bileşenleri için bkz. http://bit.ly/15TH2Qk, sayfa 3, madde 3[7] Ezbersiz Eğitimin tanıtımı amacıyla hazırlanmış böylesi bir video klip için bkz. https://youtu.be/kyFmdpT-cvU?si=DOqOWzgKaot3WIA_[8] Soru Konferansı yönteminin açıklamaları için bkz. (https://tinaztitiz.com/sorukonferansi/) -
Eyl 16 2012 O film’e tepkiler hakkında..
A.B.D.de yaşayan karışık geçmişli, porno film yapımcısı Nakoula Basseley Nakoula (55) adlı bir kişinin, Hz. Muhammet ve İslam’ı aşağılayan –yaklaşık 1 yıl evvel çekildiği belirtilen- filmin bir özeti internete düşünce önce Libya ve Mısır, sonra da diğer İslam ülkelerinde şiddet yüklü protestolar başladı ve Libya’daki A.B.D. büyükelçisi dahil 4 kişi öldürüldü.
Olay 3 gün önce meydana geldi. Bugüne kadar geçen süre içinde gazete ve TV yorumlarında –çeşitli şekillerde de olsa özü tıpatıp aynı- şu iki grup yorum çıktı, çıkmaya da devam ediyor: (1) “Herhangi bir dine hakaret edilemez”, (2) “Şiddet hoş görülemez”. Bu iki argümanın hangisinin başa koyularak dile getirildiği, böylelikle bir saklı içerik mesaj verildiği de ayrı mesele.
Belki ana akım medyaya yansımamış kasaba ölçekli medyada, “etme bulma dünyası, Kaddafiyi parçalarsan bu da karşılığı olur, elinize sağlık koçum” mealinde yorumlar vardır, ama benim gözüme çarpmadı.
İki tesbit..
Görüntülerinden çıkardığım kadarıyla, protesto edenlerin büyük çoğunluğunun filmi seyretmediği –aslında ihtiyaç da duymadığı- belli. Ayrı bir tesbitim de şu: Her şeyin üzerinde değer verdiği, kılına zarar görmesini istemediği bir kişi ve onun tebliği ettiği dinin aşağılanması halinde ilk insani tepkinin derin bir üzüntü –ve üzüntünün çeşitli biçimlerde dışa vurumu-, ancak sonrasında bunun bir fiziki tepkinin olması beklenir. Protestocuların hiç birisinde böyle bir üzüntü görünmüyor.
“Neye tepki verildiğinin önemi olmadığı” odak noktası alınırsa, bu odak çevresinde tüm dünyada ve bu arada Türkiye’de sıklıkla olaylar oluyor. Film protestosu bunlardan sadece birisidir.
Bu müthiş bir koz’dur..
Bu yolla, bir kişi / bir servis / bir cemaat çok kolaylıkla büyük kesimleri harekete geçirebilir, yaktırıp yıktırabilir, sonra da durdurup bir süre sonra –herhangi bir nedenle- birbirlerini kırdırabilir ya da beğenmediği kesimleri ortadan kaldırabilir. Henüz bu esneklik ve yıkıcılıkta bir silah yapılmamıştır.
Bu silahın en önemli özelliği, şiddetle yok edilmeye çalışıldığı sürece “kin birikimi” yoluyla daha başa çıkılamaz hale gelmesidir. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra Irak ve Afganistan’da öldürülen milyonlardan sonra, “o silah”ın daha keskinleşmiş olmasının nedeni budur.
Ama bunun için uygun insan malzemesi gerekir..
Sorgulamayı, kuşkulanmayı, kanıt aramayı ve bütün bu eleklerden geçebilen fikirleri dahi mutlak doğru / iyi / güzel olarak nitelememeyi, düşünme biçiminin ana ilkesi olarak benimsemiş bir insana, “git şu eylemi yap” deseniz ne olur? Olacak olan, en azından birkaç yüz soru ile karşılaşmanız ve onlara verebileceğiniz cevapların her biri için de bir o kadar yeni sorunun tepenize yağmasıdır. Kısacası bu tür insanları böyle eylemlere yönlendiremezsiniz.
Buradan, sürü formundaki eylemler için gereken insan malzemesinin başat karakteristiği ortaya çıkıyor: Soru sormayacak, itiraz etmeyecek, sadece denileni yapacak –hayatı pahasına dahi olsa-.
Bunlar ne kadar erken koşullandırılırsa başarı da o denli büyük olur. İntihar bombacılarının küçük çocuklardan devşirilmesinin nedeni budur; yani “tek doğrululuk”.
Esas merakım şudur..
Bu kolayca varılabilecek sonuca herkesin –sorgulamayan sürüler hariç- kolayca varması mümkündür, hatta kesindir. Peki nasıl oluyor da ulusal ya da uluslararası terörizm mücadelelerinde tek kelimeyle dahi bu “sorgulamayan insan tipi” ve onun kavramsal temelini oluşturan “sorgulanamazlık” hiç gündeme gelmiyor.
Hadi diyelim bir kısım insan mazurdur..
Trafikteki zebrada bekleyen, sadece dost ahbap toplantılarında esip gürleyen, ağlaşmaktan başka bir iş yapmayan yazarların yazılarını ileterek, Atatürk anıları ileterek kendini ve çevresini kandırdığını düşünenler mazurdur.
Türkiye’ye tuzaklar kurulduğunu, buna karşı uyanıp “bir şeyler yapılması gerektiğini” büyük bir celâdetle savunanlar da mazurdur.
“Sorgulamayan insan tipi”nin en güçlü silah olabileceğini, onu eline geçirenin herşeyi –ama herşeyi- yapabileceğini, çıkarları nedeniyle dile getirmeyenler de mazurdur.
Bunları düşünemeyenler de mazurdur.
İri ünvanları nedeniyle kendi doğruları dışında fikirleri kabullenemeyenler de mazurdur.
Bir kişi arıyorum..
Bu mazur kişi ve kesimlerin dışında, kamuoyunu veya onun küçük bir bölümünü etkileme kapasitesine sahip 1 (bir) kişi yokmudur ki, sorgulanamazlık virüsünün ve onun enfeksiyona yol açmış formu olan “soru sormayan, sorgulamayan insan tipi”nin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yok edilmesi gereken bir hastalık olduğunu farketmiş olsun ve bunun gereğini dostlar alış-verişte görsün yollu değil içtenlikli olarak yerine getirerek ilerisi için düzgün tohumlar atsın.
16 Eylül 2012 Pazar
-
Ağu 23 2012 Karmaşık olayları anlamak için..
http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.
- Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:
– Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
– Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
– Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
– Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
– Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)- Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
- İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
- Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
- Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
- İnsanlar değer peşinde koşarlar.
- Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
- Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
- O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
- Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
- Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
- Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
- Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
- Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
- Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
- Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
- Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
- Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
- Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
- SON
23 Ağustos 2012 Perşembe
[1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X). Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.
