• Müşteri kral(mı)dır?

    Şu yazımı [1], tamamen sanayide uygulanagelen toplam kalite bağlamında, yani salt teknik çerçevede 2001 yılında yazmıştım.

    Kalite ihtiyaca uygunluktur” ve “müşteri kraldır” ilkelerinin, toplam kalite akımının iki belirleyici köşe taşı olduğunu yazdıktan sonra, bunun doğru ama tam doğru olmadığını belirtmiş ve yazı sonunu şöyle bağlamıştım: ” Kalite, -çeşitli seçenekler konusunda özgür seçim hakkına sahip, seçenekler konusunda bilgilendirilmiş ve de seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış olmak kaydıyla- ihtiyaca uygunluktur“.

    Bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz:

    Müşteri eğer:

    1.     Çeşitli seçenekler mevcut ise ve

    2.     Bunlar arasında özgür seçim imkanına sahip ise ve

    3.     Bu seçenekler hakkında bilgi sahibi ise ve de

    4.     seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış ise

    kraldır.”

    Buradaki kral, kuşkusuz bir deyimdir ve “kayıtsız ve şartsız ihtiyacına uyana karar verme hakkına sahiptir” anlamındadır. Bir diğer deyimle, “müşteri, yukarıda açıklanan 3 koşul yerine geldiğinde kayıtsız ve şartsız egemendir“.

    Son aylarda giderek keskinleşen biçimde toplumu ikiye ayırma eğilimi ortaya çıktı. Kargaşa dönemlerinde ince düşünmeye yer yoktur. “Ya benden yanasın ya da karşısın” tutumları genellikle öyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin savaş sırasında karşılaşan iki asker sadece birbirinin üniformasına bakar. Ölçüt basit ve tektir: üniforma benimkinden mi değil mi? Değilse tetik çekilir, süngü saplanır.

    Bunu yapanlar emir almış sıradan askerlerdir; komutanları ise -ki zaten sadece o nedenle komutandırlar- daha ince düşünürler ve siyahla beyaz arasındaki çeşitli tonları ayırdederler. Asker davranışı ne kadar doğalsa komutan davranışı da o kadar beklendiktir.

    Toplumdaki kanaat önderlerinin tutumlarının da siyah-beyaz arasındaki gri tonları farkedebilir olması beklenir. Ama görünen odur ki toplumumuzu demokratlar ve darbeciler olarak ikiye ayırmakta bir sakınca görmemektedirler.

    Halkın kendini yönetmesi” ilkesi -belki çok keskin ideolojik kampların mensupları hariç- herhalde itiraz edilebilecek bir yaşam biçimi değildir. İster çoğu insanın kökünü bilmediği demokrasi sözcüğüyle söylensin isterse açık anlamıyla ifade edilsin, çoğunluğun demokrasiden yana olduğu pekala söylenebilir.

    Bir anlamda halk bir müşteridir ve ihtiyacını kendi belirleyip seçmek ister. “Ben buna yetkin değilim, benim yerime başkaları ihtiyacımı belirlesin ve o ihtiyacı giderecek insanları seçsin” diyebilecek -ki herhalde darbe yanlısı bu demektir- kişi bulunur mu bilinmez.

    O halde, toplumun çoğunluğu, kendi ihtiyacını kendi seçmekten yana tavır sahibi ise demokrat sayılmak gerekir. Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu demokrat çoğunluğun, yukardaki 4 altın koşula uyduğundan kuşku duyulmamasıdır.

    Bir diğer deyişle, egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir denilirken o koşulların varlığının su götürmez düzeyde var olduğu kabulünden hareket edildiği varsayılmaktadır.

    Eğer birileri çıkar da, bu altın koşullardan bir veya birkaçının yerine gelmediğini, egemenlik söyleminin kayıtsız ve şartsız olmadığını ileri sürerse, onları darbe yanlıları safına koymak, sadece gerçek darbe yanlılarını daha kalabalık -ve pek kalabalık- göstermekten başka bir işe yaramaz. Yani bir anlamda bu tutum bir çeşit darbe destekçiliği anlamına gelir.

    Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğu söylemi bir vizyondur ve o vizyona erişmek yolunda, o 4 koşulu yerine getirebilmek için insanları ikiye bölmeye değil çaba harcamaya ihtiyaç vardır.

    28 Mart 2008

  • Sadece farklıyız, o kadar!

    Sık sık, hayvan dostlarımızın beyinleri -ve oralarda duramayıp akıl fikirleriyle- ilgili yargılar dile getirilir. Bunları hep merak etmişimdir; hakkında yeterli veri ve bilgiye sahip olmadan nasıl bu denli emin olabiliyorlar diye.

    Hayvanların içgüdüleri, insanların ise akıllarıyla hareket ettikleri, suç tanımlamalarına kadar girmiştir: “… hayvani dürtülerine hakim olamayan filanca...” gibisinden. Bunu düzeltmek gerekir: “insani dürtülerine hakim olamayan…” demek lazım; gözlemler bunu daha fazla doğruluyor.

    Aşağıda bir film parçası var. Bebekliğinde bir aile tarafından beslenip sonradan -çevrecilerin baskısıyla- bir başka kıtadaki milli parka salıverilen bir aslanın, uzun yıllar sonra özleyip görmeye gelen ailesine karşı sergilediği “hayvani dürtüleri” göreceksiniz.

    Hayvan diye aşağıladığımız dostlarımızın sadece “farklı” ihtiyaçları olan “birileri” olduğunu tam idrak edene kadar çok acı çekeceğiz gibi görünüyor. Ne dersiniz?

    16 Mart 2008

  • Boğanın insanlığı(!)

    Gazetede bir fotoğraf: Bir boğa, yerde matador, boğanın boynuzları matadorun sırtına dayanmış ama batırılmamış öylece duruyor, sanki “istesem seni öldürebilirim ama ben cinayet işlemem” der gibi.

    Bu fotoğraf, inanınız beni insanlığımdan utandırdı ve tüm hayvanlara şunu demek istedim: “Ey hayvanlar! Kendi kendine insan diyen; kendini doğanın en seçkin yaratığı ilan eden ama bir yandan da akla gelebilecek her türlü melaneti işlemekten çekinmeyen ve yaşamını sürdürmekten başka bir kaygısı bulunmayan siz hayvanların adlarını bile birbirini aşağılamak için kullanan bizleri bağışlayın; insanlığımızı hoş görün.”!

    Bu fotoğraftan yeterince çoğaltıp herkesin eline birer tane vermeli ve günde en az bir defa buna bakmayı zorunlu kılacak bir evrensel yasa koyulmalı.

    Ayrıca da her av silahının arpacık kısmına bu fotoğraftan birer tane yerleştirilmeli ve gez-göz-arpacık nişan alıp bir hayvana karşı cinayet işlemeye hazırlanan (adına av deniyor) kişilerin biraz olsun duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışılmalı.

    Boğa güreşlerinin yirmi dakikada bitirilmesi, ayrıca da güreşecek boğanın, hayatında yalnızca bir defa güreşmesi gerekirmiş. Çünkü son derece zeki olan boğa, derhal oyunları öğrenir ve yirminci dakikadan sonra oyuna getirilip öldürülmesi imkansız hale gelirmiş.

    Hayvanın ölümünü güvence (!) altına alabilmek için bunu da yeterli görmeyen “insan”lar, önce onu atlı kişilerce yorup bitap hale getirirlermiş. Bunları duydukça, insan hiçbir hayvanın yüzüne bakamaz hale geliyor.

    İnsanlığın taş devrini ancak birazcık geride bırakmış durumda olduğundan eminim. İnsanlık tarihinin bütünü, big-bang’ten bu yana geçen süreye oranla 1 saniye gibidir.

    Bugün “insan”lığı ile övünen bizler, gelecekteki nesillerce müzelerde ya da laboratuvarlarda incelenecektir.

    İşkence, kötü muamele, başkalarının haklarını çiğneme gibi olguların kaynağında, bu “hayvan sevgisizliği” ya da daha doğru deyimle “doğa sevgisizliği”nin olduğunda en küçük şüphe bulunmamalıdır.

    25 Eylül 2001

  • Belediye başkanlarımıza açık mektup!

    Saygıdeğer Başkanım,

    Zaman zaman sizlere yazmış olduğum mektuplara karşı gösterdiğiniz duyarlığa şükranlarımı sunarken, bir konudaki düşüncemi sizlere iletmek istiyorum. Bu konu, yıllardır tüm belediyelerimizde süren çağdışı bir uygulama olan, “başıboş hayvanların itlafı” sorunudur.

    Başıboş hayvanların kuduz ve diğer hastalıklar açısından bir risk grubu oluşturduğu doğrudur. Ancak, bu grubun yarattığı riskten bin kat daha fazlasını yaratan ve içiçe yaşamaya alıştığımız, hijyen kurallarına uymayan yiyecek üretimi ve satışı, kanserojen olduğu bilinen kimyasallarla karıştırılan yiyeceklerin serbestçe satılabilmesi gibi etkenler, hergün ve sessizce onlarca kişiyi hasta etmekte, öldürmektedir. Kuduz vakalarının sayısı ise bununla karşılaştırılamayacak kadar azdır.

    Hal böyle iken, doğanın o harika yaratıklarını öldürmek, acaba “canlıya saygı” kavramıyla bağdaşır mı?

    Birlikte yaşamak zorunda olduğumuz, ayrılmaz parçamız olduğunu idrak etmek durumunda olduğumuz hayvanları öldürerek riski ortadan kaldırmak isteyenler, daha büyük riskleri azaltmak için onlara neden olanları da öldürmeyi düşünmekte midirler?

    Çocuklarımızın ve hayvanlara karşı duyarlı olanlarımızın gözleri önünde hayvanları öldürmekten çekinmeyenlerden, bir insan olarak utanıyorum.

    Bu olayın, bugüne kadar sizin dikkatinizi çekmediğinden kesinlikle eminim. Aksi halde buna kesin olarak karşı çıkıp önleyeceğinizi biliyorum.

    Bildiğiniz gibi, sokak hayvanlarının başıboş ve hızla çoğalmalarına karşı üç tür önlem bulunmaktadır:

    1. Başıboş kedi ve köpeklerin kısırlaştırılmaları,
    2. Onların kolayca beslenmelerine ve dolayısıyla sayılarının artmasına, başka canlıların da (fare vb) üremelerine ortam hazırlayan çöplük ve benzeri nedenlerin ortadan kaldırılması,
    3. Özellikle çocuk sahibi ailelerin en az birer hayvan edinmelerinin özendirilmesi.

    Medeni ülkelerde hayvan itlafı metodu uzun yıllardır terkedilmiş, onun yerine bu yöntemler benimsenmiştir.

    Sayın başkanım,

    Sizin, bir kampanyanın önderliğini yapacağınıza, “kısırlaştırma” ve “hayvan edindirme” konusunda ilk adımları atacağınıza inanıyorum.

    Mektubumu okumaya ayırdığınız zaman için size teşekkür ediyorum ve sizin ağzınızdan şunları duymak istediğimi belirtmek istiyorum: “Hayvanlar bizim dostlarımızdır. Biz dostlarımızı öldüremeyiz!”

    Selam ve sevgilerimle,

    Tınaz Titiz

    24 Mayıs 2000

     

  • Zengin İsmail

    Değerli okurlar,

    Aşağıdaki mesaj ve ekindeki resimler bir e-postayla geldi. Belki sizlerden de alanlar olmuştur. Mesaj sahibi Sema Mandev Hanım’ın iznini almadan mesajını sizlerle paylaştığım için beni bağışlayacağını sanıyorum. Ben de okuyup fotoğrafları görünce şunu demek istedim:

    Bu bir kuş ya da hayvan sevgisi olamaz. Onca sorunu içinde boğuşan bir insanı; bu tür bir davranışa iten daha derinlerde, en derindeki varoluş kodu olan “hayatta kalma” dürtüsü olabilir. Yaşamını sürdürebilmenin vazgeçilmez koşulu olan “birlikte var olma”yı idrak etmişliğin bir göstergesi olabilir.

    Peki ya bunca emek verdiğimiz eğitim bunu değil de; kazanmayı, daha çok kazanmayı, her şeye rağmen kazanmayı ve kazandıklarını koruyabilmek için kazanmayı özendiriyorsa biz ne yapıyoruz?

    İşte o mesaj:

    “Ekteki resimler bir kapıcının ne kadar kocaman yüreği olduğunu kanıtlıyor. Kapıcımız İsmail,dünkü yoğun kar yağışında ve fırtınada marketten kendi parasıyla aldığı ekmekleri kurumuş ağaç dallarına, kuşların yemesi için asıyordu.

    Bu manzarayı görebilmenizi çok isterdim, ağlayarak onu izledim ve camı açıp avazım çıktığı kadar, en zengin insandan daha zenginsin sen İsmail diye bağırmışım.

    Bütün apartman görevlilerine de İsmail’in bu yaptığının örnek olacağını düşünüyorum. Zira, bu haber 18.02.2008 tarihli Hürriyet gazetesi tarafından haber yapıldı.

    İsmail, bir tanesi spastik özürlü olmak üzere üç tane çocuk babasıdır. Kıt kanaat, yönetimin verdiği asgari ücret ve bizim arada sırada olan bahşişlerimizden geçimini sağlıyor. Hayatlarında yürüme ve konuşma engelli Meryem’lerinin dışında kuşlara da emek harcayan ve yüreklerini açan bu aileye huzurunuzda teşekkür ediyorum.

    Sevgilerimle, Sema Mandev”

    20 Şubat  2008, Çarşamba

    image001image002

     

     

     

     

     

     

     

  • Başıboş insanlar tehlike saçıyor !

    Önce bir okur mektubundan alıntılar:

    “Gözlem Gazetesinin Ağustos ’93 sayısındaki yazınızı büyük bir coşku ile okuduk (Belediye Başkanlarımıza Açık Mektup,T.T). Duygularımıza tercüman olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

    İzmir’e çok yakın bir tatil yöresindeki evimizde bir köpeğimiz vardı. Maalesef bu yörede son zamanlarda başıboş köpekler artmıştı. Bir sabah köpeğimiz eve döndükten sonra kasılarak yere yıkıldı ve zavallıyı veterinere yetiştirmemize rağmen kurtaramadık. Tasmalı, nüfus kağıtlı, aşıları tam olduğu halde, bu yörenin belediyesinin hiç habersiz yaptığı itlafa bizimki de kurban oldu. Yapılan otopside, kullanılmaması gereken striknin maddesi bulundu.

    Bu yazıyı diğer köpek sahiplerinin dikkatini çekmek için yayımlamanızı rica ederim.

    Şimdi başka bir köpeğimiz var. Boynunda belediyenin verdiği bir numara asılı. Eğer yukarıdaki gibi bir hadise tekrarlanırsa o belediyenin canına okuyacağız.

    Nilüfer/Güngör Altıkulaç- İzmir”

    “Başıboş hayvan” deyimi pek yaygındır. Aslında bu deyimi hayvanlar için değil başıboş insanlar için kullanmak çok daha doğrudur.

    Bir ara Bursa’da sahipsiz kedileri toplatıp fırında yakan bir belediye başkanı da “ne yapalım yani insanlar kudursunlar mı?” diyerek küçük aklıyla bir savunma yapmıştı.

    Bu tür bir kafa yapısı, mutlaka birilerinin ölmesi gerektiğini, insanlar öleceğine hayvanların ölmesinin daha doğru olduğunu savunan sapık zihniyetin çok sayıdaki temsilcilerinden yalnızca birisine aittir.

    Bu yaratıkların, kendilerine zarar verceğini düşündüğü her canlıyı ortadan kaldırabilecek tehlikede, Hitler’e rahmet okutacak birer cani olduklarına şüphe edilmemelidir.

    Bence başıboş hayvanlardan ziyade bu insanlar daha tehlikelidir ve mutlaka tecrit ve mümkünse tedavi edilmeye ihtiyaçları vardır.

    Çocuklarımıza (ve bir kısım büyüklere) canlı sevgisini öğreten hayvan dostlarımızı yakarak, vurarak, zehirleyerek yok eden bu canileri iyi tanımalı, bunlara verilebilecek en iyi cezanın onları seçmemek olduğunu bilmeliyiz.

    Önümüzde yerel seçimler var. Sırasıra adaylar karşımıza çıkıp neler yapacaklarını anlatıp oylarımızı isteyecekler. Lütfen bunlara, hayvanlar için ne düşündüklerini ve özellikle itlaf konusunda ne düşündüklerini sorunuz. Kerli ferli birçoğunun bu konuda ne denli caniyane niyetler taşıdığını dehşetle göreceksiniz.

    Başıboş insanlara dikkat. Esas onlar tehlike saçıyorlar, hayvanlar değil!

    Eylül 1993