-
May 25 2012 Kuruluşlara Çağrı
AB destekli bir istihdamı geliştirme projesi olan ÖMer-Öğrenme Merkezi projesi katılımcılarının istihdam şanslarını artırmak için bir girişim planladık.
Bu girişim, kuruluşların aşağıdaki bildirimde bulunması yoluyla, ÖMer projesine katılanlara (eşitler arasında birinci olabilirsin) mesajını vermek ve bu yolla projeye katılımı özendirmektir.
(Katılım ne kadar çok olursa daha istekli olanları seçebilmek o denli kolaylaşacaktır).
Bu yolla kuruluşlar da kamuoyuna (eğitimden yana) oldukları net mesajını vermiş olacaklardır.
Aşağıdaki bildirimi onayladığını bildirenler http://www.yapabilirsin.com sitesinde ilan edilecektir. Onayınıza sunulan bildirim şöyledir:
(……….kuruluşu olarak insan kaynakları ihtiyaçlarımızın karşılanmasında, bir taahhüt sayılmamak kaydıyla eşitler arasında ÖMer katılımcılarını tercih edeceğiz.)
Bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir savaş kazandırır.
Haziran 2005
-
May 25 2012 Yardımınıza ihtiyaç var..
Değerli dostlarım,
Bir konuda tanıdıklarınız, bildikleriniz ile ilgili bilgilerinize ihtiyacım var.
Bir proje üzerinde çalışıyorum. Bireysel Deprem Korunma Kafesi (BDKK) adlı AR-GE projesi, adında anlaşılabileceği gibi, -diğer deprem korunma önlemlerinin yerine değil yanısıra- içine girilerek, kişileri -varsa küçük çocuklarıyla birlikte- korumaya yönelik.
$50 kadar azami bir fiyat ve yaklaşık 30 kg kadar azami bir ağırlık öngörülüyor. Tabii ki bu iki sınırlama “yüksek tasarım teknolojisi”, “yaratıcılık”, “malzeme bilgisi”, “doğadaki örneklerden yararlanabilme” gibi bilgiler gerektiriyor. Oldukça iyi tanımlanmış bu proje Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Merkezi aracılığıyla KOSGEB tarafından da destekleniyor.
Gereken tanımlama bilgileri ayrıntılı olarak mevcut.
Kısacası sıradan bir iş değil.
Bu projede bana yardımcı olabilecek, meraklı, enerjisini ve moral gücünü tüketmemiş, enerjisini yakınmaya harcamayan bir kişiye ihtiyacım var. Tabii ki SAP 2000, Proengineer, Solidworks, TEKCad gibi yazılımları “beceriyle kullanabilen” bir kişi olmalı. Bu bilgiler “3D space frame” tasarım bilgisine ek olarak bulunmalı.
Böyle kişi(ler) tanıyor iseniz benimle tanıştırır mısınız?
İlginize şimdiden teşekkür ederim.
M.Tınaz Titiz
(0542) 522-3936
tinaz@tinaztitiz.com
-
May 25 2012 Zengin sorumluluğu için kişisel bir manifesto..
Keşke..
“Babalarımız, büyükbabalarımız, büyük büyükbabalarımız ya da annelerimiz keşke daha daha uyanık olabilseler, bugünlerin geleceğini o zamanlardan görebilseler ve imkanlarını öylece kullanabilselerdi!”
Bu sözleri şimdiden duyabiliyor musunuz?
Zenginlikler nereye?
Kurumlar ya da kişiler belirli bir maddi iriliğe, zenginliğe ulaştıktan sonra enerjilerinin giderek daha büyük bölümünü sadece o zenginliği sürdürmeye harcıyorlar.
İrilik, tek başına belirli zorunluklar üretiyor ve kurum sahiplerini çekip çevirmeye başlıyor. Kurum sahipleri bunun farkına -çoğu zaman- varamıyor; iriliğin ürettiği sorunlar farkındalığı önlüyor.
Farkına varabilenler ise kendilerine dönük mükemmeliyet oyunlarıyla kendilerini avutmaya -kendilerinden kaçmaya- başlıyorlar. Bu yarı-sarhoşluk, yarı-uyanıklık durumuna iğne batıranları ise duymazlıktan geliyor, rahatsız oluyorlar.
İri ama zayıf projeler..
Öte yandan, gönüllü kuruluşlar belirli bir maddi iriliğe erişmiş kişi ve kuruluşların kaynaklarını kullanarak çeşitli projeler üretiyorlar. Kimisi parlak görünüşlü ama içeriği zayıf, kimisi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına yönelik ama ancak “farkında” olanların destekleyebileceği parıltısız projeler. Burada kritik nokta, kişi ve kuruluşların zenginliklerinin hangi tür projelere kanalize olacağıdır.
JFK’nin şu sözü damıtılmış bir bilgelik taşıyor: “İyi başkan, kendisine önerilenler içinde işe yarar olanları farkedebilendir“.
Bu söylem zenginliklerin nasıl kullanılması gerektiğinin de yolunu göstermiyor mu?
Kuşe kağıtlı raporlar göstergedir..
Ülkemizde, başarılı pazarlama kurguları ve halkımızın yarı bilgili halini kullanarak milyon dolarlar toplayabilen ve bunları pahalı kuşe kağıtlara yazılı raporlar üreterek kullanan gönüllü kuruluşların yanısıra, bitki özsuları gibi “bütün organizmayı derinden, yavaş yavaş besleyen” projeler üretip uygulayan kuruluşlar da var.
Serbest Pazar sisteminin altın kuralı “müşteri kıraldır” diyor.
Bu doğrudur, ama ön-koşulları söylenmez ise tam doğru değildir.
Müşteri kıraldır ama..
Eğer müşteri:
- Tüm seçenekler konusunda bilgi sahibi ise ve
- Tüm seçeneklere erişme şansı varsa ve
- Seçeneklerden birisi yönünde koşullandırılmıyor ise
kıraldır.
Gönüllü kuruluşlar da projelerini serbest pazar ilkelerine göre pazarlamalı ve bunda başarılı olanlar kaynaklara erişebilmelidirler. Ama şu koşulla: Eğer zenginlik sahipleri:
- Toplam kaynakların sınırlı olduğunun bilincinde iseler,
- Bu sınırlı kaynakların, tekrarlanabilirliği yüksek projelere tahsisinin getireceği yararları takdir edebiliyor iseler,
- Destek seçeneklerinden bir veya birkaçına sempati, çıkar ilişkisi vbg nedenlerle daha yakın durmuyorlar ise
projeler serbest pazar ilkelerine göre hak ettikleri destekleri bulmalıdırlar.
Dikkat, dikkat..
Bir toplum, çeşitli kaynaklarını kontrolda tutanların akıl ve ahlak düzeyleri kadar yaşamaya layıktır.
Pazar, 26 Aralık 2004
-
May 25 2012 Yine öbür okullar..
İş dünyamızın önde gelen saygıdeğer kişileri,
Bir süre önce yazmış olduğum bir yazıyla (https://bityl.co/Ofz4), çocuk ve gençlerimizi derinden ve olumsuz etkileyen “öbür okullar” konusuna dikkat çekmeye çalışmıştım.
Resmi okul kurumu, 6-18 yaş arasındaki gençlerin toplam zamanın ancak %9’unu kullanıyor. Geri kalan %91’lik süre ise “öbür okullar” denilebilecek kurumlarca kullanılıyor.
Artık 40 yıl öncesinin etkisiz, amatör, çocuksu “öbür okulları” yok.
Bu süre şimdilerde şiddetin ve cinsel sömürünün en uç noktalarını pazarlayan TV kanalları, sokak, futbol maçları, uyuşturucu pazarlanan okul önleri vs ile dolduruluyor.
“Öbür okullar” içinde en etkilisi durumunda olan TV ve basının yaşam enerjisinin büyük bölümü reklamlardan geliyor.
Eğer bu yalın yaklaşıma bir itirazınız yok ve “bunlar beni ilgilendirmez, istemeyen izlemesin; bir de medyayı kendime düşman mı edeyim; bak hiç benden olumsuz bahseden var mı?” demez iseniz size bir önerim var:
Lütfen bir deklarasyonla:
– Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,
– “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,
– “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,
– “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,
– “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,
– “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,
– “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,
– “Yarışma programlarına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,
– “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,
– “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,
– “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,
– “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,
– “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.
Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.
Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.”
diyebilerek duyarlığınızı gösteriniz.
Lütfen, “bir tek benim yapmamla ne değişir” demeyiniz. Herkes böyle düşündüğü takdirde hiç kimse kılını kıpırdatmayacaktır. “Herkes yapsın ben de yapayım” demenin, “bir kişi dahi yapmazsa ben de yapmam” demek olduğunun kolayca anlaşılabilecek bir ön-koşul olduğunu düşününüz.
Türkiye, başkalarının ne diyeceğine bakmadan doğruları arayıp yapabilenler varsa var olacaktır. Aksi halde..
Ocak 9, 2005
-
May 25 2012 KiGeP için bir mektup..
Perşembe, 15 Ağustos 2002
Değerli dostlarım,
Bu kişisel mektubu, aşağıda açıklayacağım konu ile Türkiye’nin sorunlar yumağının sıkı ilişkisini doğru takdir edebilecek, sonra da gereklerini yapabilecek kişilere hitaben yazıyorum.
Oldukça uzun bir süreden-1994’den- bu yana, Ezbersiz Eğitim adı altında haberdar olduğunuzu tahmin ettiğim proje üzerinde, BEYAZ NOKTA® VAKFI şapkasıyla çalışıyorum.
Ezbersiz Eğitim başlangıçta yalnızca, eğitim hayatımıza -birkaç yüzyıldan beri- musallat olmuş olan ve “büyük olarak nitelediği kişi ve kurumların öğretilerini sorgulamadan benimsemek” hastalığı ile mücadeleyi, bu hastalığın dondurduğu “merakı ve onun doğal uzantısı olan sorgulamayı” tekrar canlandırmayı amaçlamış bir proje idi.
Kısa bir süre içinde hastalığın sadece bu “aklı dışlayıp kalben benimseme [1] ” ile sınırlı olmadığı, eğitim sürecinin her yanını -bir tümörün metastazları gibi- sardığı ortaya çıktı.
Bu noktadan itibaren de Ezbersiz Eğitim projesi -adını yine koruyarak-, müfredat tasarımından sınav sistemine, kendi kendine öğrenmeden akreditasyon sistemine kadar öğeleri içeren bütünleşik bir hale kavuştu. Bunun, bugünkü eğitim sisteminin gerçekçi bir alternatifi olduğunu söyleyebilirim.
Muhtemelen tahmin edebileceğiniz gibi, böyle bir sistemin karşısındaki direnç sistem dışından değil, o sistemi tasarlayan, yöneten, uygulayan ve hattâ kısmen de olsa bizzat o sistemden zarar görenlerden (öğrenciler ve velileri) geliyor.
Bu gözleme dayanarak bizler de Ezbersiz Eğitim projesinin ya hep ya hiçşeklinde savunulmasını terkedip, yerine, zamanına, hedef kitlesinin durumuna göre uygun olan parçalarının [2] yerleşmesi yönünde çaba harcamaya başladık.
İşte, bu mektubumda size sözünü edeceğim parça, bu modüllerden bir tanesidir ve Türkiye’mizin bugün geldiği noktada kritik bir önem taşımaktadır. Bu, öğretme yerine öğrenme ya da kamuoyuna sunulacak adı ile Kişisel Gelişim Platformu modülüdür.
Gerek okul kurumu, gerekse onun dışındaki yaşam çevreleri, çocuk ve gençlerimizin doğuştan sahip oldukları bazı yeteneklerinin donmasına sebep oluyor. Donan bu yetenekler, yaşamın güçlükleriyle bizzat mücadele etmek, kalıtsal miras olarak sahip olduğu yetenekleri bu yolda harekete geçirebilmek kabiliyetleridir.
Bu doğal yeteneklerin başında da “öğrenme” gelmektedir. Öyle bir “öğrenme” ki, yaşamının her saniyesindeki her durumdan -iyi ya da kötü- ders almak ve bu yolla ana programı olan yaşamını sürdürme (survival) programına sadık kalmak.
Bu ana program, “ihtiyaçlarının karşılanması senin değil çevrendekilerin sorumluluğudur; sen sadece isteyebilir ya da şikâyet edebilirsin; zaten istesen de bir şey yapamazsın” mesajlarıyla donmaktadır.
Aslında bu donma da, onun olağanüstü öğrenme yeteneğinin bir sonucudur. Çevresindeki, güven duyması gerektiği öğretilen kişi ve kurumların bu örtülü mesajlarını -ki açık mesajlar tam tersine olsa dahi- süratle almakta ve ana programını ona göre değiştirmektedir.
Bazı küçük sorumluluklar taşıyabileceği ilk çocukluk yıllarından itibaren, ihtiyaçlarıçevresindekilerce karşılanmış -ya da karşılanması gerektiği telkin edilmiş- olan çocuk, hayata atılması gereken yıllara geldiğinde iş bulmayı da kendi dışındakilerin bir sorumluluğu olarak
görmektedir. Çocuk ve gençlerimiz genelde:· çevrelerinin hangi uzaklıklara kadar uzandığını anlamaya çalışmak,
· o çevrelerin iş iklimlerini incelemek,
· o iklimlerin gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışların neler olduklarını incelemek,
· onları kazanmaları gerektiğini idrak etmek,
· arzuları ve gerçeklerin her zaman bağdaşmayabileceğini anlamak
gibi yükümlülüklerini üstlenmek yerine sadece istemekte ve de şikâyet etmektedirler. Buna “öğrenilmiş çaresizlik” de denilebilir.
İşte Kişisel Gelişim Platformu (kısaca KiGeP) olarak adlandırılan program, gençlerin çevrelerine bir sanal duvar gibi örülmüş bulunan bu çaresizliği yıkarak, yaradılışlarının onlara vermiş olduğu doğal yeteneklerin harekete geçmesine imkân
yaratmayı amaçlamaktadır.Söz konusu platform, bir dizi parçadan oluşuyor. Şöyle ki:
1.
Aşağıdaki modüllerden oluşan, 2 tam günlük bir seminer:1.1. Modül 1 – Kişilerde farkındalık yaratmaya ve içlerindeki potansiyelleri harekete geçirmeye yardımcı olabilecek 10 adet sunum ve sunumlar üzerinde tartışmalar:
1.1.1. Sunum 1 – KiGeP genel tanıtımı
1.1.2. Sunum 2 – Platformun neler kazandırabileceğinin açıklaması
1.1.3. Sunum 3 – Kişinin, kontrolunu, kader rüzgârlarından kendi ellerine alabileceği
1.1.4. Sunum 4 – Olumluluğun başlı başına bir güç olduğu
1.1.5. Sunum 5 – Tüm yaşamın sadece öğrenmeden ibaret olduğu
1.1.6. Sunum 6 – Zihinsel zincirlerimizin düşünce ve eylemlerimizi nasıl sınırladığı
1.1.7. Sunum 7 – Doğru sorulacak soruların aslında aranılan yanıtlar olduğu
1.1.8. Sunum 8 – Çevremizin öğrenme imkânlarıyla dolu olduğu
1.1.9. Sunum 9 – Aslında her sonucu bizim tercih ettiğimiz
1.1.10. Sunum 10- Amaçlarımızı gerçekleştirmek üzere bir Bireysel Öğrenme Plânının nasıl hazırlanabileceği
1.2. Modül 2 – Kişilerin, çevrelerindeki duvarların sınırlarını farketmelerine yardımcı olabilecek bazı testler:
1.2.1. Öğrenme stili testi (görsel, işitsel, dokunsal-kinestetik stillerin ağırlıkları)
1.2.2. Çoklu zekâ profili (MI) (matematik-lojik, görsel, sözel, kinestetik, içe dönük, ilişkiye dönük, müzik, doğa, felsefe zekâlarının ağırlıkları)
1.2.3. Girişimcilik özellikleri
1.2.4. ADD (Attention Deficit Disorder) (Dikkat Dağınıklığı) sorununun düzeyi
1.2.5. Zaman kullanımı konusundaki varsayımlarının doğruluğu
1.3. Modül 3 – Modül 1 ve 2’yi kullanarak, kişilerin kendileri için belirleyecekleri:
– İş bulma,
– Bir mal ve/ya hizmet üretimi yapıp onu satmaya dayalı olarak kendi hesabına çalışma,
– Bir ek gelir yaratabilecek bir faaliyeti organize etme yolunda belirleyecekleri hedeflerini gerçekleştirmek üzere birer Bireysel Öğrenme Plânı hazırlamaları
2. Bilgi kaynaklarının adreslerini, internet erişimini sağlayan bilgisayarları, bazı referans dokümanlarını, mentor adreslerini, daha önce KiGeP’ten yararlanmış olanlarla ilişki kurabilmek için onların iletişim bilgilerini, görsel ve işitsel öğrenme malzemelerini izleyebilecek donanımı ve benzer malzemeyi içeren bir Öğrenme Kaynakları Merkezi.
3. Benzer öğrenme amaçları bulunan kişilerin oluşturdukları Öğrenme Çemberleri (Learning Circles) oluşturulması,
4. KiGeP katılımcılarına mentorluk yapmayı kabul eden kişilerden oluşan bir Mentor Grubu,
5. KiGeP katılımcılarının yararlanabileceği imkânlar için yapılmış anlaşmalar. Örneğin:
5.1. Düzenleyeceği eğitim faaliyetlerinden KiGeP katılımcılarının belirli bir kontenjanla yararlanmasına izin veren kurumlarla yapılan anlaşmalar,
5.2. Bilgi kaynaklarından (basılı, görsel, işitsel, elektronik, web) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,
5.3. Mesaisinin tamamından yararlanılmayan uzman personeli bulunan kurumlarla yapılan “uzman personel yararlandırma” anlaşmaları,
5.4. Fiziki imkânlarından (konferans salonu, toplantı salonu, sosyal tesisler, kütüphane vbg) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,
5.5. İstihdam ihtiyaçlarından KiGeP katılımcılarını öncelikli olarak yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,
5.6. Özel belge havuzundan yararlandırmayı kabul eden kişilerle yapılan anlaşmalar.
Şu ana kadar, bu platformun yukarıda sayılan parçaları hazırlandı ve 2 grup gençle de test edildi. Her ikisinden de oldukça iyi sonuçlar alındı.
Ayrıca, bu platformları Türkiye’nin herhangi bir yerinde oluşturabilecek az sayıda da kolaylaştırıcı (moderatör) yetiştirildi. Şimdi sıra, bu platformların çoğaltılmasına geldi. Bunu 2 şekilde yapmayı düşünüyoruz:
- Yetiştirdiğimiz moderatörler aracılığıyla oluşturulacak yeni platformlar,
- Bu know-how’ı kullanmak isteyen gönüllü, akademik ve/ya ticari kuruluşlar ile birer İmtiyaz Anlaşması (franchising) yaparak.
Gördüğünüz gibi Türkiye’deki eğitimli gençlerin işsizliği ile başa çıkabilecek bir proje sessiz sedasız hayata geçiyor. Üstelik, her yöremizde mevcut olduğunu bildiğimiz önder kişi veya kuruluşlara, projeyi kendi yörelerinde -ve de kendi özgün imkân ve ihtiyaçlarına uygun olarak- tekrarlama olanağını da sunarak..
Bu projenin, yukarıdaki yolların ikisini de kullanarak yaygınlaştırılması için maddi desteğe ihtiyacımız var. Toplumumuz, sorunlarına çare olabileceğine inandığı projelere dişinden tırnağından kesip destek oluyor. Bütün mesele, bu sorunlara gerçekten çare olabilecek projeler üretebilmekte.
Bu desteğin harekete geçirilebilmesi için reklâm kanallarını kontrol edebilecek maddi ya da bir tür öz-güce sahip değiliz. Bunu ancak sizler aracılığıyla yapabiliriz.
Şimdi sizlerden isteğim, bu “gerçekçi” projeyi sahiplenmenizdir. Bu deyimle, bu konuda bir yazı yazmanın ya da programınızda bahsetmenin ötesini kastediyorum. Çünkü gördüğünüz gibi, projeyi bir vakfın projesi olarak değil, isteyen her kuruluşun -özüne sadık kalarak- alıp uygulayabileceği halde sunuyoruz. Dolayısıyla, kamuoyunun harekete geçmesinin güçlüğünü en iyi bilen kişiler olarak sizden projeyi sahiplenmenizi bunun için istiyorum.
Göstereceğinize inandığım desteğiniz için şimdiden teşekkür ediyorum.
M.Tınaz Titiz
15 Ağustos 2002
[1] Kalben benimseme = yürektenlik (Türkçe) = by heart (İng.) = par coeur (Fr.), ezber (Fars.)
[2] Ezbersiz Eğitim projesinin modülleri şunlardır: Ezbersizlik, öğretme yerine öğrenme, senaryo temellilik, gelişkin Türkçe, derin algılamaya dayalı yabancı dil, gözetimsiz sınav (onur sistemi), doğrulama (akreditasyon sistemi).
-
May 25 2012 Bilim dostlarına çağrı..
“Bilim’in toplum yaşamımıza egemen kılınması” konusunda fikirleri alınması gerektiğini düşündüğüm değerli dostlarım,
Bilim’in amacı:
* Bilmek (1),
* Çeşitli özel olguları birbirine bağlayan genel kanunlar bilgisi (2),
* Bilmemek ya da anlamamamak durumuna göre ayırdedici bilgiye sahip olmak (3),
* Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi (4),
şeklinde yapılabilen tanımlar “bilinmeyenleri bilmeye çalışma çabası” olarak özetlenebilir.
Kim(ler)in ne işine yarar?
Her yaş, cinsiyet, eğitim, bilgi, bilinç düzeyindeki insanın, hangi işle uğraşırsa uğraşsın, hangi ahlâki düzeyde olursa olsun, gerek kendisi gerekse çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla ilgili olarak her türlü amacına erişmek ve her türlü sorunu çözmek için kullanabileceği tek araçtır.
Bu denli geniş bir alanda, hem de etkili olarak işe yarayabilen bir başka alet var mıdır bilinmez ama, bilim gerçekten de böyledir. Örneğin:
* Çok az eğitim görmüş bir ev kadını, eşinin çok kısıtlı geliri ile ailesinin beslenme, giyinme vb ihtiyaçlarını olabilecek en iyi şekilde giderebilmek için,
* Hiç eğitimsiz ve yaşamını yük taşıyarak sürdüren bir genç, bu işi sakatlanmadan ve daha az yorularak yapabilmek için,
* Bir öğretmen, öğrencilerinin doğal öğrenebilme yeteneklerini harekete geçirerek ezber yaptırmadan zevkle öğrenebilmelerini harekete geçirebilmek için,
* Bir iş insanı, güç koşullar altında batmadan işini sürdürebilmek için,
* Bir bilim insanı, kısıtlı mali kaynaklar altında kendi gelişimini sürdürebilmek ve içinde bulunduğu ortamların bilimden beklentilerini olabilecek en yüksek düzeyde karşılayabilmek için,
* Bir politikacı, toplumun popülist olabilen beklentileri ile yapılması gerekenler arasındaki dengeleri arayıp kurabilmesi için,
* Bir sivil toplum kuruluşu, toplumun fazlaca ihtiyaç duymadığı, ama gerçekte en çok gereksindiği bir hizmeti sunmanın yollarını bulabilmek için,
sorular sormayı-ki çoğu zaman cevaplarını bildiğimizi zannettiğimiz soruları sormayız- ve de bulabildiği cevaplardan daha iyilerinin de olabileceğini içtenlikli olarak kabûl edebildiği zaman bilimden elle tutulur yararlar sağlamaya başlamış demektir.
Bilim, her an doğru yönü gösteren bir pusula gibidir. Ne yapacağımızı söylemez ama, ne yapacağımızı içeren cevaplar bulabilmemizi sağlayan sorular sormamızı sağlar.
Bu kadar yararlı bir alet toplumumuzda niçin yaygın kullanılmıyor?
Çeşitli nedenleri olabilir. Ama önemlilerinden birisi -belki de başlıcası- bilim kültürümüz denilebilecek noktadadır. Anne ve babadan çocuğa, öğretmenden öğrenciye, patrondan çalışana, amirden memura nesilden nesile aktarılan sorun çözme kültürümüz, sorular sormaya, onların cevaplarını aramaya, onlardan kuşkulanıp daha iyilerini aramaya dayalı değildir.
Bunun yerine -genellikle-, kalben güvendiğimiz -(İng) by heart, (Fr) par coeur, (Fars) ez-ber– kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını kişisel mal haline getirip benimseyerek o konudaki tek doğru olarak kabûl ederiz. Bu kalıplarımıza yöneltilen eleştirilerin kişiliğimize yapılan saldırılar olduğu ve aynı şekilde defedilmesi gerektiği bir karakter özelliğimiz haline gelmiştir.
Bilimin niçin gelişmediğini ise, başkaca sorular soramadığımız için daima bu alana ayrılan kaynakların yetersizliğine atfederiz. Halbuki ayırdığımız kısıtlı da olsa kaynakların neye yaradığını “sorabilsek” sorunun kaynakta olmadığını, yetersiz kaynak ayırmanın sadece sonuçlardan birisi -ve belki de en az önemlisi- olduğu ortaya çıkacaktır.
Bilimin başlıca aracı soru sormak, daha doğru sorular sorabilmek için çaba harcamaktır. Ama bu bizim için geçerli değildir.
Bilim kültürümüz soru sormayı -ki birilerinin doğrularından kuşkulanmak demektir- menetmemişse dahi en azından caydırmıştır. Soru sormak, alınabilecek cevaplardan tatmin olmamak vakit kaybıdır, bozgunculuktur, bu da değilse kişisel saldırıdır. Bu yüzden soru sormak hoş karşılanmaz. Nitekim, en basitinden en ciddisine kadar sorun çözme toplantılarımızda “sormamız gereken en doğru sorular neler olabilir” şeklinde bir sağlam başlangıçtan başlanılmaz.
Bunun yerine, belirlenmiş -ve muhtemelen cevabı da verilmiş- sorulardan başlanır ve bu cevapların onaylanması -kibarca bir üslûpla- beklenir. Katılımcıların kendilerini katkı yapıyor olarak hissetmeleri için de, precast cevaplarda kozmetik değişiklikler yapılmasına izin verilir, hattâ bu istenilir.
İşte böylece soru sorabilme alışkanlıklarımız ve soru sorabilme becerilerimiz -buna bağlı olarak da cevap üretebilme becerilerimiz- körelmiştir. Bambaşka nedenler aranmakta ve bunlar bulunmaktadır. Yeni binalar yapımı, ünvanlar dağıtımı, yeni kurumlar kurulması vs vs..
O halde ihtiyaç nedir ve giderilmesi için ne gibi yollar kullanılmalıdır?
İnsanlarımızın ve kurumlarımızın içinde yaşadıkları sorunları çözmede en etkili araç olan bilim bu yalın anlamıyla kullanılamadığı sürece sorunlar giderek artmakta, sorunlar birbirleriyle birleşerek yeni sorun bileşikleri oluşturmaktadır.
İhtiyaç, bilimin bu yalın haliyle anlaşılmasını ve bireysel ve kurumsal sorun alanlarımızda kullanılmaya başlanmasını harekete geçirebilmenin yollarını bulabilmek ve bunları uygulayabilmektir.
Bunun karşısındaki en önemli 2 engelden birisi mevcut soru sor(a)mama kültürümüz, diğeri ise bilimi ünvan, bina, para olarak anlayıp buna göre örgülenen ve artık yeni sorular sorulmasını kendine saldırı olarak algılayıp tepki üreten yapının göstereceği dirençtir.
İhtiyaç, doğru soruların sorulmasının ne denli yaşamsal rol oynayabileceğinin idrak edilmesinin tetiklenmesidir.
Bu soruların yanıtlarının verilmesi ikinci derecede öneme sahiptir ve toplumun bireysel ve kurumsal ortak aklı -ki bu uzmanlığın en üst derecede kullanımı da içerir- bu yanıtları verebilir. Birinci derecede önemli ihtiyaç, her birey ve kurumun kendi içinde, durumu ile ilgili en iyi soruları üretebilmesidir.
Bu süreci ne(ler) tetikleyebilir?
Bu farkındalık sürecini başlatabilecek, mevcut olanı ise hızlandırabilecek çeşitli araçlar bilinmektedir. Ancak, bu araçların hemen hepsinin ihtiyaç ve kültür uyumlarının sağlanması gerekmektedir.
Örneğin okullardaki fen programları etkili birer farkındalık yaratma aracıdır. Ama bu aracın kendisi -yani derslerdeki örneklerin ve adların öğrenilmesi- bir amaç olarak benimsendiğinde, farkındalık yaratmak bir yana ondan uzaklaşılabilir de. Fen derslerini belleyip sınavlarda geriye verebilen öğrenciler böylelikle mühendislik okullarına girmeye hak kazanır ve fen konusundaki ehliyetleri tartışılmaz hale gelebilir.
Buradaki sorun, baştan ihtiyacın ne olduğunun “sorgulanmayışı” ve kişilerin içinde yer aldıkları özgün “ihtiyaç” ortamlarına önem verilmeyişi ve bir araç olan fen derslerinin amaç haline getirilmesidir.
Hele bir süre sonra, bu şekilde eğitim görmüş eğiticilerin yetişmesiyle kendi üzerine kilitlenmiş bir kapalı sistem ortaya çıkmaktadır. Artık böylece yetişen insanlara fen konusunda bilinmesi gerekli olanları bilmediklerini anlatabilmek hemen hemen imkânsızdır.
Bilim Merkezleri de –science centers, science museums vbg adlarla biliniyor- bu tetikleyici araçlardan “birisi”dir.
Peki ama nasıl kullanılarak?
Bilim Merkezleri, içinde çeşitli bilim ve teknoloji ürünlerini içeren binalar mıdır? Bunlar insanlara -veya kurumlara- gösterilerek ne sağlanabilir? Soru sormaları, cevap aramaları, bulduklarından kuşkulanmaları, burada gördükleri ile sağlanabilir mi?
Kuşkusuz hayır! Hattâ, bu yolun bilime götüreceği sanısı nedeniyle geçecek süre içinde insanlar “şeylerin adlarını” bellerler, bunları birbirlerine söyleyerek bilimle ilgili olduklarını ima ederler, ama bilimden adım adım da uzaklaşırlar. Yaşamları, kendilerine ve birbirlerine, doğru olarak belledikleri kalıpları benimsetmeye zorlayarak sürer gider..
Hiç ilgisi yokmuş gibi görünen faktörler de var!
Bir kişinin, bilim yol göstericisinden yararlanabilmesi için basit gibi görünen bir ön-koşul vardır: kişinin, sorunlarını çözmek için bir başkasını değil kendini sorumlu sayması..
Sürekli olarak yakınmayı adet edinmiş, kendi refah ve mutluluğunu sağlama sorumluluğunu başkalarına -örneğin ailesine, devlete- ihale etmiş kişilerin bilim ya da bir başka araçtan yararlanma ihtiyaçları -ve de imkânları- yoktur.
Buna göre, toplumumuzda çok yaygın olan “salt yakınma kültürü”, bilim kültürünün yerleşmesi önündeki önemli engellerden birisi gibi görünmektedir. Buna benzer başka faktörlerin de bulunduğu kolayca tahmin edilebilir.
O halde şu 2 soruya yanıt arayabilmeliyiz !
1. Bilim Merkezleri’nin, her düzeydeki kişide, bilim kültürünün en temel yaklaşımı olan:
“sorun(lar)ımı ve böylece de ne(ler)in cevap(lar)ını arayacağımı tam anlamama yardım edebilecek soru(lar) neler olabilir?”
anlayışı, Bilim Merkezi adı verilen yerde, nasıl fiziki düzenekler ve gerçek durum senaryoları aracılığı ile harekete geçirilebilir?
2. Bu kültürden uzaktaki bir toplumda, Bilim Merkezleri’nin yaygınlaşması için gereken toplumsal destek de yetersiz düzeyde olacağına göre, giderek kendini besleyebilen bir ilk hareket nasıl oluşturulabilir?
Görüldüğü gibi sorun, belirli deney düzeneklerinin ya da şaşırtıcı gösterilerin sergilenmesi meselesinden çok farklıdır.
Bilim kültürünün yerleşip yaygınlaşmasını isteyen bilim dostlarımızın bu 2 soru hakkındaki görüşleri olağanüstü değer taşımaktadır.
Azami 450 kelimelik birer özet yollar mısınız?
Bu 2 soruya yanıtlarınızı içeren metinler 450 kelimeden çok daha uzun -ya da çok kısa- olabilir. Amaç, bu konudaki fikir sahipleri arasında bir ağ oluşturmak ve sinerjik düşünce ürünleri elde edebilmektir. Daha sonra bu görüşler daha yaygın olarak duyurulabilir. Herkesin, telefon no, posta adresi ve elektronik posta adresini belirtmesi, kendileriyle ilişki kurmak isteyenlerin ulaşmasını sağlayabilecektir.
21 Aralık 2003
(1) Science, Latince Scire (bilmek) kökünden gelmektedir. Origins, Eric partridge, 1983, Greenwich House
(2) Bilimden Beklediğimiz, Bertrand Russell
(3) Webster Dictionary
(4) Türkçe Sözlük, TDK
- 1
- 2