• Geliniz şu “ezber” konusuna tekrar bir bakalım. Yoksa Malatya, Trabzon ..?

    Liebig’in Minimum Yasası[1]

    Justus von Liebig, 19. yy’da yaşamış bir kimyacıdır. Kendi adıyla bilinen bir yasa –Liebig’in Minimum Yasası– onun, bugün bile bilinir olmasını sağlamıştır.

    Yasa şöyle diyor; “bir bitkinin ihtiyacı olan çeşitli besin maddelerinin topraktan emilebilecek azami miktarı, bunlardan en eksik olanın eksikliği oranında olabilir”.

    Yasa sosyal organizmalar için de geçerli!

    19. yy’dan bu yana, yasanın sadece bitkiler için geçerli olup olmadığı irdelenmiş ve sosyal organizmalar için de geçerli olabileceğine ilişkin çalışmalar yapılmıştır[2].

    Yani!

    Dikkati çekmeyebilecek kadar önemsiz görünümlü bir öğe, büyük bir sistemin nasıl davranacağını belirleyebilir.

    Trabzon’da, İstanbul’da, Malatya’da meydana gelen ve bundan evvel birçoğu da unutulan vahşet olaylarına, kriminal olayların kalıp mantığı (kimin çıkarı var vs) yerine Liebig Yasası uyarınca bakılırsa, hiç kuşkulanmadığımız kimi öğelerin birinci derecede belirleyici oldukları ortaya çıkabilir.

    Mesela tamamen benzer iki çocuk olsa!

    Tek yumurta ikizi iki çocuk, aynı okullara gitseler ve toplum içine birbirinin tamamen aynı iki kişi olarak katılsalar. Aralarındaki fark sadece, ilkokuldaki öğretmenlerinin iki çocuğu şu iki farklı öğretiyle yetiştirmesi olsa:

    Öğreti 1 – “Doğrular tek ve mutlaktırlar, yere ve zamana göre değişmezler

    Öğreti 2 – “Tek ve mutlak doğrular yoktur, yere ve zamana göre değişebilirler

    Acaba bundan sonrası ne olur?

    Doğruların tekliğine ve onların değişmezliğine yürekten[3] (by heart, par coeur, ez-ber) inanmış birinci kardeş, doğrularını yayıp benimsetmeyi, bu doğruların dışındaki doğruları savunanlarla mücadele etmeyi ve farklı doğruları savunanlara duyduğu öfkenin düzeyine bağlı olarak çeşitli “yola getirici” ve gerekirse “cezalandırıcı” eylemlere girişmesi bir sürpriz midir?

    En iyi (denilen) okullarımıza bakınız!

    Şimdi geliniz bir okullarımıza bakalım. İlköğretim ya da yüksek öğrenim hiç farketmez. Ama Şırnak’ın köy okullarına değil İstanbul’un en pahalı, ilanlarına daima “biz” diye başlayan, Atatürkçü nesiller yetiştirdiğini iddia edenlerine bir bakalım.

    Ezbersiz eğitim” söyleminin gündeme geldiği yaklaşık 10 yılı aşkın süredir, “biz zaten ezber yaptırmıyoruz” diyenlere.

    Bu okulların tamamının (yanlış okumadınız tamamının) “ezber” sözcüğünden anladıkları, bilgilerin bellenmesidir. Bilgiye çeşitli yollarla erişilmenin kolaylaştığı günümüzde onların zaten bellekte tutulması söz konusu değildir.

    Aslolan nedir?

    Asıl önemli olan bilgilerin, kişinin kendi organik belleğinde mi, defter kitap ortamındaki bellekte mi yoksa bilgisayar belleğinde mi tutulduğu değildir. Önemli olan bu bilgilerin doğruluklarının tekliği ve mutlaklığı (yere ve zamana göre değişmezliği) konusunda kafalarda daima aydınlık durumda bir soru işaretinin bulunup bulunmadığıdır.

    Sık sık öğrenim görmüş olmakla özdeş tutulan “aydın” kavramının, aslında bu aydınlık soru işareti olarak anlaşılması ve öğrenim görmüş yobaz kavramının da böylece bir anlam kazanması gerekmez mi?

    Meseleye böyle bakıldığında, biz ezber yaptırmıyoruz diyen okullarımızın hiç birisinde (evet hiç birisinde) doğruların tek ve mutlak olmayabileceğinin konu edilmediğini, böyle bir konunun kavram dağarcıklarında dahi bulunmadığı acı acı görülür.

    Peki ya aileler?

    Bir an için, ezberin gerçek anlamını kavrama zahmetine girmiş, hatta bununla da yetinmeyip bunu eğitim ilkesi olarak benimsemiş bir okulun ortaya çıktığını varsayalım. Acaba ne olurdu?

    Olacak olan, tüm ailelerin (evet tümünün) birleşip o okulu şikayet etmeleri, bununla da yetinmeyip o okuldan öğrencilerini derhal aldırmalarıdır.

    Üçgenlerin iç açılarının toplamlarının her zaman 180 etmeyebileceği, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın her zaman onları birleştiren doğru olmadığı, noktalama işaretlerinin her zaman doğru kullanılması gerekmediği, sürtünme katsayısının sabit olmadığı ya da bir şeyin aynı anda iki yerde birden var olabileceğini tartışan bir okul veliler tarafından ateşe verilmez de ne yapılır?

    Böyle yetiştirilecek çocukların dengesiz, doğruları bulunmayan, vatan haini, din düşmanı birer kişilik haline geleceği bu ailelerin şikayet dilekçelerinde ortak nokta olmaz mı?

    Çocuklarımız, onları yetiştirdiğimiz gibi davranıyorlar

    Çocuklarımız, kendi farklı doğrularını yaymaya çalışanlara karşı -ki onların da ezberle yetiştikleri benimseticiliklerinden bellidir- eylem yapıp onları kesip doğruyorlar.

    Girişimcilerimiz kendi doğrularını üretip ayakta kalabilmek için kaçak elektrik, kaçak mazot, sigortasız işçilik vb girdilerden yararlanıyorlar. Kendi doğruları dışında -ki ona da yaratıcılık diyorlar- doğruların olabileceğini bilenlerle rekabet etmede giderek zorlanıyorlar.

    İnsanın ya akıl ya da sezgileri tarafında olabileceğini ezberlemiş laikçi ve dinci kesimler alabildiğince çatışıyorlar..

    Velhasıl, çocuklarımız aynen onları yetiştirdiğimiz gibi ezberlemiş birer yetişkin olarak yaşıyor ve kendi ezberleyen çocuklarını, ezberlemiş öğretmenler, ezberlemiş öğretmen eğiticileri ve ezberlemiş siyasetçilerin yasal destekleri altında yetiştiriyorlar.

    Reform budur?

    Eğer birileri bu çıkmaz yolu görür ve doğruların (ama tüm doğruların) sorgulamaya açık olmaları gerektiğini farkeder ve bunu haykırabilirse bu yoldan dönülebilir.

    Aksi halde okul binası yaptırmak, onlara çanta dağıtmak, okul saati dışında eğlendirmek, Atatürk’ün adını sevdirmek gibi işleri eğitim, eğitim reformu, çağdaş eğitim gibi adlandırmalarla servis etmeye devam ederse müstahak olacağımız yere varacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır; bunda da yanlış bir yön yoktur.

    22 Nisan 2007, Pazar

  • Sosyal İcatlar Enstitüsü, ağlayan bakan ve ezber!

    Sosyal İcatlar Enstitüsü..

    İngiltere’deki devlet okullarında dört yıldan bu yana çalışmalar düzenleyen, özellikle çocukların yaratıcı sorun çözme becerilerini artırmayı amaçlamış bir kurumdur.

    Adresi; 20 Heber Road, London NW2 6AA,

    telefonu; 081-208 2853,

    faksı; 081 452 6434 ve

    İnternet erişim adresi;

    <<newciv.org/worldtrans/ISI.html>>dir[1].

    Okullarda yürütülen proje basittir. 7-18 yaş arasındaki öğrencilere, okullları ya da çevrelerindeki bir sorunu çözmeleri için geliştirebilecekleri bir proje için £25 (yaklaşık TL3,330,000) para yardımı yapılır. Projenin, haftada iki saat hesabıyla bir yarı-yılda tamamlanması istenir.

     Örneğin..

    Londra’daki Essendine İlkokulu’nun 7 ila 8 (yazı ile yedi ve sekiz) yaşlarındaki 23 öğrencisi, çevrelerindeki sorunları listeler ve içinden hangisini seçeceklerine karar vermek için de “beyin fırtınası” yöntemini kullanırlar. Yapılan bu çalışmada, karar verdikleri sorun, özellikle okul çevresinde dolaştırılan ev köpeklerinin pislikleri olmuş.

    “Köpek pisliğinden iğreniyorum” yazan resimli pankartları, motosikletli kuryelerin sırtlarına yapıştıran çocuklar, basın bildirisi ve belediye başkanını ziyaret yollarıyla konuya dikkat çekip bu sorunu çözmüşler.

    Bakan ağladı..

    Geçtiğimiz günlerde, Marmaris ormanlarını yakıp bitiren yangın nedeniyle, orman bakanı ve eski Muğla valisinin ağladıkları, bir gazete haberidir ve doğruluğu gazeteye aittir.

    Bilinen tarihi onbeşbin yıl olan Anadolu’ya gelmiş daha beceriksiz bir nesil var mıdır bilinmez, ama bilinen, bu yangının, Anadolu tarihinin en büyük yangını olduğudur.

    Milletvekili, bakanı ve 200,000 mevcutlu orman bakanlığı teşkilatı ile, yangın karşısında çaresiz kalıp ağlayan bir başka jenerasyon bulunamaz.

    Geçtiğimiz yıl Çanakkale ormanlarını yok eden yangında, orman bölge müdürü bizzat yangın söndürmeye çalışırken alevlerin arasında kalmış ve hayatını kaybetmişti. Bu ölüm o zaman “şehadet” başlığı ile verilmişti. Ama madalyonun öbür yüzü, yangını söndürmek değil, söndürme çalışmalarını koordine etmesi gereken bir görevlinin, o işini bırakıp -ya da yapamayıp- bizzat yangın söndürmeye kalkarak vicdanını rahatlatmaya çalıştığını gösteriyordu.

    Marmaris yangınınında da, orman bakanı, elinde bir çalı parçasıyla alevlere vuruyor ve belki bu yolla ya çevresindekileri motive etmeye çalışıyor ya da gerçekten yangın söndürmeye çalışıyordu.

    Bu olayın beceriksizlik boyutu nettir..

    Kadrosu, 200,000 kişiden daha az olmayan orman bakanlığı içinde tek bir kişi yokmudur ki, Avrupa’daki sefaretlerimiz aracılığıyla, o ülkelerdeki orman yangını söndürme organizasyonlarıyla temasa geçsin ve ücretini ödemek kaydıyla buralardan hizmet satın almayı düşünebilsin. Ve bunu ortada yangın yokken yapmayı akıl edebilsin.

    Komşumuz Rusya’da bile bu tür havadan söndürme teşkilatının bulunduğunu gazete muhabirleri dahi bilirken, bir tek uyanık insan yokmudur ki bu yangının çalı vurmakla sönmeyeceğini bilsin. Yaratıcılıktan bu denli yoksun bir başka toplum olabilir mi? Ya da yoksun olanların bu denli güç sahibi olabileceği bir başka yer düşünülebilir mi?

    Bu olayın beceriksizlik boyutunun altında bir boyut daha vardır. Her nerede yaratıcılık gerekse, orada bu acı gerçek boyutuyla karşılaşırız: Kendine belletilenlerin dışında bir şey bilmesi, bir şey düşünmesi söz konusu olmayan “ezber nesilleri”, bu tür basit yaratıcılıkları dahi düşünemezler ve bakan yaptıkları kimseler çalı vurarak yangın söndürmeye çalışırlar ve sönmeyince de oturup ağlarlar.

     İlkokul çocuklarına fikir üretme eğitimi..

    İlkokul çocuklarının beyin fırtınası tekniğini öğrenerek yetiştirildiği bir dünyada, sorun çözme kabiliyeti bu denli düşük bir nesle sahip olduğumuz için gerçekten ağlamalıyız.

    Dünyanın artık bu çeşit toplumlara tahammül etmediğini, bir yolunu bulup onlardan kurtulmaya çalıştığını hissederek de ağlamalıyız.

    Çevrelerindeki sorunlara, yaratılıştan sahip oldukları yaratıcılığın üzerine birazcık akıl katarak yaklaşan Essendine ilkokulu çocuklarını saygıyla selamlıyorum.

    Sonuç..

    Uzun uzun ünvanları ve çok bilmiş tavırlarıyla, ancak okulda ezberlediklerini tekrarlayabilen, yaratılıştan sahip olduğu yaratıcılığı ezberle öldüren, çalıyla yangın söndürmeye kalkıp sonra da ağlayanları ise: selamlamıyorum!

    Perşembe, 08 Ağustos 1996

     


    [1] Artık bu adres geçerli değildir.

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • “Laiklik” -bu tanımla- niçin satmadı ve de satmaz!

    Niye satmıyor?

    22 Temmuz 2007 seçimleri üzerinde nicel ve nitel değerlendirmeler yapıladursun, anlaşılmak için çaba harcanması gereken nokta, CHP’nin -çeşitli türevleri de bulunan- başlıca ürünü olan “laikliğin korunması” argümanının nasıl olup da hiç satmadığıdır.

    Bunun anlaşılabilmesi, CHP’nin performansı açısından değil çok daha önemli nedenlerden dolayı gerekir. Korunmaya çalışılmasına rağmen hemen hiç etkili olunamadığı AKP’nin gerçekleştirdiği büyük oy patlamasıyla tescil olunan laiklik, büyük halk kitleleri tarafından acaba başka bir şey olarak mı anlaşılmaktadır?

    Anayasamızın başlangıç maddesi laikliği şöyle tanımlamıştır: “kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmaması“. Türk Dil Kurumu’nun tanımı da tamamen benzerdir.

    Peki, laikliği anayasada tanımlandığı şekliyle doğru anlayan bir yurttaş, “dindar bir cumhurbaşkanı isterim” ya da “cumhurbaşkanı eşinin başı örtülü olabilir” denildiğinde, bundan “laiklik tehdit altındadır” anlamını çıkarır mı? Bence çıkarmaz, çıkarmaması da doğaldır.

    Ne ilgisi var?

    Cuhurbaşkanının veya bir yüksek bürokratın dindar ya da eşinin başının örtülü olması ile “devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması” ilkesinin ilgisi nedir?

    Anayasamızdaki tanımıyla laiklik, devlet işlerini ve politikayı ilgilendiren kararların -öznel olan- dini duygulara göre değil, daha nesnel olan akılcılığa göre alınmasını öngörmektedir. Yani kişinin dindar olup olmaması ya da eşinin kıyafetiyle ilgili değildir.

    Bu argüman, her akıl fikir ya da eğitim düzeyindeki insana çok kolay anlatılabilir. Bunun aksi yönde bir telkin ise telkinde bulunulanı mazlum, bulunanı ise zalim olarak nitelendirmeye yeter.

    Bu laiklik tanımını doğru kabul eden insanlar şöyle de düşünebilirler:

    • Din ve devlet işleri niçin karıştırılmamalı? Çünkü din işleri öznel din duygularına dayanır, doğrular herkese göre değişir; devlet işleri ise nesnel olmak zorundadır.
    • Peki devlet işleriyle, örneğin “demokrasi“, “serbest piyasa ekonomisi“, “liberalizm” gibi çokça öznellik içeren ideolojiler nasıl karıştırılabiliyor?
    • Örneğin vicdan bir ahlaki ideoloji kavramıdır ve dini ideolojinin bir parçası -mükemmelen- sayılabilir. Buna göre, vicdanına göre hüküm veren bir hakim dini duygularından arınıp da mı karar vermektedir?
    • O halde -bu tanımıyla- laiklik pek de önemsenecek bir kavram değildir!

    O halde neden belli..

    Eğer bir siyasi parti, laikliğin bu tanımına dayalı bir tehdit ve bu tehdide dayalı bir koruyuculuk önerirse bunun satmamasından daha doğal ne olabilir.

    Neredeyse kesin olan, bugün satmayan -bu tanımla- laikliğin, yarınlarda da satmayacağıdır; genel başkan kim olursa olsun, yıl kaç olursa olsun.

    Ayrıca, yine kesin olan bir başka şey, hangi parti olursa olsun, -bu tanımla- gerçek laikliğin daima ve de bizzat onu koruduğunu savunanlar tarafından sağlanan destekle tehdit altında olacağıdır.

    Hele hele geniş halk kesimleri laikliği, tesettür ile açık baş gibi iki somut simgeye indirger -ki başka türlüsü de olamaz- laiklik artık tehdit altında dahi sayılmaz, çünkü artık laiklik filan tamamen laf salatasından ibarettir.

    Nitekim, cumhurbaşkanı adayının eşi kalkıp “ben başımı açmanın laiklik gereği olduğunu idrak ettim, açıyorum” dese laiklik savunucularının hemen tamamı büyük bir sevinçle onu desteklemez mi?

    22 Temmuz seçimlerinden alınması gereken ders, bu tanımıyla laikliğin bir işe yaramadığının anlaşılmasıdır.

    Eğer şöyle anlamaya başlarsak:

    Eğer bir mucize gerçekleşir de, laiklik kavramının değil “bir başka ilkenin” korunması gerektiği, laikliğin o ilkenin türevlerinden sadece birisi olduğu anlaşılırsa o zaman bambaşka bir özgürlük ortamı doğacaktır.

    O ilke “koşullanmama hakkı”dır!

    Hukukçular, ceza yasalarının en belirleyici ilkesinin “verilen kalıcı zarar” olduğunu söylerler. Tamamen eşit koşullarda iki kişiye 1 santim kadar saplanan bıçak, birisinde para cezasına diğerinde onlarca yıl cezaya neden olabilir. Çünkü bıçak birisinde kaba ete, diğerinde ise gözüne saplanmıştır.

    Bir insana verilebilecek en kalıcı zararların başında, onun tüm yaşamı boyunca kararlarını etkileyebilecek zinsel kurgusunu (mind set) onun istemi dışında ve yaşam alanını daraltacak şekilde şekillendirmektir. Böylece diş fırçalamanın, kişisel hijyenin, toplum içinde bir arada yaşama kurallarının öğretilmesinin, kişinin yaşam alanını daraltmadığı aksine genişlettiğine de işaret edilmektedir.

    Bunu ister eğitim, ister başka bağlamlarda yapmak, dindarlar için günah, diğerleri için ise ayıptır, insanlık suçudur.

    Bu niçin böyledir?

    Çünkü -tüm diğer canlılar gibi- insan türü de yüksek öğrenebilirlikle donanımlı olarak dünyaya gelmektedir. Yaşamına yönelik her türlü tehdide ancak öğrenebilerek karşı koyabilen bu tür, bu yolla çok keskin bir öğrenebilirlik geliştirmiştir.

    Nereden, kimden, nasıl öğreneceği konusunda da -yine atalarından öğrenerek- bir model geliştirmiştir: güven duyduğu kişileri rol modeli alıp, onların sözlerine kulak vererek!

    Nasıl ki ceza yasasında “güveni kötüye kullanma” en ağır cürümlerden biriyse, kişide güven oluşturup sonra da bunu kendi doğrularını ona ezberletmek için kullanmak, tam olarak güveni kötüye kullanmaktır.

    İşte bu nedenle, kıskançlıkla korunması, her tür tehdite karşı uyanık olunması gereken,  algıların kalıcı  olarak değiştirilmesi demek olan “koşullandırma girişimleri“dir.

    Dindar cumhurbaşkanı değil, dindarlığını -çeşitli yollarla- yaymaya çalışan, makamı nedeniyle sahip bulunduğu yüksek güvenilirliği kullanarak, kendisine güvenenleri dindarlığı konusunda koşullandırmaya kalkması kabul edilemez. Dindarlığını, bu tür bir koşullandırmaya yönelmeden yaşayan bir kişiye ise kim ne diyebilir?

    Benzer durum tesettür için de geçerlidir…

    Dini inançları nedeniyle örtünmek isteyen bir eş, -benzer güvenilirlik nedeniyle- yüksek bir koşullandırıcılığa sahip olduğu için toplum önünde, saklı koşullandırma simgesi olabilecek kıyafet öğelerini kullanmaktan sakınmalıdır.

    Dini öğretiler, uyulması gereken kuralları koşullara bağlamıştır, hiç birisi koşulsuz değildir. Namaz kılmak müslümanların uymaları gereken bir kuraldır, koşulu ise sağlığının elverişli olmasıdır. Benzer durumda hacca gitmek de, maddi durumu uygun olanların uyması gereken bir kuraldır.

    Bulunduğu konum, başkalarının rol modeli olarak kabul edebileceği durumda olanlar için, bir çeşit zorlama olan koşullandırmadan kaçınabilmek için simgesel kıyafetler kullanmamak pekala mümkündür. Dindarla dinci arasındaki fark budur. Dindar bunu yapabilen, dinci ise bunlara aldırmayan, her yolla ideolojisini yaymaya çalışandır.

    Bir de tersini düşünelim!

    Hiçbir dini simge taşımayan, ağzından laiklikten başka söz çıkmayan, ama doğrularını koşullandırma yoluyla yaymayı, zorlamayı adet edinmiş bir kimsenin durumu nedir?

    Bu kişilere bir ad vermek gerekirse “laikçi” demek yerinde olabilir.

    Ortak yan!

    Sürpriz gibi gelebilir ama laikçiler ve dinciler aynı kişiler olup sadece kıyafetleri farklıdır; kafalarının içleri ise tamamı tamamına aynıdır. İkisinin de tek amacı vardır: kendi doğrularını başkalarına da benimsetmek ve böylece kendini güvende hissedebileceği bir çevre yaratmak.

    Nasıl kurtulunur?

    Koşullandırmanın vazgeçilemez olduğunu o kadar çok “laikçi”den ve “dinci”den duydum ki, artık laik ve dindarların kendi aralarında dayanışarak bu sosyal tümöre (koşullandırma) karşı ortak mücadele vermesinden başka yol görünmüyor.

    Yani çözüm laik dindarlardadır.

    Temmuz 25, 2007

     

  • Onursuz ve bilgili insan yetiştirmek!

    Okullarda karne verildiği gün, medyada karne düzeltme ilgili haberler çıktı. Kimi öğrenciler- çeşitli yöntemlerle-kırık notlarını yükselterek evdeki olası sorunları çözerken TV kameralarına yakalanmışlar.

    Bu işlemleri yaptıkları fotokopicinin savunması ise harikaydı: “çocukların evlerde hırpalanmasına gönlüm elvermedi“!

    Fakat esas ilginç olan, medyanın olayı bir ” sahtekarlık” olarak sunmasıydı. Doğrudur, bir belge üzerinde bir gerçeği gizlemek amacıyla yapılan eylem sahtekarlıktır; bu adlandırmada yanlışlık yok.

    Peki ama, bu karnelerin verildiği okullarda, “sahtekarlığı” yapan aynı öğrenciler büyük olasılıkla kopya çekmeyi de adet haline getirmişlerdir.

    İşte bu noktada sorulması gereken 2 soru vardır:

    Soru 1: Kopya çeken öğrencilere anne-baba ve öğretmenleri “sahtekar ” muamelesi (ve cezası) mi uyguluyorlar, yoksa olaya haşarılık- biraz da fazlaca zekâdan dolayı- çocukluk olarak mı bakıyorlar?

    Karne düzeltme ve sınavda kopya -ki o da karneye esas olan kağıdın düzeltilmesidir- eylemlerinin ikisi de “bir gerçeği gizlemek” amacıyla yapıldığına göre, aralarında açıkça fark gözetmek bir gerçeği gizlemek, yani sahtekarlık değil midir? Bu soruyu anne-babalara, öğretmenlere soruyorum.

    Soru 2: Her Allah’ın günü, her işi getirip getirip eğitime bağlayan okul idarecilerine, öğretmenlere ve anne-babalara ikinci sorum şu: Dünyada iyi eğitim yapan köklü okullar var. Buralarda yetiştirilen (eğitilen ya da eğilen demiyorum, çünkü oralarda insanlar dücere [1] ilkesine göre yetiştiriliyor) öğrencilere öncelikli olarak onurlu insanlar olmaları örnekleniyor. Onurlu ve ayakları üzerinde durabilen çocukların diğer bilgileri de yetkinlikle edinecekleri varsayılıyor ve gerçekten de öyle oluyor. Bu amaçla da sınavlarda Onur Sistemi denilen, gözetmen bulundurulmadan yapılan sınavlar uygulanıyor [2].

    Yukarıdaki iki soru’nun her biri 10 üzerinden 5 numaradır. Bilemeyenlerinkini kırıp karnelerine yazıyorum; onlar eve gidecek ve nasıl düzeltecekler onu da merak ediyorum J.

    Bu veriler altında aşağıdaki şıklardan size en uygun gelen(ler)i işaretleyiniz:

    (a)   Böyle bir sistemin varlığını bilmiyordum, ama şimdi öğrendim hemen uygulayacağım. Potansiyel sahtekar olarak gözetim yaptıklarımdan ise özür diliyorum.

    (b)   Onur Sistemi sınavı uygulamayacağm. Çünkü:

    1. Bizim çocuklarımız buna layık değildir; ben milliyetçiyim ama bizim ırkımız doğuştan sahtekardır, değişmez.
    2. Bununla uğraşacak vaktim yok.
    3. Vaktim var, ama bu konunun uzantısı olan sorunları idrak edebilecek yeteneğim yok.

    (c)    Bu sistemin varlığını biliyordum; fakat, bu toplumu yıkmanın en kestirme yolunun onurdan yoksun bilgili insanlar yetiştirmek olduğunu kurguladım ve başarmama da az kaldı.

    Bu iki sorulu – üç ana ve 3 alt şıklı sınav sırasında defter-kitap açıktır, yanındakine bakmak serbest değildir, ek kağıt kullanabilirsiniz, onur sistemi uygulanacak gözetmen bulundurulmayacaktır; cevaplamak ise sadece yarım dakikanızı alacaktır. Başarılar dilerim.

    2 Şubat 2007, Cuma

    [1] Latince kökenli, “dik durmak”

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=520

     

  • Türkiye Dünya bir devrimi gerçekleştirmek zorunda!

    Personel seçiminde bir ilk..

    Aksaray ilinde kurulmakta bulunan bir özel hastane, haziran ayında ilginç bir proje uyguladı. Hem çevresine karşı toplumsal sorumluluğunun bir parçası hem de ihtiyacı olan -her türde- personeli seçmek amacıyla Öğrenme Merkezi (ÖMer) kısa-adlı seminerler düzenledi.

    Her bir grup eleman (doktor, hemşire, teknisyen, idari personel ve hizmetliler) için o grubun niteliklerine uyumlandırılarak düzenlenen seminerler 2+2 gün süreliydi.

    Seminerlerin temel amacı, katılımcıların kendilerini değiştirmeleri için birer değişim planı yapmalarıdır.

    Hastanenin temel iddiası olarak ileri sürdüğü bir etik taahhüt vardır ve bu taahhüt bir dizi somut zorunluklar içermektedir.

    Bir yandan da, bu taahhütlerin yerine getirilmesi için istihdam edilecek çeşitli görevliler vardır. Hekim ve hemşireler bu taahhüdün tıbbi yanı, idari personel bürokrasi yanı, güvenlik görevlileri güvenlik ve ambulans şoförleri de bir diğer yanı ile yükümlüdürler.

    Söz konusu görevlilerin bireysel niteliklerindeki olası eksikler bu yükümlülükleri layıkıyla yerine getirmelerine engeldir (bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/potansiyel_eksikler.doc).

    İşte, katılımcılardan istenilen, bu nitelik farkını nasıl kapatacaklarının planını yapmaları, ama bu planı somut yaptırımlarla desteklemeleridir. Söz konusu seminerin ilk 2 gününde, bu planın nasıl yapılacağının ipuçları verilmekte; ikinci 2 günde ise kendilerine rehberlik sağlanarak, hazırladıkları planların birer okul ödevi yerine bir alış-veriş listesi somutluğuna getirmeleri sağlanmaktadır.

    İşin bu yanı hemen hemen bütün kişisel gelişim eğitimlerinde verilenlerle aynıdır. Yine de personel seçimi amacıyla bu tür bir eğitim ilk defa kullanılmaktadır.

    Esas farklılık başka yerde

    Seminerlerin esas farkı, kişisel çekirdek enerjisi (veya kişisel nükleer enerji)adı verilebilecek bir kavrama dayanıyor. Her türlü bilgi ve becerinin, kişinin dışındaki “başkalarınca” verilebileceği, bunsuz öğrenme olamayacağı; kişi kendi halinde öğrenmeye bırakılırsa ne öğreneceğinin belli olmayacağı (kendi haline bırakılan kızın davulcu ya da zurnacıya varması) kalıbı küçücük yaşlardan başlayarak zihinlere kazınıyor.

    İnsanlık tarihi boyunca egemen kesimlerin bir yönetme yöntemi olarak benimseyip benimsettiği ve asla sorgulanmasına izin vermediği bu yönteme “öğretme”, halk arasında ise “eğitim” adı verilmektedir.

    Aksaray seminerlerinde ise esas, “kişilere bir şey öğretilmemesi”, gerçekten ihtiyaç duyacakları bilgi ve beceriler için buna gerek olmadığı, kişilerin bunları -not, sınav, diploma vbg yollarla- zorlama olmaksızın kolayca ve zevkle öğrenebileceklerine “ikna edilmeleri”dir.

    Anahtar, ihtiyacı “gerçekten” hissetmektir

    Seminerlerde net olarak ortaya konulan nokta, hastanenin (hasta ve yakınlarına şefkat göstermek) şeklindeki iddiasını oluşturan yapı taşlarının her biri, kişilerdeki kimi niteliklere karşılık gelmektedir.

    Örneğin, “şefkat”in yapı taşlarından birisi “hijyen eksiği yoluyla zarar vermemek”tir. Bu ise kişilerin hijyen konusundaki alışkanlıkları ile doğrudan bağlantılıdır.

    Kişiye, işe alınabilmesi için kişisel hijyen alışkanlıklarını kısmen veya tamamen değiştirmesi gerektiği açıklandığında, artık bu konudaki değişim bir kişisel “ihtiyaç” haline gelmektedir ve bu ihtiyaç göstermelik değil tamamen gerçektir. Değişim ise yeni bilgi ve becerilerin kazanılmasını gerektirdiğinden, okuldaki durumdan tamamen farklı bir motivasyon ortaya çıkmaktadır.

    Bu motivasyon her kişide farklı biçimde ortaya çıkmakta, bazıları okuyarak, bazıları birisinden öğrenerek, ama mutlaka kendini değiştirmeye yönelik gerçekleşmektedir.

    Burada ince nokta, kurumun (burada hastane) iddiasında ne denli ısrarlı olduğu ve de “öğrenme”yi bu ısrarın gerçekleşmesi için ana yöntem olarak benimseyip benimsemediğidir.

    Bir diğer ifadeyle kurumun ikinci bir iddiasının da “öğrenme temelli yönetim” olup olmadığıdır. Eğer kurum öğrenmenin sihirini kavramış ise bunun çalışacak olanlara yansıması kaçınılmazdır. Aksi durumda ise -aynen çoğu okul ortamında olduğu gibi- “göstermelik” bir durum ortaya çıkabilir.

    Hızla değişen ihtiyaçlar ve sabit “öğretme” sistemleri uyuşmuyor

    Dünya bir sessiz devrime hazırlanıyor. Bu “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmesidir.

    Bu devrimi alttan alta besleyen bir diğer kavram da, okul kurumunun geleneksel yöntemi olan “öğretme”nin, dünyayı tehdit eden ideolojik dogmaların temelini oluşturmasıdır.

    Okul, üç yönlü bir baskı altındadır: Bir yandan iletişim devriminin bilgiye erişebilmeyi yaygınlaştırması okulun varlık nedenini sorgulanır hale getirmiş; diğer yandan da okulun temeli olan “öğretme”, dünya için tehlikeli bir gidişin metodu haline gelmiştir.

    Üçüncü baskı ise kişilerin bilgi ve beceri ihtiyaçlarının çok süratli değişmesi, sabit okul kurumunun ise bunu karşılayamamasıdır.

    (Bunun en somut örneklerinden birisi endüstri meslek liselerinde kazandırılmaya çalışılan becerilerdir. Bu liseler büyük zorluklarla, endüstride kullanılan pahalı tezgahları edinebilmekte ve öğrencilerine bunları kullanmayı öğretmeyi planlamakta, ama daha bunu yerine getiremeden elindeki tezgah teknolojik olarak “eskimiş” duruma düşmektedir. Benzer durum tüm okullarda, tüm bilgi ve beceriler açısından geçerlidir.)

    Tek yol devrim!

    Bu durumda (özellikle bu üçüncü açıdan) tek çözüm, kişilerin -doğuştan sahip olup da unutturulan- öğrenebilirliklerinin harekete geçirilmesidir. Bu o denli güçlü bir araçtır ki geleneksel eğitimcilerin korktuğu kadar vardır. Varlık nedenini kendi bilgilerini ve doğrularını başkalarına aktarmak olarak tanımlamış -dünyadaki- milyonlarca belletici / ezberletici işsiz kalmakla karşı karşıyadır.

    Diğer yandan ise bu gelişmenin farkında olan çok az sayıdaki “öğrenme ortağı” için ise altın bir çağ başlamaktadır.

    Bunun için “isteyerek silme” adı verilen bir beceriye ihtiyacımız var!

    (Unlearning) dilimize “isteyerek silme” olarak çevrilmelidir. Bu, istem dışı meydana gelen “unutma” değildir. “İsteyerek silme”, yüksek öğrenebilirliğimizin tekrar harekete geçirilebilmesi için “bir bilenin öğretmesini bekleme” kalıbının isteyerek (bilinçli olarak) silinmesidir.

    Dünyanın da sorunu ama bizim başlıca sorunumuz

    Hızla çoğalan ve çoğunluğu genç olan nüfusumuz sürekli olarak bir üstünlük olarak takdim edilir. Eğer bu insanlar, arzuladıkları yaşam düzeylerini onlara verebilecek bilgi ve becerileri “kendi dışlarında birileri”nden bekleyecek iseler onları bekleyen son kesin olarak önce açlık, sonra yok olmaktır.

    Bu sadece bizim için değil, öğretilmeyi bekleyen tüm toplumlar için geçerlidir.

    Bu akım Aksanray’da kalmamalı!

    İş bekleyen milyonlar bugün için aile dayanışması vb yollarla vaziyeti idare ediyor. Halen bir işi olanlar ise rekabet gücü konusunu iyi anlamış toplumlar (Çin, Hindistan, Wietnam gibi) tarafından tehdit ediliyor. Bunun karşısında durabilecek tek güç, öğrenmeyi öğrenmiş ve bunu kendini sürekli değiştirebilme yolunda kullanabilen insanlara sahip olmaktır.

    Aksaray’da bir özel hastanenin başlattığı bu akım orada kalmamalı, tüm yurda yayılabilmelidir. Aşağıda, bu yaygınlaştırmayı amaçlayan sempoyumla ilgili bir link verilmiştir. http://www.sempozyum.beyaznokta.org.tr/pages/basin.aspx

    İlanen duyurulur!

    Çarşamba, Temmuz 10, 2006

  • Adlandırma..

    Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..

    “Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.

    Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.

    Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.

    Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.

    Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.

    Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.

    Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.

    Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.

    Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.

    Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.

    Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.

    Pazar, 11 Haziran 1995

  • “Gelişkin Türkçe-2”

    Bir mektup..

    Bir öğretmen okurumun mektubu ve ona yanıtımın iyi bir konu olacağını düşündüm; aktarıyorum:

    <<Sayın Titiz,

    Anadilini anlama ve anadiliyle ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar -sınav vb-, öğrenciyi bellemeye, ezbere iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz?

    Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe‘dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır.

    Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz? 6 Eylül’de Özel İzmir Lisesi’nde öğretmenler ve diğer katılımcılarla toplanalım istiyoruz. Siz de katılır mısınız; bu toplantı ileride toplanması istenilen “Dil Kurultayı”nın ilk çağrı toplantısı olabilir mi? Saygılarımla,

    Temel Bektur, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni>>

    ve bir cevap..

    Sayın BEKTUR; Öncelikle, “Türkçe’nin -daha genel olarak anadilinin- önemi nereden gelmektedir?” sorusunun bir söylem olmaktan öte derinlikte anlaşılmasını sağlamalıyız. Benim tanıdıklarım arasında, en küçük dilbilgisi yanlışını anında düzelten, bir sözcüğün Türkçe karşılığı var iken yabancısını kullanana ateş püsküren, ifadeleri düzgün, sanki bir şiir okuyormuşcasına konuşan, ama anadilini bilmeyen inanamayacağınız sayıda kişi var.

    Galiba sorun, bu konunun “dil sorunu” olarak adlandırılmasından; daha da doğrusu, “dilin doğru ve güzel kullanımı” olarak adlandırılmasından doğuyor. Bence sorun katiyen bu değildir. Dilin “doğru” kullanımı ile -herhalde- dilbilgisi kurallarına uygun kullanımı; dilin “güzel” kullanımı ile de sözcüklerin, dil öğelerinin yerli yerinde, tekrar olmaksızın kullanımı kastediliyor.

    Peki, kavram dağarcığının zenginliği; bu kavramların içlerinin dolu oluşu; bir kavramın, tanımı belirsiz başka kavramlarla açıklanmayışı gibi asli unsurlar nereye girecek? Bunlar, dilin “doğru” ve/ya “güzel” kullanımıyla ilgili değildir.

    Dil ile bir düşünce ifade edilirken asıl olan dil değil “düşünce”dir. Bu düşünceler, belirli bir amaca yönelik değilse, peşpeşe sıralanan cümlelere karşı gelen düşünceler arasında anlamlı bir mantık bağlantısı yoksa, “güzel” ve “dilbilgisi” kurallarına uygun konuşup yazmak, hiçbir işe yaramayan bir gözbağcılık değil midir?

    Son yıllarda artan radyo, TV ve basın kanalları nedeniyle dili kötü kullananlara karşı bir eleştiri dalgası oluştu. İyi ki oluştu; çünkü böylece, bu eleştirilerin dilin özüne değil görüntüsüne ilişkin olduğu ortaya çıktı.

    Aslında, ağzını ezip büzen bir TV sunucu ile onun yanlışlarını bulan bir çokbilmiş arasında -dilin gerçek işlevleri açısından- hiçbir fark yoktur. Hatta, sorunu çıplak olarak sergileyen TV sunucusu daha mazurdur ve de bir ölçüde yararlı işlev görmektedir.

    Bugün üzerinde ısrarla durmamız gereken, ürünlerini el (yazı) ve/ya dil (söz) ile dışavurduğumuz düşünce biçimindeki yetersizliklerdir. Dolayısıyla sorunu, “düşünme ve onun dışavurum biçimindeki yetersizlikler” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

    Yüzyıllar boyunca sustuktan sonra konuşma özgürlüğünün tadını çıkaran toplumumuz bunun keyfinin çıkarmaktadır. Evet, toplumumuz konuşmakta, çok konuşmakta; hoş ve boş konuşmaktadır. İnsanlarımızın kafalarının ne kadar karışık olduğunu, günün herhangi bir saatindeki, herhangi bir kanaldaki, herhangi bir konudaki, herhangi bir konuşanı dinleyerek görebiliz.

    Gelişkin Türkçe“, bu şekilde anlaşılmalı, “düşünme ve dışavurma sorunu” olarak birlikte irdelenmelidir. Aksi halde ilerleyen bilgi teknolojileri, çok yakında, “hoş ve boş konuşmaları -ve yazıları- süzebilen akıllı yazılımlar” üretecektir. »

    24 Eylül 2001

  • Meslek Eğitimi için bir yaklaşım..

    Meslek Eğitimi (ME) giderek daha çok konuşulmaya başlandı, bu iyidir; üzerinde durulması gereken noktalara da belki böylelikle sıra gelebilir.

    Önce, 2004 yılında bu konuda yapılan bir toplantı sonunda, aralarında benim de bulunduğum katılımcılardan meslek eğitimiyle ilgili soru üretilmesi istenilmişti. Bu bağlamda kimi sorular üretmiştim; önce aşağıda onları dikkatinize sunuyorum. Sonra da bazı ek yorumlar geliştirmeye çalışacağım.

    İşte kimi sorular..

    1. Çeşitli düzeydeki okullarımızdaki saklı içerik (hidden curriculum) nelerdir? https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=653, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=577
    2. Bunlar içinde çığ etkisi (avalanche effect) yaratan virütik nitelikli saklı içerik öğeleri var mıdır, hangileridir?
    3. Bir şeyin temel varlık nedeni (öz-niyet, misyon) ile yararları tamamen farklı olduğuna göre, eğitim ve mesleki eğitimin öz-niyetleri bağlamında:
      1. Eğitim niçin yapılmalı, öz-niyet (core-purpose) nedir? https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/vizyon_misyon_degerler/
      2. Öz-niyet’in en önemli özelliği belirsizliği azaltıp yol gösterici olmak ise, üzerinde ulusça bir uzlaşı bulunan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun (temel amaç) öz-niyet maddesi[1]  eğitimi “niçin yapılacağı belirsiz” hale getirmiyor mu?
      3. Buna göre Mesleki Eğitim niçin yapılmalı (öz-niyet)?
    4. Yabancı dillerde “dik durmasına yardımcı olmak” kökünden gelen –dücere (L)- kavram, dilimizde niçin “dik duranı eğmek” anlamına gelen eğitim -kökü iğmek, iğdiş etmek- ile karşılanıyor? Bu bir “gaflet mi, cehalet mi, dalâlet mi”?
    5. Öğrenme gibi olağanüstü bir yeteneğe sahip insanoğluna öğretme yoluyla bilgi-beceri-tutum-davranış kazandırmanın mümkün olmadığı bütün dünyada anlaşılmış iken, öğrenci temelli eğitimi halâ öğretmen takriri (instruction) olarak tanıtmaya çalışmak ne anlama geliyor?
    6. Doğruluğundan hiç kuşkulanmadığımız hareket noktalarımız ile mevcut büyük başarısızlık arasında bir bağlantı olabilir mi? Var ise bunu, bu doğrularla koşullanmış olanların görebilmesi mümkün olabilir mi?
    7. Meslek okulları mezunlarının prestijli sayılmadığı bir gerçek. Bu prestiji düşüklüğünün nedenleri nelerdir? Bunları yok etmeden prestij yükselir mi?
    8. Toplum meslek eğitimine nasıl bakıyor? Eski anlayıştaki “altın bilezik” devam ediyor mu? Bugünün altın bilezik(ler)i nelerdir?
    9. Okul eğitiminin, bir çocuk veya gencin 6-18 yaş dönemindeki toplam yaşam süresinin %10 kadarı olduğu biliniyor. Geri kalan %90’lık bölüm kim(ler)in kontrolu altındadır? Bu bölümü göz ardı ederek -genel veya mesleki- eğitim ne ölçüde etkili olabilir?
    10. TV’nin eğitim üzerindeki etkileri ne kadardır? https://tinaztitiz.com/3237/uzaktan-egitim-ve-rtuk/
    11. Dizi senaryolarını kimler ne düşünerek -veya düşünmeyerek- yazmakta, çizgi filmleri kimler tasarlamaktadırlar? https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=660
    12. Öz-beceriler (core-skills) yoluyla meslek eğitimi vermek uzun yıllardır dünyada uygulanan bir sistemdir. Mevcut onbinlerce meslek çeşitlemesini (variations) vermek örgün eğitimin konusu olamayacağına göre böyle bir sistem niçin hiç gündeme gelmemektedir? Modüler İstihdam Becerileri[2] sistemi niçin konu edilmez?
    13. Mesleki eğitimin büyük alıcısı sanayi olduğuna ve üretimin girdilerinden[3] birisi de “yetişmiş insan” olduğuna göre, bütün diğer girdilerin maliyeti sanayi tarafından karşılanırken niçin mesleki eğitimin maliyetinin devlet tarafından karşılanması gerekiyor?
    14. Her sanayi kuruluşunun -aynı bir mesleki eğitim dalından dahi- beklentileri farklı olacağına göre, devletin yükümlü olduğu temel eğitimin üzerine eklenmesi gereken özgün mesleki eğitim becerilerini niçin sanayi kuruluşu değil de devlet vermeye zorlanmaktadır? Bu süreçte başarı şansı olmadığı baştan belli değil midir?
    15. Sanayideki hızlı değişime ayak uydurabilecek mesleki eğitimi, konunun tam içindeki sanayi kuruluşunun dışındaki bir kurumun (devlet) yapması mümkün müdür? Bu, işin maliyetinin “devlete yıkılması” anlamına mı gelmektedir?
    16. Ulusal karakterimiz sayılabilecek “buluşçuluk antipatisi” ile mesleki eğitim başarısızlığı arasında bir ilişki var mıdır? https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=182, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=500, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=267

    Şimdi, yukarıdaki sorulardan 13, 14 ve 15 üzerine kurulu aşağıda özetlenen yaklaşımı öneriyorum:

    • Devletin eğitimdeki rolünü ilkesel olarak tanımlanmak gerekirse iki başlıkta toplamak yeterlidir:
    1. Bir arada yaşama kültürü (yurttaşlık kültürü) vermek,
    2. Toplumu oluşturan farklı kesimlerin ihtiyaçları olan “yetişmiş insan” girdilerinin ortak bilgi, beceri, tutum ve davranışlarını kazandırmak. Bunların başında ise “öğrenmeyi öğrenmek” gelir.
    • Sanayi de dahil olmak üzere kurumların eğitimdeki rolü için de aşağıdaki başlıklar yeterli olabilir:
    1. Öğrenmeyi öğrenme becerisi kazandırılmış insan malzemesinin, kurumların özgün gereksinimlerine göre ek niteliklerle donanması için gereken öğrenme ortamlarını hazırlamak ve/ya bu işleri profesyonel olarak yapan Öğrenme Evleri’nden hizmet satın almak.
    2. Karlılığı ve/ya rekabet gücü, yetişmiş insan gücü maliyetinin devletçe karşılanmasına dayanan, aksi halde ayakta duramayacak kuruluşların ise o alan dışında alanlara kaymaları.

    Hızlı değişen nitelik ihtiyaçları dünyasına aynı hızda cevap verebilmek, aracı kullanarak mümkün olamaz. Aracı’nın ihtiyaçlara karşılık gelen nitelikleri öğrenmesi, sonra da bunları başkalarına öğretmesine dayalı sistem, yavaş yaşanan geçen çağın sistemiydi.

    Bugün bizzat ihtiyaç sahiplerinin inisyatifi ele aldığı, öğrenme kaynaklarıyla arasında aracının olmadığı bir çağdır. Niteki artık eski “öğretmen”in adı da “öğrenme yoldaşı” (learning partner) dönüşmektedir.

    Bu gerçek reddedildiği ya da çeşitli ara çözümlerle (öğrenci merkezli sistem gibi) geçiştirilerek “öğrenme devrimi”ne karşı durulmaya çalışıldığı sürece, giderek daha çok sayıda kuruluş rekabet gücünü kaybedecek, daha da kötüsü işsiz kalacak olanlar yalnız Türkiye’de değil dünyanın herhangi bir yerinde işsiz kalmaya devam edeceklerdir.

    Çünkü artık “öğretilmeyi bekleyen” insana dünyamızda yer kalmamıştır. Tabii ki “öğretmeyi, benimsetmeyi ve ezberletmeyi savunanlar”a da!

    Aralık 25, 2006

    [1] Türk Milletinin bütün fertlerini:

    1. Ataürk  inkılap ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insanı, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;
    2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse önem veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;
    3. Bilgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların; kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak;

    Böylece, bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yaptırmaktır.

    [2]  Modüler İstihdam Becerileri Sistemi için Bkz. Farzedin ki Hindiyiz, Tınaz Titiz, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1994, Sah. 49

    [3] 6M = Man, Machine, Material, Money, Management, Marketing

  • Lütfen bana tebrik yollamayınız!

    Kutlanabilecek her vesilede herkes gibi bana da seri imalat tebrik mesajları geliyor. Posta, e-posta ya da SMS yoluyla.

    %99 diyebileceğim bir çoğunluğu “liste”ye yollanmış mesajlar..

    Hele kurumsal mesajlar bir başka felaket. Sanki filanca şirketin genel müdürünün kim olduğu pek bir önemli bilgi imişçesine, sekreteri tarafından içine kartı konulmuş kişilerin, matbaalarda binlercesi basılmış kağıtlarından bir tanesi de bana (ve sizlere) geliyor.

    Başkalarının bundan memnun olup olmadığı benim sorunum değildir. Memnun olmayanlar varsa bir şekilde protesto ederler.

    Ama ben açıkça ilan ediyorum: Lütfen bana bu yolla hakaret etmeyiniz.

    Ben seni tanımam; bayramın, yeni yılın beni ilgilendirmez; ama bir pazarlama adeti olarak bunları yolluyoruz; benim sana özel yazabilecek bir şeyim yok; olsa da sana ayırabilecek 10 saniyem bile yok; sen, pazarlama birimimizin binlerce müşterisinden birisin; senin tek önemli yanın bizden satın alabileceğin ürünlerimizdir. Senin hakkında bana söylenen, senin tebrik açlığı çeken görgüsüz birisi olduğundur. Bizden gelen pahalı tebriklerimizi ona buna gösterip caka satarmışsın. Eh öyleyse bu imzasız, birkaç özgün cümlesiz kağıt sana yeter de artar bile.”..

    İşte hakaret dediğim budur; böyle olmadığını söyleyen birisi varsa lütfen beri gelsin.

    Ey insanlar, tebrik bir gönül meselesidir, bir zorunluk değildir. Bir vesile ile birilerine bir mal olmadığını, insan olarak bir değeri olduğunu hatırlatan ince bir iştir.

    Bu imzasız (ya da matbaa imzalı), ruhsuz, kaba, hakaretamiz mesajlarınıza lütfen beni alet etmeyiniz.

    Cep telefonuma, yüzlerce kişiye attığınız mesajlarınızdan atmayınız.

    Gerek o mesajları, gerekse parlak pahalı zarflar içinde sekreterlerinizin kartlarınızı ekleyip yolladığı, sizden en küçük bir insani işaret taşımayan kağıtları üzülerek doğrudan çöpe atıyorum. Yanlış anlaşılmasın, üzüldüğüm, çöpe attığım ağaçlarımızdır.

    Yolladığı mesajına kendinden bir iz taşıtan diğer %1’e ise gönülden şükranlarımı sunuyorum. Onların yeni yıllarını ve hayvan dostlarımızın kanını akıtmayacağımız bayramlara özlemim ile bayramlarını kutluyorum.

    Perşembe, Aralık 28, 2005

  • Güneş ve ay tanık istemedi..

    Acaba durum nedir?

    “Herkes hazır, o büyüleyici anı yaşamak, hissetmek istiyor. Yöre halkı yerli ve yabancı konukları izliyor. Ay yavaşça güneşi örtüyor. Etraf karardı. Onlar, kısa beraberlikleri için tanık istemediler, yalnızlığı seçtiler diyorum kendi kendime..”

    Sonra.. sonra büyü bitti. Ayrılık zamanı gelmişti. Ay bir veda busesi kondurup hüzünle uzaklaşmaya, sevgilisinin o büyüleyici ışığına yeniden geçit vermeye başladı…”

    Sevgili izleyiciler..müthiş bir an. Evet şimdi ay güneşle öpüştü, iki sevgili gibi tamamen örtüştüler..

    Meğer güneş tutulmasıymış..

    Bunlar, gazete ve TV’lerimizde, yüzyılımızın son güneş tutulması nedeniyle yayımlanan yazı ve sözlerden alıntılar. Bilim adamlarımızla yapılan röportajlarımızın içeriği de pek farklı değil. Bir de güneşe gözlüksüz bakılmaması konusunda inanılmaz yoğunlukta bir uyarı kampanyası . Aynı akşam CNN Teknoloji Koordinatörü -ki böyle bir pozisyon var- genç ve hoş bir hanım aynı haber için şöyle yorum yapıyor:

    Güneşin korona kısmındaki sıcaklığın yüzeyinkinden daha yüksek olduğu biliniyor, fakat bunun nedeni bilinmiyor. Bunun nedeni anlaşılabilirse, muhtemelen bütün bildiklerimizde bazı köklü değişiklikler olacak. İşte, bütün bilim adamlarının konuya bu denli ilgi göstermelerinin nedeni budur”..

    Bu iki yorum stili arasındaki fark açıkça bellidir. Peki acaba bunun nedenleri neler olabilir?

    Bir nedenin okullarımız olduğu neredeyse kesindir. Ne kendi bedeni, ne çevresi ne de gökyüzü konusunda hiçbir merak aşılanmadan yalnızca bazı adları -o da anlamadığı dillerden olmak üzere- ezbere belleyen çocuklarımızın ve o çocuklardan olma erişkinlerimizin, böylesine bir doğa olayına merak boyutundan yaklaşmaması normaldir.

    İkinci olası neden, karşı cins konusundaki toplumsal baskıların, hemen her fırsatta ortaya dökülmesidir. Nitekim tüm mizah, hatta şov programlarının ana temasının yoğun biçimde cinsellik motifleri içermesi, çeşitli TV programlarında travesti kılıklı kişilerin cinsel taciz sayılabilecek söz ve hareketlerinin dahi kadın erkek hemen herkes tarafından yadırganmayışı da -hatta onaylanışı- bunu göstermektedir.

    Sınıfını geçersen sana bir teleskop alacağım” diyen anne ve babalar herhalde vardır, ama sayıları az olsa gerekir. Bunların sayısı arttıkça, doğa olaylarına belden yukarı ilgi gösterenlerin sayısı da artacaktır.

    Eylül 2001