• Herkesin ayrı dünyaları..

    Herkesin ayrı dünyaları ya da zihinsel kurgu uyuşmazlığı

    Beyin araştırmaları o hale geldi ki, kişinin her an beyninin hangi bölgelerinin aktif olduğu, kafatasını delip oralara elektrotlar yerleştirme gerek kalmadan izlenebiliyor. Eğer bu gelişme hızı bu eğilimde sürerse, yakın bir gelecekte, bireyselden tutun da küresel sorunlara dek her kişinin sorunlar dünyası’nı nasıl farklı algıladığını; aynı bir sorunsala yol açan nedenlerin nasıl farklı ağırlıklandırıldığını, böylece uyuşmazlıkların da nasıl doğabildiğini görsel olarak izleyebileceğiz.

    Henüz, tam bu durumda olmasak da kimi dolaylı göstergelere bakıp akıl yürüterek, nasıl olup da aynı bir sorun karşısında taban tabana zıt tanılara varılabildiğini tahmin edebiliriz. Aynı durumlar içinde bulunan ve o durumları anlamak konusunda benzer düzeyde merak ve kararlılığa sahip kişilerin, gözlemledikleri bir soruna yol açabilecek nedenleri ağırlıklandırırlarken niçin farklı davrandıklarını tahmin etmek nisbeten kolay görünüyor.

    En başta gelen iki faktör, değer sistemleri ve bilgi düzeylerindeki farklar olup, soruna yol açan bir dizi nedenin ancak bir bölümünü anlayabilmelerine, onları da değer sistemlerindeki farklar nedeniyle  farklı ağırlıklarlandırmalarına yol açabiliyor. Farklılık yaratabilecek diğer nedenler arasında, ağırlıklandırmayı derinden etkileyebilecek özgüven, sevgi, nefret, kin, çıkar, korku gibi faktörler de düşünülebilir.

    Ama bunların dışında bir tanesi, parantez dışı çarpan etkisi yaparak tüm nedenleri ve o nedenlerin ağırlıklarını etkileyebilir: Çeşitli sorunların etkileşimiyle oluşan ve aralarında yaptıkları yeni sorun bileşikleriyle [1] daha karmaşık hale gelen sorunlar dünyasının ne kadarına ilgi duyulduğu!

    Bir kural kadar keskin olmasa da şu denilebilir:

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan -kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur.

    Bu kendini besleyen bir süreçtir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güçleşir. Güçlüğün bir nedeni de, kişinin yapıştığı o odak iddia’ın, onun yaşamını tanımladığı koordinat sistemini oluşturmasıdır. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür ve doğrularına sıkı sıkıya sarılır. Ta ki, o koordinat sisteminin dışında geniş bir dünya olduğunu deneyimleme cesaretini gösterene ya da rastlantılar kendisini buna mecbur bırakana dek.

    Buradan kimi pratik sonuçlar çıkarılabilir. Hemen herkesi ilgilendirebilecek bir örnek üzerinde bu sonuçlar tartışılabilir. “Eğitim alanındaki sorunların çoğunun sorgulanamazlık geleneği ile ilgili olduğu, hatta sorgulanamazlığın eğitim dışındaki alanlarda da önemli olumsuzluklara yol açtığı” yolundaki bir görüşü destekleyebilecek bir çalışmaya [2] göre, “hemen her düzeydeki eğitim müfredatı (içerik), sorgulamaya kapalı (aksi iddia edilemeyecek) doğruların bellenip geriye istenmesinden oluşuyor.

    Böyle yetişen insanlar ise bireysel, kurumsal ve toplumsal yaşamlarında karşılarına çıkan sorunları, o güne kadar belledikleri cevapların arasında arıyor ve muhtemelen bulamıyorlar. Bu durumda öğrendikleri yol, cevapları bilen birisinin cevaplarına inanmaktan ibaret. Böylece, demokrasinin hiç kabul edemeyeceği bir yurttaş tipi ortaya çıkıyor”. Bu görüş doğru, kısmen doğru ya da tamamen hatalı olabilir.

    İlginç olan, uzun yıllardır bunun tartışılması için çaba harcayan BN hareketinin duyulmazlıktan gelinmesi; ama çeşitli darbeler, etnik ve dini terör olguları vb musibetlerin başlıca nedeni olduğu kanıtlanabilecek sorgulanamazlık olgusuna tüm gözlerin, eleştiri dahi olsa kapatılmış olmasıdır. Bu nasıl bir ilgi profilidir? Belki bu soru karşısında, devlet kurumlarının duymazlıktan geldiği varsayılabilir. Bu kısmen doğrudur; ama esas kulak vermesi gereken, ama duymazdan gelen kesim, öğretmeni, eğitim akademisyeni, velisi, öğrencisi, medyasıyla nüfusumuzun yaklaşık yarısıdır. Çoğunluğun bütünüyle kulak asmadığı bir yaklaşıma hangi devlet kurumu kulak verebilirdi ki?

    Peki niçin?

    Odak iddia yaklaşımı bu vurdumduymazlığı [3] büyük ölçüde açıklıyor. Her insanın zihninde, yaşadığı her an, çevresinde olup bitenleri yorumlayıp kendine yarayışlı sonuçlar çıkarmasına yarayan bir model oluşuyor. Zaman içinde oluşan ve her an duyu organlarımıza ulaşan verilerle güncellenen bu modelin omurgası, odak iddia olarak adlandırdığım kavram.

    Kişi, kendine gelen tüm dış uyarımları, bu modelle anlamlandırıp uygun bir tepki geliştiriyor ve bu sırada bir şeye de itina gösteriyor: Göstereceği tepkinin, uyarım kaynağınca bir ilgisizlik işareti olarak yorumlanmaması için üretilen yapay bir ilgi! Şimdi bu basit modeli gerçek durumlara biraz daha yaklaştırabilmek için kimi zorlaştırıcılar eklenebilir. Bunlardan birisi, kişinin beyninde 24 saat işler durumda bulunan ve uykuda dahi çevresinden gelen uyarımlarla güncellenen yorumlama modelinin niteliğini belirleyen en temel unsur, yani düşünme becerisi niteliği’dir.

    Eğer düşünme becerisinin olmazsa olmaz iki parçası olan rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerinde [4] kimi yetersizlikler var ve bu yetersizlikler siyasi, askeri, ticari, sivil vd rütbeler nedeniyle kolay ortaya konulamaz ise, zihinlerdeki modellerin “gerçek durumları temsilden uzak” hale gelmesi kaçınılmazdır. Buraya kadarki mülahazalar, kişilerin zihinsel kurgularının (mindset),  “makûl olduğu varsayılan” fikirleri kabul etmekte  hiç de istekli olmayabileceğini, bu isteğin ancak bir dizi koşulun yerine gelmesine bağlı olacağını gösteriyor.

    Aşağıda, bu koşullardan sadece bir bölümü kabaca görselleştirilmiştir (http://goo.gl/u0WAf8).

    Hemen akla gelebileceklerden 22 öğenin her biri konusunda, %95’lik bir benzerlik içinde olabilecek iki kişinin, sorunları açıklamakta kullandıkları odak iddia’ları arasındaki benzerlik en fazla 0.9522 ~ %30 kadar olabilir ki, bu en yakın iki arkadaşın bile bütün iyi niyetlerine rağmen birbirlerinin yaklaşımlarını pek kavrayamaması demek olur. Doğası itibariyle yüksek karmaşıklık düzeyli toplumsal sorunların anlaşılması ve çözüm geliştirilmesi süreçlerinde uzlaşı kurulmasının güçlüğü bellidir.

    Beyaz Nokta® özelinde yorumlama..

    • Toplumun, paylaşılmış kavram dağarcığında bulunmayan “Sorun Çözme Kabiliyeti” kavramını misyonunun öznesi haline getirmiş olan BN hareketi, bir de bunları “sorgulanamazlık”, “istismara açık alan”, “koz”, “refah-enerji özdeşliği” gibi yine paylaşılmamış kavramlar’la açıklamaya çalıştığında, farklı odak iddia’lara sahip kişilere açıklamakta güçlüklerle karşılaşacağı tabiidir.

    Çareler neler olabilir?

    1. Bir kısmı hemen bir üst cümlede sayılmış bulunan paylaşılmamış kavramları, halen kullanmakta olduğumuz açıklama yöntemlerinden daha etkili yollarla “daha paylaşılır” hale getirmek. Örneğin:

    (a) Bu bağlamda iki örnekten birisi, sözel ve görsel anlatımın, biraz da mizah katarak harmanlandığı anlatım biçimidir[5].  Paylaşılmamış kavramlardan mesela refah-enerji özdeşliği’ni, bu yolla anlatabilecek birkaç dakikalık bir görsel yaptırılıp, etkileri ölçülebilir. Böyle bir görsele TV kanallarının çoğu ilgi gösterebilir.

    (b)Karadeniz TV’de yayımlanan “Çözemeyeni Çözerler” programında [6] bu kavramlar üzerinde bir şekilde durulmuştu. Bu defa, her bir kavram üzerinde, birer forum formatında programlar yapılabilir.

    (c) Gerçek ve çizgi  kişiliklerin birleştirildiği videolar şeklinde birkaç görsel [7] hazırlatmak ise yukardaki seçeneğe göre daha uygun olabilir. Bu görseli hazırlamış bulunan Ali Murat Erkorkmaz bu defa yeni görseller hazırlayabilir.

    (d) Hiç olmazsa önemli kavramlar konusunda bir uzlaşıya sahip olabilmek için E. DeBono’nun “Sözcük Gücü” adlı kitabındaki yöntem uygulanabilir (kitabın birkaç sayfası için bkz. https://bit.ly/3RhWMcC)

    (e) Bir diğer veya tamamlayıcı seçenek, paylaşılmamış kavramları bir dergi formatı içinde ve görsellerle desteklenmiş biçimde yayımlamaktır.

    2. Geçmiş yıllarda zaman zaman yaptığımız ve BN ile ilgili soruları cevaplamaya çalıştığımız bir tam günlük bir Soru Konferansı® [8] düzenlemek. Bu çalışmaya katılımcı olarak çağrılabilecek kişilerin özenle seçilip katılmaları sağlanabilirse, bir yandan bu yazıya konu olan soru’nun cevabı konusunda yaratıcı fikirler elde edilirken, bir yandan da paylaşılmamış kavramlar’a ilişkin sunumlar yapılabilir.

    3. Sözü geçen odak iddia kavramının, paylaşılmamış kavramlar’a göre kişilere sağladığı en önemli avantaj, odak iddia’ların herkesin–bir çeşit ısmarlama elbise gibi- bedenine (yani zihinsel kurgu’suna, mindset’ine) uyması, kişiyi rahat hissettirmesidir. Çünkü her özgün odak iddia, kişiye özeldir ve onun zihnindeki diğer öğelerle az çok uyum içinde iken, paylaşılmamış kavramlar diğer öğelerle uyum içinde değildir; birincisi %100 kendi malı iken diğeri büyük oranda yabancı’dır.

    Odak iddia’lar kişilere birer değer olan “rahatlık” sunarken, paylaşılmamış kavramlar bunu yapamamakta, hatta belki değer kaybettirici birer tehdit olarak görünmektedirler. O halde, paylaşılmamış kavramlar, kişilere en az odak iddialar’ı kadar değer sunacak hale getirilebilmelidir.

    Peki örneğin, refah-enerji özdeşliği gibi, paylaşılmamış, yabancı, rahatsız edici bir kavram acaba nasıl değer sunar, dolayısıyla da paylaşılabilir hale getirilebilir? Acaba; çok basit benzetmeler bularak ve hiç kuşku bırakmayacak kadar net, ama herkesçe kolay izlenebilir (1.1’deki gibi) yollarla göstererek, “anlamak mutluluktur” deyişi uyarınca bir rahatlık, dolayısıyla bir değer olarak mutluluk sunulabilir mi? En azından maddi mutluluk peşinde koşmayan bir kısım insan için bu mümkündür.

    • Bu yolla paylaşılmış kavramlar’a varılırsa, sonra ne olacak? Paylaşılmamış kavramların bir bölümü ve de bir kısım kişi açısından paylaşılmış hale getirilebilirse, bu sonuç kuşkusuz bir başarı olur; ama, bu nihai bir amaç olamayacağına göre, toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinde kayda değer bir gelişmeye yol açılabilir mi?

    Toplumsal sorun çözme kabiliyeti, ayrıntılı bir plan uyarınca geliştirilebilecek bir özellik olmadığına göre, yapılabilecek olan ancak, toplumun kavram dağarcığına, o kabiliyeti geliştirebilecek doğurgan yeni kavramlar/araçlar eklemeye çalışmak ve gerisini zamanın tedavi ediciliğine bırakmaktan ibarettir.

    • Şimdi nereden başlanabilir?

    Bu notta açıklanmasına çalışılanlar paylaşılıp zenginleştirilemedikçe, olumlu bir süreci başlatmak güç görünüyor. O halde, çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir Soru Konferansı®, sürecin ilk adımı olabilir (mi?)

    27 Nisan 2013

     


    [2] Ezbere Dayalı Eğitim’in yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bkz. https://tinaztitiz.com/ezberin-turevleri/
    [3] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki Öğrenme Bildirgesi’ni 2008 tarihinden bu yana 482 kişi imzalamıştır. Bu arada ilgili STK’nın web sitesinin aylık ziyaretçi sayısının 30,000 civarında olduğuna işaret edilmelidir.
    [4] Doğru  düşünme becerisinin rasyonel ve kritik düşünme bileşenleri için bkz. http://bit.ly/15TH2Qk, sayfa 3, madde 3
    [7] Ezbersiz Eğitimin tanıtımı amacıyla hazırlanmış böylesi bir video klip için bkz. https://youtu.be/kyFmdpT-cvU?si=DOqOWzgKaot3WIA_
    [8] Soru Konferansı yönteminin açıklamaları için bkz. (https://tinaztitiz.com/sorukonferansi/)
  • Ortak Akıl için yap ve yapmalar..

    Dikkat çukur var, adımlarınıza dikkat!

    Son yılların en çok kullanılan deyimlerinden Ortak Akıl, her sık kullanılan terim gibi, “anlam derinliğini kaybetme” riski taşıyor. Kavramları tanımlamadan kullanma yaygın alışkanlığı bu riskin önemli bir nedeni.

    Bir akıl, bir diğer kişinin aklı ile nasıl ortaklaştırılabilir?

    İki kişi arasındaki bu ortaklaştırma sürecinin işleyişi tam açıklığa kavuşursa, çok sayıda kişi arasındaki akıl ortaklaşım süreci de gerçekleşebilir.

    Bu amaçla bir dizi yap ve yapma üretilebilir. Şöyle:

    • Ortak Akıl (OA) kişilerin tek tek fikirlerini ifade etmeleri değildir.
    • OA’ın eğer sadece tek vazgeçilmez koşulu varsa o da “yargıların askıya alınması” (deferred judgement) yoluyla, “etkileşim” (interaction) için uygun bir ortam yaratılmasıdır.
    • Buna göre, bir grup insan (örn. bir yönetim kurulu, bir gönüllü grubu, banka soymayı planlayan çete ya da egzersiz için beyin fırtınası yapmak isteyen bir grup), tek tek fikirlerini söyleseler bir etkinlikte bulunmuş olurlar; fakat bu bir OA oluşturmaz.
    • OA çalışmalarına katılacakların “değer iletişimi” kavramını iyice özümsemiş olmaları , ifade ettikleri her bir sözcüğe, “etkileşim içinde olduğu kişilerin işlerine yarayacak” bir değer yüklemeleri gerekir.
    • “Değer” yüklenmemiş sözcükler, sosyalleşme sağlayabilir, sevgi-saygı bağlarını güçlendirebilir, boşanmaları azaltıp kilo vermeye yarayabilir, rekâketi önleyebilir ve daha onlarca yarar sağlayabilir, ama OA üretimine hiç katkısı olmaz; ayrıca OA üretmek üzere bir araya gelenlerin zamanlarını öldürür.
    • OA üretme süreci, mutlaka doğru soru  usullerine göre sorulmuş bir veya birkaç soru çevresinde şekillendirilmeli ve yönetilmelidir. Bu süreçte:
      • Yaşam hikayesini anlatmak isteyen olabilir,
      • Kimseye dökemediği veya herkese döktüğü dertlerini bir de OA toplantısına dökmek isteyen olabilir,
      • Sempati ve antipatilerini dile getirmek isteyen olabilir,
      • Bilgi düzeyini göstermek isteyen olabilir ve
      • Sürece katkıda bulunmak isteyenler de araya karışmış olabilir.

      Sürecin yaratıcılığını ve verimini olumsuz etkileyebilecek bu tür girişimlere fırsat verilmemelidir.

    • OA bir soft teknolojidir. Tüm teknolojilerde olduğu gibi, koşullarının dışına çıkıldığında istenilen çıktıları üretemez.
    • Bilgisayarlar için söylenmiş bir söz, (bilgisayar = ortak akıl) dönüşümü yapılarak aynen kullanılabilir: “Zamanı verimsiz kullanmanın çeşitli yolları bulunabilir; bilgisayar kullanmak şart değildir!”

    12 Ocak 2013

  • Sorunlarımız ve Dil Kullanımı

    Bir TV haberi..

    Konuyu daha kolay irdeleyebilmek için önce bir haber.. 16 Ocak 2001 05.33’de Marmara Denizi’nde meydana gelen deprem ile ilgili NTV haberi:

    «Bu sabah 5.33 civarında, Marmara Denizinde Kartal açıklarında 4.2 şiddetinde bir deprem olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Profesör Doktor Ahmet Mete Işıkara’dan alınan bilgiye göre, halkımızın herhangi bir galeyana kapılmasına gerek olmayıp dikkatli olması önerilmektedir….»

    Bu haberle eşzamanlı olarak bazı diğer radyo ve TV’ler de benzer cümlelerle aynı haberi geçtiler. Dolayısıyla, verilen örnek yalnız bir istasyonla ilgili olmayıp geneldir.

    Haberdeki, “5.33 civarında”, “depremin şiddeti” ve “galeyana gerek olmaması” ifadelerinin doğrularının, “5.33te ya da 5.30 civarında”, “depremin büyüklüğü” ve “telaş edilmemesi” olduğu ise bu yazının amaçları açısından ikincil önemdedir.

    20 milyon civarında insanın yaşadığı Marmara bölgesinde meydana gelen ve geçmişi nedeniyle bütün bu insanları –ve yakınlarını- birinci derecede ilgilendiren bu önemli olayda merak edilen iki konu, (1) depremin merkez üssü, (2) öncü deprem özellikleri gösterip göstermediği idi. Yukarıya alınan haberdeki laf kalabalığı –rasathanenin bağlı bulunduğu yerler, haber kaynağının tam akademik ünvanlanları ve göbek adı dahil tüm adları, telaşa mahal olmadığı, dikkatli olunması gerektiği– içinde bunlardan sadece ilkine cevap  verilmekte, buna karşılık kimseyi ilgilendirmeyen, hatta ayrıntı bile sayılamayacak bilgiler –o da şiddet gibi yanlış olarak- doldurulmaktadır.

    Bu, rastgele seçilmiş bir haber olmakla birlikte, yayıncılık anlayışı, dili, ciddiyeti gibi açılardan ülkemiz düzeyinin çizgi üstü kuruluşlarından birisi aracılığıyla verildiği için, değinilecek problem açısından genelleştirilebilir niteliktedir.

    Bu giriş kullanılarak değinilmek istenilen konu, “dilimizin bir ifade aracı olarak kullanılamayışı ve bu nedenle de bir sorun çözme aracı olmak bir yana, sorun üretimine yol açtığı”dır.

    Her araç işlevlerini, belirli maddeleri değişime uğratarak yapar. Dil de bir ifade ve dolayısıyla sorun çözme aracıdır ve değişime uğrattığı şey de “bilgi”dir.

    Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk bile, dil aracını –biraz komik biçimde de olsa- kullanarak örneğin “baba attâ ditti” derken, “babanın bir süre önce orada olduğu” bilgisini değişikliğe uğratmakta, bir bilgi katma değeri üretmektedir.

    Bebenin dili ne denli etkili kullandığı, söylediklerinin hiçbirisinin gereksiz olmayıp 3 sözcükle en yüksek katma değeri üretebildiği; buna karşılık örnekteki deprem haberinin ise bilgi katma değeri açısından ne denli zayıf olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Özellikle de dilimizi sonradan öğrenmiş yabancıların –kuşkusuz her yabancı toplum için değil- Türkçeyi ne denli etkili kullanabildiklerine dikkat edilirse, becerinin bizim bebeklerimize ait olmadığı, söz konusu beceriksizliğin erişkinlerimizin bir sorunu olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

    İlk soru: Bu önemli midir, ya da ne kadar?

    Bu noktada sorulması gereken soru, erişkinlerimizin –ve doğal olarak bebekliğini koruyamayan çocuk ve gençlerimizin- bilgi katma değeri üretmedeki bu yetersizliklerinin ne denli önemsenmesi gerektiğidir. Acaba bu bir belâgat eksiği olarak mı kalır, yoksa mal ve hizmet ürünlerimizin rekabet güçlerini azaltacak, hattâ toplumumuzun varlığını sürdürmedeki şansını azaltmaya kadar gidebilecek ölümcül bir tehdide mi dönüşür?

    Bu sorunun yanıtı, bugünün acımasız rekabet düzeninde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmaz koşulunda gizlidir: Bu koşul, bir toplumun –ve tabii ki bireylerinin- ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içindeki bilgi katma değerinin, yarıştığı toplumlara göre makûl düzeyde –mümkünse daha yüksek- olmasıdır. Bu yarışımı acımasız yapan ise, dünyanın herhangi bir yerindeki bir topluluğun, hiç kimseden izin almadan, hiç kimseye haber vermeden daha yüksek bilgi katma değeri üretebilmesi olasılığıdır. Bu durumda, belirli bir refah düzeyini sürdürmekte olan bir toplum ne olduğunu bile anlamadan onu kaybetmekte, işsizliğe, açlığa mahkûm olabilmektedir.

    1900’lerin başından bu yana, ürünlerin içine gömülü bulunan insan, malzeme, makine, para, yönetim ve pazarlama[1] öğeleri daima “bilgi çekirdeği” denilebilecek bir ana öğenin çevresine dizimişliklerini korumuşlardır. Ama bir farkla: bilgi çekirdeği giderek büyümüş, diğer 6 öğe göreceli önemlerini giderek kaybetmiştir.

    Günümüzün rekabet gücü ise artık bilgi çekirdeği ne denli büyük mal veya hizmet üretildiği ile değil, bu çekirdeğe ne ölçüde katma değer eklenebildiği ile ölçülmektedir. İşte bu nedenle, son derece yüksek teknoloji ürünlerini üreten –Çin gibi- ülkeler bilgi çekirdeğine katma değer ekleyemezken[2], örneğin tarım ürünü üreten bir toplum ise –İsrail gibi- tarım ürünlerine daha büyük bilgi katma değeri ekleyebildiği için daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilmektedir. Büyütmek için: http://bit.ly/Wxk2gI

    Benzer örnek Türkiye için de verilebilir. F-16 uçakları gibi son derece gelişkin teknoloji ürünlerini bilgi katma değeri eklemeden üreten Türkiye ile, çok daha basit mal (ve hizmetlere[3]) sürekli olarak bilgi katma değeri ekleyebilen Singapur’un rekabet güçleri mukayese edilebilecek gibi değildir[4].

    Bu kısa irdelemeden görülebileceği gibi artık günümüzün kritik sorunu, her ne üretiliyorsa onun içine ne ölçüde bilgi katılabildiğidir. Bilgi katma değeri üretemeyenler işlerin yükünü, kirliliğini, riskini taşımakta; katma değer üretebilenler ise net yararlar elde etmektedir.

    Bu basit yargı, bilgiye erişme, bilgi üretme, bilgi işleme, bilgi depoloma gibi açılardan son derece önemli bir stratejik yol göstericiyi ortaya koymaktadır: Artık herhangi bir bilginin üretimi değil, rakiplerinizin ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içine gömdükleri bilginin üzerine eklenebilecek bilgilerin üretilmesi, işlenmesi, depolonması, dağıtılması önem taşımaktadır.

    Birer ansiklopedi gibi içine bilgi doldurulmuş, belirli testleri bir makine hızında yanıtlayabilen çocuk ve gençler bu anlamda bir değer taşımamakta, bu tür insanların yetiştirilmesi için harcanan bütçeler ne denli artırılırsa artırılsın toplumların rekabet güçlerine, dolayısıyla da refah düzeylerine etki yapamamaktadırlar. Türkiye’de milli eğitime ayrılan bütçe paylarının düşüklüğünün, eğitimdeki geri kalmışlığın  başlıca  nedeni olarak sürekli gösterilmesinin doğru bir tanı olmadığı görülmektedir.

    Bu noktada ikinci soru gündeme gelmektedir.

    Bilgi Katma Değeri nasıl üretilir?

    Bilgi üretimi ile bilgi katma değeri üretimi ilk anda eşdeğer süreçler gibi görünebilir. Bilgi herhangi bir alanda herhangi bir hızda üretilebilir,  dağıtılabilir, işlenebilir.

    Herhangi bir durumdaki olasılıkları yarıya inderen bilgi, 1-bit’lik olarak ölçülendirilir.

    Bu tanıma göre, filanca mankenin aşk yaşamı, üzerinde bilgi üretilebilecek bir alandır. Birileriyle çıkma kombinasyonları neredeyse sonsuz sayıda olan bir hatunun örneğin fişmanca işadamı ile basılması, enformatik açısından tam bir bilgidir. Böylece üretilen bilgi medya aracılığı ile yayılır ve kamuoyu bu bilgileri işler. Üretilen, yayılan ve işlenen bu bilgilere katma değer yapabilmek için söz konusu kişinin ortaya çıkmamış bir ilişkisi ya da bilinen ilişkilerinin ortaya çıkmamış bir yönü hakkında üretim yapılmalıdır. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi bilgi üretmek nisbeten kolay, bilgi katma değeri üretebilmek ise daha güçtür.

    Fakat ne varki, bu durumda ne üretilen bilgi, ne de katma değeri toplumun refahını artırabilecek bir rekabet gücü artışına yol açamaz.

    Rekabet gücünde bir artışa, ancak rakiplerimizin üretip mal ve hizmet ürünleri içine yerleştirdikleri bilgilerde bir katma değer üretimi yapabilmemiz yol açabilir. Bir başka deyimle, hangi bilginin üretileceğine kendimiz değil, belki de hiç tanımadığımız rakipler karar vermekte, çıtayı onlar –ve de acımasızca- yukarılara yerleştirmektedirler.

    Şimdi soru tekrar sorulmalıdır: Ürettikleri mal ve hizmet ürünleri yoluyla bizim refah düzeyimizi belirleyen –hatta kontrol edebilen- rakiplerimizin üretmekte oldukları bilgi ve/ya bilgi katma değerlerine yeni katma değerler nasıl ekleyebiliriz?

    Bunun basit bir formülü yoktur. Ancak bir dizi koşul yerine getirilirse katma değer üretimi mümkün olabilir şöyle ki;

    (1)        “Bilgi” ve “bilgi katma değeri” kavramları hakkında zihinsel netliğe kavuşmak,

    (2)        Herhangi bir mal/hizmet ürünü üretmeye yaramayan, çocuk ve gençleri ayaklı ansiklopediler haline getirmeyi amaçlamış bilgi edindirme’nin yararsızlığını –ve zararlarını- farketmek,

    (3)        Mevcut bir ürüne katma değer ekleyebilme yolunun, o ürünün tasarımına, üretimine, bakım ve onarımına ya da kullanımına ilişkin tüm koşullandırıcı etkilerden kurtulmak olduğunun farkına varmak ve bunu sağlamak için ise;

    • “Zihinsel zincirler” denilebilecek ve tam özgür düşünebilmeyi engelleyen etkilerin farkına varmak, varılmasına yardımcı olmak,
    • Hiçbir doğrunun mutlak olamayacağını, tüm doğruların göreceli olduğunu farketmek,
    • Bu zihinsel özgürlüğü kısıtlama sonucu doğurabilecek her etkileyişin insan zihnine karşı işlenebilecek en önemli günah olduğunun bilincine varmak, vardırmak,

    (4)        İnsanın doğuştan var olan ve sonradan aile-okul-toplum üçlüsünce zayıflatılan –çoğu zaman da yokedilen- merakın, Tanrının en büyük nimeti olduğunu, merak sahibi bir insanın en güçlü yaşam destek aracına sahip olduğunun farkına varmak, özellikle çocukların merakını uyanık tutmak,

    (5)         “Ben zaten……” katil cümlesinden uzak durmak.

    Bunlar bilgi katma değeri üretmenin ön–koşullarıdır.

    Şimdi son soru sorulabilir: Merakı uyarılmış, zihinsel zincirlerinin farkına varıp onlardan kurtulma çabası gösteren, mutlak doğrulardan ve “ben zaten”lerden kurtulmuş bir kişi, hangi araçla bilgi katma değeri üretebilir?

    Bu araç (dil)dir, ya da (dilin kullanımı).

    Dilin bir katma değer üretimi “değer iletişimi[5]” adı verilen bir kavramla ilgilidir.

    Değer İletişimi!

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001


    [1] 6M = Man, Material, Machine, Money, Management, Marketing

    [2]  Fason olarak üretilebilen ürünler ve böylece elde edilebilen sınırlı gelir kastediliyor.

    [3]  Singapur Hava Yolları’nın defalarca “yılın en iyi hava yolu” seçilmesi bir rastlantı değildir.

    [4]  IMD, World Competitiveness Yearbook, 1998, verilerine göre rekabet gücü açısından Singapur 1nci, Türkiye 40ncı sıradadır.

    [5] Value communication

  • Çözümler sorulardadır!

    Bir toplantı dizisi

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı [1],  ilginç bir toplantılar programı başlattı. “Beyaz Nokta Soruları” adlı bu toplantılar, şimdilik her ay Ankara ve İstanbul’da yapılacak. 28 Mart’ta Ankara’da ilki yapılan toplantının ikincisi 11 Nisan’da İstanbul’da düzenleniyor. Yakında İzmir’de üçüncüsünün düzenleneceği planlanıyor.

    Enerjimiz nereye gidiyor?

    Bu toplantıların özü şu varsayıma dayanıyor: Türkiye, iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için çaba harcıyor; bu nedenle de giderek ağırlaşan sorun stokunun altında eziliyor.

    Sorun çözerek gelişebilecek olan sorun çözme kabiliyeti ise bu nedenle gelişemiyor, bu bir olumsuz sarmal biçiminde Türkiye’yi sıkıyor ve sıkıyor. Sorunlarını iyi tanımlayabilen toplumlar ise onları çözdükçe sorun çözme kabiliyetleri giderek gelişiyor.

    İyi tanımlanmış sorun, hakkında “yol açıcı” sorular üretilebilmiş sorunlardır

    Bu cümleden hemen anlaşılabileceği gibi iki tür sorudan birisi “yol açıcı” ya da doğurgan, diğeri ise “kısır” sorulardır.

    Tanım olarak “kısır” sorular, birçok soru’nun bir araya getirilip paketlenmiş halidir ve paket içindeki her bir soru’nun ayrı cevapları olabileceği için de çözüm yolu göstermez, aksine akıl karıştırır.

    Cumhurbaşkanı kim olmalı?”, “başmüzakereci kim olmalı?”, “AB’ye nasıl gireriz?”, “trafik terörü nasıl önlenir?” gibisinden onlarca soru birer pakettir ve sadece akıl karıştırmaya yararlar.

    İlk toplantı konusu: Eğitim sorunları!

    Ele alınan sorun, hemen herkesin yakından ilgilendiği “eğitim sorunları” idi. Eğitimciler, bürokratlar, STK mensupları, dergi yazarları gibi kişilerden oluşan 18 katılımcıya yöneltilen istek şöyleydi: “Eğitim sorunları” ya da “eğitim çıkmazı” olarak ifade edilegelen sorunun çözümüne yol gösterebilecek en iyi 5 soruyu bulmak üzere, yaklaşık 10’ar sözcüklük sorular üretiniz.

    131 adet soru

    Katılımcılar, bir beyin fırtınası oturumunda bu isteğe karşı 131 soru ürettiler. Kendilerinden -hiçbir sınırlama olmaksızın-, “eğitim sorunları” denilen sorunlar yumağının iyi tanımlanabilmesine yarayabilecek akıllarına gelebilecek her türlü soruyu sormaları istenmişti.

    Soruların bir bölümü hemen akla gelebilecek klasik sorulardı. Örneğin:

    • Sistem, soru sormayan bir toplum mu ortaya çıkarıyor?
    • Okullar nasıl öğrenci dostu haline getirilir?
    • Sanat öğretilmeli mi sevdirilmeli mi?
    • Ailenin eğitimdeki yeri nedir? gibi.

    Bir bölümü ise sarsıcıydı:

    • Merak nasıl yok edilir?
    • İnançlar soru sormayı engelliyor mu?
    • Okul kantinlerini zorba paragözlerin elinden nasıl kurtarırız?
    • Öğrenmede öğreticiye duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
    • Bilmemiz istenenler gerçekten bilmemiz gerekenler midir?
    • Niçin hep yabancı akreditasyon sistemleri var?
    • M.E.B.’nın adı ne zaman Milli Öğrenme Bakanlığı olacak?

    gibi.

    İki aşamalı süzme

    Bu soruları, içlerindeki yol açıcı soru motiflerini kaybetmeden 5’e indirmek için ilk aşamada 5 ayrı grup tarafından 5’er soruya süzülmesi (seçerek ve/ya birleştirerek) istendi. Sonra da, 5 grubun sözcüleri bir uzlaşma pazarlığı ile 5×5=25 sorudan nihai 5 soru üzerinde karar kıldılar.

    Aşağıdaki tabloda grup soruları ve nihai uzlaşı görülüyor:

    Soru 1

    Grup 1. Merak, ilgi ve yaratıcılığı köreltmemek ve geliştirmek için ne yapabiliriz?

    Grup 2. Bilim, sanat, yenilikçi ve yaratıcı düşünce eğitim sürecinde nasıl geliştirilir?

    Grup 3. Eğitimin amacı ve eğitimde devletin, okulun, öğrenci ve velinin rolleri ortak akılla nasıl belirlenir?

    Grup 4. Eğitimin amaçları neler olmalı?

    Grup 5. Bilgi dogmaların barajını nasıl aşacak?

    Soru 2

    Grup 1. Öğreticiyi öğrenme danışmanına nasıl dönüştürebiliriz?

    Grup 2. Eğitimin yaşam boyu devam etmesi gerektiği düşünüldüğünde, eğitimden kim, hangi ölçüde sorumlu olmalıdır?

    Grup 3. Eğitim, soru soran, merakı ve yaratıcılığı geliştiren şekilde nasıl gerçekleştirilir?

    Grup 4. Merak nasıl geliştirilir?

    Grup 5. Çocukların çok yönlü (Bilim, sanat sosyal) yaratıcılıklarını söndürmeyen “Eğitim Sistemini” nasıl şekillendirebiliriz?

    Soru 3

    Grup 1. Bilgiyi toplumda yükselen bir değer yapmak için ne yapmalı?

    Grup 2. Ülkemizde, eğitimin tüm kademelerinde niceliğe neden nitelikten/ kaliteden daha fazla önem veriliyor?

    Grup 3. Eğitimde bilim, teknoloji ve maddi kaynaklar etkili bir araç olarak nasıl kullanılmalı?

    Grup 4. Kişi eksik ve yanlış anlamasını nasıl azaltabilir?

    Grup 5. ‘Eğitim’deki her türlü (cinsiyet, bölgesel, etnik köken, inanç, bedensel engel,ekonomik) ayrımcılığı nasıl yok edebiliriz?

    Soru 4

    Grup 1. Eğitimde kalite nasıl tanımlanmalı ve nasıl akredite edilmeli?

    Grup 2. Kadın eğitimindeki engeller nelerdir? Nasıl kaldırılabilir?

    Grup 3. Eğitim yoluyla toplumda bilim kültürü nasıl yaygınlaştırılır?

    Grup 4. Bilgiyi kullanabilmeyi nasıl öğreniriz?

    Grup 5. Yaşayan Öğrenme”Duvarsız okul” (müzeler,fabrikalar,toprak,hayvanlar) yöntemlerini nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 5

    Grup 1. Yaşama dayalı ve yaşam boyu öğrenme bilinci nasıl kazandırabilir?

    Grup 2. Eğitimde; demokrasi, insan haklarına saygı hoşgörü vb. değerleri benimsemiş bireyler nasıl yetiştirilir?

    Grup 3. Öğrenmeyi hayatın bir parçası haline nasıl getirebiliriz?

    Grup 4. Öğrenmede başkasına duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?

    Grup 5. Eğitimin amacı toplumun maddiyata, statüye, başarıya odaklı değerlerine mi hizmet etmeli?

    Genel uzlaşıyla belirlenen 5 soru

    Sou 1: Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 2: Eğitimin amacı ne?

    Soru 3: “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?

    Soru 4: Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?

    Soru 5: Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?

    Bu beş soruya dikkat ediniz!

    Soruların numaralanması rastgeledir, önemleriyle ilgili değildir. Fakat her biri, eğitim sorunlarına çözmek bir yana toplum sorunlarını çözmek isteyenlere net birer yol göstericidir.

    Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?” sorusunun -herhangi bir platformda- sorulduğunu bugüne kadar ben duymadım. Ya da “yaratıcılığı nasıl yok ettiğimizi“, “eğitimi bırakıp öğrenmeye nasıl geçeceğimizi“, “eğitimi niye yaptığımızı” soran bir soruyu duyan var mıdır?

    Aksine, Türkiye, bunların cevaplarını bildiğini, ama bir türlü bu yanıtları benimsetip öğretemediğinden yakınanlarla doludur.

    Bu sorular, eğitimin kendi uzmanlığı olduğunu savunanların oturup derin derin kendilerini, rollerini, uzmanlıklarını düşünmelerini gerektiriyor.

    O zaman bir soru gündeme geliyor!

    Sayısı bilinmeyen kurullar, şuralar vs neyi sorgular, hangi soruların yanıtlarını ararlar? 18 kişi 2 saat çalışıp bu denli sarsıcı -ve gerçekten yol gösterici- sorular üretebiliyorsa, kurullar ve şuralar kim tarafından belirlenen soruların yanıtlarını arıyorlar? Ya da soruların mı yanıtlarını arıyorlar yoksa tanımlanmamış sorunlara çözüm mü arıyorlar?

    3 Nisan 2007

  • Dilimizdeki virüsler..

    Virüsler insan vücudu için ne ise, dil virüsleri de bir dil için odur. Virüsler organizmanın doğal davranışlarını nasıl bozup, çoğu da anlaşılmaz hastalıklara yol açıyorlarsa, dildeki virüsler de aynı şekilde dilin işlevlerini bozup, nereden kaynaklandığı belli olmayan “toplumsal hastalıklar”ın doğmasına yol açarlar.

    Dil virüsleri, çeşitli sözcükler ya da bunlardan oluşan deyimler biçimindedir.

    Biyolojik virüslerle karşılaştırıldığında işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, dil virüslerini oluşturan sözcük ya da deyimlerin kendi başlarına herhangi bir zararlı etkileri olmayışı, zararlı etkilerin, bunların kullanım yerleri ve sıklıklarından doğmasındandır.

    Bir dilde düşünce üretilebilmesi, çeşitli veri (bulgu) ve yargıların bir mantık zinciri içinde birbirine bağlanmasıyla mümkündür. Bu zincirin arasına girebilecek bir “virüs”, tüm düşünce sürecini bozacaktır.

    Dili, dolayısıyla düşünce üretim becerisi ve bunun bir sonucu olarak da sosyal ve ekonomik durumu gelişmiş toplumlarda, dil virüslerinin bu tür düşünce süreçleri içine girmesi geleneksel olarak önlenmiştir. Bu konuda bir yasal engel yoksa da, çoğunluk ve özellikle de toplumun düşünce önderleri bu tür virüsleri düşünce zincirlerine sokmayarak, sokmaya çalışanları uyarıp caydırarak, buna karşın hala israr edenleri de bir biçimde etkinler sınıfının dışına çıkararak bir toplumsal norm yaratmışlardır.

    Türkçe dili’ne yerleşmiş bulunan virüslerin toplumumuzda bu denli yaygınlaşmış olmasının bir nedeni, bunların, en sağlam ve dolayısıyla da en çürütülemez görünen mantık yargılarını dahi bozabilme güçleridir.

    Birkaç örnek..

    Haklısın ama”, “olsun, yine de”, “bana ne”, “sana ne” , “iyi ama bunlar uzun vadeli”, bu virüslerden birkaç tanesidir.

    Bir mantık yargısının doğruluğunu kabul edip, sonra da “olsun, yine de ben dediğimde israr ediyorum” dendiğinde buna karşı koyabilecek bir ikna gücü düşünülebilir mi? “Kırmızı ışıkta geçmemeliydiniz!” denildiğinde, “sana ne” diyen sürücüye; “memur bey, filanca araç kırmızı da geçti” denildiğinde “bana ne” diyen trafik polisine karşı ileri sürülebilecek başkaca bir mantıksal argüman var mıdır?

    Bir dilin içine yalnız bu kalıbın girmesi dahi, bu ana dilini konuşanların düşünce biçimlerini bütünüyle değiştirecek, kısa bir süre içinde mantık yargıları yoluyla anlaşamayan bir toplum ortaya çıkacaktır.

    Mantık yargılarıyla anlaşma yolu kapandığında geriye kalan, kaba kuvvet, dayatma, haksız çıkar alış-verişi gibi yollar ya da “benim içim sana kaynadı, dediğin gibi olsun” gibisinden ilkel yaklaşımlardır.

    Ekonomik ve sosyal kalkınma programları, dildeki bu tür virüsleri temizleme ve sonra da, düşünce üretimine engel olan diğer sorunlardan (kökü bilinmeyen yabancı sözcükler, tanımsız kavramlar gibi) arındırılmasına dayandırılmalıdır.

    Bu virüsler dilimize nasıl yerleşti?

    Bunların hangi kanallardan girdiği bilinmedikçe bu hastalığın tedavisi kalıcı olmayacak, temizlense dahi yine üreyebileceklerdir.

    Tarihi köklerin incelenmesini bilim adamlarına bırakmak gerekir. Ama, elli yıldır ülkemize kalkınma reçeteleri sunan yabancı uzmanların bu hastalığı görmemiş olmaları olasılığı yoktur. Çünkü kendi gelişmişliklerinin temeli dilleridir. Bugüne kadar hiç bir uzmanın gelip de “siz önce bir dilinize bakın, köklerini bilmediğiniz sözcüklerle soyut düşünceler üretemezsiniz. Soyut düşünce üretimi ise gelişmenin ön koşuludur. Ayrıca, mantık zincirlerini koparan dil virüsleriniz var, onları temizlemelisiniz” dememiştir.

    Toplumların geleneksel gelişme modeli, kazan-kaybet denilen ilkeye dayalıdır. Bir toplumun gelişebilmesi, başkalarının gelişememesine, geri kalmasına bağlıdır.

    Çağımızda yeni yeni serpilmeye başlanan ilke ise kazan-kazan’dır. Buna göre, ortada kazanması gereken bir taraf varsa mutlaka bir kaybeden olması gerekmez, tarafların hepsi kazanabilir. Hatta, eğer taraflardan birisi kaybediyorsa, bir vade sonunda, kazandı zannedilen de kaybedecektir. Dolayısıyla gerçek kazanç, taraflardan hepsinin kazandığı halde olabilir.

    Dilimizdeki bu yetersizlikleri keşfedip düzeltmesi gereken, başkaları değil biziz. Bunu farketmelerine rağmen bizi uyandırmayan, hatta uyandırmak bir yana yeni virüsler enjekte edenler değil, bunca yetiştirdiği öğrenimli insanına rağmen uyanmayan bizler incelenmeli, hangi nedenlerin nasıl olup da bu konunun önemini anlamayışımıza yol açtığı ve de hala anlamadığımız ortaya çıkarılmaya çalışılmalıdır.

    Çarşamba, 26 Temmuz 1995

  • Adlandırma..

    Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..

    “Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.

    Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.

    Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.

    Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.

    Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.

    Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.

    Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.

    Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.

    Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.

    Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.

    Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.

    Pazar, 11 Haziran 1995

  • “Gelişkin Türkçe-2”

    Bir mektup..

    Bir öğretmen okurumun mektubu ve ona yanıtımın iyi bir konu olacağını düşündüm; aktarıyorum:

    <<Sayın Titiz,

    Anadilini anlama ve anadiliyle ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar -sınav vb-, öğrenciyi bellemeye, ezbere iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz?

    Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe‘dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır.

    Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz? 6 Eylül’de Özel İzmir Lisesi’nde öğretmenler ve diğer katılımcılarla toplanalım istiyoruz. Siz de katılır mısınız; bu toplantı ileride toplanması istenilen “Dil Kurultayı”nın ilk çağrı toplantısı olabilir mi? Saygılarımla,

    Temel Bektur, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni>>

    ve bir cevap..

    Sayın BEKTUR; Öncelikle, “Türkçe’nin -daha genel olarak anadilinin- önemi nereden gelmektedir?” sorusunun bir söylem olmaktan öte derinlikte anlaşılmasını sağlamalıyız. Benim tanıdıklarım arasında, en küçük dilbilgisi yanlışını anında düzelten, bir sözcüğün Türkçe karşılığı var iken yabancısını kullanana ateş püsküren, ifadeleri düzgün, sanki bir şiir okuyormuşcasına konuşan, ama anadilini bilmeyen inanamayacağınız sayıda kişi var.

    Galiba sorun, bu konunun “dil sorunu” olarak adlandırılmasından; daha da doğrusu, “dilin doğru ve güzel kullanımı” olarak adlandırılmasından doğuyor. Bence sorun katiyen bu değildir. Dilin “doğru” kullanımı ile -herhalde- dilbilgisi kurallarına uygun kullanımı; dilin “güzel” kullanımı ile de sözcüklerin, dil öğelerinin yerli yerinde, tekrar olmaksızın kullanımı kastediliyor.

    Peki, kavram dağarcığının zenginliği; bu kavramların içlerinin dolu oluşu; bir kavramın, tanımı belirsiz başka kavramlarla açıklanmayışı gibi asli unsurlar nereye girecek? Bunlar, dilin “doğru” ve/ya “güzel” kullanımıyla ilgili değildir.

    Dil ile bir düşünce ifade edilirken asıl olan dil değil “düşünce”dir. Bu düşünceler, belirli bir amaca yönelik değilse, peşpeşe sıralanan cümlelere karşı gelen düşünceler arasında anlamlı bir mantık bağlantısı yoksa, “güzel” ve “dilbilgisi” kurallarına uygun konuşup yazmak, hiçbir işe yaramayan bir gözbağcılık değil midir?

    Son yıllarda artan radyo, TV ve basın kanalları nedeniyle dili kötü kullananlara karşı bir eleştiri dalgası oluştu. İyi ki oluştu; çünkü böylece, bu eleştirilerin dilin özüne değil görüntüsüne ilişkin olduğu ortaya çıktı.

    Aslında, ağzını ezip büzen bir TV sunucu ile onun yanlışlarını bulan bir çokbilmiş arasında -dilin gerçek işlevleri açısından- hiçbir fark yoktur. Hatta, sorunu çıplak olarak sergileyen TV sunucusu daha mazurdur ve de bir ölçüde yararlı işlev görmektedir.

    Bugün üzerinde ısrarla durmamız gereken, ürünlerini el (yazı) ve/ya dil (söz) ile dışavurduğumuz düşünce biçimindeki yetersizliklerdir. Dolayısıyla sorunu, “düşünme ve onun dışavurum biçimindeki yetersizlikler” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

    Yüzyıllar boyunca sustuktan sonra konuşma özgürlüğünün tadını çıkaran toplumumuz bunun keyfinin çıkarmaktadır. Evet, toplumumuz konuşmakta, çok konuşmakta; hoş ve boş konuşmaktadır. İnsanlarımızın kafalarının ne kadar karışık olduğunu, günün herhangi bir saatindeki, herhangi bir kanaldaki, herhangi bir konudaki, herhangi bir konuşanı dinleyerek görebiliz.

    Gelişkin Türkçe“, bu şekilde anlaşılmalı, “düşünme ve dışavurma sorunu” olarak birlikte irdelenmelidir. Aksi halde ilerleyen bilgi teknolojileri, çok yakında, “hoş ve boş konuşmaları -ve yazıları- süzebilen akıllı yazılımlar” üretecektir. »

    24 Eylül 2001

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • Egemenlik kimindir ve kim kullanır?

    Son okuduğum bir yazıda cumhuriyet ve demokrasi konusunda şöyle bir tanım vardı: Cumhuriyetle demokrasi ayrı ayrı şeylerdir. Demokratik cumhuriyet çok anlamlı bir kelimedir. Cumhuriyetimiz olabilir; yalnız, bunun demokratik nitelikleri haiz olması lazımdır. O zaman “demokratik cumhuriyet”tir. “Organize işler” fiminde Cem Yılmaz soruyor: “Sizin kafanızda iki soru var: Bir, dayak nedir, iki neden atılır?” Cumhuriyet ve demokrasi konusunda da böyle iki soru sorulursa mesele daha iyi anlaşılır: Egemenlik kimindir ve kim kullanır? 4 Ocak 2007

  • “Söyleme” ve “açıklama”

    Bu iki sözcük dilimizde çoğunlukla birbirinin yerine kullanılıyor. Gerçekte ise bunlar arasındaki ortaklık yalnızca, “açıklama”nın bazen “söyleme” yoluyla yapılabilmesinden ve her ikisinin de öznelerinin aynı kümenin elemanları olmasından ibarettir.

    “Söyleme”, bir ikna zorunluğu bulunmaksızın yapılabilirken, “açıklama”da ise ikna mecburiyeti vardır. Bir davranışın nedeni “söylenebilir” ya da “açıklanabilir”. Bu neden mantıklı ve ikna edici olabileceği gibi saçma ve kabul edilemez de olabilir, ama bu “söyleme” fiilini etkilemez, söz söylenmiş olur.

    Söz konusu davranışın nedeni “açıklanmak” gerektiğinde durum değişir. Karşınızdaki(ler)i ikna edebilecek argümanları bulmak zorunluğu vardır. Bu bir yasal bir zorunluk değildir, ama bir toplumun çağlar boyunca oluşmuş bulunan ortak anlayışları, bir zorunluktan daha güçlü etkilere sahiptir.

    Örneğin bir kişiden, kendine ait olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verdiğinin “açıklama”sı istendiğinde, bunu yukarıda söz konusu edilen ortak anlayışlara uygun biçimde anlatabilirse yaptığı “açıklama”; “keyif benim değil mi size ne yahu!” biçiminde bir şeyler üretirse bunun da adı “söyleme” olacaktır.

    Bir lira’nın zamanla şişmanlayıp nasıl bir milyon lira olabildiği de keza iki şekilde dile getirilebilir: “Hasetlik etmeyin Allah size de verir” biçiminde bir “söyleme” ile geçiştirilebileceği gibi, “bir lirayı, onun nasıl bir milyon olacağını söyleyebilecek birisine verdim, böylece zengin oldum” biçiminde mantıklı bir “açıklama” da yapılabilir.

    Şaka bir yana, “söyleme” fiziki bir eylem, “açıklama” ise akılcılık ağırlıklı bir kavramdır. İşte bu fark, akılcılıktan kaçılması gereken yerlerde zaman doldurmak, bir şey söylemiş olmak için konuşmak, karşısındakileri bıktırarak açıklama istemekten vazgeçirmek amaçlarıyla çok kullanılan bir araçtır.

    Genellikle politikacılar tarafından kullanıldığı sanılabilirse de her meslek mensubu tarafından başarıyla kullanılabildiği -hatta daha iyi kullanıldığı- tecrübeyle sabittir.

    Toplumumuzda bir çok kavramın içinin boş olduğu, bunların içlerinin yerine, zamanına, kullananın amaçlarına göre doldurulabildiği bilinen bir hastalıktır. Ama bunlar içinde öylesine kavramların içleri boştur ki bunların eksiklikleri sorunların çözülemeyişine, çözülmek bir yana daha karmaşık formlara bürünerek karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

    İşte bunlardan birisi “açıklama” kavramıdır. Bunun ne anlama geldiğini tüm yolları kullanarak toplumumuzun bütününe özümsetmek, sonra da “açıklama” yerine bilerek “söyleme” aracını kullananlara karşı tepki göstermelerini sağlamak, kendini aydın sayan herkesin bir numaralı önceliği olmalıdır.

    Yoksa daha gözümüzün içine baka baka çok “açıklamalar” dinletecek uyanıklar göreceğiz demektir!

    Pazar, 11 Aralık 1994