• “Gelişkin Türkçe-1”

    İnsanlarımızın, çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için katlandıkları maddi ve manevi fedakarlıkların boyutu, bu alandaki başarı eksiğinin nedenleri üzerinde ısrarla durmak gerektiğine işaret ediyor.

    Bu alanda başarılı olduğu kanısı yayılmış birkaç okul dışında yabancı dil öğreniminde başarı sağlayabilmiş okul olmadığı savı ilk bakışta abartılı görünebilir.

    Başarılı sayılan okulların ise, kullandıkları başarı ölçütlerinin tabu olarak varsayılmasından vazgeçildiği ve dili öğrenilmeye çalışılan kültüre ait bir dizi tavrın taklidedilmesinin yaratabildiği önyargıdan kurtulunduğu takdirde, bugünkünden farklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktır.

    Bu yargının abartılı olup olmadığına karar verebilmek için önce, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği iyice netleştirilmelidir. Bu konuda çalışılan bir özel okulda, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği sorusunun yanıtı olarak şu nokta belirlenmiştir:

    «Öğrencilerin, kendilerini insanlık ailesinin tam bir üyesi olarak hissedip öylece hareket edebilmeleri hedefine yönelik olarak, derslerinin ve ileride seçecekleri mesleki ve/ya kültürel alanların gerektireceği düşünme, anlama ve kendini ifade becerileri için sağlam bir temel oluşturmak»

    Buradaki kritik vurgulama, «düşünme» kavramınadır. Bunun anlamı, yabancı dil derslerinde sık sık çocuklara öğütlenen “Türkçe düşünmeyin, yabancı dilde düşünün” önerisinin akla getirebildiği, zihninizden Türkçe yerine mesela İngilizce ya da Almanca sözcükler geçirin olmadığıdır.

    Bir “dil”, sözcükler ve bunların kullanım kurallarından oluşan bir sistem değildir. Dil, bir kültüre ait düşünme biçiminin simgesel (söz, yazı, resim, tavır vb) ifadesidir.

    Her kültürün düşünme biçimini, o kültürün asırlar boyunca süren oluşum süreci belirler. Dolayısıyla diller, sözcükler açısından değil temelde bu oluşum süreçleri açısından ve bu nedenle de düşünme biçimleri açısından farklıdırlar. Sözcükler, terimler, deyimler, farklı olan bu düşünme biçimlerini ifadede kullanılan simgelerdir.

    Bir dili öğrenmek demek, o dili kullanan kültürün düşünme biçimini öğrenmek demektir. Sözcükler ve onların kullanım kuralları ancak bundan sonra öğrenilmelidir ve başka türlü öğrenilmesine imkan da yoktur. Bunun dışındaki yollar öğrenme değil, belirli sayıda kalıbın bellekte tutulup, karşılaşılan duruma göre en yakınının kullanımından ibarettir.

    Bir dili öğrenme bu biçimde algılandığı takdirde, “3 ayda dilini çözmek”, “bülbül gibi konuşturmak” gibisinden ölçütlerin, ya da bir kısım ticari testlerin belirlediği düzeylerin aslında “günlük dilin akıcı biçimde anlaşılıp konuşulması” gibi bir hedeften daha ileri bir düzeye işaret etmediği anlaşılacaktır.

    Bununla beraber eğer hedef, yani “niçin yabancı dil öğretiyoruz?” sorusunun yanıtı eğer yukarıdaki gibi veriliyorsa, erişilen düzeyi başarılı saymak gerekir. Ama herhalde bu da çarşı pazara gitmek için lüks otomobil almaktan daha anlamlı olmayacaktır.

    Yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde öğrencilerin, konuların belirli bir karmaşıklık düzeyinin altındayken güçlük çekmemeleri, ama o düzeyin üzerine çıkan konularda Türkçeye dönmek istemeleri de bu savı doğrular niteliktedir.

    Bütün bunlar, unutulan bir gerçeğin tekrar ve de önemle hatırlanmasını gerektirmektedir: Ana dil dışında bir diğer dil, ancak ve yalnız ana dilin iyi bilinmesi koşuluyla mümkündür.

    Buraya kadar ki akıl yürütme, yabancı dil öğrenimiyle ilgiliydi. Tarih, matematik ya da bir başka ders için de durum daha farklı değildir. Bu derslerin öğrenilebilmesi ancak ve yalnız, o derslerin okunacağı dilin iyi bilinmesiyle mümkündür.

    Böylece, 1 yıl hazırlık okuyarak “dili çözüldü” denilen öğrencilerin, konuları öğrenmede niçin güçlük çektikleri ve öğretmenlerin niçin sık sık Türkçe’ye dönmek zorunda kaldıkları da açıklanmış olmaktadır. O halde, yabancı dil öğrenimiyle ilgili kuralın genelleştirilerek şu hale getirilmesi mümkündür:

    «Ana diline, anlama ve ifade etme becerileri bağlamında tam hakim olmayan bir öğrenci hiçbir başka şeyi öğrenemez, sınav vb etkiler altında ise ancak beller, sonra unutur ya da yaşamına uygulayamaz»

    Ana dilin ne denli önemli olduğuna ilişkin bu girişten sonra, sıradaki olası soruya yanıt aranmalıdır: Bu nasıl yapılabilir?

    Gelişki Türkçe (GT) adı verilen kavram bir “ders” konusu değildir. Bütün derslerle birlikte – Türkçe’de dahil – işlenmesi gereken bir kavramdır.

    Nitekim, bugün Türkçe’nin bu denli bozulmuş olmasının bir nedeni de, onun ayrı ders olarak -hem de biraz az önemli – işlenmesidir.

    Matematik, tarih ya da beden eğitimi dersleri işlenirken GT onlarla birlikte işlenmelidir.

    Senaryo temelli ders işleme, bu birleştirme işini kolaylaştıran bir faktördür. Örneğin nmatematik ve Türkçe birlikte işlenecektir. Bir başka deyimle Türkçe , matematiğin içine yerleştirilecektir.

    Matematik, coğrafya ya da beden eğitimi dersleri yapılırken şu gerçek unutulmamalıdır: bu ders öğrenciye, kendini ifade konusunda yeni bir yol göstermek için vardır.

    Matematik, bir başka yolla ifade edilemeyen (ya da güçlükle ifade edilebilen) bazı olguları ifade etmeye yarayan bir dildir.

    Coğrafya, üzerinde yaşadığımız çevre hakında söylenmek istenilebilecekler için; tarih de geçmişte olup bitenlerden bugünler ve gelecek için dersler çıkarmaya yarayabilecek birer “dil”dir.

    O halde genelleştirerek denilebilir ki okullarda tüm öğrenilmesi istenilenler temelde birer dil öğreniminden başka bir şey değildir.

    Türkçe (ya da bir başka dil), bu diller için ortak bir semboller ve kurallar topluluğunu vermektedir. Esas ifade araçları ise Türkçe dersinde değil diğer deslerde öğrenilmektedir. Ne Türkçe, ne de diğer desler tek başlarına “dil öğrenimi”ni sağlayamazlar. Ancak hepsi birlikte bu amacı yerine getirebilirler.

    Yabancı dil öğrenimini bu gözlük altında incelediğimizde, İngilizce ya da bir diğer ikinci dilin, o topluma özgü kavramlar, bunlara karşı gelen sözcükler (semboller) ve onları birbirine bağlayan kurallar olarak, çeşitli konularda ifade edilmek istenilenleri dile getirmeye yaradığını ve bu bakımdan ana dile çok benzediğini söyleyebiliriz.

    Buradan, diğer derslerden soyutlanmış olarak yapılacak bir yabancı dil öğreniminin, aynen ayrı yapılan Türkçe gibi bir işe yaramayacağı çıkarılabilir. Nitekim pratikte de aynen böyle olmaktadır.

    Yabancı dille eğitim yapan kolejlerde yabancı dille işlenen derslerin içine yerleştirilebilecek ifade eğitimi, iki işlevin eş zamanlı olarak yapılmasını sağlayabilecektir.

    Öğrencilerin, henüz tam hakim olmadıkları bir dilde soru sormak, ders dinlemek yerine, bunları ana dillerinde yapmaları, proje grupları içinde ana dillerinde konuşmaları, ama aynı zamanda yabancı dilde yazılmış ana ve/ya yardımcı ders kitaplarını okumaları, hem anlama hem de yabancı dil öğrenme için iyi bir yoldur.

    Aslında, yabancı dilde eğitim yapan üniversiteler de dahil hemen tüm eğitim kurumlarında derslerde kitaplar yabancı dildedir, ama öğrencilerin derslerde -ve özellikle güç kısımlarında- ana dillerini konuştukları da bir gerçektir. Türkçe dersi dışındaki derslerin öğretmenleri, kendi dersleriyle Türkçe’yi pratik olarak nasıl birleştirecek ve böylece “Gelişkin Türkçe”yi bir slogan olmaktan öteye nasıl götüreceklerdir?

    Bunun en iyi yolu, öğretmenlerin, “yaşam kalitesi”, “iletişim becerisi”, “düşünme becerisi” ve “dil” arasındaki zincirleme bağlantıyı tam algılamalarına yardımcı olmaktır. Dilin iyi kullanımı, genellikle süslü -ama genelde anlaşılmaz- söz söyleme ile karıştırılır. Bu nedenle de “dilin önemi” konusunda kimseye kolay kolay birşey dinletmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki dilin önemini en az anlamış olanlar, uzun ve fiyakalı konuşmaya en çok meraklı olanlardır.

    Dolayısıyla öğretmenlerin, “dilin önemi”, “düşünme becerisi” ve “yaşam kalitesi” gibi kavramlar arasındaki zincirleme bağlantı konusundaki bilinçlerinin geliştirilmesi için, bunların önemli olduğunun söylenmesinin bir yararı olmayacaktır. (aslında, öğrenilmesi istenilen bir şeyi benimsetmenin en olmaz yolu onu “söylemek” tir)..

    Çoğu insanın, “önemli” olan bir şeyin gereğini yap(a)mayışının altında, ya o önemi yeterince idrak edemeyişi, ya da -ve daha çoğunlukla- o gereği yerine getirme iradesini gösteremeyişi yatar.

    Buna göre uygulanacak yöntem, bir yandan dilin öneminin tam anlaşılması için çaba gösterirken, bir yandan da” düşündüğünü yapma iradesi”nin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçeve içinde dil’in öneminin kavratılması için kullanılabilecek bir yaklaşım, dilin sorun çözmede somut bir araç olarak kullanılabilirliğinin gösterilmesi, bunun bir atelye çalışması biçiminde yapılmasıdır (1).

    Böylece, ilk adımda çözülemez gibi görünen sorunların, dil aracını kullanarak nasıl daha başa çıkılabilir hale geldiğini bizzat deneyimleyecek olan öğretmenlerin, dilin “önemi”ni daha iyi kavrayacakları beklenmelidir.

    Bu bilinç yükseltimi eğitimine paralel olarak, öğretmenlerin “düşündüklerini yapabilme” iradeleri nasıl güçlenririlecektir ?

    Düşündüğünü yapamama’nın herhalde onlarca nedeni vardır. Ortak olanların başında ise motivasyon yetmezliği, enerji düzeyi düşüklüğü, yöntem bilmezlik, çeşitli korkular (gerçel ya da sanal) gibi ögeler gelmektedir. Bu konularda da dışarıdan yapılacak telkin veya müdahaleler değil, kişilerin kendilerinin, kendi yeterlik ve yetmezliklerinin farkına varmalarına yardım daha yararlıdır. Bu nedenle, öğretmen ve idarecilerin oluşturduğu toplululuklara “grup terapisi” biçiminde yapılabilecek eğitimlerle, herkesin kendi düşündüğünü yapabilme profilini kendisinin keşfetmesi sağlanabilir.

    Bu yollarla dilin önemi konusunda bilinci gelişen ve kendi dersi için geliştireceği bireysel planı (Türkçeyi kendi dersiyle birleştirme planı) uygulama iradesi güçlenen öğretmen, bazı teknik yardımlara ihtiyaç duyabilir..

    Çeşitli ülkelerde bu alanda yapılan uygulamalar bu amaçla kullanılabilir (2). Ama öncelikli koşul, bu arayışın içine girmiş olmaktır.

    26 Temmuz 1997

    (1) “Problemin Yeniden Tanımlanması›”, bilinen bir sorun çözme tekniğidir. Bu tekniğin değiştirilmiş bir biçimi, “Sözcük Ağacı Yaklaşımına Göre Sorunun Yeniden Tanımlanması” adını taşımakta olup, BEYAZ NOKTA VAKFI eğitim programı içinde bu konuda bir eğitim yer almaktadır. e-posta: <<bnv@beyaznokta.org.tr>>

    (2) Matematik öğretmenleri için kullanılabilecek bir uygulama örneği, yukarıda adı geçen kuruluştan edinilebilir.

  • Saklı İçerik 1

    Kendi dilini konuşmamakta bu denli direnen başka toplumlar da varmı yok mu bilinmez ama, en önemsediği alan olan eğitimin en önemsenen konusunun ne anlama geldiğini, öğrencilerin çoğunun bilmediği bir başkası olmadığı kesindir.

    “Müfredat”, Arapça kökenli ‘müfred’ (ferdi olan) sözcüğünün çoğullanmış halidir. Bir konunun, yalın (karmaşık olmayan) parçalardan oluşacak şekilde parçalanmış olduğunu anlatmak için kullanılır. Ferd (birey) sözcüğü ise, bunların gövdesi durumundadır.

    Sözcüğün anlamı zamanla bu inceliğini kaybedip kabalaşmış, “içerik” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Halbuki özellikle eğitimdeki anlam, öğrenilmesi gereken konuların yapı taşları denilebilecek olan parçacıkların kümesi biçimindedir.

    Günümüzde eğitimin müfredatı, ister resmi ister özel olsun, merkezi biçimde ve devlet tarafından belirlenmekte, kurumlar da bunu benimsediklerini ilan edip, sonra da canları çektiği içerik uyarınca “öğretim” yapmaktadırlar.

    Eğitimin, “insanların sahip olmalarının doğru olduğu kararlaştırılan bilgi, beceri ve davranışların kazandırılması” biçiminde anlaşılmaya devam edilmesi halinde, “içerik”lerin ya devlet tarafından saptanması ya da onanması kaçınılmazdır.

    Eğitim, böyle değil de, “insanların herhangi bir yolla edinecekleri bilgi, beceri ve davranışları yaşam içinde nasıl kullanacakları sanatının edinilmesi” biçiminde anlaşılırsa merkezi içerik belirleme ya da onama bir anda önemini yitirmektedir.

    Çağdışı eğilimleri, müfredat  belirlemeyi denetim altına almak yoluyla durdurmaya kalkışmak ise, şekilde görüldüğü gibi mümkün değildir. Çağdışı eğilimlerin altında “öldürülmüş merak”, onun da altında, “devletin, merkezi olarak ideoloji belirleyip, ona uygun vatandaş yetiştirme arzusu” yatmaktadır. Bu süreç için öngörülen araç ise “ezber”dir. Ezber sürdüğü sürece merak ölecek, merak öldüğü sürece de çağdışı eğilimler yeşerecek ve devlet de -ve de aydınlar-  içerik belirleme yoluyla bunları durdurmaya çalışacaklardır.

    Eğitimin yeni bir anlayışla ele alınıp yeniden yapılandırılması, toplumun değer ölçülerinin önemli biçimde yeniden şekillenmesine bağlı bir süreçtir. Bu ise, eğitim konusunda çaba harcayanların bu mekaniği kavramalarına bağlıdır.

    Bunlar şimdilik bu yana, merkezi olarak belirlenen içerik, okullarımızın donanımına, öğretmenlerin niteliklerine, öğrencilerin kendileri ve ailelerinin durumlarına bağlı olarak değişen ölçülerde kazandırılmaktadır. Kazanılan içerik daha sonra merkezi sınamalarla ölçülendirilmekte, kişilerin meslek seçimlerine, hatta yaşam düzeylerine birinci derecede etki yapmaktadır.

    Tüm sistem, içeriğin daha büyük oranda kazandırılabilmesi yönünde kafa çalıştırmakta, toplum daha çok kaynak ayırmaya çağrılmaktadır.

    Bir de bunların dışında bir “sessiz alan” vardır. O alanla kimse  ilgilenmemekte ise de, ilgilenilen alandaki her olgu, bu  ilgilenilmeyen, sessiz alana da yansımaktadır.

    Denilebilir ki çocuk ve gençlerimiz iki ayrı okul sisteminde iki ayrı içerik altında bilgi, beceri ve davranış kazanmaktadırlar. Bir tanesi açık, resmi ve herkes tarafından desteklenen; diğeri ise gözlerden ve ilgiden uzak..

    Örneğin, “öğrencinin kişiliğinin geliştirilmesi”, içerik tasarımcılarının (Talim Terbiye Kurulu) başlıca amaçlarındandır. Derslerin içeriklerine uygun biçimde yerleştirmeler yapılarak, öğrencilerin kişilikleri geliştirilmeye çalışılır. Ama bu, güç bir süreçtir.

    Diğer yandan, aynı öğrenciler aynı dersler boyunca bir başka içeriğe göre de şekillenirler. Ama bu ikinci içerik çok daha güçlüdür ve etkisi kısa süre içinde öğrenciyi denetimi altına alır. Sık sık yapılan sınavlarda, öğrencilerin başında bekleyip onların kopya yapmaları halinde cezalandırmak için bekleyen öğretmenleri, farkında olmadan öğrencilere bir başka içeriğe göre sessiz ama çok etkin bir eğitim vermektedirler. Bu  öğreti, “Siz güvenilmez ve aynı zamanda kendi yararını gözetemeyen  insanlarsınız. Başınızda beklemezsek kopya çekersiniz. Biz, zorla da olsa sizi onurlu gibi davrandıracağız”  biçimindedir.

    İnsanlar -ve özellikle de çocuk ve gençler-, kendilerine denilenlere değil davranışlara bakar onları örnek alırlar. Onlara her sabah, “doğru, çalışkan, onurlu” olduklarını söyletiyorsak da, davranışlar bunun aksini söylemekte ve diğerinin zaten çok küçük olan etkisini silip atmaktadır. Çocuklarımız gerçekten de kendilerinin ve de başkalarının güvenilmez olduklarına öylesine inanmaktadırlar ki, okulları bitirip hayata atıldıklarında tüm eylemlerinde bu güvenmezliğin etkileri buram buram kokmaktadır. Saklı İçerik parçalarından birisi işte budur..

    İçerik tasarımcılarının en az kişilik gelişimi  kadar önem verdikleri bir diğer parça, her öğrencinin ayrı bir birey olduğudur. Çocukların birbirlerinden farklı oldukları, her birinin öğrenme profillerinin farklı olduğu, derslerin bu gerçek unutulmadan işlenmesi gerektiği, içeriğin önemli bir özelliğidir. Okulda da buna önem verilir. Çocuklara, doğrunun bu olduğu, imkanlar ölçüsünde buna uyulduğu söylenir.

    Ama “saklı içerik” burada da ortaya çıkar. “Tek tip giyim”, “askeri düzende toplantı”, “her fırsatta boy sırası”, “bir ağızdan şarkı söyleme” gibi uygulamalarla, “teklik iyi, farklılık kötüdür. Sürüden ayrılanı kurt kapar”  mesajı verilir ve çok da iyi benimsenir.

    Mezun olan öğrencilerin, yaşam içinde çevrelerini tekliğe indirgemek için verdikleri uğraş, bu benimsemişliğin somut bir ölçüsüdür.  Saklı içeriğin parçalarından birisi de “farklılıkların bütünlüğünü sağlamak yerine, farklılıkların tekliğe indirgenmesi”  olarak böyle ortaya çıkar.

    Ama bütün bunların dışında, müfredat tasarımcılarının en çok önem verdikleri olgu yaratıcılıktır. Hemen bütün içerik parçalarında yaratıcılığın önemi üzerinde durulur, çocuklara yaratıcılık konusunda kompozisyonlar yazdırılır.

    Ancak, diğer yandan da yapılan sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenlerin eksiksiz geri istenmesi ve bundaki becerinin öğrenimin başarısı olarak kabul edilmesi gibi bir uygulama yapılır. Yaratıcılığın önemli olduğunun söylenmesi, öğretilenlerin geri istenmesi uygulaması ile karşılaştığında saklı içerik yine galip gelir ve öğrenci şunu benimsemiş olur: ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma..!

    Saklı içerik, sanılabileceği gibi bu denli fakir değildir. İşin ilginç yanı, imkanlar azaldıkça, öğretmen kalitesi bozuldukça, ailevi durum güçleştikçe “saklı içerik” zenginleşir. Meseleye böyle bakıldığında, akla hayale gelmeyen eğriliklerin hangi okullarda öğrenildiği daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Resmi içerik için şuralar toplanır, ana ve babalar ince ince içerik parçacıkları üzerinde dururlar. Ama acaba kaç kişi, sınavlarda sergilenen güvensizliğin ne demek olduğu, ezberin çocuklarını ne hale getirdiğini ya da tek tip giyimin nasıl bir kişilik silikleşmesine yol açtığını düşünmekte, bundan duyduğu kaygıları dile getirmektedir?

    Pazartesi, 01 Temmuz 1996

    (Bkz. Saklı İçerik 2)

  • Dilimizdeki virüsler..

    Virüsler insan vücudu için ne ise, dil virüsleri de bir dil için odur. Virüsler organizmanın doğal davranışlarını nasıl bozup, çoğu da anlaşılmaz hastalıklara yol açıyorlarsa, dildeki virüsler de aynı şekilde dilin işlevlerini bozup, nereden kaynaklandığı belli olmayan “toplumsal hastalıklar”ın doğmasına yol açarlar.

    Dil virüsleri, çeşitli sözcükler ya da bunlardan oluşan deyimler biçimindedir.

    Biyolojik virüslerle karşılaştırıldığında işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, dil virüslerini oluşturan sözcük ya da deyimlerin kendi başlarına herhangi bir zararlı etkileri olmayışı, zararlı etkilerin, bunların kullanım yerleri ve sıklıklarından doğmasındandır.

    Bir dilde düşünce üretilebilmesi, çeşitli veri (bulgu) ve yargıların bir mantık zinciri içinde birbirine bağlanmasıyla mümkündür. Bu zincirin arasına girebilecek bir “virüs”, tüm düşünce sürecini bozacaktır.

    Dili, dolayısıyla düşünce üretim becerisi ve bunun bir sonucu olarak da sosyal ve ekonomik durumu gelişmiş toplumlarda, dil virüslerinin bu tür düşünce süreçleri içine girmesi geleneksel olarak önlenmiştir. Bu konuda bir yasal engel yoksa da, çoğunluk ve özellikle de toplumun düşünce önderleri bu tür virüsleri düşünce zincirlerine sokmayarak, sokmaya çalışanları uyarıp caydırarak, buna karşın hala israr edenleri de bir biçimde etkinler sınıfının dışına çıkararak bir toplumsal norm yaratmışlardır.

    Türkçe dili’ne yerleşmiş bulunan virüslerin toplumumuzda bu denli yaygınlaşmış olmasının bir nedeni, bunların, en sağlam ve dolayısıyla da en çürütülemez görünen mantık yargılarını dahi bozabilme güçleridir.

    Birkaç örnek..

    Haklısın ama”, “olsun, yine de”, “bana ne”, “sana ne” , “iyi ama bunlar uzun vadeli”, bu virüslerden birkaç tanesidir.

    Bir mantık yargısının doğruluğunu kabul edip, sonra da “olsun, yine de ben dediğimde israr ediyorum” dendiğinde buna karşı koyabilecek bir ikna gücü düşünülebilir mi? “Kırmızı ışıkta geçmemeliydiniz!” denildiğinde, “sana ne” diyen sürücüye; “memur bey, filanca araç kırmızı da geçti” denildiğinde “bana ne” diyen trafik polisine karşı ileri sürülebilecek başkaca bir mantıksal argüman var mıdır?

    Bir dilin içine yalnız bu kalıbın girmesi dahi, bu ana dilini konuşanların düşünce biçimlerini bütünüyle değiştirecek, kısa bir süre içinde mantık yargıları yoluyla anlaşamayan bir toplum ortaya çıkacaktır.

    Mantık yargılarıyla anlaşma yolu kapandığında geriye kalan, kaba kuvvet, dayatma, haksız çıkar alış-verişi gibi yollar ya da “benim içim sana kaynadı, dediğin gibi olsun” gibisinden ilkel yaklaşımlardır.

    Ekonomik ve sosyal kalkınma programları, dildeki bu tür virüsleri temizleme ve sonra da, düşünce üretimine engel olan diğer sorunlardan (kökü bilinmeyen yabancı sözcükler, tanımsız kavramlar gibi) arındırılmasına dayandırılmalıdır.

    Bu virüsler dilimize nasıl yerleşti?

    Bunların hangi kanallardan girdiği bilinmedikçe bu hastalığın tedavisi kalıcı olmayacak, temizlense dahi yine üreyebileceklerdir.

    Tarihi köklerin incelenmesini bilim adamlarına bırakmak gerekir. Ama, elli yıldır ülkemize kalkınma reçeteleri sunan yabancı uzmanların bu hastalığı görmemiş olmaları olasılığı yoktur. Çünkü kendi gelişmişliklerinin temeli dilleridir. Bugüne kadar hiç bir uzmanın gelip de “siz önce bir dilinize bakın, köklerini bilmediğiniz sözcüklerle soyut düşünceler üretemezsiniz. Soyut düşünce üretimi ise gelişmenin ön koşuludur. Ayrıca, mantık zincirlerini koparan dil virüsleriniz var, onları temizlemelisiniz” dememiştir.

    Toplumların geleneksel gelişme modeli, kazan-kaybet denilen ilkeye dayalıdır. Bir toplumun gelişebilmesi, başkalarının gelişememesine, geri kalmasına bağlıdır.

    Çağımızda yeni yeni serpilmeye başlanan ilke ise kazan-kazan’dır. Buna göre, ortada kazanması gereken bir taraf varsa mutlaka bir kaybeden olması gerekmez, tarafların hepsi kazanabilir. Hatta, eğer taraflardan birisi kaybediyorsa, bir vade sonunda, kazandı zannedilen de kaybedecektir. Dolayısıyla gerçek kazanç, taraflardan hepsinin kazandığı halde olabilir.

    Dilimizdeki bu yetersizlikleri keşfedip düzeltmesi gereken, başkaları değil biziz. Bunu farketmelerine rağmen bizi uyandırmayan, hatta uyandırmak bir yana yeni virüsler enjekte edenler değil, bunca yetiştirdiği öğrenimli insanına rağmen uyanmayan bizler incelenmeli, hangi nedenlerin nasıl olup da bu konunun önemini anlamayışımıza yol açtığı ve de hala anlamadığımız ortaya çıkarılmaya çalışılmalıdır.

    Çarşamba, 26 Temmuz 1995

  • Adlandırma..

    Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..

    “Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.

    Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.

    Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.

    Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.

    Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.

    Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.

    Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.

    Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.

    Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.

    Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.

    Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.

    Pazar, 11 Haziran 1995

  • “Gelişkin Türkçe-2”

    Bir mektup..

    Bir öğretmen okurumun mektubu ve ona yanıtımın iyi bir konu olacağını düşündüm; aktarıyorum:

    <<Sayın Titiz,

    Anadilini anlama ve anadiliyle ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar -sınav vb-, öğrenciyi bellemeye, ezbere iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz?

    Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe‘dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır.

    Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz? 6 Eylül’de Özel İzmir Lisesi’nde öğretmenler ve diğer katılımcılarla toplanalım istiyoruz. Siz de katılır mısınız; bu toplantı ileride toplanması istenilen “Dil Kurultayı”nın ilk çağrı toplantısı olabilir mi? Saygılarımla,

    Temel Bektur, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni>>

    ve bir cevap..

    Sayın BEKTUR; Öncelikle, “Türkçe’nin -daha genel olarak anadilinin- önemi nereden gelmektedir?” sorusunun bir söylem olmaktan öte derinlikte anlaşılmasını sağlamalıyız. Benim tanıdıklarım arasında, en küçük dilbilgisi yanlışını anında düzelten, bir sözcüğün Türkçe karşılığı var iken yabancısını kullanana ateş püsküren, ifadeleri düzgün, sanki bir şiir okuyormuşcasına konuşan, ama anadilini bilmeyen inanamayacağınız sayıda kişi var.

    Galiba sorun, bu konunun “dil sorunu” olarak adlandırılmasından; daha da doğrusu, “dilin doğru ve güzel kullanımı” olarak adlandırılmasından doğuyor. Bence sorun katiyen bu değildir. Dilin “doğru” kullanımı ile -herhalde- dilbilgisi kurallarına uygun kullanımı; dilin “güzel” kullanımı ile de sözcüklerin, dil öğelerinin yerli yerinde, tekrar olmaksızın kullanımı kastediliyor.

    Peki, kavram dağarcığının zenginliği; bu kavramların içlerinin dolu oluşu; bir kavramın, tanımı belirsiz başka kavramlarla açıklanmayışı gibi asli unsurlar nereye girecek? Bunlar, dilin “doğru” ve/ya “güzel” kullanımıyla ilgili değildir.

    Dil ile bir düşünce ifade edilirken asıl olan dil değil “düşünce”dir. Bu düşünceler, belirli bir amaca yönelik değilse, peşpeşe sıralanan cümlelere karşı gelen düşünceler arasında anlamlı bir mantık bağlantısı yoksa, “güzel” ve “dilbilgisi” kurallarına uygun konuşup yazmak, hiçbir işe yaramayan bir gözbağcılık değil midir?

    Son yıllarda artan radyo, TV ve basın kanalları nedeniyle dili kötü kullananlara karşı bir eleştiri dalgası oluştu. İyi ki oluştu; çünkü böylece, bu eleştirilerin dilin özüne değil görüntüsüne ilişkin olduğu ortaya çıktı.

    Aslında, ağzını ezip büzen bir TV sunucu ile onun yanlışlarını bulan bir çokbilmiş arasında -dilin gerçek işlevleri açısından- hiçbir fark yoktur. Hatta, sorunu çıplak olarak sergileyen TV sunucusu daha mazurdur ve de bir ölçüde yararlı işlev görmektedir.

    Bugün üzerinde ısrarla durmamız gereken, ürünlerini el (yazı) ve/ya dil (söz) ile dışavurduğumuz düşünce biçimindeki yetersizliklerdir. Dolayısıyla sorunu, “düşünme ve onun dışavurum biçimindeki yetersizlikler” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

    Yüzyıllar boyunca sustuktan sonra konuşma özgürlüğünün tadını çıkaran toplumumuz bunun keyfinin çıkarmaktadır. Evet, toplumumuz konuşmakta, çok konuşmakta; hoş ve boş konuşmaktadır. İnsanlarımızın kafalarının ne kadar karışık olduğunu, günün herhangi bir saatindeki, herhangi bir kanaldaki, herhangi bir konudaki, herhangi bir konuşanı dinleyerek görebiliz.

    Gelişkin Türkçe“, bu şekilde anlaşılmalı, “düşünme ve dışavurma sorunu” olarak birlikte irdelenmelidir. Aksi halde ilerleyen bilgi teknolojileri, çok yakında, “hoş ve boş konuşmaları -ve yazıları- süzebilen akıllı yazılımlar” üretecektir. »

    24 Eylül 2001

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • Egemenlik kimindir ve kim kullanır?

    Son okuduğum bir yazıda cumhuriyet ve demokrasi konusunda şöyle bir tanım vardı: Cumhuriyetle demokrasi ayrı ayrı şeylerdir. Demokratik cumhuriyet çok anlamlı bir kelimedir. Cumhuriyetimiz olabilir; yalnız, bunun demokratik nitelikleri haiz olması lazımdır. O zaman “demokratik cumhuriyet”tir. “Organize işler” fiminde Cem Yılmaz soruyor: “Sizin kafanızda iki soru var: Bir, dayak nedir, iki neden atılır?” Cumhuriyet ve demokrasi konusunda da böyle iki soru sorulursa mesele daha iyi anlaşılır: Egemenlik kimindir ve kim kullanır? 4 Ocak 2007

  • “Söyleme” ve “açıklama”

    Bu iki sözcük dilimizde çoğunlukla birbirinin yerine kullanılıyor. Gerçekte ise bunlar arasındaki ortaklık yalnızca, “açıklama”nın bazen “söyleme” yoluyla yapılabilmesinden ve her ikisinin de öznelerinin aynı kümenin elemanları olmasından ibarettir.

    “Söyleme”, bir ikna zorunluğu bulunmaksızın yapılabilirken, “açıklama”da ise ikna mecburiyeti vardır. Bir davranışın nedeni “söylenebilir” ya da “açıklanabilir”. Bu neden mantıklı ve ikna edici olabileceği gibi saçma ve kabul edilemez de olabilir, ama bu “söyleme” fiilini etkilemez, söz söylenmiş olur.

    Söz konusu davranışın nedeni “açıklanmak” gerektiğinde durum değişir. Karşınızdaki(ler)i ikna edebilecek argümanları bulmak zorunluğu vardır. Bu bir yasal bir zorunluk değildir, ama bir toplumun çağlar boyunca oluşmuş bulunan ortak anlayışları, bir zorunluktan daha güçlü etkilere sahiptir.

    Örneğin bir kişiden, kendine ait olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verdiğinin “açıklama”sı istendiğinde, bunu yukarıda söz konusu edilen ortak anlayışlara uygun biçimde anlatabilirse yaptığı “açıklama”; “keyif benim değil mi size ne yahu!” biçiminde bir şeyler üretirse bunun da adı “söyleme” olacaktır.

    Bir lira’nın zamanla şişmanlayıp nasıl bir milyon lira olabildiği de keza iki şekilde dile getirilebilir: “Hasetlik etmeyin Allah size de verir” biçiminde bir “söyleme” ile geçiştirilebileceği gibi, “bir lirayı, onun nasıl bir milyon olacağını söyleyebilecek birisine verdim, böylece zengin oldum” biçiminde mantıklı bir “açıklama” da yapılabilir.

    Şaka bir yana, “söyleme” fiziki bir eylem, “açıklama” ise akılcılık ağırlıklı bir kavramdır. İşte bu fark, akılcılıktan kaçılması gereken yerlerde zaman doldurmak, bir şey söylemiş olmak için konuşmak, karşısındakileri bıktırarak açıklama istemekten vazgeçirmek amaçlarıyla çok kullanılan bir araçtır.

    Genellikle politikacılar tarafından kullanıldığı sanılabilirse de her meslek mensubu tarafından başarıyla kullanılabildiği -hatta daha iyi kullanıldığı- tecrübeyle sabittir.

    Toplumumuzda bir çok kavramın içinin boş olduğu, bunların içlerinin yerine, zamanına, kullananın amaçlarına göre doldurulabildiği bilinen bir hastalıktır. Ama bunlar içinde öylesine kavramların içleri boştur ki bunların eksiklikleri sorunların çözülemeyişine, çözülmek bir yana daha karmaşık formlara bürünerek karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

    İşte bunlardan birisi “açıklama” kavramıdır. Bunun ne anlama geldiğini tüm yolları kullanarak toplumumuzun bütününe özümsetmek, sonra da “açıklama” yerine bilerek “söyleme” aracını kullananlara karşı tepki göstermelerini sağlamak, kendini aydın sayan herkesin bir numaralı önceliği olmalıdır.

    Yoksa daha gözümüzün içine baka baka çok “açıklamalar” dinletecek uyanıklar göreceğiz demektir!

    Pazar, 11 Aralık 1994

  • Farzedin ki Hindiyiz..

    Türkiye’nin hindi olmadığının kanıtlanması kampanyasının giderek daha fazla konuşulmaya başlaması üzerine bu konudaki düşüncelerimi siz okuyucularıma iletmeyi düşündüm.

    Son söyleneceği baştan söyleyeyim: Bu iş gerçekten komiktir ve sonunda olsa olsa Türkiyenin hindiliğinin tescili gibi can sıkıcı bir noktaya varır.

    Yanılmıyorsam kırallık dönemi Fransa’sında bir hatip parlamentoda konuşurken ipin ucunu kaçırıp “bu parlamentonun yarısı ahlaksızdır” gibi bir laf eder. Ertesi gün, aldığı ağır tepkiler nedeniyle kürsüye çıkıp özür dilemek zorunda kalır ve “özür dilerim, sözlerimi geri alıyorum, parlamentonun yarısı ahlaksız değildir” şeklinde düzeltir(!).

    Eğer söz konusu kampanya için yeterince para harcanır ve kampanya yaygın olarak yürütülebilirse, Dünyada İngilizceyi ana dili olarak konuşmayan ve Turkey-hindi çağrışımına konu olmayan yaklaşık 3 milyar insanın daha aklına, hindiliğimiz konusunda az da olsa bir şüphe yerleşeceğinden eminim, bu bir.

    Diğer yandan, hayvanlara karşı olan tutumumuzun -ki kedileri yakıp, ayıların burunlarına halka geçirip işkence etmemiz ve bunu da “bakın oyun oynuyorlar” diye satmaya kalkışmamızla tescillidir-, hindilik çağrışımından gocunmamızla yakın bir ilişkisi vardır.

    Uzun zamandan beri, rastladığım yabancılara dillerinde “hayvan herif“in tam olarak nasıl söylendiğini sorarım. Bugüne kadar bilenine rastlamadım. Ama merakla soru soran çok oldu. Hiçbiri, iki farklı yaratık cinsinin adlarını niçin birleştirdiğimizi, bununla hayvanın mı yoksa insanın mı aşağılanmak istendiğini anlayamadı ve genellikle vardıkları yargı: “Siz hayvanları tanımıyor ve sevmiyorsunuz. Aslında, birbirinizi de sevmeyişinizin altındaki kaynak sebep, bu canlı sevgisizliğidir” oldu.

    Bir zoologdan aldığım bilgiye göre hindiler tüylerini birkaç sebeple kabartırlarmış. Birincisi, üşüdüklerinde tüyleri arasında ki hava boşluklarını artırarak ısı dengesini kurmak, ikincisi ise bir tehdit karşısında daha büyük görünerek düşmanını caydırmak imiş. Aslında bu ikincisi tüm canlılarda (insanlar dahil) vardır. Filmlerde silah çekmeye hazırlanan kovboyların kollarını kabartmalarının bir nedeni silaha davranırken kollarının bedenlerine sürtmemesi , ama daha önemlisi irice görünüp karşısındakinin gözünü korkutmaya çalışmak içindir. Dolayısıyla, hindiye benzetilmekten bu kadar korkmamızın altında hayvanlara karşı sevgisizliğimiz yatmaktadır. Bu da iki.

    Üçüncüsü, eğer gülümsenecek bir yanımız varsa bu, ad değiştirmekle yok olmaz. Saçsızlıktan şikayet eden birisi (benim gibi) soyadını Gürsaç olarak değiştirse esas o zaman alay konusu olabilir.

    Kağıt ve su ile yapılması gereken temizliğini eliyle yapıp ondan sonra da yabancıları pislikle suçlamak, evrensel hale gelmiş dilleri öğrenmek yerine bunları okullardan mecburi ders olmaktan çıkarıp başkalarına Türkçe öğretmeye kalkmak, mevcut nüfusuna refah yaratmaya çalışmak yerine çoğalmaya ve başka ülkelerdeki Türklerle birleşmeye kalkışmak gibi huylarımızdan vazgeçmeden ülkemizin adını mesela ÇAĞDAŞ olarak değiştirsek bir faydası olabilir mi?

    Ya da, kedi-köpek itlaf ekiplerine öldürme yerine işin doğrusunu öğretmeden, okul çocuklarının öğretmenlerince ihbar edilip tutuklatılmalarından vazgeçmeden adımızı HUMANIA olarak değiştirmemiz, bize kızanların fikirlerini değiştirebilir mi?

    “Türkiye Hindi Değildir” kampanyası için mesai sarfedenlerden bir ricam var; Lütfen bizi daha fazla alay konusu yapmayınız. Eğer gerçekten saygınlığımıza katkıda bulunmak istiyorsanız, çağdaş ülkelerdeki insanların bize niçin kızdıklarını, niçin kabarma taklidi yapmaya çalıştığımızı iddia ettiklerini anlamaya ve sonra da bu yanlış huylarımızı değiştirmeye çalışınız. Hoşça kalınız.

    1990-Ankara

     

  • Uzlaşma, kısa ifade becerisine bağlıdır!

    Düşünen, soran insanlarımız ile bunların düşüncelerini taşıyan iletişim kanallarının sayısı arttıkça bir sorun ortaya çıkmaya başladı: Zaman ve/ya yer yetmezliği!

    TV kanallarındaki tartışmalarda zaman yetmezliği açıkça görülüyor. Tartışma yöneticileri dahil tüm katılımcılar zamanın yetmezliğinden yakınıyorlar, zamanın bir bölümü de bu yakınmalara gidiyor.

    Zamanın sabit, yazılıp söyleneceklerin artması sonunda doğmuş gibi görünen bu sıkışmanın esas nedeni bir başka gerçekte saklıdır: Sözcüklerin, ne anlattıkları üzerinde fazlaca düşünmeden kullanımı. Bu, ifade edilmek istenilenlerin bir türlü anlatılamayışına, o da dönerek sözlerin uzatılmasına yol açmaktadır. Aynen, işlevini yapamayan organların giderek irileşip hastalanması gibi, sözler de giderek uzamakta, uzadıkça da anlam yükleme zorunluğu azalmakta, bir yandan da anlam yüklemek zorlaşmaktadır.

    Yazılı ve sözlü ifadelerin anlatım güçlerinin artması, olabilecek en kısa formlarına indirgenebilmesine bağlıdır.

    Kanonik İfade“* denilebilecek bu “kısa ifade becerisi“, yazılı ve sözlü anlatımlarda kullanılan sözcüklerin anlam alanlarının tam farkındalığı ile hiçbir tekrara ya da sayıp dökmeye yer verilmemesi gibi iki basit kurala dayalıdır.

    Önemli konularının hemen hiçbirisinde uzlaşmaya varamamış olan toplumumuzda, gereksindiğimiz çok seslilik ancak kısa ifade becerisi yoluyla sağlanabilir.

    Söyleyip yazacaklarını olabilecek en kısa forma sokmaya zorlanan birçok önemli insanımızın elinin ya da dilinin tutulduğunu, çünkü söyleyip yazmaya alıştıklarının büyük bölümünün dolgu malzemesi olduğu hayretle görülecektir.

    Ülke gündemini oluşturan sorunların iriliği karşısında böyle bir sorun önemsizmiş gibi görünebilir. Ama Yunus Emre bunun ne denli önemli olduğunun farkına varmış, bizleri uyarmaya çalışmaktadır:

    “Sözünü bilen kişinin / Yüzünü ağ ede bir söz / Sözünü pişirip diyenin / İşini sağ ede bir söz.

    Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Balıla yağ ede bir söz.

    Kişi bile söz demini / Demeye sözün kemini / Bu cihan cehennemini / Sekiz uçmağ** ede bir söz”

    (*) “Kanonik” (canonic) terimi bir başka alandan (elektronik devre tasarımı) ödünç alınmış bir deyimdir. Bir amacı gerçekleştirmek üzere tasarlanacak olan bir elektronik devrenin en az sayıda element kullanılarak gerçekleştirilmesine “kanonik form” denilmektedir. Diğer yandan “Laconic” sözcüğü bir ifadenin en az sözcükle gerçekleştirilmesi için kullanılan bir diğer terimdir.

    (**) Uçmağ = cennet

    Kasım 25, 2004