-
Şub 23 2023 Yapılar Birdenbire Yıkılmaz!
Önce bir düzeltme!
Yazının başlığındaki genellemeyi düzeltip başına -açıkça yazılması yasak olan- (eğer..ise) koşullarından birkaçını ekleyeyim: “Eğer: a. Bir yapı ilk anda bile ayakta duramayacak kadar yanlış tasarımlanmamış ve b. Yapımında kullanılan malzeme nitelik ve nicelik olarak kötü ve eksik kullanılmamış ve c. İlk andan itibaren yıkım işaretlerini görmesi gerekenler kör olmamış iseler, Yapılar Birdenbire Yıkılmaz”.
Bir de açıklama: “Yapı” terimi ile yalnızca binalar değil, kurum organizasyonları, devlet yapılanmaları ve bu kümeye girebilecek her şey kast ediliyor. Bununla beraber gözde kolay canlandırma için binalar özelinde okunabilir.
Deprem değil bina öldürür!
“Deprem Öldürmez Bina Öldürür” yurdumuz insanınca icat edilmiş, ama diğer keşif ve icatlar gibi yaşam kolaylaştırmaya hizmet etmek bir yana onların ölümlerine yol açan bir icattır. Patentinin kime ait olduğu bilinmese de halk arasında ilk andan (1999 Gölcük depremi tahmin ediliyor) itibaren büyük beğeni toplamış ve yararlı kavramları dil dağarcığına sokmakta son derece dirençli olan halkımızın tüm kesimlerince birdenbire kabul görmüş; bununla da kalmamış devlet politikalarımızın şekillenip, “tüm dayanıksız binaların yıkılıp yeniden yapılması” gibi çok zengin ulusların bile düşünemedikleri bir modelin hemencik benimsenmesine yol açmıştır. Ancak, yöntem 24 yıl gibi kısa bir süre denenip işe yaramadığı görülünce “yıkıp yeniden yapılması zorunlu olanlar dışındakilerin güçlendirilmeleri” gibi bir akıl yoluna, çok yüksek bir fatura ödeyerek razı olunmuş görünüyor.
Birdenbire yıkılanlar..
Zaman zaman çeşitli yerlerde durduk yerde ya daküçük bir etki (yol tamiratı, doğal gaz vs boru döşeme, temel kazısı gibi) nedeniyle çöken binalar oluyor. Bunlar, yukardaki (eğer…ise) koşulunun kapsama alanı içindekiler.
Bir de 6 Şubat Pazarcık merkezli deprem veya hemen ardından gelen artçıları sırasında yıkılan / devrilen1 binalar var; sanki kontrollu yıkım gibi birkaç saniye içinde bir moloz yığınına dönüşüyorlar.
Bu bir göz yanılsamasıdır!
Bu birkaç saniye içinde göçtüğü sanılan binalar mesela temellerine ilk kazma vurulduğu andan itibaren bir kamerayla hiç aralık vermeden izlense ve kaydedilseydi, herhalde en az birkaç yıl veya birkaç onyıllık bir video kaydı ortaya çıkardı. Şimdi, sabırlı birilerinin çıkıp bu videoyu kare kare izlediğini düşününüz. O ilk andan itibaren acaba neler görürdü?
Hazır mısınız?
Neler görüleceğinin bir zihin haritasında özetini yandaki haritada görebilirsiniz. Açıkça görüldüğü gibi binalar, daha temeli bile atılmadan adım adım çökmeye başlamıştır2.
Daha arama kurtarma çalışmaları devam ederken, o binaları yapan müteahhitlerin peşine düşmekten başka bir şey düşünemeyen insanlarımıza duyurulur.
23 Şubat 2023
Tınaz Titiz
(Not: Ben bu kadar kalabalık işle uğraşamam diyenler, bütün o kalabalık nedenlere yol açan başlangıçtaki birkaç kök nedene, ona da vakti olmayanlar sadece birisine yönelik çaba harcayabilir; daha meşgul durumda olanlar saati söyleyebilirler :-))
(1) 2001 tarihli bir devrilen bina yazısı: https://tinaztitiz.com/bina-saglam-ama-zemin-yumusak/
(2) Bu konuda daha genişçe açıklamalar YouTube (https://www.youtube.com/watch?v=bKAO6hUTIrU), LinkedIn (https://www.linkedin.com/video/event/urn:li:ugcPost:7033350536884011009/) ve Facebook (https://www.facebook.com/events/1325586901342366) mecralarındaki video kaydında bulunmaktadır.
-
Ağu 14 2018 Yanlış varsayım nelere mal oluyor?
Kimi uğraşı alanlarının görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları hakkındaki varsayım hatalarımız -her zaman olmasa da- genellikle katlanılabilir sonuçlara yol açar. Örneğin, bir taksi şoförünün para bozma gibi bir sorumluluğu olduğunu bilmeyen bir kişi, dükkân dükkân gezip para bozdurmaya çalışabilir. Ya da doktorun hastayı mutlaka iyileştirmesi gerektiği varsayımına sahip bir hasta yakını, iyileşmeyen hasta nedeniyle doktoru hastanelik edebilir.
10 Ağustos döviz krizi bende, bir başka alandaki varsayımlarımız bağlamında epey (yani çok) yaygın bir yanılgının var olduğu kuşkusu yarattı. Bu varsayım, “Allah / Tanrı’ya atfedilen bağışlayıcı (gaffar) sıfatının, yaşam pratiği içinde nasıl işlediği” ile ilgilidir.
Acaba, bu sıfat şunlardan hangisi anlamına gelmektedir?
- Tüm uyarılara rağmen yanlışlarını düzeltmeyen bir kulunun her defasında uğradığı kaza belayı bağışlaması, geçmişi silmesi,
- Eyleme girişmeden önce peşinen bağışlanmayı dileyip sonrasında yine yanlış eylemini sürdürmesi halinde de aynı şekilde bağışlanacağı,
- Birkaç yanlışından sonra ders alıp eylemini düzelten bir kişinin geçmiş günahlarının yarattığı zararların silineceği,
- Geçmiş yanlışların yol açtığı zararların birikimli olarak kalıp etkilerinin süreceği, ancak düzelmeden sonraki eylem değerlendirmelerinde bir kin güdülmeyip eski zararların dikkate alınmadan değerlendirme olacağı.
Allah / Tanrı hakkında ancak kavramsal planda tasavvurlarımız var.Bu nedenle daha somut bir örnek iyi olabilir: Bir sıcak cisim (ütü, soba vbg.) kendi ile ilgili kurallara (örn. “sıcak iken dokunmamak”) uyduğumuz sürece sizi cezalandırmayacak, kurala karşı geldiğiniz her defasında ise cezayı kesecektir. Aslında burada cezalandırma eylemini hiçbir iradesi olmayan sıcak cisim değil, kurala uymama iradesi sahibi kişi bizzat uygulamaktadır. Üstelik, her cezalandırma bir diğerinden tamamen bağımsız, yani adil olsa da cezaların etkileri açısından bir birikimlilik söz konusudur (eğer hep aynı yer yanıyor ise giderek bir yaranın oluşması). Yani bir “toptan af” söz konusu olmayıp, sadece her defaki yargılamanın “tam adil” olacağı garantisi vardır ve gerisi bütünüyle irade sahibi kişiye aittir.
Evren Tasavvuru
Sıcak cisim konusundaki bu “eylem-karşılık süreci”nde -akıl sahipleri açısından- hiçbir karışıklık söz konusu değilken, sıra Allah’ın taraf olduğu eylemlere gelindiğinde ne hikmetse inanılmaz bir akıl dışılık ortaya çıkıyor. Kanımca bu akıl dışılığın başlıca nedeni, tabu haline geldiği / getirildiği için gündem dışı kalmış bir kavram ile ilgilidir: Evren tasavvuru!
Evren tasavvuru[1] içinde tüm sorularımız –cevaplanmış, cevaplanmamış, arzu olarak kalmış, inanca dönüşmüş vd.- ve o bağlamda Tanrı kavramı da bulunuyor, daha doğrusu çoğu kişi için bulunuyor “idi”. Kültürümüzde Allah ile ilgili soru sorulması ya günah ya da “bilgiç bir tavırla” gereksiz-yersiz sayıla geldiği için şu soru’nun karşılığı yoktur: Allah’ın ‘zati (O’na özgü)’ ve ‘sübuti (kanıtlı)’ sıfatlarının zihnimizde şekillenmesine imkân olmadığına göre, insanların haklı olarak, bu sıfatlara kendilerinin işlerine gelebilecek yolda anlam vermeleri kaçınılmaz değil midir?
Bu durumda, yukarıda 4 seçenek halindeki “bağışlayıcılık” sıfatının yaşam pratiği içindeki karşılığının bu dörtten herhangi birisi olmasını önleyen ne vardır?
Tanrı böyle tanımlandığı ve yorumlanması konusunda din bilginlerine (CAH gibi) başvurmaktan başka çare bırakılmadığı sürece, doların TL karşısındaki değerinin yükselmemesi için salavat zinciri kurma’nın birçok insan nezdinde çok geçerli bir çare olacağı kaçınılmaz değil midir?
Allah’ın yaşam içinde nasıl şekillendiğini A. Einstein şöyle anlatıyor[2]: “Ben, Dünya’nın yasalara dayalı uyumunda kendini açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum, insanlığın işlerini yapan ve kaderi belirleyen bir Tanrı’ya değil”. Dikkat edilirse bu tanım bir yandan Allah kavramının olağanüstü netlikte yerli yerine koyulabilmesini sağlarken, bir yandan da zati ve sübuti sıfatlarına bir aykırılık göstermemektedir.
Bugüne kadar milyonlarca çocuk ve erişkinin zihinlerinde “pazarlık edilen”, “rüşvet vaat edilen”, gerektiğinde “hesap sorulan” sıradanlaştırılmış bir Tanrı yaratmak yerine, “her alandaki kusursuz yasalarda şaşmaz bir adaletle kendini açığa vuran ve bu sistemin anlaşılabilmesi için insanı da akılla donatan bir Allah” anlamlandırmasının yapılması için A.Einstein’lere ihtiyaç duyuyor olmamız günah sayılamaz, ama Müslüman Dünyası için ayıptır.
Evren tasavvuru kavramının dağarcıklara girmesi ve sorgulama denilen akıl aracı ile zenginleştirilmesini bugüne kadar yapamamış olmanın cezalarını çektik ve bundan böyle de çekeceğiz. Geçmişe dönük af söz konusu olamaz. Bu nedenle, Allah’ı göreve çağırarak dolar kurunu düşürmeyi düşünmekten vazgeçip, eldeki değerli sorun çözme aracını (akıl) kullanmaktan başkaca çözüm yoktur. Bu kesinlikle aklın putlaştırılması değil, Tanrı’nın kurduğu sistemde tüm canlılara -bu arada biraz da insanlara- verdiği kendini anlama aracıdır.
14 Ağustos 2018
[1] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-23E, parag.13.
[2] Albert Einstein’ın, New York’ta Rabbi’ Herbert S. Golstein’ın sorusunu yanıtladığı sözleri, 24 Nisan 1929
-
Mar 25 2016 İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..
(Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.
TABLO >> egerdegilse_inovasyondur
Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.
Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.
Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.
Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.
25 Mart 2016
-
Şub 03 2016 Ekmeğe Ne Kadar Zam Yapılabilir?
Asgari ücrete yapılan %6 civarında zamın, ekmeğe %25 olarak yansıtılması TVlerde izlediğimiz olur mu – olmaz mı tartışmalarını ateşledi.
Denilebilir ki “bu bir aritmetik problemi; ekmeğin maliyetinin içinde ücretin payı belli olduğuna ve o da %6 olduğuna göre, yapılabilecek zam da en çok bu kadar olur. Bunu tartışanlar herhalde bu basit hesabı yapamayanlardır“.
Daha ileri gitmeden kişisel fikrimi söylemeliyim ki, asgari ücret bir kişinin ailesiyle birlikte kimseye muhtaç olmadan yaşamasına izin verecek bir düzeyde olmalıdır. Bu benim insani fikrim.
Ama bu arzum, bu düzeyde bir asgari ücret alan kişilerden oluşan bir toplumda bunun sürdürülebilir olduğu anlamına da gelmez. Yani arzu başka gerçek başka.
Gerçekte, toplumun tümü itibariyle mevcut değer üretme potansiyelimiz bugünkü düzeyde olmak -yani teşvikle inovasyon veya devlet desteği ile ihracat yaptırmak vb- kaydıyla, kritik mal ve hizmetlere (mesela ücretler gibi) yapılacak her zam, fiyatlar genel seviyesine daha yüksek oranda yansır.
Bunun Türkçe meali şudur: Ücretlere yapılabilecek %1’lik bir zam, fiyatlar genel seviyesini %1’den fazla artırır ve böylece, ücretine zam yapıldığı için sevinen kişi, ay sonunu daha zor getirir.
Bunun tersi de doğrudur: Örneğin ücretler %1 azaltılsa, rekabet ortamı sağlanmış ise fiyatlar genel seviyesi %1’den fazla düşer, yani ücreti düşürülen kşi bu işten kazançlı çıkar. Tabii ülkemizde -ve tüm ülkelerde- böylesi bir tam rekabet ortamı bulunmadığı için bu “tersine mekanizma” çalışmaz. Ama her ücret artışı, fiyatları kendinden daha fazla artırır.
Bu konuya değinmemin nedeni eski bir hikayeye dayanıyor: M.Ö. 1993 yılında yapılan bir çalışma var (aynı tarihlerde İngiltere’de de yapılıyor). Ekonomiyi temsil eden 65 kalemlik bir I/O (girdi/ çıktı) tablosuun önemli 10 kalemini içeren bir “sepet” tanımlanıyor. İçinde petrol, elektrik, ortalama işçi ücreti, birim taşıma fiyatı, kira, ekmek, su, arazi, demir-çelik kalemleri var.
TC Merkez Bankası’nın hazırladığı neyin içinde neyin ne kadar payı var tablosu, 65×65’lik bir tablonun 4160 dolu hücresinde örneğin 1 birim ekmeğin maliyeti içinde ne kadar petrol, ne kadar elektrik, ne kadar vd bulunduğunu gösteriyor. Tablo, teknoloji, üretim teknikleri, cari fiyatlar vs değiştikçe de güncellenip yayımlanıyor (mükemmel bir gösterge değil mi?)
Fakat madalyonun bir de öbür yüzü var: Örneğin, 1 birim ekmeğin içinde 0.2 birim işçilik ücreti varsa ve işçi ücretlerine söz gelimi %6 zam yapılırsa, bundan dolayı ekmek maliyetleri de %6×0.2 = %1.2 artacaktır (ne kadar hassas bir hesap değil mi?)
Ama bu defa, 1 birim işçi ücretinin içinde de örneğin 0.03 birim ekmek varsa –ki ekmekle doyan toplumumuzda bu daha da yüksek olabilir– yeni bir denge durumu oluşması için işçi ücretinin bir miktar daha artması gerekecektir. Ardından yeni denge için ekmeğin fiyatının ve tekrar işçi ücretinin ilh.
Böylece, işçiliğe yapılan zam, yeni denge durumuna gelene kadar -her seferinde azalarak- artmaya devam edecektir. Bu tür, çok sayıda mal ve hizmete girdi olan kalemlere (işçilik, enerji gibi) “kritik kalemler” denilebilir.
Ekmek fiyatı tartışması özelinde durum şudur ki, asgari ücrete yapılan %6lık zam ekmeğe %1.2 olarak değil çok daha yüksek olarak yansır. Bunu anlamak için sadece toplama işlemi (çarpma da ardışık toplama olduğu için) yeterlidir. Diferansiyel denklemler vs gibi yüksek matematik gerekmiyor.
1993 yılında yapılan böylesi bir hesaplama daha sonra muhtelif yerlerde yayımlandı (tıklayınız). Daha sonraları hiç bir yerden ses çıkmayınca bir de çağrı yapıldı (tıklayınız).
Şimdi 19 yıl sonra %6lık zamın ekmeğe ne kadar yansıyacağı tartışılıyor. Hepimizin yolu açık olsun.
M.S. 03 Şubat 2016
-
Eki 26 2015 “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”
Önce biraz önbilgi:
Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
(Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir)
Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.
Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!
Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].
Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.
Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.
Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.
Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.
Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.
Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.
Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.
Buna göre milyon dolarlık soru!
Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,
Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?
Kırılabilir, kırılmalı!
Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:
Olası neden 1. Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.
Çözüm önerisi 1 Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.
Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.
Olası neden 2. Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.
Çözüm önerisi 2 Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.
Olası neden 3. Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).
Çözüm önerisi 3 Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.
En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.
Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.
Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.
Olası neden 4. Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.
Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.
Çözüm önerisi 4 Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.
Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.
26 Ekim 2015
[1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm
[2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.
Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.
Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.
[3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.
[4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.
[5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251
-
Kas 13 2014 Aksi halde demokrasi olmaz!
Bir TV söyleşisi (benzetmesi):
- “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz”
- “Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz”
- “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
- “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
- “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
- …… olmaz
- …… olmaz ve
- …… katiyetle olmaz.
Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.
Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.
Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?
Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?
Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?
“Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?
İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?
“Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.
Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.
Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.
Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.
Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.
Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).
Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.
Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.
13 Kasım 2014 Perşembe
-
Kas 05 2014 Alkışlanabilir ama imkansız!
‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.
O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.
Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”
Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”
Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.
Ne alâka?
Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.
İşte bir sorun ve çözüm örneği..
Sorun: Maden kazaları
Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:
- Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
- Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.
Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.
Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.
Peki niçin imkansız?
- Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
- Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
- Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
- Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
- Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
- Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
- Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
- Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
- Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.
Ama bunun için de:
- İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
- Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
- Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
- Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
- Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.
Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.
İyi de ölelim mi yani?
Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.
Eğer:
- Evet ölelim!
Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.
Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.
- Ne münasebet ölmeyelim!
Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.
Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine, aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.
“Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.
Kolay gelsin.
5 Kasım 2014 Çarşamba
-
Eki 16 2013 Hükûmetler için “Anahtar Başarım Ölçütleri (KPI)”
Medyada yıllardır iktidar ve muhalefet partilerinin karşılıklı atışmalarını izleriz. Her başarısız karar ve eylemin bulunabilecek iyi bir yanı olduğu gibi, her başarılı olanın da mutlaka bir olumsuz yanı vardır; olmasa da bulunur.
Akşama kadar sürücülerle uğraşarak bitap düşmüş trafik polisi, mesaisini bitirmeden önce son ceza yazdığı kişi diklenip de “memur bey, neyimi eksik buldunuz da ceza yazıyorsunuz” diye sorunca, “kardeşim yorgun argın beni uğraştırma, şimdi arasam en az on tane eksiğini bulurum” dediği gibi..
Başarım Ölçütü[2] (PI), herhangi bir eylemin, karşılaştırılabilir başarılı bir örneğe göre durumunu gösteren ölçüt olup bu; sayısal ve/ya sözel bir yargı olabilir. Örneğin, vatandaşın alım gücü düşüktür denildiğinde, bu sözel yargının karşılaştırılabileceği mutlaka daha yüksek bir alım gücü referans olarak gösterilebilmelidir.
Bir kurumun –ki hükûmet de bir kurum olduğuna göre- çok yönlü eylemleri için çok sayıda ve aralarında girift ilişkiler bulunan başarım ölçütü (PI) söz konusudur. Seçmen denilen ve çoğunluğunu sokaktaki insanın oluşturduğu büyük kitlenin, bu karmaşık ilişkileri ne değerlendirebilecek bilgi ve zamanı ne de yeterli veriye erişebilecek imkanı vardır.
Bu büyük kitlenin bir bölümü ise ortalama nitelik açısından daha yüksek düzeyli olduğuna göre, en azından onların, hükûmetlerin eylemlerindeki başarıyı daha objektif olarak değerlendirebilmeleri için, daha az sayıda ve doğurgan PI gerekir ki buna anahtar başarım ölçütleri (KPIs)[1] denilmektedir.
KPI olmazsa n’olur?
Bir şaka olarak geçmişteki Sovyetler Birliğindeki atletizm yarışması sonuçlarını veren TASS ajansının haberindeki gibi olur: “Bugün yapılan atletizm yarışlarında Sovyetler çok değerli bir ikincilik kazanmıştır” haberine konu olan yarışlar meğer sadece iki ülke arasında yapılıyormuş.
Bir ilke olarak, genel kabul görebilecek bir referansa göre ifade edilmeyen her başarı ve de bunlara aynı şekilde referanssız yöneltilen eleştiri dikkate alınmaya değer değildir.
KPI içinde neler bulunmalı?
Bir hükûmetten beklenen temel işlev, devlet aygının iyi işlemesini sağlayarak, halkın[3] ekonomik ve sosyal gönenci ile iç-dış güvenliğini sağlamak ve bütün bunların bir bileşkesi olarak bekasını temin etmektir. Bu 5 alanın her birisi açısından “anahtar” sayılabilecek başarım ölçütleri KPI olarak kabul edilebilir.
KPI nasıl belirlenecek?
KPI belirleme işi yarısı teknik, diğer yarısı sanat[4] sayılabilecek bir konudur. Ekonomik gönencin ölçütleri ekonomistlerin konusudur. Fert başına milli gelir, enflasyon, büyüme, cari açık ve benzeri sayısal ölçütlerden hangilerinin “anahtar” sayılabileceği konusunda bir uzlaşıya varabilirler. Sosyal gönenç ölçüleri ise İnsani Gelişme İndeksi[5] ile ölçülendirilebiliyor.
İç güvenlik konusunda kullanılabilecek bir ölçüt bileşeni, NATO üyesi ülkelerdeki büyükelçiliklerin, bulundukları ülkelerdeki iç güvenliği rapor etmeleri için kullandıkları Kargaşa Kriterleri olabilir. İç güvenlik örgütünün kullanması gereken PI, bunu da içeren ama daha çok bileşenli bir bileşik ölçüt olmalıdır.
Dış güvenlik ölçütü ise, komşu ülkelerle ilişkiler başta olmak üzere, ülke toprakları ve nüfusu üzerinde beslenen niyetleri içeren karmaşık yapılı bir ölçüt olmalıdır.
Beka konusu ise çeşitli yetkinliklerin birarada ele alınmasıyla değerlendirilebilir. Bu yetkinlikleri bir bütün olarak değerlendirebilen bir bileşik ölçüt ise Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi[6] olabilir.
Görüldüğü gibi, ölçütlerin pek çoğu, teknisyenlerin kolayca uzlaşabilecekleri sayısal değerler değildir. Ayrıca, özgürlük, demokrasi, kararlara katılım gibi konularda da geliştirilebilecek çeşitli ölçütler olabilir ve olmalıdır.
Buradan varılabilecek sonuçlardan birisi gerek iktidar gerek muhalefet partilerinin, seçmen kitlesini –kendi eylem ve savları konusunda- ikna etmede kullanabilecekleri gerçekçi ölçütlere olan ihtiyaçlarının kaçınılmazlığıdır.
Bu tür ölçütler olmaksızın gerek kendini övmek gerekse diğerini yermek son derece kolaydır ve o derecede de çürüktür.
Bu ihtiyaç ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçeklerde de geçerlidir.
Yaklaşan yerel seçimler ve sonrasında yapılacak genel seçimler için gerek iktidar, gerekse muhalefet partilerinin, seçmene saygılarının mutlak bir gereği olarak yerine getirmeleri beklenen görev, ortalama seçmenin anlayabileceği basitlikte bir “ölçü aletleri tablosu” (dashboard) ortaya koymaları ve siyasi rakipleriyle bu konuda uzlaşabilmeleridir.
Seçmene bu bağlamda düşen görev ise, ölçütsüz övme ve yerme’lerin, seçmeni cahil ve aptal yerine koymak demek olduğunun farkında olmaktır.
16 Ekim 13 Çarşamba
[1] Key Performance Indicator (KPI)
[2] Performance Indicator (PI)
[3] Halk, yurt içi ve dışında halen yaşamakta bulunanlar, aramızdan ayrılmış olanlar (vasiyetleri yoluyla) ve henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak dikkate alınırsa, çoğulcu demokrasinin tanımına uyulmuş olur.
[4] Hewlett-Packard mühendisleri, Break Even Time (BET) adında bir ölçüt geliştirmişlerdir. Bu ölçüt, ürün geliştirme çevriminin (cycle) etkinliğini ölçmektedir. BET, ürün geliştirme çalışmalarının başından, ürünün pazara sunulduğu ve o ürünün geliştirilmesi için yapılan yatırımın, geliştirilen ürünün satışından sağlanan kârla başabaş geldiği ana kadar geçen süreyi öçmektedir. BET, etkin ve verimli bir ürün geliştirme sürecinin 3 kritik elemanını tek ölçü içinde birleştirmektedir: Bu elementlerden birincisi ürün geliştirme konusundaki başabaş noktasıdır. İkincisi, BET, kârlılığı vurgulamaktadır. Kârlılık yoluyla Pazarlama Yöneticileri, İmalat Personeli ve dizayn mühendisleri birlikte çalışmaya özendirilmektedir. Ve üçüncü olarak, BET’e süre egemendir. Yeni ürünlerin, rakiplerinden daha hızlı olarak pazara çıkabilmesi, süre ile ilgilidir. Bu 3 bileşeni tek ölçüt içinde toplamak bir sanat sayılmalıdır.
[5] Bkz. http://bit.ly/196kYBE
[6] Bkz. Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi, http://wp.me/p2t6mi-OQ
-
May 20 2013 İhracatın, ithalatın ve diğer uluslararası ilişkilerin başlıca amacı: Değer ithal etmek!
Herhangi bir mal veya hizmet’e (M/H) konu olan ithalat, ihracat vbg bir işlem söz konusu olduğunda iki süreç söz konusudur: M/H akımı süreci ve değer akımı süreci. Bu iki sürecin yönleri konusunda dikkat edilmesi gereken kurallar şöyle özetlenebilir:
- Zorunlu ihracat (zorunlu ithalat için gereken dövizin temini için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ihracat:
Değer akımı süreci’nin mutlaka ihracat yapan yönünde (yani ihracat süreci ile ters yönde) olması gerekir.
– M/H ithali halinde:
- Zorunlu ithalat (zorunlu M/H’in satın alınabilmesi için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ithalat: Değer akımı’nın ithalat yapan yönünde (yani ithalat süreci ile aynı yönde) olmasına dikkat edilmelidir.
– Diğer uluslararası ilişkiler: Her ne olursa olsun amaç, Değer akımı’nın “değer ithali” yönünde olmasıdır.
– Bütün bu kurallar:
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olsa bile, bir şey yapabilecek güçte olmayan toplumlar için geçerli değildir.
O tür toplumlar, zorunlu ihracat / zorunlu ithalat kurallarına tabidir. Örn. Açlıkla, yaygın hastalıklarla, iç çatışmalarla uğraşan toplumlar değer akımını gözetemezler.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olmayan toplumlar ise, farkında olanlar için mükemmel birer av alanıdır.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olan toplumlar için, yukarda değinilen kuralların, M/H akımının taraflarınca bilinip gözetildiği varsayılmalıdır.
– En kritik nokta, değer akımı’nın yönünün nasıl kontrol edilebileceğidir. Değer akımı yönü, o akıma konu olan M/H üzerine bir Yaratıcılık Temelli Katma Değer (YTKD) eklenerek kontrol edilebilir.
– Yaratıcılık Temelli Katma Değer keşif, icat, inovasyonla üretilebilir ve bu üretim için harcanacak “değer”, edinilenden küçük olacağı için bu tür KD makbuldür.
Aksine, örneğin re-eksport yoluyla daha yüksek değer harcayarak üretilebilecek katma değerler, pazara girme, kısa vadeli taktik hedefler vbg amaçlar için kullanılabilirse de, değer akımı yönünü sürdürülebilir biçimde etkileyemez.
Eğer, mal / hizmet üretiminize paralel olarak, sürekli biçimde Yaratıcılık Temelli KD de üretiyor iseniz, rekabet gücünüz o kadar artacak; ithalat da ihracat da yapılsa daima siz “değer kazanan” taraf olabileceksiniz.Sürekli olarak sömürü edebiyatı yerine Yaratıcılık Temelli Katma Değer üretmeye çalışmak akılcı yoldur.20 Mayıs 2013
-
Oca 14 2013 İhracat Stratejisi Üzerine
Tınaz Titiz Dr.Necati Saygılı*
Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.
İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.
Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd harcamaya çalışır.
Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:
(a) Değer üretme kabiliyetlerine ve
(b) Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine
bağlıdır.
Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlık, zorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.
Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.
Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.
İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:
– Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da
– (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.
Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.
Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.
Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .
Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.
Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.
Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!
Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..
Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:
(1) İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.
(2) İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında- ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.
Zengin ve gelişmiş ülkelere Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.
Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.
Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.
Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.
Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.
Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.
Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..
Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı ithal etmek gibi..
Katma Değer’i kimler üretmeli?
Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:
- İletişimde KD (değer iletişimi),
- Bilgi KD: Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir. Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
- Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
- Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.
İlk adımlar neler olabilir?
Bu hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.
Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.
Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.
Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..
Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:
- “Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
- Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
- Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
- Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.
Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?
Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.
Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.
Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).
12 Şubat 2013
(*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.