• Yarınlarda meselâ..

    Gelecekte -olmaz ya- dış ve iç odakların elbirliğiyle mesela Cumhuriyet rejimi ve/ya nüfusun çoğunluğunun bağlı olduğu dini inanç ortadan kaldırılıp, yerine o odakların amaçladıkları bir sömürü düzeni getirilmeye kalkışılsa ne olur?

    Böylesi bir melânet tasavvuru karşısında muhtemelen akla gelebilecek caydırıcılar siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi, TSK gibi varlığını “milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar” ve/ya kişiler olacaktır.

    Toplumun en güçlü kurumlarının bunlar değil “toplumsal kavram dağarcığı” olduğunu hatırlayınca, “eğer …. İse … dir” kavramı[1] uyarınca, caydırıcıların şu hale dönüştüğü anlaşılacaktır: Eğer korunması istenilen bir ideolojinin özünü[2] oluşturan çerçeve çizgileri: (a) net olarak belirlenmiş, (b) bu çizgilerin korunmasını üstlenmiş muhafızları (koruyucular)[3] var ise, milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar gerekli caydırıcılığı sağlayacaktır.

    Eğer ortadan kaldırılması tasavvur edilen Cumhuriyet ve/ya din’in özünü oluşturan çerçeve çizgileri belirlenmemiş; ayrıca da bu kurumları koruyacak muhafızlar kuvvettten düşmüş, bilimden uzaklaşmış ve seciyesi (ahlâkı) bozulmuş iseler bu durumda Cumhuriyet ve din konularında ne denli övücü sözler söylense, ne denli “kozsuz meydan okumalar[4] yapılsa yıkımlar önlenemez. Ölen bir bedenin çevresinde (hatta hemen içinde) hazır bekleyen bakterilerin derhal harekete geçip bedeni asli unsurlarına (toprak) dönüştürmesine benzer biçimde hangi kurum olursa olsun yokluğa dönüşecektir.

    (Eğer ..ise.. dir) koşullu yargı’sına konu olan çerçeve çizgileri bağlamında şu iki soru akla gelecektir: 

    (1) Çerçeve çizgilerinin belirlenmesi ifadesiyle kast edilen nedir? 

    İdeolojinin özünü ayrıntılardan ayıracak 3 soru çerçeveyi belirler: Soru 1. İdeolojinin (Cumhuriyet ve/ya din) temel varlık nedeni, yani misyonu. Soru 2. O ideoloji yoluyla nereye (hangi ülküye, vizyona) erişilmek istendiği. Soru 3. Bu vizyon yönünde ilerlerken hangi kurallara (öz-değerler) sadık kalınmak zorunda olunduğu.

    (2) Çizgilerin korunmasını sağlayacak muhafızlar kimlerdir?

    İdeolojiler süngere benzetilebilir. Çerçeve çizgilerinin korunmasına hiçbir yararı olmadığı gibi, tam aksine “koruyacakmış” duygusu ve yersiz bir güven yaratarak zarar da veren boş söylemleri, kof övünmeleri, kozsuz meydan okumaları[4] emerek sünger gibi şişer. İdeolojilere en çok zararı veren de bu şişirilmiş kofluk, korunmasızlık olup, bu aldatıcı şişkinliğe bir yandan da “yanlış yarıştırma” ya da “o da bir şey mi etkisi[5] denilebilecek etki eklenir.

    Ben ….. ideolojisinin muhafızlarından biriyim” diyecek çok sayıda kişi ve kurumu duyar gibiyim. Onlara şu iki soruyu sormak isterim: Tam (spesifik olarak)[6] hangi çerçeve çizgilerini koruyorsunuz? Ve Koruma görevini ne pahasına (hangi kozlar ile) yapıyorsunuz?

    Bu iki soru aynı zamanda gerçekten arayış içinde olanları ya da en azından o yola girmeyi içtenlikli arzu edenleri ayırt etmek için işe yarayabilecek bir zihin aracıdır.

    28 Eylül 2024 – Alanya

    [1] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 30

    [2] https://tinaztitiz.com/oz-anlasilmadan-icerik-anlasilamaz/  

    [3]Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister”. M.K.Atatürk, 1933 Öğretmenler Kongresi konuşmasında söylenmiştir. 

    [4] https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma 

    [5] https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/ 

    [6] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 180

  • Şiddet bir dildir

    İlk insanlar arasında dilin nasıl ortaya çıktığı konusunda iki büyük iddia var ve halen de kıyasıya sürüyor: N.Chomsky ve taraftarları, bir mutasyon sonunda birdenbire ortaya çıktığını savunurken, geri kalan ve kendi içlerinde de bölünmüş dilciler evrimleşerek zaman içinde ortaya çıktığını iddia ediyorlar.

    Bunlardan hangisinin ne kadar doğru olduğu bir yana, esas merak çeken taraf, ister birdenbire ister evrim olsun onlardan da önce varoluşunun ilk anlarından itibaren arzularını gerçekleştirmek (meselâ beslenmek, karşı cinsten birini seçip üremek vb amaçlar) için insanların nasıl iletişim kurduklarıydı.

    Stanley Kubrick’in 1968 yapımı Space Odyssey (Uzay Serüveni) filminde[1] bu sorunun cevabına ışık tutan ipuçları var. Her ne kadar mizah da olsa Taş Devri’ni konu alan gülmecelerde bu eş seçme sorununun çözümünü ilk keşfeden kişilere ait yöntemi de herkes hatırlar.

    Nüfus artıp kıtalan kaynaklar için rekabet kızıştıkça bu basit şiddet dilinin  incelmeye başlayıp -özünü kaybetmeden-içine daha çok akıl katıldığını tahmin etmek güç değil. Ancak buradaki “incelmek” deyimi yanlış anlaşılıp, daha az zarar verici sanılmamalı. Aynen yüksek voltajlı kabloları saran yalıtkan kılıfın amacının, içindeki özün şiddeti azaltmak olmayıp, sadece hedefe yönelik kullanımını garanti ederek çevredekilerin elbirliği ile müdahale olasılığını azaltmak gibi.

    Basit şiddet böylece giderek daha çok akılla kaplanarak retorik (belâgat) halini aldı. Bu süreç boyunca bir yandan da çeşitlenen sosyal ilişkiler, kişilerin çeşitli haller için çeşitli akıl kılıfları içine saklanmış şiddet özlü diller geliştirmelerine yol açtı. Akıl kılıflarının üst katmanlarına uygulanan boyalar -aynen tırnaklara uygulanan ojelerin tırnağın yaralama gücünü azaltmayışı gibi- şiddetin kanıksanmasına yol açtı. Artık şiddet sadece üzerindeki kılıfların genel kabul görmüşlüğü ile değerlendirmeye başlandı.

    Manikür ustaları -hattâ sanatçıları- gibi kişiler, etkisi zaman içinde -düşünerek- anlaşılabilecek tahripkârlıkta diller kullanmayı öğrendiler.

    Bu ortam içinde basit şiddet üzerine kaplama yapmayı öğrenmemiş kişiler girdikleri çeşitli rollerde –sağlık çalışanı, hasta, öğretmen, öğrenci, veli, çocuk, ebeveyn gibi- sorun kaynağı olmaya başladılar. Çeşitli sektörel şiddet türleri (çocuğa, kadına, hayvana, ağaca, toprağa ve daha onlarca) böylece ortaya çıktı. Aslında çeşitli türler yerine, özdeki şiddetin üstünü kaplayan akıl yani dil yetersizliği gibi tek sorun olduğunun kabulü, olup bitenleri kavramayı kolaylaştırabilir.

    Şöyle bir sav ileri sürülebilir: İlk insanın ihtiyaçlarının çoğu günümüzde kolay temin edilebilir oldu. Bu ihtiyaçları karşılamak için artık şiddet kullanma gereği yok ise halâ niçin şiddet var?

    Şöyle bir zihinsel deney, şiddete yol açan şeyin ihtiyaçlar değil, o ihtiyaçları giderebilme imkânlarını sağlayacak “rıza” olduğunu gösterecektir. Elindeki avı karşısındakine teslim eden kişinin şiddet görmeyeceği tahmin edilir. İsteğin karşılanmasına rıza göstermemek şiddetin sebebi olmaktadır.

    Bu örnek günümüzdeki şiddetin nedenini de açıklıyor. Şiddetin çeşitlenmesinin nedenlerinin başında ise başka bir faktör daha yer alıyor: Düşünce ve inançlarının doğruluğuna duyulan güven arttıkça, buna başkalarının da rıza göstermesi bekleniyor. Gösterilmeyen her rıza bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor.

    Sonuç

    Bu kadar sözden çıkarılabilecek iki pratik sonuç var:

    1. Dillerimize ne kadar akıl katarsak basit şiddet o denli azalacaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ayrı bir yazıda[2] konu edilmiştir.

    Basit şiddetin akıl ile inceltilip daha tahripkâr hale gelmesini de istemiyor isek bu daha çetin ve uzun erimli bir çabayı gerektirecek. Yaşamlarımızı sarmalayan yarışma ve rekabet kültürü yerine Adil Yaşam olarak adlandırılan bir yaklaşımı[3] benimseyeceğiz. 

    1. Düşünce ve inançlarımızı sorgulayacağız[4].

    5 Temmuz 2024 (Rev. 6 Tem.)

     

    [1] 1968 yapımı film 2002 yılında tekrar gösterime girmişti. https://youtu.be/nrZxt9HNLWo?si=2hRZY6HL-9zgYKIi adresinde filmle ilgili bir yorum yer almaktadır.

    [2] Bkz. Yetkin Akıl ve Bileşenleri, https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/ 

    [3] Bkz. https://bit.ly/3NjAsgu 

    [4] Bkz. https://drive.google.com/file/d/16-pKl5bWAUu5oZ8P4ufOLJbLSPVhFYnH/view?usp=sharing 

  • Gerçek devrim “salata söze son” ile olacaktır!

    Eskiden devrim tehlikeli bir sözdü. şimdi artık o korku bittiği için bol bol kullanılıyor. TV ekranında başbakan adayı, “değişim yanlısı” olduğunu vurgulamak için ” ben devrimciyim” diyebiliyor.

    Gerçekten de, ekonomiden sosyal yaşamamıza varıncaya kadar hemen her alanda “devrim” denilebilecek köklülükte değişimlere ihtiyacımız var.

    Ancak bu kadar çok alanda değişebilmek için açılması gereken bazı kapılar var. Onların kilitleri açılmadığı sürece, öbür tarafa geçmek mümkün değil. Ben buna Türkiye’nin “Kök Sorunlar”ı diyorum.

    Bu kök sorunlardan birisi, çeşitli kavramların ortak anlamlarının oluşmamışlığıdır. İnsanlarımız, çeşitli kavramlara büyük bir özgürlük(!) içinde istedikleri, daha doğrusu işlerine gelen anlamları yükleyebilmektedirler. Böyle esnek bir anlamlandırma insanlarımıza rahat bir yaşam sağlamaktadır. Bugün bir kavrama yüklediği anlam yarın işine gelmediğinde, yeni bir anlam yüklemesi yapmakta, karşısındaki de sık sık aynı şeyi yaptığı için herhangi bir sorun çıkmadan(!) ortak yaşamımız sürüp gitmektedir.

    Bu “anlam yükleme özgürlüğü ” en çok politikacıların işine yaramakta, hiç bir taahhüte girmeden, hatta hiçbir anlamlı mesaj ortaya koymadan saatlerce (veya sayfalar dolusu) laf edebilmektedirler.

    Halk da buna bir karşılık bulmuş, “laf salatası” demektedir.

    “Salata” sözcüğünün sözlük karşılığı; “birbirine benzemeyen çeşitli elemanların düzensiz bir karışımı” şeklindedir. Gerçekten de “laf salatası” deyimiyle anlatılmak istenen tam budur.

    Benim, devrim yapmak isteyen ama nereden başlanacağı konusunda tereddütü bulunanlara tavsiyem, operasyonlarına “laf salatasına son” sloganıyla başlamalarıdır.

    Ancak bunun olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçları olduğuna da dikkat etmelidirler. TV, radyo, gazete, dergi gibi büyük çoğunluğu politikacı “laf”larının iletiminden oluşan medya bir anda bomboş kalabilir. Örneğin, “enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?” gibi bir soruya verilen şu geleneksel yanıt artık kullanılamayacaktır: “Enflasyon, halkımızın kanını emen yedi başlı bir canavar olup, milli birlik ve beraberlik içinde yenilemeyecek hiç bir sorun yoktur

    Şaka bir yana, toplumumuza musallat bu hastalığı yenebildiğimiz gün gerçek bir devrim olacaktır.

    Devrim yapmak isteyenlere duyurulur.

    Pazartesi, 28 Haziran 1993

  • Diller üzerine..

    Önce Aristotle’nin (MÖ 384-322) hitabet (retorik) konusundaki sistematiğinden bir alıntı[1]:

    Hatip dinleyicileri ikna etmek amacıyla üç ana tür çağrı kullanır: Ethos (hatibin karakterini yansıtan çağrı); pathos (dinleyicilerin duygularına hitap eden çağrı) ve logos (mantıksal muhakemelere hitap eden çağrı).

    Aynı zamanda hitabeti üç üslup kategorisine ayırır: Gösterişli, açıklayıcı (kutsayıcı ya da suçlayıcı törensel konuşmalarda); Hukuki, adli (masumiyet ya da suçluluk hakkındaki konuşmalarda); Müzakereye yönelik (dinleyicileri bir konu hakkında karar vermeye çağıran konuşmalarda).

    Üçüncü bir boyut olarak da iki cins hitabet kanıtı kullanır: Örtük (kıyaslama yoluyla kanıtlama) ve paradigmal (örnekleme yoluyla kanıtlama)”

    Aristotle, bu eserinde[2] söz konusu kombinasyonları çeşitli örneklerle veriyor. Buna göre şiir dili, övme dili, sevgi ifadesi dili, öfke dili, teknik dil, sohbet dili, tartışma dili gibi “ayrı dil”lerden söz edilebilir.

    Bu alıntının nedeni, hangi lisanda olursa olsun, amaca uygun dillerin[3] kullanılması üzerinde yaklaşık 2500 yıldır bir uzlaşı oluşup neredeyse evrensel bir norm haline geldiğini; medeni toplumların nerede hangi “dil”in kullanılacağını artık tartışmadıklarıdır.

    Toplumumuzun çeşitli sorunlarının kaynakları olarak ileri sürülen ekonomik güçlükler, dış mihraklar gibi unsurlarla hiç ilgisi olmasa da, “nerede nasıl dil kullanılacağı” konusunda ısrarlı bir biçimde bu Dünya normuna ayak diremek gibi -basit görünüşlü ama hemen her alanı olumsuz etkileyen- bir sorun üzerinde durmak istiyorum.

    2001 yılında bir güneş tutulması sırasında biri yerli diğeri yabancı TV kanalındaki iki kişinin, bu son derece somut konuyu anlatım biçimlerini bir yazıya konu etmiştim[4].

    Daha sonraları, “Cumhuriyet’in doğru dürüst anlaşılmadığı, bu yüzden de değerinin bilinmediğinden” yakınan bir yazarımızdan internete düşen Cumhuriyet tanımları başka bir yazının konusu olmuştu[5].

    Hitabet konusu ile ilgi ve birikimi sadece yukardaki antik eseri okumaktan ibaret olan birisi olarak, burada işaret etmek istediğim konu sadece, sorun çözme amacıyla kullanılan dili, diğer çeşitli dillerden ayıran birkaç özelliğe değinmekle sınırlıdır.

    Güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeterek anlatan TV editörünün kullandığı amaca uygun olmayan dil nasıl ki dinleyenlere hiçbir işe yarar bilgi sağlamadıysa, herhangi bir sorunun çözümü amacıyla kullanılacak dil de doğru seçilmez ise benzer sonuç doğacaktır.

    Ele alınan bir sorun’un çözüm sürecinin değişik aşamalarında değişik diller kullanılabilir. Örneğin:

    • Sorun hakkında sadece genel bilgi vermek amacıyla “halka açık” dil,
    • Sorun ile ilgili uzmanları muhatap alan dil,
    • O sorun alanı ile ilgili olarak muhalefet veya iktidar partilerinin dile getirebilecekleri argümanları içeren dil,
    • O sorunu çözmek amacıyla çalışan bir grubun, akıl yürütmek amacıyla kullanacakları dil.

    Bu sonuncu dil:

    • Ne “güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeten editörünki”, ne “golün ofsayt mı değil mi olduğunu kabadayı üslubuyla anlatan yorumcununki” ve ne de “bir siyasi partiyi eleştirmek için ancak biplenerek dinlenebilecek” üslupta olabilir.
    • Her bir kelimesi önceden ve/ya bağlam içinde tanımlanmış olmalı.
    • İçindeki dolgu kelimeleri (şiirsel betimlemeler, her anlama çekilebilecek sözcükler gibi) çıkarıldıktan sonra geriye bir “öz” kalmalı,
    • Hayal kırıklıkları, inançları ifadeye yönelik değil, tüm övme ve övünmelerden arındırılmış olarak,
    • Mümkün olan kısalık ve mümkün olabilecek azami anlaşılabilir içerikte (efradını cami….),
    • Aynen bir kimya formülüne katılacak her bir harf veya rakamın tüm formülü geçersiz kılacağı duyarlığı içinde,
    • Sadece ve sadece bir değer (grubun diğer üyelerinin gerçekten işlerine yarayabilecek) sunmak amaçlı

    sözcüklerden ibaret olmalıdır. Bu tamamen “duruma özgü” bir dildir[6].

    Çağdaş uygarlık trenine binmek istiyor isek, önce dillerimizi gözden geçireceğiz.

    3 Kasım 2018

    [1] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Aristotle

    [2] Aristotle On Rhetoric, Çeviri: George A. Kennedy, Oxford University Press, 1991

    [3] Lisan ve dil eş anlamlı olmasına karşın, dil içinde dil gibi akıl karıştırıcı bir terim kullanmamak için, Türkçe, Fransızca vb diller için “lisan”, o lisandaki hitabet kategorilerine ise “dil” sözcüğü kullanılmıştır.

    [4] “Güneş ve Ay Tanık İstemedi”, http://wp.me/p2t6mi-Zo , 2001

    [5] “Cumhuriyet Nedir?”, http://wp.me/p2t6mi-1xx, 2012

    [6] Bkz. “Yeni bir dil lazım, hemen”, http://wp.me/p2t6mi-1Zt

  • KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ

    (Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014), (Apr7, 2018), (May 15, 2018)

    • Çeşitli kanallarla “satmak” için uğraştığımız kavramlarvar ve bunda güçlükler yaşıyoruz. (Örneğin, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramı)
    • İnsanlar kendilerine benzeyen kişilerle dost olmak, iletişim kurmak eğiliminde oluyor. Ve bu eğilim bir “filtre gibi” çalışarak, farkına varmadan tanımladığınız filtre şartnamelerine uymayan kişileri süzüp ilişki sistemi dışına taşıyor.
    • İçeride kalanlar ise, yeni kavramların, yeni yaklaşımların yaygınlaştırılmasına yetmiyor. (bakınız, aydın sorumluluğu konusundaki çağrıya birkaç kişinin dışında cevap dahi veren olmadı.)
    • Halbuki yeni yaklaşımlar, çok sayıda kişinin bu yaklaşımları “satın alması”, bunları kendi diline çevirmesi, sonra da çevresindeki etki alanının dillerine çevirmesi ve bunda ısrarlı olarak çaba harcaması gerekiyor. Belli ki bu sadece birkaç kişiyle olamaz. (kritik kütle meselesi)
    • Web sitelerimizi daha çekici kılmak, söylemlerimizi daha iyi anlatacak yöntemler bulmak kuşkusuz yapılması yararlı ve gerekli işler. Fakat, halen erişimimiz bulunmayan milyonlarca insan içinde, aynen bizlerle benzer isteklere sahip olanlar var. Biz onlardan habersiz, onlar bizden habersiz, elekle su taşımaya çalışıyoruz.
    • Acaba, yeni kavramların satışını yapmak üzere web tabanlı bir Kavramlar Akademisi (adını boş verin) tanımlasak ve bunu duyursak!
    • Ümidim şurada: İnsanlara erişmede pek de sıkıntımız yok, bugüne kadar bunu gördük. Fakat onlardan cevap alamayışımızın esas nedeni, duyuramayışımızdan çok, sattığımız kavramların o insanlarca kabul görmeyişi.
    • Kabul görmüyor, çünkü –büyük çoğunlukla- benzer kavramları herkes kendi hoşuna gider biçimde adlandırıyor ve o adlandırmalar hemen, kimliklerimizin “taciz edilmemesi gereken” birer parçası haline dönüşüyor.
    • Kısacası, ne anlatmak istediğimizden çok onu nasıl adlandırdığımız önemli oluyor.
    • Zaten, bu da bizim aradığımız bir cevap. Halbuki biz, o insanlara bir şeyler satmak istiyoruz ve onlar da sürekli ret ediyorlar. O halde cevap alamadığımızdan yakınırken görüyoruz ki aslında net cevaplar alıyormuşuz.
    • Buna göre bu defa doğrudan kavram satmaya çalışmayalım; insanları kavramlarını satabilecekleri bir “Pazar yeri”ne davet edelim. Gelsinler kendi kavramlarını satsınlar. Biz sadece satış formatı koyalım. Kısa, net, değer iletişimine uygun bir format gibi.
    • Peki bu bizim işimize yarar mı? Yarayabilir. Çünkü, şu görülebilir ki, bu insanların satışa çıkardıkları kavramlar belki bizimkilerin farklı adlandırılmış olanları. Buna bir örnek vereyim: Bir dostum var düzgün bir aydın. Bilgili, cesur, enerjik. Geçmiş yıllarda bir toplantıda dinledim. Konuşmasında şöyle bir ifadesi oldu: “…..sorun demiyorlar mı ifrit oluyorum, gerisini de dinlemiyorum. Mesele deyin, problem deyin bir sürü terim var. Sorun deyince “kime sorayım?” diyorum…
    • Şimdi düşününüz. Biz kendisine sorunlara yaklaşımımızla ilgili bir şeyler anlatmaya kalksak, mesela Sorunların İntikamını, Seçme İfadeleri vs okumasını istesek bam teline basmış olacağız. Bunu çok düşündüm. Sadece kullandığımız sözcükler değil, belki ifadelerimiz dahi o aradığımız insanların filtrelerine takılıp geçmiyor
    • Halbuki, Kavramlar Akademisi (ya da her ne ise) mensubu, sözünü ettiğim dostuma ve de benzer kişilere SÇK kavramını belki tercüme edip Türkiye Meseleleri şeklinde anlatır ve mükemmel bir yol arkadaşı daha bulmuş oluruz.
    • Peki bütün bu yaklaşım çoğu kimseye naif görünmez mi? Görünebilir.

    Daha uzatmadan… Ne dersiniz?

    Tınaz

  • Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir

    Bu ara bir kitap okuyorum: “İcadedilmiş Dillerin Topraklarında”[1]. Her an –belki birçok kişinin- kendi yüklediği ve gerek anlamı gerekse yerindeliği hakkında bir kuşkusu olmadan rastgele kullandığı sözcüklerin döne dolaşa ne anlamlar kazanıp nelere yol açtığını konu eden bir kitap.

    Yazar, sözcüklerin ve kullanımlarının rastgeleleğinin farkında olan mucit ruhlu kimi insanların tarih boyunca ne akıl almaz çalışmalar yaptığını ele almış. Bu kişiler farklı yer ve zamanlarda yaşamış da olsalar, hemen hepsinin ortak hareket noktası “anlatılmak istenen anlama pek dolaylı ve de keyfi olarak işaret edebilen sözcüklere dayalı diller yerine, evrensel olarak herkesçe aynı anlamlara gelecek –matematik gibi- bir sistematik icat etmek” olmuş[2].

    Bu alıntıları iletmemin nedeni, kitapta adı geçen mucitlerden birisine ait “Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir” ifadesinin, gözlemlediğim bir konuya nasıl yansıdığını paylaşmak.

    Allah’ın emirleri

    Dindarlık (sofu – Ateist) skalasının neresinde olunursa olunsun “Allah emri” ifadesi çok sık kullanılır. Özellikle dini tartışmalarda sıkça, “Allah filan ayette şöyle emrediyor” ifadesi bir kalıptır.  Daha kızışmış tartışmalarda Allah neredeyse üçüncü bir şahıs olarak tartışmaya katılır ve çoğunlukla da o’nun adına “isteseydi öyle değil böyle emrederdi” biçiminde ahkam kesilir.

    Burada mesele neyin doğru neyin yanlış olduğu değil, saklı içerik[3] yöntemiyle verilen “Allah, emirler veren; bunlara uyulmadığı zaman da cezalandıran çok çok yetkili birisidir” mesajıdır. Nitekim halk aklı bu tanıma uygun bir sıfat da bulmuş ve “Allah baba” deyimini dolaşıma sokmuştur. Halkın çoğunluğunun –özellikle de geçmiş çağlarda- en yakınındaki biraz da olsa benzer yetkilere sahip kişi olarak “baba”yı bilmesinin bu deyimde payı büyük olsa gerekir.

    Ne zararı var?

    Bu masum benzetmenin sonuçları tahmin edilebileceklerden daha ciddi olmuş olabilir. Birisi, duyularımızın boyutları ve onlardan gelen bilgileri işleyebilen zihinsel yetilerimizle sınırlı algılama kapasitelerimizi aşabilen boyutlara sahip Allah kavramının birkaç boyuta indirgenmesidir.

    Böylece algı alanımız içine indirilen Allah, kızdırılmamaya çalışılan, ara sıra yapılacak yaramazlıkları bir baba sevecenliği ile görmezden gelen, kendisiyle kıyasıya pazarlık edilebilen, rüşvete (adak gibi) açık, çok tekrarlanan isteklerden (dua) sıkılıp istekleri yerine getiren ve daha kurnazların kötülükleri fatura edebildikleri, bulunduğu yeri (gökyüzü) bile belli hale gelmiş oluyor.

    Neler istediği, nelere kızdığı, ne cezalar vereceği de listelenmiş ve insanlara gönderilmiştir. Böylece merakın önü kapanmış, neyin niçin olduğu yolundaki yaşam sevinci kaynağı, emirler listesinin ezberlenmesine indirgenmiştir.

    Olası ciddi sonuçların bir diğeri, insanlar arasında yaratılan büyük uçurumdur. Bir bölüm insan, böyle bir benzetmenin saçma olduğunun farkında, algı sınırlarının farkında ve onu sürekli genişletme çabası içinde. Diğeri ise işine geldiği gibi pazarlıklar girişebildiği “birisini” bulmuş.

    Varoluşunu düzenleyen, görünür hale gelmiş (giderek gelişen bilim) ve henüz görünmez durumdaki (giderek bilimin aydınlattığı dinin kurucu ilkelerinin) tanımladığı büyük sistemin, etrafa emirler yağdıran bir varlık olmadığını; o sistemin sadece, insanların tutum ve davranışlarına karşı, bir bölümünü keşfettiğimiz, bir bölümünü de keşfetme çabası içinde olduğumuz kurallara –ki bunların hepsinin algı kapasitemiz içinde olmaması da mümkündür- göre “sistem cevapları” olduğunun bilincinde olanlarla, sistemle pazarlık ilişkisi içinde olanların oluşturduğu iki kesim.

    Keşke mesele burada bitse..

    Tanımlanan bu iki kesimden ikincisi yalnız Allah ile değil, her şeyle pazarlık halinde ve her birisi tarafından orantısız biçimde cezalandırılmaktadır.

    Sürekli atan sigortaya giderek daha kalın tel saran elektrikçi, demir tozunun bile patlayabileceğinin bilincinde olmayan işletme müdürü, ancak yüksek katma değer üreterek ayakta kalınabileceğini bilmeden ihracat hedefi koyan, bununla da övünen ihracatçı, T-shirt üretip cep telefonu tüketmek isteyen yurttaş ve daha binlercesi, çeşitli sistemlerle –sistem kurallarının dışına çıkma konusunda- sürekli tek yanlı bir pazarlık halindedir. Halbuki o sistemlerin hangi tutum ve davranışlara hangi “cevapları” üreteceği bellidir. Yani aslında kişiler kendi kendileriyle pazarlık etmekte ve her defasında kendilerini cezalandırmaktadırlar.

    Allah adı verilen büyük sistemin hangi durum karşısında ne cevap üreteceği de milyarlarca yıldır bellidir. Allah cisimleştirilip emirler veren, bazı hallerde beklendik emirleri vermeyen, bunun da nedeninin önerilen rüşvetler olduğu gibi bir anlayışa, bu konularda kendi kendini görevlendirmiş kişilerce itilen milyonlarca insan, o büyük sistemin işleyişinin temel ilkelerini anlamaya değil, ayrıntının ayrıntısı konularda çekişmeye tutuşmuş durumdadırlar, hem de bu konularda okumuş yazmış insanların gözetiminde.

    Anlamaya çalışmak en büyük ibadet olabilir..

    Tanrı, Allah, büyük sistem her ne ad konulursa konulsun, –hangi tutum ve davranışlarımıza karşı ne cevaplar ürettiğini- anlamaya çalışmak, bilime de dine de en büyük saygı ve ibadettir denilebilir. Bir masum görünüşlü Tanrı “emirleri” sözcük yanlışının, toplumların ayrışmasına ve onların en değerli nitelikleri olan meraklarını öldürmek ve paralel olarak da Tanrı’nın “emirlerini yorumlamakla kendini görevlendirmiş” insanların türemelerine ve de istismarına destek olmak anlamına geldiğini artık idrak zamanı gelmedi mi?

    10 Kasım 2017

    [1] Arika Okrent, “In the Land of Invented Languages”, Spiegel&Grau, New York, 2009

    [2] Bazı özel amaçla dillere örnekler: Emoji, Heterogram (linguistics), Icon (computing), Lexigram, List of symbols, List of writing systems, Logotype, Therblig, Traffic sign

    [3]bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/SMUH_Profesyonel_Hizmetleri/Ortak_Kavram_Tabani.doc Sayfa 34
  • Yeni bir dil lazım, hemen-2

    2005 yılında yazılan bu yazının birinci bölümüne ek olarak, aradan geçen süre içindeki birikimlerle oluşan eklentileri başlıktaki gibi bir numaralandırmayla sizlerle paylaşmak istedim (bkz. http://bit.ly/2gwWF9o).

    İçinde bulunduğumuz durumu karakterize edebilecek bir tanımın, “tek tek aklı başında, çeşitli görüşlere (dini, etnik, siyasal vd.) sahip kişilerin, aralarında uzlaşılar kuramadıkları için, aralarında kolay uzlaşı kuranların oyun kuruculuğunda sürüklenmeleri ve teker teker şikayet etmenin dışında bir şey yapamamaları” olabileceğini düşünüyorum.

    Buna göre, ülkenin en büyük zenginliği olan bu çeşitliliği kullanamadan akıl dışılık selindeki gidişe karşı bir “dil”e ihtiyacımız var. “Dil” sözcüğü̈ ile kastım, yukarıda adresini verdiğim birinci yazımda açıklanıyordu.

    Böylesi bir dil talimat, yasa, telkin vs. ile oluşturulamayacağına göre şöyle bir yaklaşım olabilir (mi?):

    • Biri erkek biri kadın ikişer kişilik ve kendilerinin birincil niteliklerini Sünni dindar, Alevi dindar, seküler, Türk, Kurt, dinsiz, ateist, agnostik, sağcı, solcu vd. olarak tanımlayan kişilerden oluşan yakl 20 kişilik (+moderatör) bir tartışma grubu,
    • Aranan “yeni dilin sembol ve kuralları” konusunda aşağıda önerilen kuralları tartışıp, sonra da üzerinde uzlaştıkları dil yoluyla ve ortak akılla herhangi çetrefil bir konuyu tartışırlar,
    • Bu tartışma birkaç deneme yapıldıktan sonra, ana akım medyada bir TV kanalında canlı olarak yayımlanır,
    • Böylece ortaya “uzlaşıya dayalı bir dil” çıkarken, bir yandan da uzlaşma konusunda bir örnek verilmiş olunur.
    • Bu yaklaşım beğeni toplarsa, rekabet nedeniyle yaygınlaşabileceği beklenebilir.

    Birbirlerinden farklı kültür, ideoloji, inanç, paradigma vb.ne sahip kişilerin, aralarında ortak bir dil oluşturmak ve bu yolla hem kendilerini daha iyi anlatmak hem de diğerlerini daha iyi anlayabilmek amaçlarıyla uymayı taahhüt edebilecekleri –ve her toplantıda biraz daha rafine edilebilecek- kurallar şunlar olabilir (mi?)

    1. Her yargı’nın en az bir ön koşulu olduğunun farkında olarak,
    2. Hiç kimsenin, kendi doğru – iyi –güzel’leri[1] yerine, bir başkasınınkileri benimsemek istemeyeceğinin bilincinde olarak,
    3. Ortak akılların bireysel akıllardan daha güçlü olduğunu bilerek,
    4. Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek,
    5. İnançların özlerinin nedensellik yoluyla tartışılamayacağını; özlerinin  güçlenmesine yardımcı olabilecek şekilde daima sorgulanmasının (tahkik-i iman)[2],[3] sağlam inançlara varmanın yolu olduğunu bilerek

    her türlü düşünceyi tartışmayı ve bu yolla uzlaşılar oluşturmayı benimsiyorum.

    Uzlaşı Çemberleri adı verilebilecek bu yaklaşım, kalite devriminin simgesi haline gelmiş bulunan Kalite Çemberleri gibi bir yaygınlığa ulaşabilir mi?

    Bu yaklaşıma çeşitli olumsuz görüşler ileri sürülebilir. Örneğin tartışmanın ortasında dövüş çıkacağı ve/ya tartışan kimliklerden birinin fanatiklerinin stüdyoyu basacağı ve/ya suç duyurusunda bulunup haklarında dava açılacağı ya da hepsinin ötesinde bizim insanların böyle bir şeyi beceremeyeceği gibi tahminler üretilebilir.

    Ama ya, böylesi bir uzlaşıyı viral bir yaygınlaşmayla çoğaltmayı başaramayışımız halinde nerelere varacağımız düşünülürse!

    Okurlarımızın fikirleri nelerdir? Yorum olarak yazabilirsiniz.

    26 Kasım 2016

    [1]Bkz. http://bit.ly/2gwQVN5

    [2]Bkz.  https://www.kavrammutfagi.com/kavram/tahkiki–istidlali–iman

    [3]Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1WK

  • FETÖ’nün vizyonu..

    Bir TV kanalında Hanefi Avcı ile söyleşi yapılıyor. Söz arasında moderatör şöyle bir soru soruyor (mealen): “Peki, bu kadar karmaşık bir organizasyonda tüm emirlerin kimsenin haberi olmadan iletilmesi güç değil mi?” Cevap (yine mealen) şöyle: “Bu örgütlenmede abiler ne yapmaları gerektiğini bilir ve otomatik olarak onu yaparlar; her şey için emir beklemezler

    Bu cevabı duyunca gerçekten içim acıdı.

    Gözlemlerime göre, Türkiye’deki kurumların çok büyük çoğunluğunun “işe yarar” bir vizyonu yoktur. Büyük paralar harcayarak bir danışman kuruluşa vizyon belirletenler bunları ya müşterilerine göstermek ya da “başkasında var bende niçin olmasın” düşüncesiyle yaptıkları için işe yarar değil göstermeliktir. (İnanmayanlar internette 500 büyük firmanın vizyonlarına, sonra da  http://wp.me/p2t6mi-Yc adresindeki yazıya baksınlar).

    Bunun bir nedeni dilimizi kullanmadaki sorunlarsa, bir diğeri de vizyon kavramının ne kadar güçlü bir sorun çözme aracı olduğunun anlaşılmamışlığıdır. (Niçin anlaşılamadığını ise ben henüz tam çözemedim. Bir neden, böylesi kritik kavramların neredeyse tamamının yabancı kökenli oluşu olabilir. Örneğin vizyon, misyon, demokrasi, laiklik, organizasyon, koordinasyon, rasyonel ve kritik düşünme gibi).

    İçimin acımasının nedeni, bir terör örgütünün bu kavramın önemini fark edip uygulamaya koyarken, geri kalan kurumlarımızın işe yarar bir vizyonlarının bulunmayışı, bulunmak bir yana tanımı (http://goo.gl/1gQOpV) konusunda dahi kafalarının karışık olmasıdır. 17 Ağustos 2016

  • Domino ve iletişim..

    ” Uzun yılların sosyo-kültürel birikiminin yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu topraklarında meydana gelen ve cennet yurdumuzu çevreleyen topraklarda yaşamakta bulunan kimi komşularımızın, bu topraklar üzerinde emeller besleme durumunda olan diğer devletlerin de katkılarıyla kanalize edilip, yönlendirilip, cesaretlendirildiği bazı olaylar hepimizin malumudur.”

    Yani; ” Güneydoğu olaylarını biliyorsunuz.”

    Yazımın başlığındaki iki sözcük arasındaki münasebeti ( ya da münasebetsizliği ) düşünürken Güneydoğu olayları da işe katılınca galiba durum iyice anlaşılmaz oldu. Üzerinde durmak istediğim konu G.Doğu ya da domino oyunu değil “iletişim”dir.

    Bildiğiniz gibi domino, iki ucunda farklı sayılar bulunan taşların rastgele çekilip aynı sayılar birbirine değecek biçimde yerleştirilmeye çalışıldığı  bir oyundur. Yukarıda, rastgele seçtiğim bir konudaki  basit bir bilginin, domino benzeri bir teknikle  nasıl anlaşılmaz hale gelebildiğini göstermek için bu örneği verdim.

    Bu yolla laf uzatmada kural, her sözün başına ona uyabilen bir ek getirmek ve sonra o ekin de başına  o eke uygun başka ek getirmek ve böylece devam etmektir. Bir örnek daha vermek gerekirse; ” havalar ısınıyor”   ifadesi önce ” yurdumuzda havalar giderek ısınıyor”   haline, sonra  ” güzel yurdumuzda , geçen yıl da olduğu gibi havalar giderek ısınıyor ”  haline getirilir ve giderek NATO üyeliğimiz ile doğadaki sera etkisi de işe katılarak değme dilbilimcinin içinden çıkamayacağı hale getirilir.

    Okuyucuların aklına bu abesle iştigal metodunun faydası nedir gibi bir soru mutlaka gelir. Durum sanıldığı gibi olmayıp bu metodun kullanıldığı bir çok hal vardır. Bunlardan birkaçını hemen sıralayabilirim:

    1. Az söz söyleyip çok söylendi imajı yaratılmak istenen haller (eşinin kendisine fazla birşey anlatmadığı şikayetine muhatap olanlar ve diplomatlar kullanabilir)
    2. Ne söyleneceği düşünülürken vakit kazanılmak istenilen haller,
    3. Hafif saf insanların aklını karıştırarak, yapılmak istenen bir cinliğin farkına varılmasının istenmediği haller,
    4.  Hazırlıksız yakalanılan haller (öğrencilere sınavlar için tavsiye edilir, ancak sonuç garanti edilmez,
    5.  ve bütün bunlardan daha sıkça, bir konuda fikir belirtmek durumunda olunmasına rağmen, yeterli bilgi ve/ya deneyime sahip olunmayan ama bu durumun karşısındakilere de belli edilmemesi gereken haller.

    Domino tekniği tek başına kullanıldığı gibi, etkisini artırıcı diğer tekniklerle birlikte de kullanılabilir. Bunlar, konuşurken kelimeler arasında bekleme tekniği, parmağını karşısındakine uzatarak telaş yaratma tekniği ve sıkıntılı -düşünceli tavır takınarak ” zaten canım sıkılıyor bir de seninle uğraşmayalım ”   tekniği gibi metodlardır.

    Denilebilir ki bu basit bir laf uzatma sorunudur. Bu konu toplum hayatımızda ne gibi ciddi problemlere yol açabilir ki ?

    Değerli okurlarım; sizleri temin ederim ki başta demokratik yaşamımızdaki kesintiler dahil olmak üzere, çoğu sorunumuzun altında  iletişim becerisi yetmezliğimiz  yatmaktadır.

    Eğer sivri akıllının biri çıkıp da uzun ve tumturaklı söz söyleyip yazı yazmayı yasaklayıp sadece ifade edilmek istenilenin özünü (mesaj) söyleyip yazmaya izin verse,  okuyup dinlediğimiz birçok kişinin elinin veya dilinin tutulduğunu  hayretler içinde görürdük.

    Birçok kişinin, söz söyledikleri konuda hiçbir “öz”e sahip olmadıklarını, çözüm önerisi diye önümüze konulanların domino tekniği ile üretilmiş olduğunu ve belki kendilerinin dahi bunun farkında olmadıklarını görürdük.

    Şaka ile karıştırarak sizlere sunduğum domino tekniği aslında öldürücü bir silahtır. İnsanların zamanlarını çalarak onları yavaş yavaş (ama kesinlikle) öldürür; toplumlara ise boş umutlar sunarak onların yok olmasına yol açar

    Önümüzdeki haftalarda iletişim becerimizin niçin gelişemediğini irdelemek üzere bu haftalık hoşça kalınız.

    M.TINAZ TİTİZ

    1990 Şubat

  • Yanıltıcı Düşünme biçimi

    Lider (en genel anlamda) ve çevresi (yine en genel anlamda) arasındaki ilişkilerin en önemli bileşeninin, “karar alma” ve “alınan kararları uygulaması”dır denilebilir.

    Kuşkusuz lider ve çevresi arasındaki ilişkileri etkileyebilecek akrabalık, çıkar vb başkaca  öğeler olabilirse de, bunların istisnai durumlar olduğunu varsaymak zorundayız.

    Deneyim paylaşımı ve bir gözlem!

    Önemli kararlar –büyük çoğunlukla- lider tarafından alınır; kararlar her zaman olmasa da çevresiyle tartışılır. Yine çoğunlukla bu tartışmalar, liderin kararlarından emin olmak amacına yöneliktir.

    Lider çevresinin bu süreçteki olası itirazları genelde “cılız ve her an ricata hazır” tondadır. İşçi işveren ilişkilerindeki “kapıda senin işini yarı ücrete yapacak çok kişi var” kalıbı burada da geçerli sayılabilir.

    Bir soru: Bu niye böyledir?

    Olası cevap grupları şunlar olabilir (mi?):

    (1)Lider o denli üstün yeteneklere sahiptir ki, çevrenin itirazi fikirlerinin dikkate alınabilir olması olasılığı çok zayıftır.

    (2)Lider normal yetenekte bir kişidir, ama çeşitli nedenlerle çevresine nitelikleri düşük olanları toplamıştır.

    (3)Hem lider hem çevresi, uymayı zorunlu saydıkları bir “ortak düşünme disiplini”ne sahip değillerdir.

    İçinde bulundukları toplumun başat kültürü haline gelmiş bulunan “delusional thinking[1]” (rasyonel düşünce halkalarının boşluklarını dolduran irrasyonel halkalardan oluşan kopuksuz görüntülü zincir), lider ve çevresinin de düşünme biçimidir.

    Kanımca, liderler ve çevreleri arasındaki sağlıksız ve değer üretemeyen, aksine tüketen geleneksel ilişki biçiminin nedeni, bu üç ihtimalden sonuncusudur. Sürekli öykündüğümüz, ama aşağılamaktan da geri durmadığımız gelişkin kültürlerle aramızdaki fark bu üçüncü neden yoluyla doğmuştur.

    İnanılmaz görünebilir ama, toplumumuzda, arasına az sayıda rasyonel düşünce halkaları karışmış, çoklukla, ses tonu, unvan, rütbe, zenginlik, şöhret  gibi irrasyonel halkalar’dan[2],[3] oluşan “delusional thinking” düşünme biçimi son derece yaygındır. Bu o denli doğal hale gelmiş ve rasyonel[4] düşünceye o denli “benzer” hale getirilmiştir ki, aradaki fark ancak farklı kültüre sahip kişilerce görülebilir durumdadır.

    Söz konusu benzerlik, toplum içinde popüler olmuş dini, etnik, siyasi, ideolojik söylemlerden ödünç alınan kavramlar yoluyla sağlanmakta, bu söylemlerden herhangi birisinin sempatizanı olanlarca “rasyonel gibi” (pseudo-rational[5]) algılanmaktadır.

    Bu ilişki biçiminin yaşam içindeki başlıca kodları şunlar:

    (1)Bir şey ya bütünüyle doğru (beyaz) ya da yanlıştır (siyah). Yanlışlar ve doğrular birleşerek bir bütün (gri) oluşturamazlar.

    (2)Benim düşüncem doğrudur; doğrular da tektir.

    (3)Güçlünün düşünceleri doğrudur; değilse de itaat edilmelidir.

    Kimse kötü olmayabilir ama..

    Yıllardır siyasi partileri yöneten liderlerin hiç birisi –muhtemelen- kötü insanlar değillerdir; ama bu insanlar ve çevresindekilerin kabul edilemez görünen ilişkilerinin temelinde, açıklanan sağlıksız düşünme biçimi vardır. Bu sağlıksızlık, toplum içinde kimsenin birbirini anlamaması bir yana, ideolojik, etnik, siyasi ve özellikle de dini söylemlerin de içlerinin boşalmasına yol açıyor.

    Nitekim, toplumumuzda –sınırlı da olsa-  ulusal bütünlüğü sağlama görevi yapan unsurlardan birisi olan din kurumunun, irrasyonel halkalar üreticisi olarak görev yapmasındaki yaygınlık tek isimlendirme altında binlerce “yapay din” oluşmasına yol açmıştır. Medyada dini söylemler yoluyla siyaset yapan ya da “dini aydınlatmalar” yapan kişilerin bu denli ayrıntı düzeyinde, ama bir işe yararlılık da içermeyen ifadeleri bunu göstermiyor mu?

    Aydınımız rasyonel düşünceyi yeniden keşfetmelidir; ama nasıl?

    Aydın kesim –belirgin biçimde- bölünmüş durumdadır: Dünyevi yaşam kurallarını dini esaslara dayandırma yanlıları ile seküler yaşam kurallarını savunanlar.

    Bu kesimler geleneksel olarak ayrı dünyaların insanları olarak yaşayageldiler ve aralarında –Kurtuluş Savaşı hariç- pek bir yardımlaşma da ol(a)madı. Bu denli ayrışmış olsalar da ilginç bir gerçeklik olarak her iki kesimin de –tabii ki tamamı olamaz- düşünme biçimleri, yukarda açıklanan “delusional thinking” (kısaca yanıltıcı düşünme denilebilir) modelinin özelliklerini taşıyor.

    Bu iddianın somut bir örneği, iki kesimi ayırt eden din ve sekülerlik kavramları konusundaki bulanıklıktır. Bu denli ayrıştırıcı rol oynayan iki kavram konusundaki bu bulanıklık, bilgi eksiği, dikkatsizlik ya da kasıt değil, ancak düşünme biçimlerindeki ortak yanıltıcılıktan kaynaklanabilir.

    Bu kesimleri ikna ederek, bireysel özel yaşamları dışındaki ortak yaşam alanlarında ortak düşünme biçimi olarak rasyonel düşünceyi benimsemeleri güç görünüyor. Ama, bu iki kesim dışında kalan seküler ve/ya dindar kişilerin halen sahip oldukları rasyonel düşünme biçimini kullanarak:

    (a)Sekülerliği temsil eden akıl ve inancı temsil eden sezgi’yi, değer üreten bir spiral biçiminde kullanma yolunda işbirliği imkanları aramaları,

    (b)Yanıltıcı düşünme biçimine sahip kesimler içindeki “kazanılabilir nitelikteki” kişilere rol model oluşturabilecek kurgular üretmeleri

    mümkün olamaz mı? Her iki yolun da –özellikle ikincisi- güçlükler içerdiği bellidir; ama kazanımları tahmin edilebilecekten daha fazladır. Örneğin, akıl ve sezgi’nin parçalanması (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu) olgusu tersine dönebilir ya da din kurumunu yozlaştıran irrasyonel düşünme öğeleri hakkında bir farkındalık oluşmaya başlar ve böylece din kurumu daha yapıcı bir konuma gelebilir.

    Bütün bu beklentilerin ötesine uzanabilen olumluluklar da beklenebilir; ama bütün bunlar, tüm yaşamımızı derinden etkileyen hastalıklı düşünme biçiminin (yanıltıcı düşünme) farkına varılmasıyla başlayabilir.

    17.06.2016

    [1] Bkz. http://psychcentral.com/lib/identifying-irrational-thoughts/

    [2] Sokaktaki sıradan kişiden en sıradışı kişilere kadar, her gün dinlemeye alıştığımız, “sen kimsin?”, “benim kim olduğumu biliyor musun?”, “işine bak”, “kanun manun tanımam”, “verdimse ben verdim” vb irrasyonel halkalar…

    [3] Bkz. Zihinsel Virüsler (http://wp.me/p2t6mi-1Wz)

    [4] Metin içinde kullanılan rasyonel düşünce, aslında rasyonel ve kritik düşünce ikilisini kapsamak üzere kullanılmıştır. Rasyonel (nedensel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1UIfMew; kritik (eleştirel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1XfltUS.

    [5]http://bit.ly/1U6es8o