• Çıkar Çatışması

    Milletvekil’lerinin kendileriyle ilgili ayrıcalıklı yasalar çıkarması ya da ellerindeki imkanları kendilerine çıkar -en genel anlamıyla- sağlayacak biçimde kullanması, son zamanlarda giderek yoğunlaşan biçimde medyada dile getirilmeye başlandı. Bu yoğunlukta şüphesiz ki kamuoyunun artan duyarlığının da etkisi olmuştur.

    Kamuoyu, temsilcilerini artık daha bir dikkatle izlemektedir. Bu duyarlık sevinilmesi gereken bir gelişmedir. Seçimden seçime bir partiye -aslında partiye de değil liderine- oyunu verip, böylece seçtiği kişilerin ne yaptığını 4-5 yıl izlemeyen bir seçmen profili yerine, öksürürken niçin ağzını kapatmadığını soran bir seçmen tabii ki çok daha iyidir.

    Son olarak gündeme gelen bir konu, kamuoyunda “kıyak emeklilik” olarak bilinen ve kısa bir süre milletvekilliği yapan bir kişinin emeklilik hakkı kazanması ile ilgili bir yasadır. Çalışanların hiçbir kesimine sağlanmayan böyle bir ayrıcalığın -hangi gerekçeyle olursa olsun- onların vekillerine sağlanmasının mantıki bir açıklaması yoktur. Nitekim kamuoyu da bu mantıksızlığa gereken tepkiyi göstermiş, birçok siyasetçi ve hatta siyasi parti, bu kanunun iptali için yasal yolları zorlayacaklarını beyan etmişlerdir. Muhtemelen bir yol bulunup bu yanlış yoldan geri dönülecektir.

    Acaba böylelikle mesele bitmekte midir? Örneğin yarın öbürgün bir başka konuda bir başka ayrıcalık gündeme gelmez mi? Elindeki yetkileri sürekli olarak kendisine bir avantaj sağlayacak şekilde kullanan bir kurum gerekli saygınlığı sağlayabilir mi? Halk, bu şekilde davranan temsilcilerine ve onlardan oluşan bir kuruma sahip çıkıp, “gerektiği zamanlar” onları korur mu? Bu soruların hepsinin de yanıtı “hayır”dır.

    O halde mesele bitmemiş, daha yeni başlamaktadır. Daha doğrusu başlayıp başlamadığını, bu sorunu doğru anlayıp anlamadığımız gösterecektir. Eğer bu sorunu -bütün diğer sorunlarda olduğu gibi- kaynağına inmeden ve mesela “onlar çıkar sağlarsa biz de iptal ettiririz” formülüyle çözmeyi (ya da çözdüğümüzü sanmayı) düşünüyorsak, daha mesele başlamamış demektir.

    Buradaki sorun, hareketlerine özel duyarlık gösterilen halkın temsilcilerinin ellerindeki imkanları kendileri için kullanmalarına karşı ne yapılacağı DEĞİLDİR. Sorun, medeni toplumların, ortak yaşamlarını düzenleyen değer ölçüleri dağarcığına yüzlerce yıl önce attıkları bir kavramın, toplumumuzun dağarcığında bulunmayışıdır.

    Ne ithal edilmesi gerektiği bilgisi hariç her şeyi ithal edebilen toplumumuz, kavram ithalinin önemini ne yazık ki henüz farkedememiştir. Medeni toplumlar gibi olabilmek için onların davranışlarını taklit eden insanımız, onların davranışlarını düzenleyen kavramların farkında değildir sanki!

    Bu eksik kavram, “çıkar çatışması”dır ve yalnız temsilcileri değil, halkın -büyük bir çoğunluğu- her an ve hiç gözünü kırpmadan bu kavramın ifade ettiği kuralı çiğnemektedir. Temsilcilerine karşı daha duyarlı olunmasının nedeni, onların ellerinde daha geniş yetkilerin bulunmasıdır. Taksi şoförü, elindeki “istediği konfor düzeyinde araç sürme yetkisini, en kısa sürede varmak ve dolayısıyla da yolcusunu azami derecede rahatsız etmek” yönünde kullanırken çıkar çatışması’na düşmektedir.

    Kamu veya özel kesimdeki satın alma görevlisi, satın alacağı malı kimden alacağına karar verirken, kendisine avanta sağlayan satıcıda karar kılarken de çıkar çatışması içindedir.

    Ticaretle uğraşan gazete ve TV’ler, bankacılık yapan sanayici, elindeki bilgileri borsada para kazanmak için kullanan yetkili, yurtdışı görevleri, para kazanmak, eşya almak, çocuğunu okutmak ya da geleceğini güvenceye almak için kullanan kamu görevlisi, ellerindeki imkanları kendilerine çıkar sağlamak için kullanmaktadırlar ve hepsi çıkar çatışması içindedirler. Sağladıkları çıkarların küçük olması, ellerindeki yetkilerin sınırlı olmasıyla ilgilidir. Taksi şoförünün kendini emekli edebilecek hali yoktur. Olsaydı yapacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Dikkatli bakılırsa toplumdaki hemen herkesin çıkar çatışmaları içinde bulunduğu görülecektir.

    O halde mesele, bu kavramın ortak değerler dağarcığımıza yerleştirilmesine ve bir yandan da gerekli caydırıcı düzenlemelerin yapılmasına gelmektedir.

    Ancak, bunun yapılabilmesi için ortak değerler dağarcığımız içinden bir kavramın dışarı çıkarılıp atılması gerekmektedir. Bu da, çıkar çatışması’nın tam tersi olan ve yüzde yüz yerli malı bir deyimdir: “Bal tutan parmak yalar”! Dikkat edilirse yukarıda birkaç örneği sıralanan çıkar çatışması örneklerinin hepsi, bu deyime tam olarak uymaktadır.

    O halde, başlangıçta üstünkörü biçimde, “milletvekilleri kendilerine çıkar sağlıyor” biçiminde dile getirilen sorunun doğru ifade edilmiş bir mesele olmadığı, doğru problemin, toplumumuzun davranışlarına önderlik etmekte bulunan ve parmağa bulaşan balın yalanabileceğini (eldeki imkanların birazcığının da kendi için kullanılabileceğini) ifade eden felsefenin sökülüp, yerine çıkar çatışması kavramının yerleştirilmesi olduğu görülmektedir.

    Milletvekil’lerimiz, tam olarak bu felsefeye uygun hareket etmekte ve mesela savaş ilan etme yetkisi gibi büyük bir sorumluluğu taşırlarken, kavanozdan akıp parmaklarına bulaşan bir parça balı yalamaktadırlar.

    Bundan hoşnut değilsek, balın yalanması ile değil, onun yalanmasına cevap veren anlayış ile uğraşmalıyız. Bu bağlamda yapılması gereken ilk iş, konunun kamuoyuna bu boyutlarıyla getirilip, herkesin ne kadar bal yaladığının kendilerince de görülmesini sağlamak; ikinci olarak ise şu şekilde bir yasa* ile bir miktar caydırıcılık sağlamaktır:

    “Kamu görevlilerinin özlük haklarını doğrudan veya dolaylı olarak ve bu hakları artırma ve/ya genişletme yönünde etkileyebilecek olan düzenlemeler, bu karara, teklif, oylama ve/ya onama yoluyla şahsen iştirak etmek durumunda bulunanlara uygulanmaz.”

    Ancak şu kesindir ki temel çözüm, mevcut bal yalama ölçüsünün yerine çıkar çatışması kavramının geçirilmesindedir. Yasal düzenleme, ancak küçük bir caydırıcılık sağlayabilir.

    Pazartesi, 06 Mart 1995

  • Kaktüs

    Bu dikenli bitkinin ne işe yaradığını ne için yaratıldığını bileniniz var mı? Unutmayın ki, dünyadaki herşey bir amaçla yaratılmıştır. Örneğin kaktüs, radyosyonu emmektedir. Bu yüzden büyük nükleer santrallerin cevresindeki hektarlarca alana  kaktüs dikiliyor. Geçenlerde istanbul’da bir banka şubesi tam 250 adet kaktüs siparisi verdi. Ne için? Bilgisayarların yanına koymak ve böylece personelini korumak için. Herkes evinde hatta her odada mutlaka kaktüs bulundurmalı. Cildinizde iyileşmeyen yaralar, lekeler, lezyonlar varsa, bir kaktüsü kesip dikensiz bir dilimini o yara, leke veya lezyonun üzerine koymayı deneyin. Mucizeyi görün. Doğadaki her varlığın bir görevi olduğunu unutmayalım. Uzm. Dr. xxxxxxxx

    Bu yazı geçenlerde herkesin birbirine zincirleme ilettiği, belki hergün onlarcası gelen “koruyucu / gönendirici” e-postalardan biri olarak geldi.

    Filanca virüsten korunmak için postanın açılmaması, bir mesajın en az 20 kişiye yollanmazsa başınıza ne gibi bir felaket geleceği, topraklarımızda bulunup da yeni keşfedilen trilyon dolarlık bir kaynağa sahip çıkmamız, bir maile cevap verilirse Microsoft’un her cevap verene bir servet ödeyeceği ve benzeri yüzlerce “junk mail” posta kutularımıza düşüyor.

    Bu değerli bilgileri üreten ve sonra da yurttaşların hizmetine sunan kişilerin en azından bir bölümünün iyi niyetlerinden kuşku duymak yersizdir.

    Yukarıdaki alıntıdaki uzman doktor adını -herhangi hukuki bir meseleye yol açmamak için- gizledim. Belki kendisinin dahi bu iletiden haberi yoktur, birileri adını yazmıştır. Eğer öyle değil de gerçekten tıp eğitimi almış birisi bunu yazmışsa halimiz harap demektir. Bu kişi kaktüs ve radyasyon yazıp da bir arama yapsaydı hiç olmazsa bulacağı cevaplara bakıp gülerdi.

    Benim merakım, bu tür bilgileri üreten kişilerin zahmet edip bir araştırma mı yaptığı, yoksa ilkokullardan beri uğradığımız zihinsel soykırım olan ezber‘in bir ürünü olarak otomatik şekilde kulaktan mı duyduğudur.

    Bu tür zincir maillerin adres pazarlayıcıların adres toplama yöntemlerinden birisi olduğu, her gelen e-postadaki adresleri silmeye veya bcc bile yapmaya zahmet etmeden olduğu gibi yollamaya devam edilerek yüzlerce kişinin adreslerinin ilgisiz kişilerin eline geçmesine yol açıldığı, asgari bilgisayar okur-yazarlığı olanlar biliyor.

    Ne diyeyim, biraz netiquette!

    Pazar, Mart 28, 2010

     

  • Katiller içeride ama töre dışarıda!

    Bir süre önce Töre Cinayetleri ve Ezber [1] başlıklı bir yazımda bu konuyu işlemiş ve töre denilen kavramın anlam kaymaları geçire geçire sonunda tam bir ezber haline geldiğini, hatta sorgulan(a)mayan ne varsa onların hepsinin birer ezber olduğunu yazmıştım.

    Üzerinden 1 ay kadar geçtikten sonra Mardin’de 44 kişi yine töre gerekçesiyle katledildi. Katil gerekçesi töre çok net ve açık: evlenme çağına gelmiş bir kız mutlaka amcaoğullarına “teklif” edilir, eğer böyle yapılmaz ise ömür boyu bekar kalmak zorundadır. Bu son durumda amcaoğlu yerine dayıoğulu ile evlendirildiği için katli vacip olmuştur.

    Töreyi uygulayacak olan ekip olası bir kan davasını önlemek için peşinen ailenin tüm bireylerini ortadan kaldırmak gibi bir sorun çözme yöntemi buluyorlar. Bu dahiyane fikirde herhalde akraba evliliklerinin bu denli yaygın olmasının payı büyüktür.

    Şimdi katil zanlıları (henüz mahkemeye çıkmadılar) içerdeler. Tabii ki bunun da bir önemi var; potansiyel eylemleri için bir önlem sayılabilir.

    Şimdi başka iki soru var:

    • Bu düzeyde bir akıl-fikir yapısına sahip olan yalnızca bu kişiler mi yoksa başkaları da var mıdır?
    • Böylesine akıl ve erdemden yoksun insanlar olsa da yine bir gerekçe lazım olduğuna ve töre denilen şey de güçlü bir gerekçe olduğuna göre, töre serbest olduğu sürece bunu uygulayacak psikopat insanlar bulmak zor mudur?

    Tüm medya saatlerce ve en ince ayrıntısına kadar bu cinayetin magazin kısmını verdi, lanetledi, vahşet olduğunu ve nasıl böyle bir vahşetin olabileceğine akıl erdirilemediğini kendi yorumcularından veya diğer ağızlardan verdi, hala da veriyor.

    Bütün bu “konuşulanlar” arasında “konuşulmayanlar” -yani saklı içerik- yoluyla verilen güçlü bir mesaj var: “töreler, hiçbir şekilde üzerinde konuşulmaması gereken mutlak doğrulardır“.

    Yani birileri çıkıp da, “sizin törelerinize çarpayım; bu töre dediğiniz ilkellikleri sorgulamak hadi sizin kafanıza sığmıyor, peki bu kadar okur-yazar takımı iri iri laflar edip sanki olayın derin temellerini açıklıyormuş pozları takınacaklarına, birlikte yaşamanın en basit ve vazgeçilmez kurallarını belirleyen yasaların yerine geçirilen töreleri sorgulamak hiç mi akıllarına gelmiyor?” demez mi?

    Bir imparatorluk sorgulamayıp itaat etme (ezber, biat, itaat) nedeniyle battı. Yerine kurulan cumhuriyet aynı nedenlerle batacak.

    Aklına gelenleri doğru sanıp üstelik bunları başkalarına benimsetmeye eğitim adını veren insanımız, ezberi hala belleme sanmaktan nasıl kurtulacak ya da kurtulabilecek mi?

    09 Mayıs 2009, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1075

  • Tavuk kafası koparma yarışı

    İnsan hakları konusunda alacağımız epey yol olduğu, ama belli bir hızda da olsa bu yolda adımlar atıldığı bir gerçektir.

    Uluslararası platformlarda her fırsatta Türkiye’deki insan hakları sorunlarını dile getiren yabancılara kızmıyorum. Onlar ne niyetle yaparlarsa yapsınlar, biz bu eleştirilerden olumlu sonuçlar çıkarmalıyız, çıkarıyoruz da.

    Başkalarının hataları bizim için tutunacak dal olamaz. Olamaz ama bu, hataların görmezlikten gelineceği anlamına da gelmez.

    Gazetelerde okuduğuma göre, İspanya’da “tavuk kafası koparma yarışı” yapılıyormuş. Bir ipe ayaklarından asılan canlı tavukların kafası, atlı yarışmacılar tarfından koparılırmış. Kim fazla kafa koparırsa birinci gelirmiş.

    Ben bunun doğru olabileceğine inanmıyorum. Daha doğrusu, bir insanın bundan zevk alabileceğini, bir sürü seyircinin de bunu zevkle seyredebileceğine, ondan sonra da bu insanların, “canlı hakkı”ndan sözedebileceğine inanmıyorum. Siz inanıyormusunuz?

    Benzer bir gösterinin (civcivler kullanılarak) yüzbinlerce seyircinin gözleri önünde Heavy Metal konserlerinde yapıldığını, hatta bazen daha ileri gidilerek içine dinamit yerleştirilmiş ineklerin patlatıldığını biliyoruz.

    Bu toplu illetlerin, o toplumların davranışlarına ve belki de ulusal politikalarına yansıdığını Bosna-Hersek’te bir bölü bir ölçekle görüyoruz.

    Cinayetleri eğlence ile bütünleştiren insanlarla aynı Dünyayı paylaşmak, bunlardan elem duyanların yazgısı olabilir. Ama bu insanların, hakların hiç bir türünden söz etmeye hakları olamayacağı da açıktır.

  • Telekulak nasıl engellenir?

    Uzaktan algılama bir teknoloji ve üstelik çok da gelişkin bir teknoloji.

    Medyada sıkça yakınılan “bu kadar çok insan de dinlenir mi, ayıptır” ve de yargıtay’ın verdiği karara gerekçe olarak gösterilen, “herkesi izlemek olmaz“ı kolayca geçersiz kılabilecek gelişkinlikte bir teknoloji paketi.

    İçinde sadece bir tek sözcüğün geçtiği tüm iletişimi (telefon, e-posta, faks vb) izlemek, üstelik de hiç mahkeme kararı olmadan izlemek, hatta Türkiye sınırları dışından izlemek mümkündür.

    Nitekim 11 Eylül sonrası, içinde Guantanamo, terör, bomba, Ladin, ikiz kule gibi yüzlerce sözcüğün geçtiği e-postalar -hem de servis sağlayıcı aracılığıyla- izlenmişti.

    Bugünün gelişkin teknolojileri ortaya çıkmadan 40 yıl kadar önceleri, Sinop’taki ABD dinleme merkezinin şöhreti, “Rusya’daki askeri üslerdeki pilotların diş fırçalama seslerinin dinlenebildiği“ne kadar varmıştı.

    Ulaştırma Bakanı’nın “dinlenmek istemiyorsanız konuşmayın” önerisi belki yanlış formüle edilmiş olabilir ama kesin bir gerçeği dile getirdiği de unutulmamalıdır.

    Sözün kısası, sizi birisi izlemek isterse bunu yapabilir.

    Peki şimdi bir soru: İzleme işi epey çaba -ve tabii ki masraf- gerektiren bir uğraş olduğuna göre buna kalkışan(lar) bunu niye yapsınlar?

    İnternette virüs yayan hacker’ların çok çok küçük bir bölümünün zeki ama psikopat kişiler olduğu, geri kalan çok büyük bölümünün ise sipariş üzerine çalıştıkları biliniyor.

    Yazılım firmalarının -tabii ki hepsi değildir- kimi departmanları güvenlik yazılımları üretirken, başka birimleri de bu güvenlik duvarlarını aşabilecek virüs yazılımları üretiyor. Kuşkusuz bunun için her iki departman grubunun çok sıkı bir eşgüdüm(!) içinde çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir.

    Açık kaynak kod uygulamasını yaygınlaştırmak isteyen kişi ve şirketlerin bir türlü -yeterince- yaygınlaşamayışının altında, güvenlik ve virüs yazılımını aynı anda üreten şirketlerin olduğu bellidir.

    Bu noktadaki sözün kısası, “bir malın, ancak alıcısı varsa üretilebileceği“dir.

    Bu basıt akıl yürütmeden görülebilen gerçek, izleme konusunda teknolojik önlem geliştirmek, yasaklayıcı mevzuat üretmek vb araçların işe yaramayacağı, sadece malın (izlemeye yarayan donanım, yazılım, işgücü vd) fiyatını artıracağıdır.

    Kritik nokta ise, malın müşterileridir…

    Müşteriler, alt etmek istedikleri kişi ve/ya kurumlara karşı koz üretmek peşindedirler [1]. Bir diğer deyişle, birbirini alt etmek isteyen taraf sayısı arttıkça müşteri sayısı artacak, müşteri arttıkça mal sağlayıcı artacak, mal sağlayıcılar dönerek yeni pazarlar üretebilmek için pazarlama faaliyetine girişecekler ve kendini besleyen bir döngü oluşacaktır.

    Bu süreci önce azaltıp sonra da durdurmanın çaresi, herhangi bir konuda birbirini alt etmenin tek mümkün yolunun, yargılarına güvenilen bir hukuk sisteminden geçtiği anlayışının yerleştirilmesidir. Eğer, altetme aracı olarak kullanılan izlemenin bir alternatifi herkes tarafından kolay ve ucuz erişilebilir şekilde piyasaya sürülürse kim kimi niye izlesin. Bu alternatif, “hukuk”tur. Özgürlükler ve demokrasi de -iletişim özgürlüğü dahil- ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir.

    Demokrasi ve hukukun birbirinin alternatifi olarak sunulduğu dikkate alınırsa izleme tırmanışının kök nedeni anlaşılmış olacaktır.

    Bu nokta üzerine yoğunlaşmak yerine, izlemeyi imkansız kılacak önlemlere kafa yormak abesle iştigal sayılabilir.

    5 Haziran 2008

    [1] https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/#alegar

  • Hayvan muamelesi !

    Öyle deyimler vardır ki, onları biraz kurcaladığınızda altından çıkan cılk, yüzlerce ayıbınızı yüzünüze vurur, nedenlerini bir türlü anlayamadığınız bir çok sorununuzu açıklar.

    “Hayvan muamelesi” deyimi de bunlardan biridir. Örneğin, “Bize hayvan muamelesi değil, insanca davranılmasını istiyoruz!” denildiğinde çoğu kimse ne denilmek istendiğini anlar. Anlamayanlar yalnızca, hayvanla insan arasında önemli bir fark olmadığını, olan farkların insanlar arasında da bulunduğunu bilenlerdir.

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler!” deyimi, istatistiksel güvenilirliği çok yüksek bir deyimdir. Herhalde yüzbinlerce defa denenmiş ve insanlar öğünür; yiğitlik gösterisinde bulunurlarken ne gibi melanet işlediklerini de itiraf ettiğini gören bilge kimselerce söylenmiştir.

    “Hayvan muamelesi” deyimi, hayvanların Tanrı’nın yaratığı olarak görülemeyeceğini, onların dövülebileceğini, zevk için öldürülebileceğini (adına av deniyor), etlerinin, sütlerinin, emeklerinin sonuna kadar sömürülebileceğini, onların kötü muamele edilmek üzere yaratıldıklarını, insanların ise -pisliklerinde boncuk bulunduğu için- farklı muameleye mazhar olduklarını ifade ediyor.

    Ama, istatistiksel güvenilirliği en az yukarıdaki atasözü kadar yüksek olan bir başka gözlem de vardır: O da, hayvanlarla insanlar arasında böylesine fark görenlerin, insanlığa da daima zarar verdikleri gerçeğidir.

    Beş yıl kadar önce, av turizmi denilen vahşetin Dünya çapında yasaklanması için bir kampanya açmada önderlik etmesini istediğim, vahşi hayatla ilgili bir vakfın pek ünlü bir yabancı “büyüğü”, bu çağrıya yazdığı cevapta avcılığın faziletlerini uzun uzun anlattıktan sonra, “siz önce ülkenizdeki insan haklarına eğilseniz” demeye gelen ifadeler kullanmıştı. Bu yabancı büyüğün bizzat sıkı bir avcı olduğunu sonradan tesadüfen öğrenmiştim.

    Birkaç yıl önce sinemalarda oynatılan “ayı” filmindeki sevimli yaratıkların, bakım külfeti nedeniyle, emanet edildikleri Kanada’daki milli parkta bakıcılarınca katledildiklerini öğrenince, hayvan sevgisizliğinin yalnız bize mahsus olmadığını anladım.

    Tabii ki bu iki örnek de uç olaylardır ve genelleştirilemez. Gelişmiş ülke insanlarının hayatlarında, hayvanların yeri bu iki örnektekiyle bağdaşmayacak ölçüde sevgi doludur.

    Hayvanlara karşı duyarlı olanlara karşı genellikle yöneltilen bir eleştiri vardır: O da, insanların temel sorunları çözülmemişken, hayvanlarla uğraşmanın bir fantezi, hatta daha da öteye insanlara karşı sorumsuzluk olduğudur.

    İlk bakışta pek doğru gibi görünen bu eleştirinin tek ve kesin yanıtı şudur: Dünyadaki canlılar -hatta cansız dediklerimiz-, tümü birden bir bütünü oluştururlar. Bu gerçeği biraz anlayanlar buna eko-sistem, daha iyi anlayanlar da Tanrı’nın bir görüntüsü derler.

    Canlıları birbirinden ayırmak, henüz bu iki gelişmişlik düzeyine henüz varmamışların bilinç düzeylerinin bir göstergesidir.

    21 Ağustos 1994, Pazar

  • Zengin İsmail

    Değerli okurlar,

    Aşağıdaki mesaj ve ekindeki resimler bir e-postayla geldi. Belki sizlerden de alanlar olmuştur. Mesaj sahibi Sema Mandev Hanım’ın iznini almadan mesajını sizlerle paylaştığım için beni bağışlayacağını sanıyorum. Ben de okuyup fotoğrafları görünce şunu demek istedim:

    Bu bir kuş ya da hayvan sevgisi olamaz. Onca sorunu içinde boğuşan bir insanı; bu tür bir davranışa iten daha derinlerde, en derindeki varoluş kodu olan “hayatta kalma” dürtüsü olabilir. Yaşamını sürdürebilmenin vazgeçilmez koşulu olan “birlikte var olma”yı idrak etmişliğin bir göstergesi olabilir.

    Peki ya bunca emek verdiğimiz eğitim bunu değil de; kazanmayı, daha çok kazanmayı, her şeye rağmen kazanmayı ve kazandıklarını koruyabilmek için kazanmayı özendiriyorsa biz ne yapıyoruz?

    İşte o mesaj:

    “Ekteki resimler bir kapıcının ne kadar kocaman yüreği olduğunu kanıtlıyor. Kapıcımız İsmail,dünkü yoğun kar yağışında ve fırtınada marketten kendi parasıyla aldığı ekmekleri kurumuş ağaç dallarına, kuşların yemesi için asıyordu.

    Bu manzarayı görebilmenizi çok isterdim, ağlayarak onu izledim ve camı açıp avazım çıktığı kadar, en zengin insandan daha zenginsin sen İsmail diye bağırmışım.

    Bütün apartman görevlilerine de İsmail’in bu yaptığının örnek olacağını düşünüyorum. Zira, bu haber 18.02.2008 tarihli Hürriyet gazetesi tarafından haber yapıldı.

    İsmail, bir tanesi spastik özürlü olmak üzere üç tane çocuk babasıdır. Kıt kanaat, yönetimin verdiği asgari ücret ve bizim arada sırada olan bahşişlerimizden geçimini sağlıyor. Hayatlarında yürüme ve konuşma engelli Meryem’lerinin dışında kuşlara da emek harcayan ve yüreklerini açan bu aileye huzurunuzda teşekkür ediyorum.

    Sevgilerimle, Sema Mandev”

    20 Şubat  2008, Çarşamba

    image001image002

     

     

     

     

     

     

     

  • Boğanın insanlığı(!)

    Gazetede bir fotoğraf: Bir boğa, yerde matador, boğanın boynuzları matadorun sırtına dayanmış ama batırılmamış öylece duruyor, sanki “istesem seni öldürebilirim ama ben cinayet işlemem” der gibi.

    Bu fotoğraf, inanınız beni insanlığımdan utandırdı ve tüm hayvanlara şunu demek istedim: “Ey hayvanlar! Kendi kendine insan diyen; kendini doğanın en seçkin yaratığı ilan eden ama bir yandan da akla gelebilecek her türlü melaneti işlemekten çekinmeyen ve yaşamını sürdürmekten başka bir kaygısı bulunmayan siz hayvanların adlarını bile birbirini aşağılamak için kullanan bizleri bağışlayın; insanlığımızı hoş görün.”!

    Bu fotoğraftan yeterince çoğaltıp herkesin eline birer tane vermeli ve günde en az bir defa buna bakmayı zorunlu kılacak bir evrensel yasa koyulmalı.

    Ayrıca da her av silahının arpacık kısmına bu fotoğraftan birer tane yerleştirilmeli ve gez-göz-arpacık nişan alıp bir hayvana karşı cinayet işlemeye hazırlanan (adına av deniyor) kişilerin biraz olsun duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışılmalı.

    Boğa güreşlerinin yirmi dakikada bitirilmesi, ayrıca da güreşecek boğanın, hayatında yalnızca bir defa güreşmesi gerekirmiş. Çünkü son derece zeki olan boğa, derhal oyunları öğrenir ve yirminci dakikadan sonra oyuna getirilip öldürülmesi imkansız hale gelirmiş.

    Hayvanın ölümünü güvence (!) altına alabilmek için bunu da yeterli görmeyen “insan”lar, önce onu atlı kişilerce yorup bitap hale getirirlermiş. Bunları duydukça, insan hiçbir hayvanın yüzüne bakamaz hale geliyor.

    İnsanlığın taş devrini ancak birazcık geride bırakmış durumda olduğundan eminim. İnsanlık tarihinin bütünü, big-bang’ten bu yana geçen süreye oranla 1 saniye gibidir.

    Bugün “insan”lığı ile övünen bizler, gelecekteki nesillerce müzelerde ya da laboratuvarlarda incelenecektir.

    İşkence, kötü muamele, başkalarının haklarını çiğneme gibi olguların kaynağında, bu “hayvan sevgisizliği” ya da daha doğru deyimle “doğa sevgisizliği”nin olduğunda en küçük şüphe bulunmamalıdır.

    25 Eylül 2001

  • Sadece farklıyız, o kadar!

    Sık sık, hayvan dostlarımızın beyinleri -ve oralarda duramayıp akıl fikirleriyle- ilgili yargılar dile getirilir. Bunları hep merak etmişimdir; hakkında yeterli veri ve bilgiye sahip olmadan nasıl bu denli emin olabiliyorlar diye.

    Hayvanların içgüdüleri, insanların ise akıllarıyla hareket ettikleri, suç tanımlamalarına kadar girmiştir: “… hayvani dürtülerine hakim olamayan filanca...” gibisinden. Bunu düzeltmek gerekir: “insani dürtülerine hakim olamayan…” demek lazım; gözlemler bunu daha fazla doğruluyor.

    Aşağıda bir film parçası var. Bebekliğinde bir aile tarafından beslenip sonradan -çevrecilerin baskısıyla- bir başka kıtadaki milli parka salıverilen bir aslanın, uzun yıllar sonra özleyip görmeye gelen ailesine karşı sergilediği “hayvani dürtüleri” göreceksiniz.

    Hayvan diye aşağıladığımız dostlarımızın sadece “farklı” ihtiyaçları olan “birileri” olduğunu tam idrak edene kadar çok acı çekeceğiz gibi görünüyor. Ne dersiniz?

    16 Mart 2008