-
Tem 18 2015 “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!
İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.
Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.
Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.
Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.
Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!
Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.
Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.
Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!
Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.
– Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.
– Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:
- Ya doğrudan bir enerji (güneş),
- Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
- Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
- Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)
dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].
– Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.
– Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.
– Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.
Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].
– Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.
– Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.
– Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.
İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!
Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).
“O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!
Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.
Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.
Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.
Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.
O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!
Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.
Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!
Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.
İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.
18 Temmuz 2015
[1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)
[2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3
[3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL
[4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd
-
Kas 05 2014 Alkışlanabilir ama imkansız!
‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.
O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.
Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”
Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”
Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.
Ne alâka?
Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.
İşte bir sorun ve çözüm örneği..
Sorun: Maden kazaları
Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:
- Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
- Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.
Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.
Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.
Peki niçin imkansız?
- Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
- Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
- Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
- Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
- Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
- Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
- Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
- Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.
Ama bunun için de:
- İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
- Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
- Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
- Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
- Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.
Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.
İyi de ölelim mi yani?
Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.
Eğer:
- Evet ölelim!
Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.
Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.
- Ne münasebet ölmeyelim!
Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.
Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine, aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.
“Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.
Kolay gelsin.
5 Kasım 2014 Çarşamba
-
May 11 2013 İstismar: Medeniyetlerin itici gücü..
İnsanın, oluşturduğu çeşitli büyüklükteki kümelenmelerin ve doğanın çeşitli yol ve acımasızlık düzeylerindeki istismarı, insan türünün geliştirmekle övünç duyduğu medeniyetlerin başlıca iticisi olageldi; binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca değişen, sadece istismarın boyutları ve gizlemek için geliştirilen kamuflaj araçları oldu.
Başlıca bileşeni istismar olan medeniyetin bir diğer bileşeni, bu istismar süreçleriyle taban tabana zıt, kendini, çevresini ve olayları var eden nedenleri anlama yoluyla mutlu olma süreçleri. O süreçlerin yan ürünleri ise medeniyet adına övündüğümüz “kültür-sanat birikimleri”.
İstismar, tarih boyunca milyarlarca insanın acı çekmesine yol açtı, bundan korunmak isteyenler ise çoklukla karşı-istismar yolunu seçerek yeni melanet yolları keşfettiler. Yıkılıp kurulan imparatorluklar, fetihler, işgaller, göçler aslında bu çatışmanın diğer yüzü değil mi? Günümüzde küresel ölçekte giderek artan çatışmalar ve bunların doğal sonucu olan düşmanlıklar istismar ve karşı-istismar süreçleri değil mi?
İstismar (sömürü, exploitation) ince bir iştir!
İnsanlar ya da insan toplulukları arasındaki ilişkiler temelde birer değer değişimi (takas) sürecidirler. Bu süreçlerde değişen değerler tam eşit olmayabilir. Eğer bu eşitsizlik sürekli olarak taraflardan birisi lehine oluşuyorsa orada bir istismardan söz edilebilir. Buna göre ticaret, istismarın söz konusu olabileceği alanlardan birisidir.
İkinci ve daha dikkat edilmesi gereken alana, “sorunlar yoluyla istismar” denilebilir. Bu durumda ya taraflardan birinin sorunlu bir alanı bulunup istismar gerçekleştirilir ya da önce bir yapay sorun yaratılıp sonra da o sorun istismar edilir; ince istismar budur. Bir de “en ince” denilebilecek istismar türü vardır ki, tek tek sorun yaratmakla uğraşılmaz, bir toplumun sorun çözme kabiliyeti zayıflatılarak sürekli olarak bizzat kendisinin istismara açık alanlar hazırlaması sağlanır.
Peki bu yıkıcı eğilimin temelinde ne yatıyor; nedir istismarı tetikleyen, iten?
Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin her bir basamağında yer alan fizyolojik, güvenlik, sevme/sevilme, onaylanma/saygı görme ve potansiyellerini gerçekleştirebilme’nin, ancak enerjinin çeşitli yoğunluktaki formları [1] ile mümkün olabileceği; daha basit deyişle, tüm ihtiyaçlarımızın bütünüyle enerji demek olduğu kolayca görülebilir (https://tinaztitiz.com/3243).
Dünyadaki yerel, bölgesel ya da küresel ölçekli çatışmalara bu gözle bakıldığından, hemen hepsinin ardında, refah ihtiyaçlarını istismar yoluyla karşılamayı seçenlerle, onları karşı istismar yoluyla dengelemeye çalışanlar ile söylem temelli düşmanlıklar yoluyla kuzu kuzu sömürülen kitleler olduğu görülecektir. Türkiye bu ikinci gruba dahildir.
Bu bağlamda sorun, bu kaçınılmaz ihtiyacın tartışılması, hattâ ihtiyacın karşılanma yollarının ahlaki olup olmadığı değil, kullanılan “istismar – karşı istismar” sarmalı sonunda ortaya çıkan “düşmanlık” olgusunun insan da dahil tüm türlerin en temel güdüsü olan “türünün devamını sürdürme”ye uygun olup olmadığıdır.
İnsan dışındaki türlerin bu konuda duyarlı oldukları görülüyor [2]. Tüm türlerin aksine, dış görünüşleri birbirine benzeyen tüm insanları tek tür olarak kabul eden insan ise bu konuda benzer duyarlığa sahip olmadığı için istismarı, ihtiyaç tatmininde başlıca araç olarak kullanmaktan çekinmiyor. Düşmanlık, istismarın kullanabileceği araçlar içinde en kaba olanı ve de en son kullanılanıdır. Ondan önce, bilgisizlikten yararlama, kandırma, koz kullanma, tehdit ve şantaj gibi daha ince metotlar kullanılır; bunların işe yaramadığı yerde ise iş kaba kuvvete kadar götürülür; yeter ki istismar edilecek olanın sorun çözme kabiliyeti düşük olsun ya da düşük hale getirilebilsin.
Türünün devamını tehlikeye atmaksızın ihtiyaçları tatmin etmenin, aynı zamanda istismar yoluyla ihtiyaçlarını tatmin etmeye çalışanlara karşı koyabilmenin yolu, sorun çözme kabiliyeti’ni artırmaktan ibarettir. Olup bitenleri “düşmanlar”ımızın niyetleriyle açıklayanlara ilanen duyurulur. Sorun Çözme Kabiliyeti düşük olanlara herkes düşmandır.
11 Mayıs 2013
[1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (https://tinaztitiz.com/5810). Güneş kolektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, enerji yoluyla kurutularak odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.
[2] Örneğin Komodo Ejderi olarak bilenen yırtıcı, aynı türden bir diğeri ile mücadelesinde ona asgari zarar vermeye özen gösteriyor (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=yfNh20j1bnY)
-
Oca 10 2013 B Demokrasi P..
Sadece benim mi aklım karışık, başka karışık olan da var mı bilmiyorum, ama eğer gördüklerim doğruysa, bütün bildiklerimi unutup her şeyi yeni baştan öğrenmeye başlamam gerekiyor. Alvin Toefler de zaten öyle demiyor mu? “Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma yazma bilmeyen değil, öğrenmeyen, öğrendiklerini unutamayan ve tekrar öğrenemeyenler olacaktır”.
Adlarının içindeki standart (parti, hareket vs) sözcükleri ile ses uyumunu tamamlamak için konulan (emek, halk vs gibi) dolgu sözcükleri bir kenara bırakıldığında, geriye kalan tek vurucu sözcük olan “demokrasi”yi ısrarla koruyan DTH, HADEP, DEHAP, DEP, BDP vd örgütlenmelerin nasıl bir demokrasi muradettiklerini anlamaya çalışırken aklım karışıyor.
Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, 30 yılı aşkın süredir onbinlerce insanın ölümüne neden olacaksın, tüm Avrupa ülkelerinde örgütlenip ilişkiler kurup hareketine destek sağlayacaksın, içine sızacağı belli olan cümle alem servislere yataklık edeceksin, öleceksin, öldüreceksin ve sonunda parlamentoya giren milletvekillerinin en kıdemlisi çıkıp, “ben bilmem eşim bilir” gibisinden komik bir üslupla “tek yetkili İmralı’dadır; o ne derse doğru odur” diyeceksin.
Eğer gerçek bu ise –ki geri kalan koşullar vs kısmını bir kenara bırakıyorum-, böyle demokrasi tanımına sahip olan kişilerle ne konuşulabilir, neyin müzakeresi yapılabilir!
İmralı’daki önderlerinin ne düşündüğünü öğrenmek için randevu verilmesini bekleyen bu zavallı insanların demokrasi anlayışına güvenip de oy veren Kürt vatandaşlarımıza bundan büyük hakaret olur mu?
Bütün bu olup bitenlerin temelindeki “her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey mubahtır ve Kürtler bu oyun için biçilmiş kaftandır ” gerçeğini göremeyen insanımızın –varsa- en azından bu acayip demokrasi anlayışından uyanması gerekmez mi?
Dünyanın gelip geçmiş en azılı diktatörlerinin bile iyi kötü birer danıştığı kurumsal bir yapı varken, bu nasıl bir demokrasidir ki, her şey onun iki dudağı arasındadır? Bu insanlara güvenip de müzakere etmeye kalkılsa, ertesi gün “önderimiz razı olmadı” deseler ne olacaktır?
Rahmetli olmuş bir işadamının bir çalışanı hakkındaki sözünü hatırlıyorum: “……dediğin kişinin çok akıllı olması gerekmez, ama bu herif çok salak!”. Parti kurup bir araya gelenlerin de çok akıllı olmaları gerekmez ama bu kadar cahil olmaları da kabul edilebilir mi?
Anayasa çalışmaları ne aşamadadır bilemem, ama yurttaş olarak bir dileğim var: TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” yazısının altına ve yurttaki tüm binaların giriş kapılarına şu yazılmalı: “Her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey –ama herşey- mubahtır”.
10 Ocak 2013
-
Eki 10 2012 Her şey enerjidir..
Nobel ödüllü ünlü fizikçi Richard P. Feynman, zaman zaman davet edildiği çeşitli devlet kurumlarında başından geçenleri kendine has üslubuyla bir mizah yazarına taş çıkaracak şekilde anlattığı “Muhakkak ki şaka ediyorsunuz bay Feynman”[1] adlı kitabında, kısa bir süre okul kitapları seçme komisyonunda görev yaptığını anlatır.
Komisyon, çeşitli yazarlarca orta öğretim öğrencilerine matematiği sevdirmek amacıyla hazırlanan kitaplar arasından seçme yaparken, yazımı henüz tamamlanmadığı için sadece ön ve arka kapakları basılmış bir kitabın da nasıl değerlendirmeye tabi tutulduğunu; toplamanın ne kadar eğlenceli bir iş olduğuna örnek olarak da sıcaklıkları birkaç bin derece olan uzak yıldızların toplam sıcaklığının hesaplanması gibi örnekleri anlatıyor. (Allahtan bizim ders kitaplarımızda böyle komiklikler yok da öğrencilerimiz matematiği sevip öğreniyorlar [2].)
Bir süre sonra sıra fizik kitaplarına gelir ve “enerji” konusunun çocuklarca öğrenilebilmesi için, kurmalı bir oyuncağı, bir otomobili ve bisikletli bir çocuğu hareket ettiren “şey”in ne olduğu sorulur ve ardından da hepsini hareket ettiren şeyin “enerji” olduğu cevabı verilerek, çocukların enerji kavramını anlamaları(!) sağlanır.
Feynman’ın tepesinin attığı bu nokta, ısrarla diploma töreni konuşması yapmak için davet edildiği bir üniversitede nihayet red edemeyip kürsüye çıktığında yaptığı zehir-zemberek konuşmada da örnek olarak verilir. Bu defa orta okul çocukları değil, hayata mühendis vs olarak atılacak olanlar söz konusudur ve Feynman örnek olarak üniversitede okutulan fizik kitabını eline alır ve enerji konusunun tamamen orta okul çocuklarına belletildiği gibi sadece “buna enerji denir” gibi anlatıldığını gösterir ve kitabı da oturanların önlerine fırlatır.
Sonra da belki merak eden olur diye enerjinin ne olduğunu tek cümleyle anlatır:
“Kitapta, oyuncağı hareket ettirenin içindeki yayın kurulması, otomobili hareket ettirenin motorunun içindeki kimyasal tepkime ve bisikletli çocuğu hareket ettirenin de biyolojik olarak adale gücü olduğunun açıklandığını sanıyordum. Bunları babam, bana küçükken, her ne hareket ediyorsa onu hareket ettirenin güneşin ışıması olduğunu anlatmış; sonrasında da aramızda şöyle eğlenceli bir tartışma geçmişti:
– Ben: Hayır, oyuncak hareket ediyor çünkü içindeki yay kuruludur.
– Babam: Peki yay nasıl kuruluyor?
– Ben: Ben kuruyorum.
– Babam: Sen nasıl elini hareket ettirerek kuruyorsun?
– Ben: Yemek yiyerek.
– Babam: Yiyecekler güneş ışıdığı için büyürler; dolayısıyla hepsinin hareket etmesinin nedeni güneşin ışımasıdır.
Böylece, hareket’in, güneşin gücünün dönüşümü kavramı olduğunu basitçe anlamıştım.”
Joseph Tainter, “Karmaşıklık, Sorun Çözme ve Sürdürülebilir Toplumlar”[3] adlı makalesinde, yaşamımızın her saniyesini dolduran sorun çözme uğraşılarının –her düzeyinin- mutlaka bir enerjiye ihtiyaç gösterdiğini anlatırken şöyle diyor:
“Sorun çözmedeki pahalı mâliyete karşı kaynaklarımızı daha akıllıca ve etkince kullanmamız önerilmektedir. Örneğin Timothy Allen ile Thomas Hoekstra, sürdürülebilirlikte, ekosistemlerin yönetiminde, yöneticilerin, süreçlerde eksik olan şeyi saptayıp sadece onu sağlamalarını, gerisini ekosistemin halledeceğini öne sürmüşlerdir. Herhangi başka bir yola başvurmadan, yönetim çabasını bırakın ekosistem (yani güneş enerjisi) halletsin (Allen ve Hoekstra 1992). Ne var ki aynı zamanda bu da çok bilgi gerektirir, ki o da bizde yoktur. Karmaşık ve pahalı araştırma için fosilyakıt yardımına ihtiyacımız var demektir.”
İyi de bunlardan bize ne!
Toplumlar ister mevcut refah düzeylerini koruyup sürdürmek, isterse artırmak istesin, bunun için mutlaka enerjiye ihtiyaç duyacakları anlaşılıyor. Bir kurma oyuncağın kurulabilmesi, bir konuda bir yöntem araştırılması için masa başında çalışılması ya da bir seçim konuşmasının yapılabilmesi, hepsi enerjiye (güneşin ışıması) gereksinim gösteriyor.
Bunu ya kendiniz makul bir maliyetle üretebileceksiniz –ki bunu bütünüyle yapabilen toplum yoktur- ve ayrıca da bunu sürdürebileceksiniz ya da sahip olan birilerinden transfer edeceksiniz.
Transfer edilecek olan doğrudan güneş ışıması olamayacağı için, onun dönüşüme uğramış formları transfer edilir. Yani, yiyecek, kereste, maden cevheri, petrol, insan kaynağı, bilgi gibi “değer”ler…………………
Bunlardan en az birkaçı herkeste olduğu için, bu tür kaynaklar uluslararası tasallut altında OLMAK ZORUNDA’dır ve bunu önleyebilecek hiçbir kural mevcut değildir. Uluslararası kurallar, bu didişmeyi engellemek için değil, olur olmaz toplumların kuralları değiştirmesine engel olmak için konulmuştur.
Bizi ilgilendiren kısım, sahip olduğumuz –yukarıda sayılan- enerji türevleridir.
İşte didişmenin –bitmeyecek- kaynağı budur!
İnsanın ve toplumların refah mücadelesi bitmeyeceğine göre, kaynaklarını bu –doğal sayılması gereken- tasalluttan korumak için dikkat edilmesi gereken tek nokta vardır: Yüksek sorun çözme kabiliyetine (SÇK) sahip olmak.
Her geçen gün ilerleyen bilim ve teknoloji, bu gün için sahip olunan Sorun Çözme Kabiliyeti’mizi geçersiz kılmaktadır. O halde, her toplum için değişmez vizyon, SÇK’ni günün koşullarına uygun düzeyde tutabilmek olmalıdır.
Bunun farkında olan ve olmayan toplumlar keskin çizgilerle bellidir. Farkında olmayanlar, sürekli olarak, sorunlarının kaynağı olarak “dış mihraklar”ı[4] görürler. Farkında olmayanlardan “sokak yurttaşı” durumundakiler, buna karşı çare geliştirebilecek akıl-fikir düzeyine sahip olamayacakları için “mallarını boykot etmek”, “bayraklarını yakmak”, “milli marşlarını ıslıklamak” gibi bağırma-çağırma tavırlarıyla karşı koymaya çalışırlar.
Farkında olanlar ise tasallutun mekaniğini anlamışlar ve her geçen gün, transfer ettikleri “değer”ler yoluyla bu mekaniği (yani SÇK’nin işleyişini) daha geliştirmektedirler.
Yapılması gereken, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramını dikkate alarak, olup biteni tekrar anlamlandırmak ve sonrasında da SÇK’ni güçlendirmeye çalışmaktan ibarettir. Ama tabii önce bunun öneminin farkına varmak!
05 Haziran 2011 Pazar
-
May 25 2012 Trilyon dolarlık kaynaklar..Eyvah!
Medyada ve özellikle de internet’te son zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı da kesindir.
Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.
Ülkemizin bütün önemli konularında son söz sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra, mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz, bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi olması işten bile değildir.
Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını, benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım. Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya dışından gelmiş birileri yapabilirdi.
Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.
- Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının (görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının %40’larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr).
- Bir “rezerve sahip olmak” ile onun “içerdiği değere sahip olmak” arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki farktan daha keskindir. “İçerdiği değere sahip olmak“, o kaynağın fiyatını belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
- Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o teknolojilere biz sahip değiliz.
- Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle vakidir.
- Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan “kayaç gözenekleri içindeki katı petrol” varlığı açısından da zenginiz. Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde oturuyoruz.
- İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
- Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtaldıkça bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay anlaşılabilir.
- Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs’ye sahip olurlarsa olsunlar “yığınlar” mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur, kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz konusu olamaz.
- Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret, yığındakilerin onları “hayalci” olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur. Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini yeter saymak gerekir.
- Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her gün yeniden anlamaya ve böylece “büyük resmi”i görmeye çalışmaktır. Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
- Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
- Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte, potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
- Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları bu yolda kullanma kavgası veriyor.
- Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç “kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz” politikası binerse, bu potansiyelden aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak’ın başına gelen ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey yoktur.
- Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and liabilities) konsolide biçimde bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış “mümkün olabilir”. Neo ancak böyle başarılı olabilir!
22 Aralık 2003
-
Nis 16 2012 Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?
Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?
İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.
Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.
Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.
Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.
Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.
Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.
Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.
Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.
Şaka bir yana..
Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.
Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?
Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!
(Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).
Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.
(Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..
O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.
Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.
Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.
Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki, Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.
Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.
Ya çözersin ya övünürsün..
Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.
Peki ya insani değerlere n’oldu?
Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.
Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?
Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil, birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.
Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.
Güçsüzlere yer yok..
Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.
Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.
Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.
Kimler farkına varmalı?
Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.
Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?
İyi, Kötü ve Çirkin..
The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.
Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!
Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.
24 Mayıs 2011 Salı