• Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir

    Bu ara bir kitap okuyorum: “İcadedilmiş Dillerin Topraklarında”[1]. Her an –belki birçok kişinin- kendi yüklediği ve gerek anlamı gerekse yerindeliği hakkında bir kuşkusu olmadan rastgele kullandığı sözcüklerin döne dolaşa ne anlamlar kazanıp nelere yol açtığını konu eden bir kitap.

    Yazar, sözcüklerin ve kullanımlarının rastgeleleğinin farkında olan mucit ruhlu kimi insanların tarih boyunca ne akıl almaz çalışmalar yaptığını ele almış. Bu kişiler farklı yer ve zamanlarda yaşamış da olsalar, hemen hepsinin ortak hareket noktası “anlatılmak istenen anlama pek dolaylı ve de keyfi olarak işaret edebilen sözcüklere dayalı diller yerine, evrensel olarak herkesçe aynı anlamlara gelecek –matematik gibi- bir sistematik icat etmek” olmuş[2].

    Bu alıntıları iletmemin nedeni, kitapta adı geçen mucitlerden birisine ait “Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir” ifadesinin, gözlemlediğim bir konuya nasıl yansıdığını paylaşmak.

    Allah’ın emirleri

    Dindarlık (sofu – Ateist) skalasının neresinde olunursa olunsun “Allah emri” ifadesi çok sık kullanılır. Özellikle dini tartışmalarda sıkça, “Allah filan ayette şöyle emrediyor” ifadesi bir kalıptır.  Daha kızışmış tartışmalarda Allah neredeyse üçüncü bir şahıs olarak tartışmaya katılır ve çoğunlukla da o’nun adına “isteseydi öyle değil böyle emrederdi” biçiminde ahkam kesilir.

    Burada mesele neyin doğru neyin yanlış olduğu değil, saklı içerik[3] yöntemiyle verilen “Allah, emirler veren; bunlara uyulmadığı zaman da cezalandıran çok çok yetkili birisidir” mesajıdır. Nitekim halk aklı bu tanıma uygun bir sıfat da bulmuş ve “Allah baba” deyimini dolaşıma sokmuştur. Halkın çoğunluğunun –özellikle de geçmiş çağlarda- en yakınındaki biraz da olsa benzer yetkilere sahip kişi olarak “baba”yı bilmesinin bu deyimde payı büyük olsa gerekir.

    Ne zararı var?

    Bu masum benzetmenin sonuçları tahmin edilebileceklerden daha ciddi olmuş olabilir. Birisi, duyularımızın boyutları ve onlardan gelen bilgileri işleyebilen zihinsel yetilerimizle sınırlı algılama kapasitelerimizi aşabilen boyutlara sahip Allah kavramının birkaç boyuta indirgenmesidir.

    Böylece algı alanımız içine indirilen Allah, kızdırılmamaya çalışılan, ara sıra yapılacak yaramazlıkları bir baba sevecenliği ile görmezden gelen, kendisiyle kıyasıya pazarlık edilebilen, rüşvete (adak gibi) açık, çok tekrarlanan isteklerden (dua) sıkılıp istekleri yerine getiren ve daha kurnazların kötülükleri fatura edebildikleri, bulunduğu yeri (gökyüzü) bile belli hale gelmiş oluyor.

    Neler istediği, nelere kızdığı, ne cezalar vereceği de listelenmiş ve insanlara gönderilmiştir. Böylece merakın önü kapanmış, neyin niçin olduğu yolundaki yaşam sevinci kaynağı, emirler listesinin ezberlenmesine indirgenmiştir.

    Olası ciddi sonuçların bir diğeri, insanlar arasında yaratılan büyük uçurumdur. Bir bölüm insan, böyle bir benzetmenin saçma olduğunun farkında, algı sınırlarının farkında ve onu sürekli genişletme çabası içinde. Diğeri ise işine geldiği gibi pazarlıklar girişebildiği “birisini” bulmuş.

    Varoluşunu düzenleyen, görünür hale gelmiş (giderek gelişen bilim) ve henüz görünmez durumdaki (giderek bilimin aydınlattığı dinin kurucu ilkelerinin) tanımladığı büyük sistemin, etrafa emirler yağdıran bir varlık olmadığını; o sistemin sadece, insanların tutum ve davranışlarına karşı, bir bölümünü keşfettiğimiz, bir bölümünü de keşfetme çabası içinde olduğumuz kurallara –ki bunların hepsinin algı kapasitemiz içinde olmaması da mümkündür- göre “sistem cevapları” olduğunun bilincinde olanlarla, sistemle pazarlık ilişkisi içinde olanların oluşturduğu iki kesim.

    Keşke mesele burada bitse..

    Tanımlanan bu iki kesimden ikincisi yalnız Allah ile değil, her şeyle pazarlık halinde ve her birisi tarafından orantısız biçimde cezalandırılmaktadır.

    Sürekli atan sigortaya giderek daha kalın tel saran elektrikçi, demir tozunun bile patlayabileceğinin bilincinde olmayan işletme müdürü, ancak yüksek katma değer üreterek ayakta kalınabileceğini bilmeden ihracat hedefi koyan, bununla da övünen ihracatçı, T-shirt üretip cep telefonu tüketmek isteyen yurttaş ve daha binlercesi, çeşitli sistemlerle –sistem kurallarının dışına çıkma konusunda- sürekli tek yanlı bir pazarlık halindedir. Halbuki o sistemlerin hangi tutum ve davranışlara hangi “cevapları” üreteceği bellidir. Yani aslında kişiler kendi kendileriyle pazarlık etmekte ve her defasında kendilerini cezalandırmaktadırlar.

    Allah adı verilen büyük sistemin hangi durum karşısında ne cevap üreteceği de milyarlarca yıldır bellidir. Allah cisimleştirilip emirler veren, bazı hallerde beklendik emirleri vermeyen, bunun da nedeninin önerilen rüşvetler olduğu gibi bir anlayışa, bu konularda kendi kendini görevlendirmiş kişilerce itilen milyonlarca insan, o büyük sistemin işleyişinin temel ilkelerini anlamaya değil, ayrıntının ayrıntısı konularda çekişmeye tutuşmuş durumdadırlar, hem de bu konularda okumuş yazmış insanların gözetiminde.

    Anlamaya çalışmak en büyük ibadet olabilir..

    Tanrı, Allah, büyük sistem her ne ad konulursa konulsun, –hangi tutum ve davranışlarımıza karşı ne cevaplar ürettiğini- anlamaya çalışmak, bilime de dine de en büyük saygı ve ibadettir denilebilir. Bir masum görünüşlü Tanrı “emirleri” sözcük yanlışının, toplumların ayrışmasına ve onların en değerli nitelikleri olan meraklarını öldürmek ve paralel olarak da Tanrı’nın “emirlerini yorumlamakla kendini görevlendirmiş” insanların türemelerine ve de istismarına destek olmak anlamına geldiğini artık idrak zamanı gelmedi mi?

    10 Kasım 2017

    [1] Arika Okrent, “In the Land of Invented Languages”, Spiegel&Grau, New York, 2009

    [2] Bazı özel amaçla dillere örnekler: Emoji, Heterogram (linguistics), Icon (computing), Lexigram, List of symbols, List of writing systems, Logotype, Therblig, Traffic sign

    [3]bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/SMUH_Profesyonel_Hizmetleri/Ortak_Kavram_Tabani.doc Sayfa 34
  • Din ve bilim kurumlarıyla ilgili sorun nedir?

    Muhtemelen tüm varlıkların –bu arada insanın- doğuşundan itibaren en güçlü arzularından birisi, içine doğduğu –her türlü- ortamı, en genel deyimle “evreni” duyu organları ve aklı yardımıyla canlandırmak (tasavvur etmek), bunun için de sorular üretmek ve cevaplarını aramak olmuş görünüyor.

    Kendisini böylece güvende hissedebiliyor. Buna göre dinin de, sonradan gelişen bilimin de amacı aranan bu cevapları vermeye çalışmak olmuştur denilebilir. Bunun için, toplum içinde çeşitli biçimlerde kurumlaşmışlar.

    Normal olarak, her iki kurumlaşmanın da temel işlevi olarak kabul edip uyması beklenen amaç, kişilerin “evren tasavvurlarını özgürce oluşturmak” için uygun ortamlar yaratmak ise de pratikte durum böyle olamamıştır.

    Dini kurumlar, kaynaktan (yaratan) aldıklarını iddia ettikleri “hesap vermezlik” zırhını kullanarak hem bilim alanına müdahale etmişler, hem de temel işlevlerini bir kenara bırakıp, çeşitli (siyasi, ticari, ideolojik vd) çıkarlar sağlamaya (istismar) girişmişler.

    Bu yanlış konumlanmayı durdurabilecek tek imkan olan akıl (artikülasyon aracı da bilim kurumları) ise, din’in bir toplumsal gerçeklik olduğunu reddetmiş, hızlı gelişiminden de kazandığı kibir ile, kendini  evren tasavvuruyla ilgili tüm soruları cevaplayabileceği (hatta cevapladığı) iddiasına konumlamış durumda. Halbuki soruların sadece “nasıl” tarafını (o da bir bölümünü) açıklayabilirken, “niçin” tarafına ait bir açıklaması da yok.

    Bilim kurumları bu kibirli tutumları içinde, toplumun çok büyük bir bölümünün evren tasavvurlarını, değinilen yozlaşmışlıktaki din kurumlarının cevaplamasına terketmiş durumda. Aslında din kurumları da bilim kurumları da temel işlevlerinden uzakta sadece kendilerine hizmet eder durumdalar. Halk ise ikiye ayrılmış, ne din ne de bilimle ilgisi olan dini ve bilimsel hurafeler denizinde her iki kurumun temeldeki aynılığı yüzeydeki ayrılığı ile birbiriyle çatışıyor.

    Din ve bilim kurumlarının kazandıkları mevzileri terketmesi eşyanın doğasına aykırı görünüyor. Her sistem (yanlış oluşmuşlar daha da güçlü olarak) her tür değişime karşı kendini koruyor, koruyacak.

    Bu durumda, ilk aşamada yapılabilecek olan, din ve bilim kurumlarının bu ortak temel varlık nedeninin kabul edilmesi olabilir. İkincisi, her iki kurum yandaşlarının çok az şey bldiklerini kabul etmeleri ve bilgiçlikten vazgeçerek, binlerce yıllık geçmişlere ya da kulaktan dolma söylentilere dayanan ayrıntılar yoluyla keskin iddialar ileri sürmek yerine, şu temel ilkeyi kabul edip alçakgönüllü bir merak duygusuna teslim olmalarıdır: “İnsan cevap arar ve en kolay nerede bulursa onu benimser”.

    Dinin ya da bilimin tüm cevapları herkesin algılayabileceği kadar yalın olamayabilir. O halde, tüm cevapları bildiği iddiasından vazgeçip, sadece temel ilkelerle (maxims) çevrili alanlardaki cevaplarla ilgili “kesin olmayan iddialara sahip olduğu” gerçeğini ilan etmeli ve böylece insanların “varlık nedenleri ile ilgili sorularının peşinde koşmaları için meraklarını (ki o yaşam sevincidir) diri tutmaları olabilir.

    Kurumlaşmış istismar ancak bu yolla, o da ancak zaman içinde azalıp yok olabilir.

    Alanya, 27 Ağustos 2017

  • Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi

    Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.

    Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.

    Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.

    Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.

    Keşke böyle olsa!

    Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.

    Yine de durmaz!

    Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.

    Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.

    Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.

    Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.

    İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?

    Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.

    Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.

    Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.

    Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?

    Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ)  dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.

    Çare yok mu?

    Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:

    (1)  Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.

    Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.

    Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).

    Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?

    Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).

    Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.

    Uzun sözün kısası!

    • İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
    • Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
    • Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
    • Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
    • Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
    • Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
    • Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.

    13 Mayıs 2017

     

    [1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.

    [2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri-  ise tabii ki geri çevrilmelidir.

    [3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.

  • Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?

    Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.

    Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.

    Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).

    Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.

    Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!

    Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.

    Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.

    Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.

    10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.

    Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.

    Huylu huyundan vazgeçer mi?

    Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.

    O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).

    Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).

    Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.

    Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.

    25 Nisan 2017

  • “Küme Zekası” (swarm intelligence)

    Bir canlı hayvan küme’sinin, belirli bir iç veya dış liderden komut almaksızın, ama yine de bir uyum içinde hareket edebilmesine genelde bu isim veriliyor. Aslında robot biliminde kullanım için geliştirilen bu kavramın en iyi örnekleri hayvanlar aleminde görüldüğü için de açıklaması hep hayvan toplulukları yoluyla yapılıyor[1]. Kuşlar, balıklar ve karıncalar bu örnekler içinde en iyileri.

    Bu zeka türü aslında –bazı alanlarda- insanlar tarafından da kullanılıyor. Bir basketbol oyununda toplu hücum eden takımın oyuncuları bir kümedir ve hızlı hücum sırasında karşılarındaki savunmanın aldığı pozisyonlara göre ani kararlarla top kullanımının şeklini değiştirmektedirler. Bu esnada bir iç veya dış lider ne yapılacağını söylememekte, oyuncular –uzun süre birlikte oynamanın yarattığı bir kolektif zeka ile- olabilecekleri tahmin edip küme içinde uygun yerlere doğru ani hareketler yapmaktadırlar.

    Diğer yandan, bu zeka toplumsal yaşam alanlarında da kullanılmaktadır. Örneğin bir spor klübüne, bir siyasi partiye ya da bir ideolojiye sempati duyan gruplar herhangi bir liderden talimat almadan belirli bir eylemin içinde yer almakta, o eylemi destekleyecek yolda bireysel kararlar alabilmektedir.

    Bunun aksi de olabiliyor. Aynı toplumsal yaşam alanlarında, bu defa o alanların liderlerinden talimat alan kitleler birbirleriyle uyumlu –hatta diğerinden çok daha uyumlu- eylemler üretebilmektedir.

    Birinci tür kolektif eylemde lider, kitledeki bireylerdir. Her birey kendi özgür alanına müdahale ettirmeden kümenin ana amacı doğrultusunda gereken hareketlere karar verip uygulamaktadır.

    İkinci tür kolektif eylemde ise kişiler özgürlüklerinden vazgeçmekte, sadece talimatları uygulamaktadırlar.

    Hayvan kümelerinde her iki tip kolektif eyleme de rastlanmaktadır. Kırlangıçlar, yaban kazları, leylekler, balık sürüleri birinci türe örnektirler. Küme zekası tam olarak bunlar için kullanılabilir. Hayvanları dürten etki, ya genetik kodlarındaki talimatlar ya da sürünün diğer bireyleriyle uyum içinde olma konusundaki sezgileridir. Milyonlarca hayvandan oluşabilen kümenin her bir üyesi yakın çevresiyle uyum içinde olmaya ve içinde bulunduğu ortamın sürükleyiciliğine kendini bırakmış, kümenin yanlış bir iş yapmayacağına güvenmektedir.

    Bununla beraber bazı uçucu hayvanların biyolojik saatlerindeki bir genetik hata nedeniyle henüz uçamayacak durumda oldukları bir dönemde toplu olarak göç hareketine başladıkları ve yürümek zorunda kaldıkları hata peryodu boyunca vahşi hayvanlara hedef  oldukları da biliniyor. Yani kümenin asla yanlış karar vermeyeceği garanti edilebilir bir olgu da değildir.

    İkinci tür kolektif eylemler ise sirklerde gruplar halinde gösteri yapan hayvanlarda söz konusudur. Bu durumdaki kolektif eylem ya korkuya (dayak, acı çektirme vb yollarla) ya rüşvete (çok sevdiği bir yiyecekle ödüllendirme gibi) ya da çok sayıda tekrar yoluyla koşullandırmaya dayalıdır. (Okullarımızda uygulanan tekrar yöntemi B.F. Skinner adlı bir araştırmacının hayvanlar üzerinde yaptığı çok sayıdaki koşullandırma deneylerine dayanmaktadır.)

    Görüldüğü gibi iki tür eylem arasında dış görünüş benzerlikleri varsa da temel dürtüler tamamen farklıdır. Birinci türdekiler bireysel özgürlüklerinden vazgeçmeden bir uyum sergilemekte, ikinciler ise bunu korku ya da rüşvet karşılığında yapmaktadırlar ve bireysel özgürlük söz konusu değildir. https://goo.gl/Qox3k3

    Küme zekası baskeboldan başka bir işe de yarar mı?

    Evet yarar, hem de çok. Bireysel özgürlüğüne, zihinsel bekaretine[2] düşkün insanların bir araya gelip bir liderden talimat almalarını beklemek gerçekçi değildir. O insanlar lidere saygı duyabilirler, ama yapılması gerekenlerin başkalarınca dikte edilmesinden hoşlanmazlar. General Patton’un bir sözü şöyle: “İnsanlara ne yapacağını söyleyin, nasıl yapılacağını kendilerine bırakın!”

    Burada “ne yapılacağı” ile kastedilen “vizyon”dur. Özgürlüğüne ve zihinsel bekaretine düşkün insanlar mutlaka birer vizyoner olmak zorunda değillerdir. Vizyoner nitelikli liderlerin ortaya koyacağı düşünceler bu insanların akıllarına yattığı (yani değer yargılarıyla bağdaştığı) takdirde o yönde hareket ederler; ama her biri kendi özgür iradesine göre seçtiği yoldan yürümek kaydıyla.

    Bu durumda bir dış göz tek tek bireylere bakarsa –asker deyimiyle- başıbozuk gibi görünebilirler. Ama tümüne bakıldığı zaman bir “Brownian motion” içinde bir vizyon doğrultusunda hareket ettikleri anlaşılır. Hatta bu türlü bir “Gevşek Bağlantılı Birliktelik”, talimat ile idare edilene nazaran daha da etkilidir. Çünkü gevşek bağlantılı birlikteliğin dış etkilerle bozulması çok güç iken, diğeri yine talimat yoluyla işlevsiz kılınabilir.

    Peki bu süreç kendiliğinden oluşur mu?

    Ne yazık ki hayır. Bireysel özgürlüklerine düşkün insanların Gevşek Bağlantılı Birliktelik oluşturmaları süreci otomatik olamaz. En azından üç koşul var gibi görünüyor:

    1. “Ne yapılacağını” (vizyon) ortaya koyabilecek lider(ler),
    2. “Ne yapılacağı”nı, bireysel “nasıl yapılabilecek”lere çevirebilmek için gereken her tür çabayı (zihinsel, parasal, zamansal, bedensel vd) harcamaya istekli özgürlükçü insanların varlığı,
    3. Bu insanların, kendini lider olarak lanse eden kişilerce ortaya atılabilecek vizyonlar içinde en işe yarayanları, en parlak olanlar içinden ayırabilecek sezgilere sahip olmaları.

    J.F.Kennedy’nin şu ünlü sözü özellikle son madde için bir açıklama niteliğindedir: “Her başkana yüzlerce parlak görünüşlü öneri getirilir. İyi başkan, bunlar içinden işe yarayanları seçebilendir.”

    Anahtar soru!

    Yukarıda sıralanan üç özelliğe (biri veya birkaçına) sahip kişiler nasıl bulunacaktır?

    Rastlantılar –eğer şanslı iseniz- bu tür kişileri karşınıza çıkarabilir. Tek yapmanız gereken, karşınıza çıkabilecek o kişilerin, sürekli şikayet eden, eleştiren, ne olup bittiğini anlamaya çalışmadan boyuna ezberlerini benimsetmeye çalışan ama bir şey yapmaya, vermeye niyeti olmayan, böylece kurnazlık ederek hem gizlenen hem de kendini tatmin eden kalabalıklar arasında gözden kaçmamasına dikkat etmektir.

    Temmuz 28, 2009

     

    [1] Daha genişçe bilgi için bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Swarm_intelligence

    [2] http://wp.me/p2t6mi-P5

  • İnanç Nedir?

    Bir şeyin ne olduğunu anlamak için kısa yol onu tanımlamaya çalışmak ise de bu her zaman kolay olmayabilir. Özellikle de zaman içinde farklı anlamlar yüklene yüklene –hatta anlam yüklenmeksizin- iyice buğulu hale gelmişse. Demokrasi, egemenlik, eğitim, laiklik bunlardan sadece birkaçı.

    Hele bu sis içindeki kavram dini içerikli olduğu için sorgulanamazlık (ezber) zırhı ile de korunmuşsa, her isteyenin istediği anlama çekebileceği bir joker kavram ortaya çıkıyor. “İnanç” böylesi çok yönlü bir sözcük.

    –       Tüm siyasal islamcı örgütler her ne yapıyorlarsa inançları gereğince yapıyorlar,

    –       Başlarını örtenler, burkaya bürünenler, açanlar ya da hiç giyinmeyenlerin de gerekçesi yine inançları,

    –       Hak-hukuk gözetenin de yiyenin de gerekçesi inanç. Liste uzatılabilir.

    Eğer bir şey bu denli farklı tutum ve eylemlere, hiçbir açıklamaya ihtiyaç duyulmaksızın  referans olabiliyorsa bu,  o şeyin tanımlanması gerektiğinin bir kanıtı sayılabilir. Ama bu denli likit hale gelmiş bir kavramı doğrudan tanımlamaya çalışmak yerine, ancak birkaç kenar çizgisini çizmeye çalışıp olabildiğince dar bir alana sıkıştırmakla işe girişilebilir.

    Çerçeve Çizgisi 1. 

    İnanç özneldir. Her kişi için tanımı, farklı olabilir. Her kişinin kendi özelindeki evren tasavvuru içinde “cevabının öyle olduğundan” emin olduğu sorular bulunduğu, hatta evren tasavvuru çerçevesinin bu soruların yanıtlarıyla sınırlı olduğu söylenebilir.

    Serbest bırakılan cismin niçin yere doğru hareket ettiği, yeni çağın başlangıcının hangi olay olduğu, Batı ülkelerinin niçin geliştiği, ölen bir kimsenin daha sonra ne olacağı, yapılan –iyi ya da kötü- bir eylemin karşılığının ne olduğu ve binlerce soru.

    Çerçeve Çizgisi 2. 

    Evren tasavvurunu oluşturan soruların cevaplandırılması için iki yoldan birisi, aracı, gözlemlere dayalı akıl yürütme olan müspet bilim yolu; diğeri ise daha önceki bilgi, gözlem, akıl yürütmelerinin de eşliğindeki sezgilere dayalı inanç yolu.

    Müspet bilimin tanımlayabildiği evren tasavvurunun sınırları sabit olmayıp giderek genişlemektedir. Ama bunun nereye kadar varacağı, vardığı yerin gerçeğin ne kadarını kapsadığı, hatta gerçek diye bir şeyin olup olmadığına bilimin verebildiği alçakgönüllü yanıt “bilmiyorum”dan ibarettir. Sınırları dışındaki tüm olasılıklar için verebildiği cevap budur. Hatta, sınırları içinde bulunup da bilindiği varsayılanların mutlak doğru olup olmadığı konusundaki cevabı da aynıdır.

    Serbest bırakılan cismin (bir gezegen üzerinde) yere doğru hareket etmesinin nedeninin adına “yer çekimi” denilen ve fakat ne olduğu bilinmeyen bir etki olduğu, düne kadar bilimin cevabı idi. Bugün, sınır biraz genişlemiş ve her cismin, çevresindeki uzayı –kütlesiyle orantılı biçimde- büktüğü, bu nedenle de bırakılan cimleri yokuş aşağı iten bir kuvvetin (yerçekimi) oluştuğu noktasına gelmiştir. Ama bu defa da bilim, cisimlerin çevresindeki uzayı niçin büktüğüne “bilmiyorum” cevabını veriyor.

    İnanç yolu ile verilen cevaplar çok çeşitli olabilir. Tüm cisimlerin kaynağının tek (ve Allah) olduğu ve bu nedenle tüm cisimlerin kendi kaynaklarına dönme eğilimi içinde oldukları gibi bir cevap olabileceği gibi, “bilmiyorum ve merak ediyorum” ya da “bilmiyorum ve Allah’ın işlerine karışmayı doğru bulmuyorum” da olabilir.

    Çerçeve Çizgisi 3. 

    Sezgilerimizin doğası tam olarak bilinmiyor. Çeşitli seperator tavırlar[1] aracılığı ile, kendimizi, parçası olduğumuz evrenden –çeşitli sızdırmazlık derecelerinde- yalıtmadığımız takdirde, oluşan duru zihin ortamı’na bazı sızıntılar olabilir.

    Bu sızıntıların gerçekliğin bir parçası mı yoksa kuruntudan mı ibaret olduğunu gösterebilecek araç “gözlem ve akla dayalı” bilim yoludur. Akıl ve sezginin bu şekilde bir döngü içinde birbirini besleyip denetlemesi halinde[2] evren tasavvurlarına ek bir girdi gelebilir.

    Bu yapılmayıp, akla geliverenler denetimsiz kullanılarak inşa edilen evren tasavvurlarına ancak hezeyan denilebilir. Bu tür hezeyanlar kişi sayısı kadar çok olabileceği için, hemen her konudaki kargaşaların kaynağını oluştururlar. İslam da dahil hemen tüm dinlerde görülen bu parçalanma (tıkla1, tıkla2) ancak o dinlere ait öğretilerin temel ilkelerine dönüş yoluyla önlenebilir.

    Çerçeve Çizgisi 4. 

    Zaman içinde inanç kavramı’nın dokunulmazlık (sorgulanamazlık) kazanması, her tür keyfiliğe, hatta eğriliğe kılıf olarak kullanılabilmesine yol açmıştır. Bu şekildeki (yani sorgulamaya kapalı) inançların siyaset, ticaret ve sosyal alanlarda istismarı yoluyla çeşitli eğri amaçların gerçekleştirilebilmesi için son derece kullanışlı bir alet ortaya çıkmıştır.

    Buradan çıkarılabilecek bir sonuç, inançların birer keyfilik örtme aracı olmadığı, belirli akli süreçlerin sonunda ortaya çıkmış olabilecekleridir.

    Bu çizgilerin arasında kalan alan yine de özneldir, ama keyfi değildir. Herkesin, kendi kapasitesi uyarınca çaba harcayarak yürütmesi gereken süreçlerin sonunda oluşturacağı evren tasavvurları içinde neyi nasıl açıkladığı ve hangi nedenle “sorularının cevaplarının öyle olduğuna” inandığını açıklayabilmelidir.

    O halde, cevaplamak istediği soruları olmayanın inancı olabilir mi?

    4 Nisan 2016

    [1]Bkz. “dir aşısı” ve “övünme aşısı”, https://tinaztitiz.com/?p=7440

    [2] “Akıl ve Sezgi Sarmalı”, https://tinaztitiz.com/?p=3812

  •  Ne yapılmamalı?

    Bu konuda hazırlanmış bir sunuma tıklayıp indirerek başlarsak diyeceğimi daha kolay anlatabilirim.

    İkinci olarak, birbirine benzemez kimyasal türlerin (atom, molekül, iyon vb.) bir araya gelerek kimyasal bileşimleri oluşturmasında rol oynayan kimyasal birleşme eğilimi (afinite) denilen bir elektronik özelliği’ne değinmek istiyorum. Bu özellik (afinite, çekicilik) her kimyasal tür için farklı imiş (bazı maddelerin, örneğin oksijenin bazı metallerle birleşmeye karşı ne kadar istekli olduğunu pratikten de biliyoruz).

    Maddeler Dünyası’nın fiziksel kimya ve kimyasal fizik alanından, -benzetme yoluyla- sorunlar Dünyası’nın kimyasına geçelim. Gerçekten orada da maddeler kimyasının önemli kuralları geçerli. Ama mesela maddeler kimyasının “bir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de yok olmaz; ancak yer ve şekil değiştirir” yasası, “sorun kimyası”nda geçerli değil. Sorun kimyası süreçlerini düzenleyen yasalar :-), maddeler  kimyasından farklı olarak şunları diyor:

    Kural 1– Sorunlar yoktan var edilebilir, var olan sorunlar ise yok edilemez, umulmayan yer ve zamanda ortaya çıkar. Bu süreç akılsız bir karar sonunda başlar ve bitmez.

    Kural 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kural 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir. (Büyütmek için resme tıklayınız)sorunagaci

    (1995’te ilk üçünü önerdikten 3 yıl sonra bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği ortaya çıktı).

    Kural 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, başka bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açabilir.

    Şimdi bir adım daha atıp, kendimize yönelteceğimiz bir soruyu cevaplamaya çalışalım. Soru şu: Sadece birkaç sorun içeren bir ortam, yukardakilerden 3ncüsü uyarınca giderek yeni sorunlar üretmeye başlasa, oluşan her yeni ortam içindeki kimyasal elementlerden bazıları, diğer sorunlara karşı farklı afiniteler içinde daha hızlı yayılmaya, daha çok kimyasal tür içinde yer almaya başlayacaklardır.

    Acaba bu olgu –bütün şaka deyimler bir kenara- sorunların çözümünde yeni ve etkili şu yaklaşımı işaret eder mi: Neredeyse sonsuz çeşitlilikteki sorunlarımız dünyasında, diğer sorunlara karşı en yüksek afinitesi olan(lar)ı tespit edip, onları çözmeye öncelik versek, hem sorunlar dünyamızda önemli bir ferahlama olur, hem de sorun çözümü için ayırdığımız kaynakları çok daha verimli kullanırız. O halde ilke, sorun çözümüne balıklama dalmadan önce, yüksek afiniteli olan elementleri tanılamak olmalı.

    İyi de her sorun’un afinitesi alnında mı yazıyor?

    Yazmıyor, ama sorunlara alıcı gözle, sorun kimyası’nın 4 kuralı uyarınca bakan çoğu kişi bu tür “birleşme isteği yüksek” sorun elementlerini teşhis edebilir, yeter ki yaygın şu iki hastalığa karşı aşı yaptırmış olsun:

    (1)    dir aşısı: (dir) hastalığı, diğer tıbbi hastalıkların aksine hiçbir rahatsızlık verici semptom göstermez, deyim yerindeyse konfor içinde öldürür. Aşı yaptıranlar, her dir’li ifadenin –zor da olsa- en az bir ön koşulu olduğunu görmeye başlar ve dir’in rahatlatıcı atmosferinden ayrılmanın sıkıntılarını yaşamaya başlarlar.

    Zaman zaman akıllarına “geliveren”, gazeteden, TV’den okuyup dinledikleri parçaları birleştirerek, karşılarındakileri şaşırtacak “dir zincirleri” oluştururlar. İçki masalarının vazgeçilmez mezelerinden olan bu zincirler, ayılınca kopar.

    Dir aşısı iki elementten oluşur: Yanlışlanabilirlik ve “en güvendiği dir’lerin bile koşullu olduğu” gerçeği.

    Aşı olanların, daima göz önündeki bir yere, Niels Bohr’un şu sözünü[1] yazmaları önerilir: “Her cümleme saklı bir soru olarak bakmalısınız”.

    (2)    Övünme aşısı: Kendiyle, çoluğu çocuğu, akrabaları, tanıdıklarıyla övünen; hepsini tüketince karşısındakileri aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışan bir kişi o denli meşguldür ki, yukarda önerilen “sorunlara alıcı gözle bakma”ya ya da bakanları dinlemeye ayırabilecek zamanı yoktur.

    Bulutsuz ve ışık kirliliğinin olmadığı bir gece gökyüzüne bakmak ya da “micro cosmos” filmindeki scarabaeidae (bok böceği) –samanyolu galaksisini kullanarak yönünü belirliyormuş- adlı böceğin akıl ve çabasını görmek tam korumasa da işe yarar bir aşıdır.

    Şimdi lütfen çevrenizdeki sorun olarak gördüklerinize bir bakınız. Sorunları oluşturan elementlerin afiniteleri bağlamında neler yapılması gerektiği daha net görünecektir.

    1 Mart 2016

    [1]“you are to regard my every sentence as a question in disguise”, Herzog, W.R., “Prophet and Teacher”, pp xi, 2005

  • Çapraz Kozlar Sistemi

    21 yıl önceden bir yazı: ÇAPRAZ KOZLAR SİSTEMİ

    Bu yazının aslı, 1987 yılında, o dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazılmış bir not idi. Daha sonraki yıllarda, bilişim hakkında yazılar yazan Çağdaş Monitor adlı bir tabloid gazetede (bugünkü BT Haber) yayımlanmıştı.

    Bilişim sektöründen bir tepki gelmeyince de 2003 yılında Yıldız Teknik Üniversitesine ait TEKMER’de bir yazılım projesi olarak ele alınmış ve ALEGAR (Alternatif Etki Güzergahları Arama) adıyla gerçekleştirilmişti (tıkla). Aşağıda, 1995’te yayımlanan gazete haberini, “niçin çok şehit veriyoruz?” sorusunun cevaplarından birisi olarak sunuyorum:

    Bir küresel köy haline gelen Dünyamızda, sınırlı kaynaklardan yararlanma önceliği elde edebilmek artık giderek bir bilgi savaşı haline gelmeye başladı. Eskiden, iki güçlü ve akıllı liderini dövüştürerek kendilerini savaş yapmış sayan insanoğlu bu akıllıca yöntemi nedendir bilinmez terketmiş, önce ordularla sonra da topyekün imkanlarıyla savaşma gibi bir çıılgınlığın içine düşmüştür.

    Bugün bu çılgınlık evresi de aşılmış, artık toplumlar gerek bir bütün, gerekse o toplumları oluşturan bireyler ya da kesimler olarak, tüm imkanları, kabiliyetleri ve fırsatlarıyla “savaşmakta”dırlar. Bu yeni savaşın adı “küresel rekabet”tir.

    Bu yeni savaş yönteminde güçlü ordular, stratejik silahlar kuşkusuz ki hala önem taşımaktadır. Ama, yakın geçmişte yaşanan Körfez Savaşı’nın da gösterdiği gibi yıllar boyu petrol gelirini silahlanmaya, ülkesini bir savaşa hazırlamaya harcamış olan bir ülke dahi, yalnız askeri yolla başarı kazanamamaktadır.

    Küresel rekabet düzeninde, ortalama olarak daha az uyuyan bir toplum çok uyuyandan; daha hızlı yürüyebilenler yavaş yürüyenlerden; yabancı dili daha iyi bilen diplomatlara sahip olanlar sahip olmayanlardan ya da daha iyi bilgisayar programı yazabilenler yazamayanlardan daima daha önde bulunmaktadır. Daha önde bulunmanın ödülü refah ve mutluluk, geride kalmanın bedeli ise işsizlik, gelir yetmezliği, sorunlarını çözememe gibi hastalıklardır.

    Bu ve benzeri yarışlarla dolu küresel rekabet ortamının değişmez motifi, çeşitli toplumlar arasındaki doğrudan ya da dolaylı “çatışma”lardır. Türkiye’nin görünürde hiçbir konuda çatışmadığı bir ülke, çatışma içinde olduğu bir ülkeyle ilişki içindeyse, o da çatışmanın taraflarından birisi demektir.

    Bir çatışmada tarafların her birinin elde etmek istediği, çatıştığı rakibine karşı varsa doğrudan üstünlüklerini kullanarak, bu yok ya da yetmiyorsa rakibinin güçsüz yanlarını kullanarak, bu da yetmiyorsa kendisi ve rakibinin dolaylı ilişkilerini değerlendirerek üstün duruma gelebilmektir.

    Bir toplumun, kendisi ve rakiplerinin dolaylı ilişkilerini belirli “amaç fonksiyon”larını gerçekleştirmek üzere her an kullanabilir durumda bulunması, ordulardan daha kesin bir caydırıcılık sağlayabilecek bir araçtır.

    Bilgi toplumunun güçlü silahı denilebilecek bu yöntemin işlerliği başlıca iki koşula bağlıdır: İstihbarat ve bu yolla edinilen bilgileri değerlendirebileceği bir algoritma!

    “Bilgi toplumunda istihbarat”, ayrı işlenmesi gereken bir konudur. İstihbarat yoluyla edinilecek doğrudan ve dolaylı üstünlük, zafiyet ve ilişki bilgilerinin bir “algoritma” ile işlenip birer eylem önerisi haline getirilmesi ise, bilişim sektörünü ilgilendiren ilginç bir konudur.

    Böyle bir sisteme “çapraz kozlar sistemi” denilebilr ve çok boyutlu bir “ilişkiler matrisi” nin işlenip, çok taraflı çatışmalar uzayımızda en yararlı -ya da en az zararlı- eylem biçimlerinin neler olabileceği hakkında sağlam öneriler sağlanabilir.

    Dışişleri örgütümüz, çeşitli bölge ya da ülkelere göre, bir miktar da konulara göre “masalar” biçiminde örgütlenmiştir. Ama bütün bu “masa”lardaki bilgilerin eşzamanlı değerlendirilebileceği bir çapraz kozlar sistemi yoktur. Bu işlevi deneyimli diplomatlar yapmaya çalışır. Ama deneyimli diplomatların, bir bilgi destek sistemine sahip olmaksızın tüm ilişkileri bilip değerlendirebilmelerine imkan yoktur.

    Gümrük Birliğine girme süreci içindeki ülkemizin bugün her zamankinden daha fazla böyle bir bilgi destek sistemi’ ne ihtiyacı vardır.

    Bu ihtiyaç bilişim sektörümüz için bir iş imkanı, toplumumuz içinse yaşamsal öneme sahip bir hayatta kalabilme aracıdır.

    Pazar, 6 Ağustos 1995

  • “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Mavi – Beyaz Yaka ayrımında yeni dönem..

    Alimler ve Medreseler Birliği web sitesinde (http://bit.ly/1F0rlHQ) duyurulduğuna göre, Van ilimizde 11 alime bayan diplomalarını almışlar. Sitede bu olayın niçin önemli olduğu, alim ve alimeler yoluyla ne gibi toplumsal yararlar sağlanacağı anlatılıyor. Ne diyeyim vatana millete hayırlı olsun.

    Aynı tarihli bir gazete haberinde ise, ping-pong oynayan robotun, Dünya 1 numarası karşısında 20 oyunun 9’unu alarak nasıl zorladığı video kanıtlı (http://bit.ly/1zOfWL2) duyuruluyor. Bu iki haberi peş peşe okuyunca aklıma ister istemez şunlar geldi..

    Açık mavi – kirli beyaz!

    Yakın geçmişe kadar mavi renk bedensel yönü ağırlıklı zihinsel yönü hafif işlerin simgesiydi. Beyaz ise tam aksi. Henüz içinde bulunduğumuz çağa net bir isim konulmadı ise de “bilgi çağı” gibi bir niteleme yerleşiyor gibi.

    Bu çağın simgeleri ise, bilgileri giderek daha hızlı işleyen “işlemciler” ile daha çok bilgiyi daha küçük hacimlerde –atomik düzeyde-depolayabilen “bellekler”.

    Bu iki öğenin otomatik bileşimi ise yapay zeka yazılımlarının giderek gelişmesi ve onun da bir türevi olan robotlar. Masa tenisi oynayan robot videosu bu gelişim sürecinin an itibariyle en ileri aşaması gibi. Geleneksel mavi yaka – beyaz yaka skalasındaki yeri açısından teknolojinin bu son durumuna karşılık gelen iki renk var: Açık mavi ve kirli beyaz.

    İster halı süpürme, ister masa tenisi, isterse apandisit ameliyatı, hangi işi yaparsa yapsın, robot teknolojisinin birkaç öğesinden birisi o işlere ait modelleme (algoritma tasarımı), diğeri de oluşturulan modelleri uygulanabilir kılabilecek yazılım (programlama).

    Bu süreçteki algoritma tasarımıkirli beyaz” renge, programlama (kodlama) ise “açık mavi” renge karşılık geliyor. Bu süreçteki iki işin ortak yanı ise, düşünme zincirinde iğne ucu kadar bile boşluğa yer vermeyen, her şeyi ama her şeyi sorgulayıp kuşku eleğinden geçirebilen düşünme biçimidir.

    Bu yeni düşünme içiminde alim ve alimelere yer yoktur; ama, nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünmeyi konu alan kitaplar yazıp, nedensel düşünmenin “bir sonuca yol açan tüm nedenleri bir ağaç formunda ortaya koymak”; kritik düşünmenin ise, bu “çok sayıdaki nedeni, sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralamak” olduğunu anlatamayan bilgin ve bilginelere de yer yoktur.

    Masa tenisi videosu birçok yönden göz açıcıdır. Hatta, modelleme ve kodlama işleri gün gelip bizzat robotlarca yapılmaya başlanacak, bu yeni yaka renklilere de ihtiyaç azalacaktır. Bu şu demektir: Geri kalan posalar (yani bu işlere yaramayan, herhangi bir değer üretemeyenler) temizlenecektir.

    Nasıl mı, şöyle:

    Bu acılı süreç alim ve alimelerce başlatılacak; kendisine sorgulamadan belletilenlerden başka şeyler düşünmesi imkansız hale getirilenler –laik sandığımız okullarda ezber profesörü haline gelmiş çocuklardan büyüyenler de dahil-, birbirlerini kıtır kıtır keseceklerdir. Herkes bildiği yolda devam etsin, yanlış olmuş ve olacak bir şey yoktur.

    7 Mayıs 2015