• Telekulak nasıl engellenir?

    Uzaktan algılama bir teknoloji ve üstelik çok da gelişkin bir teknoloji.

    Medyada sıkça yakınılan “bu kadar çok insan de dinlenir mi, ayıptır” ve de yargıtay’ın verdiği karara gerekçe olarak gösterilen, “herkesi izlemek olmaz“ı kolayca geçersiz kılabilecek gelişkinlikte bir teknoloji paketi.

    İçinde sadece bir tek sözcüğün geçtiği tüm iletişimi (telefon, e-posta, faks vb) izlemek, üstelik de hiç mahkeme kararı olmadan izlemek, hatta Türkiye sınırları dışından izlemek mümkündür.

    Nitekim 11 Eylül sonrası, içinde Guantanamo, terör, bomba, Ladin, ikiz kule gibi yüzlerce sözcüğün geçtiği e-postalar -hem de servis sağlayıcı aracılığıyla- izlenmişti.

    Bugünün gelişkin teknolojileri ortaya çıkmadan 40 yıl kadar önceleri, Sinop’taki ABD dinleme merkezinin şöhreti, “Rusya’daki askeri üslerdeki pilotların diş fırçalama seslerinin dinlenebildiği“ne kadar varmıştı.

    Ulaştırma Bakanı’nın “dinlenmek istemiyorsanız konuşmayın” önerisi belki yanlış formüle edilmiş olabilir ama kesin bir gerçeği dile getirdiği de unutulmamalıdır.

    Sözün kısası, sizi birisi izlemek isterse bunu yapabilir.

    Peki şimdi bir soru: İzleme işi epey çaba -ve tabii ki masraf- gerektiren bir uğraş olduğuna göre buna kalkışan(lar) bunu niye yapsınlar?

    İnternette virüs yayan hacker’ların çok çok küçük bir bölümünün zeki ama psikopat kişiler olduğu, geri kalan çok büyük bölümünün ise sipariş üzerine çalıştıkları biliniyor.

    Yazılım firmalarının -tabii ki hepsi değildir- kimi departmanları güvenlik yazılımları üretirken, başka birimleri de bu güvenlik duvarlarını aşabilecek virüs yazılımları üretiyor. Kuşkusuz bunun için her iki departman grubunun çok sıkı bir eşgüdüm(!) içinde çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir.

    Açık kaynak kod uygulamasını yaygınlaştırmak isteyen kişi ve şirketlerin bir türlü -yeterince- yaygınlaşamayışının altında, güvenlik ve virüs yazılımını aynı anda üreten şirketlerin olduğu bellidir.

    Bu noktadaki sözün kısası, “bir malın, ancak alıcısı varsa üretilebileceği“dir.

    Bu basıt akıl yürütmeden görülebilen gerçek, izleme konusunda teknolojik önlem geliştirmek, yasaklayıcı mevzuat üretmek vb araçların işe yaramayacağı, sadece malın (izlemeye yarayan donanım, yazılım, işgücü vd) fiyatını artıracağıdır.

    Kritik nokta ise, malın müşterileridir…

    Müşteriler, alt etmek istedikleri kişi ve/ya kurumlara karşı koz üretmek peşindedirler [1]. Bir diğer deyişle, birbirini alt etmek isteyen taraf sayısı arttıkça müşteri sayısı artacak, müşteri arttıkça mal sağlayıcı artacak, mal sağlayıcılar dönerek yeni pazarlar üretebilmek için pazarlama faaliyetine girişecekler ve kendini besleyen bir döngü oluşacaktır.

    Bu süreci önce azaltıp sonra da durdurmanın çaresi, herhangi bir konuda birbirini alt etmenin tek mümkün yolunun, yargılarına güvenilen bir hukuk sisteminden geçtiği anlayışının yerleştirilmesidir. Eğer, altetme aracı olarak kullanılan izlemenin bir alternatifi herkes tarafından kolay ve ucuz erişilebilir şekilde piyasaya sürülürse kim kimi niye izlesin. Bu alternatif, “hukuk”tur. Özgürlükler ve demokrasi de -iletişim özgürlüğü dahil- ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir.

    Demokrasi ve hukukun birbirinin alternatifi olarak sunulduğu dikkate alınırsa izleme tırmanışının kök nedeni anlaşılmış olacaktır.

    Bu nokta üzerine yoğunlaşmak yerine, izlemeyi imkansız kılacak önlemlere kafa yormak abesle iştigal sayılabilir.

    5 Haziran 2008

    [1] https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/#alegar

  • Nelson’un Huni Deneyi (1996). Yine! (2001) (ve de yine 2008)

    1996 yılında yazdığım ve 2001 yılında tekrarladığım aşağıdaki yazıda anılan resimleri bu defa yazı içine ekleyerek tekrar dikkate getirmenin iyi olacağını düşündüm. İngiltere dış işleri bakanı David Milliband’ın Türkiye’nin politik stabilitesini temin amacıyla geliştirdiği önerileri içeren makalesi ile birlikte yazının daha bir anlam kazandığını düşünüyorum.

    Bundan beş yıl evvel, bir sorunun çözümünde kullanılabilecek doğru ve eğri yolları çok iyi anlattığını düşündüğüm bir yazı yazmıştım. İçinde yaşadığımız bu günlere en uygun yazı olarak bin küsur yazım içinden onu seçtim. Ve hiçbir değişiklik yapmadan tekrar aşağıya alıyorum:

    «1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz.

    Ödül kazanan makale oldukça kısa ve basit bir deneyi anlatıyor. Benzer bir deneyi isteyen evinde bile yapabilir.

    Deney, bir huni, bu huninin boğazından tam geçebilecek bir bilya, huninin ucunu yerden 5-6 santim yukarıda tutabilecek bir düzenek ve huninin altına yayılmış bir kağıt yardımıyla yapılıyor.

    Deney şöyle: Bilya huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda -mesela 500 defa- tekrarlanınca kağıt üzerinde rastgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.

    Bilyanın her defasında tam huninin altında değil de rastgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyanın mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyanın hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir.

    Aynı huni, aynı bilya ve aynı kağıtla deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!).

    Bu haliyle, huni, bilya, kağıt vs den oluşan sistem kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyayı attığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.

    Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişi düşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle bir reçete uyguluyor:

    Reçete 1: Bilyanın her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.

    Bu reçeteye göre deney yine mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi eskisinden daha küçük değil aksine daha büyük olmaktadır.

    Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:

    Reçete 2: Bilyanın her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir.

    Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır.

    Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:

    Reçete 3: Huni her defasında bilyanın durduğu noktaya getirilecektir.

    Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir.

    Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilya mükemmellliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs) değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”

    Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır.

    Belediyeler yol güzergahlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir.

    Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.

    Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür: Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz. İkinci aşama ise sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terketmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir. »

    5 Haziran 2008

  • Hayvanlar !

    Her nerede insan yaşamını kolaylaştıran bir şey varsa oraya dikkatle bakılmalıdır. Bu kolaylıkların bir bölümü -hepsi değilse de-, bir yandan yaşamı kolaylaştırırken bir yandan da bozarlar.

    Teknolojik araçların çoğu böyledir. Otomobil, hayatı kolaylaştırır ama hem çevrenin bozulmasına hem de insanın hareketsizleşmesine yol açar.

    Çeşitli spreyler içine konan gazlar da böyledir. Ucuz bir biçimde püskürtme işini sağlar ama diğer yandan ozon tabakasını deler.

    Yaşam kolaylaştırıcılar yalnız teknik araç, gereçler değildir. Bazı kavramsal ögeler de yaşamı kolaylaştırırlar.

    Örneğin eğitimde uygulanan ezber (kişinin, mevcut diğer bilgileriyle ilişki kurulmaksızın bellekte tutma), öğrenci, öğretmen, ebeveynin işlerini çok kolaylaştırır. Başarısız öğrenciye öğretmen ya da ana babasınca yapılan tek yol gösterme, “daha iyi çalış” tır ve bunun asıl anlamı “daha iyi ezberle“dir. Gerçekten de başarısız çocuklar bu yolla başarılı hale gelebilmektedirler. Ezber böylece birçok kişinin yaşamını kolaylaştırırken bir yandan da onların yaratıcılıklarını öldürür.

    İşte bu tür kavramsal kolaylaştırıcılardan birisi de “sınıflandırma“dır.

    Bilimin gelişmesinde önemli rol oynayan sınıflandırmanın dayanağı, “birbirine benzer şeyleri bir araya koymak, daha az benzeyenleri üst-guruplar, daha çok benzeyenleri ise alt-guruplar içinde toplamak”tır. Böylece örneğin, “insanlar” bir gurup olmuş, “canlılar” bir üst-gurup, “derisi sarı olanlar” ise bir alt-gurup altında toplanmıştır.

    Çeşitli konularda yapılan sayısız gözlem, ancak bu yolla ait olduğu guruba sokulabilmiş ve o guruba ait önceki bilgilerle ilişkilendirilebilmiştir.

    Sınıflandırmanın güçlü bir alet olduğu bellidir. Ama tüm güçlü aletlerin sakıncasını da içinde barındırmaktadır: Yanlış kullanıldığında zarar vermek!

    İnsanların çok azı sınıflandırma aracını doğru kullanmıştır. Çoğunluk, sınıflandırmayı, “kendinden başkasını yok sayma” gerekçesi olarak kullanmış ve halen de kullanmaktadır.

    Karadenizli’ler (ya da bir alt-gurup olarak Rize’liler), Türk’ler, Kürt’ler, Fenerbahçeli’ler, Mülkiyeli’ler ya da Doğruyol’cu ya da Anap’lılar büyükçe bir bölümü -hepsi dememek için- böyle bir anlayış sonucu guruplaşmışlar, kendi dışındakileri yok sayma kolaylaştırıcılığının etkisine kapılmışlardır.

    Türkiye yalnız Galatasaraylı’lar dan ya da Trabzonlu’lar dan ya da İ.T.Ü.’lüler den ibaret olsaydı, eldeki “imkanlar”ın dağıtımı ne kadar kolay olurdu (ve de olmaktadır).

    Sınıflamanın kötüye kullanımının en ahmakça, en canice uygulaması ise insan-hayvan ayrımında ortaya çıkar. Sadece dış görünüşünün farklı olması nedeniyle, ölümden işkenceye dek tüm ahlaksızlıkların reva görüldüğü hayvanlar ile insan denilen tür arasında yapılan ayrımı anlamsız kılabilecek ölçüde büyük benzerlikler vardır.

    İnsan ve hayvanlardan oluşan kümeyi mutlaka sınıflandırmak gerekiyorsa, mesela, “büyük sisteme uyum gösterenler” ile “büyük sistemi tahribe çalışan ahmaklar -ki aralarında hayvanlar da olabilir” biçiminde bölmek çok daha yararlı olurdu.

    HABİTAT-II nedeniyle yapılan hazırlıklar çerçevesinde sokak hayvanları öldürülüyor.

    Bu iş, zannedilebileceği gibi geri zekalı birkaç belediye başkanının bireysel katliamı değildir. Bu emri yerine getiren itlaf ekipleri, sanki tüm görevlerini yapıyorlarmışçasına bu katil eylemini de zevkle yapmaktadırlar. Buna rağmen bu, onların işi de değildir.

    Hatta, bu cinayetlerde en az sorumluluk, geri zekalı başkanları ile itlaf ekiplerinindir. Çünkü onlar aklen eksiktirler.

    Günlerdir süren bu rezilliğe karşı bir satır yazmayan, bir kelime söylemeyen köşe yazar ve konuşurları, her ağzını açışta doğa lafını ağzından düşürmeyen iş adamları, bürokratlar, politikacılar, sözüm ona devlet adamları ve kadınları esas suçludurlar.

    Onlar, hayvanları ayrı bir “sınıf” olarak öldürülmeye müstahak gören, “büyük sistemi tahribe çalışan ahmaklar” sınıfının asıl üyeleridir.

    Sokak hayvanlarını kuduz nedeniyle öldürdüklerini söyleyip, “öldürmeyip de kuduzun yayılmasına göz mü yumalım?” diyenler, yapmadıkları görevlerinin faturasını şark kurnazlığıyla başkalarına yıkmaya çalışan ilkel yaratıklardır.

    Kuduz tehlikelidir, ama sizler daha tehlikelisiniz. Sizlerin “canlılar sınıfı”ndan tecrit edilmeniz, tedavi altına alınmanız gerekir.

    Bu yazı, tüm milletvekillerine, bakanlara, başbakana, cumhurbaşkanına, büyükşehir belediye başkanına, doğa ile ilgili örgütlerin başkanlarına ve etkili olabilecek kişilere ayrıca fakslanmıştır.

    Eğer bu kişilerden de bir ses çıkmaz, bu cinayetler durdurulmazsa, bunun ne anlama geleceğini ayrıca yorumlamaya, özellikle sınıflandırma açısından gerek kalmayacaktır.

    14 Nisan 1996, Pazar

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez! (Değişken Derinlikli Yazım)

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.

    DDY (Değişken Derinlikli Yazım)
    Tekniğiyle yazılmıştır
    (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Patent: “M.Tınaz Titiz, No: TR 2005 03764 A2”

                   Öz

          1. Düzey Ayrıntı

           2. Düzey Ayrıntı


    Yanlış konu (türban) üz erinden bu sorun çözülemez!
    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça
    çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.
    Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele
    hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse
    ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz.
    Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır.
    Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak
    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için
    yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor.
    Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan lkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek
    de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir.
    Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da
    sürecektir.
    Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
    Sağım solum koşullanma
    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir.
    Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya
    çalışır.
    Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur.
    Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır.
    Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler
    istemeyen dinlemez
    ” biçimindedir.
    Acaba gerçekten böyle midir?
    Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi?
    Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV
    programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan
    onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
    İnsan beyni koşullanmaya uygundur.
    Çünkü öğrenmeye uygundur.
    Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları
    yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre
    uygundur.
    Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir
    Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır.
    İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır.
    Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı
    kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp
    piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur.
    Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor.
    Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde
    benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin esonuçlarıdır.
    Türban değil koşullandırma yanlıştır
    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır.
    Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde -örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir.
    Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü -ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir.
    Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan -ve diğer varlıkların- istismara
    açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
    Benimki seninkinden daha beyaz!
    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı
    kesindir.
    Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır.
    Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye -ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya
    başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir.
    Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır.
    İnsanın, evrenin -ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi
    girişimidir.
    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz.
    Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
    Men dakka dukka!
    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır.
    Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

     

  • Hayvanat Bahçeleri ve Kaisen !

    Japon kalite devriminin ana fikri, Hayvanat Bahçeleri için de kullanılabilir!

    Japon kalite devrimi, Dünyada “japon-tapon” olarak kötü şöhret yapmış Japon sanayi mamullerinin bugünkü duruma gelmesi sürecidir. Bugün Dünya’nın Japon ürünleri için söylediği “sıfır hata”, bu devrimin bir sonucudur. Bu devrimin ana fikri Japon dilinde KAİSEN denilen bir kavrama dayanmaktadır.

    KAİSEN nedir?

    KAİSEN, “küçük fakat sürekli olarak tekrarlanan iyileştirmeler” demektir. “Evrim” de doğanın KAİSEN’idir.

    Hayvanat Bahçeleri (HB), KAİSEN yoluyla iyileştirilp geliştirilebilir mi?

    Evet. Zaten bunun dışında bir yolla yani bir büyük ve modern HB sahibi olmak güzel ve fakat gerçekleşmesi çok güç bir düşüncedir.

    KAİSEN nasıl uygulanacak?

    Birçok HB’nin yıllardır uyguladığı yöntem bir bakıma KAİSEN’dir.Yıllar önceki küçük ve bakımsız durumlarından bugünkü hallerine gelebilmeleri muhakkak ki “küçük fakat sürekli gelişmeler” yoluyla olmuştur.

    Ancak KAİSEN, bunun daha iyi organize edilmiş bir şeklidir. Buna göre;

    1. HB’nin çeşitli hayvanların bulunduğu bölümlerinin nasıl iyileştirmek ve geliştirmek istendiği basit birer proje haline getirilir.
    2. Bu projeler, mevcut hayvanların bulunduğu bölümlere herkesin KOLAYCA GÖRÜP ANLAYABİLECEĞİ şekilde asılır.

    Ayrıca, bunların yanlarına şu şekilde birer açıklama da yazılır:

    “SAYIN HAYVAN DOSTLARIMIZ;

    BURADA GÖRDÜĞÜNÜZ KAPLAN (mesela), DOĞAL KOŞULLARINDAN UZAK ŞARTLARINDA YAŞAMAK ZORUNDA KALMIŞTIR. KAFESİNİN İÇİNDE SİNİRLİ GEZİŞİ BUNU GÖSTERİYOR. BİZ KENDİSİNE DAHA İYİ BİR YER YAPMAK İÇİN YANDA GÖRDÜĞÜNÜZ PROJEYİ DÜŞÜNÜYORUZ. BUNUN İÇİN 100 MİLYON LİRA (mesela) GEREKİYOR. BUNA KATKIDA BULUNURSANIZ ADINIZI BAĞIŞ PANOSUNA YAZACAĞIZ VE BURASI DURDUKÇA ADINIZ DA YAŞAYACAKTIR. BAĞIŞLARINIZIN YALNIZ BU İŞ KULLANILACAĞINA EMİN OLUNUZ. HATTA ARZU EDERSENİZ YENİ YERİNE SİZİN ADINIZI DA VEREBİLİRİZ.

    KAPLAN ADINA TEŞKKÜRLERİMİZLE.

    HAYVANAT BAHÇESİ MÜDÜRLÜĞÜ”

    Bunların dışında bir de o güne kadar toplanan parayı, geri kalan ihtiyacı örneğin şöylece yazmak önerilir:

    12 NİSAN 1995 TARİHİ İTİBARIYLE :

    TOPLANAN PARA : 30 MİLYON

    GERİ KALAN İHTİYAÇ: 70 MİLYON

    Bu açıklamaların hemen yanına bir de kumbara konulur ve hergün içindeki para alınır.

    Hayvanın bakıcısı, HEMEN ORADA bir plastik şerit üzerine harf yazan el aletiyle bağış yapan kişinin ad, soyad ve bağışını yazıp bağış panosuna “geçici” olarak yapıştırır

    MEHMET CEYLAN 100.000 TL

    Bir hafta içinde de aynı yazı küçük bir pirinç plaket üzerine yazdırılıp panodaki plastik şeridin yerine çakılır.

    1. Bu yöntem basın, TV gibi medya aracılığıyla duyurulup daha çok sayıda insanın katkısının toplanabileceği bir ortam yaratır.
    2. Hayvanların sahiplendirilmesi yoluyla bakımlarının sağlanması: Çoğu hayvan dostu için bir hayvana sahip olmak çok çekici bir imkandır. Her hayvan tek veya birden fazla kişiye, bir anlaşmayla sahiplendirilir ve bir plaketle ilan edilir. Örneğin;

    FİLİMİZ MOHİNİ, AŞAĞIDA İSİMLERİ OLAN KİŞİLERİN

    ORTAK BAKIMI ALTINDADIR.

    1. ……………..

    2………………

    3………………..

    Bu yolla, büyük bir bölümü içler acısı durumda olan hayvanat bahçelerimizin süratle düzeleceği tahmin edilir. Her iki lafın başında Türkiye’nin yeterince tanınmadığını savunan kişilerce bilinmeyen, “bu insanlarda canlıya saygı yok!” yargısının ortadan kaldırılmasına önemli ölçüde fayda sağlayabilecek olan bu öneriler, insanlara ve hayvanlara saygı duyan herkesin dikkatine sunulur!

    27 Mart 1995, Pazartesi

  • Araçları kimler yakıyor?

    Son aylardaki araç kundaklama olaylarını kastediyor ve şu soruyu soruyorum: Bu araçları kimler ve de niçin yakıyor?

    Ayrıca bir sorum daha var: Birkaç gün önce bir polis otosu, aşırı hız nedeniyle otoyolda giderken takla attı ve alev alarak içindeki iki kişiyle birlikte yandı. Bu aracı kim ve de niçin yaktı?

    Verilecek yanıtları tahmin edebiliyorum. Birincisi için, “sınır ötesi harekâtı protesto etmek isteyenler“; ikincisi için ise “sürücü kusuru sonucu doğan bir kaza” denileceğini duyar gibiyim.

    Bu kişilerin, olaylarla “ilgili” olduğu su götürmez; götürmez ama bu yanıtların tür olayların meydana gelmesini önlemeye yetmeyeceğini de su götürmez.

    Gerek araç kundaklama, gerekse kaza gibi görünen ikinci olayın kök nedenleri aynıdır ve o neden, “yurttaşlık sorumluluğuna sahip olmayan, ama yurttaş olarak yaşamlarını sürdürebilen” insanlarımızdır.

    Kundaklama olayları sırasında çağrılan itfaiye, saygısızca park edilip sokakları geçilmez hale getiren araçlar nedeniyle müdahale erken müdahale edemiyor. O halde aranan “kundakçılar” uzaklarda değil, bizzat o sokaklarda oturan kimi saygısız “yurttaş”lardır.

    Ayrıca, en hızlı itfaiye müdahalesinin dahi, alev almış bir araç için değil, belki başka araçlara sıçrama riskini azaltmaya yarayacağı da belli olduğuna göre, “ilk müdahale”nin o sokakta oturanlarca yapılması beklenir. Gerek konutlarda gerekse araçlarda bulundurulması gereken yangın söndürücülerin hiç birisi olmadığı nedenle, bir defa daha esas sorumlunun saygısız yurttaşlar olduğu söylenebilir.

    Aynı kök neden yanan polis otosu için de geçerlidir. Böyle bir durumda tek işe yaramayacak çare itfaiye çağırmaktır. O trafik kalabalığında hangi hızla hareket ederse etsin hiç bir itfai aracı yangın için bir çözüm olamaz. Umulan çözüm, alev alan arabayı çevreleyen yüzlerce araçtaki yangın söndürücülerin kullanımıdır. Böyle bir yolla -örneğin aynı anda kullanılacak 20-30 adet söndürücü ile- yanan oto anında söndürülebilirdi.

    Afrası tafrası, pahalı araçlarıyla caka satanların hiç birisinde 5-6 litrelik ciddi bir yangın söndürücü yoktur. Yoktur ama yasal olarak da aklen de vicdanen de olması gerekir.

    Peki bu durumda sorumlu kimdir?” sorusunun yanıtı yine aynıdır: saygısız -ve o ölçüde de ahmak- yurttaşlar. “Ahmak”, çünkü aynı olayın onların da her an başlarına gelebileceğini idrak etmekten aciz oldukları için.

    Sessiz motorlu helikopter(ler) satın alarak kundakçıları caydırma fikri kimindir bilinmez. Ama kundakçıların (yani esas kundakçı yurttaşlar değil de molotofları atanlar‘ın) içlerinden nasıl keyifle güldüklerini görür gibiyim.

    Halbuki, genel bir çağrı -ve ardından da denetim- yapılarak, her bağımsız konutta ve her araçta, her an dolu ve işe yarar büyüklükte birer yangın söndürücü bulundurulmasının, kundaklama olaylarının “keyfini bozacağı” anlatılsa, parası yetmeyenlere de bedava söndürücü hibe edilse herhalde daha etkili olurdu. Olurdu ve ayrıca da “dayanışma yoluyla bütünleşme” yolunda da iyi bir örnek oluşurdu.

    Şimdi birisi çıkıp da şunu iddia edebilir mi?: “Bu tür “saygı” ve “akıl” eksiği sadece yangın söndürücü bulundurmama konusunda vardır; diğer bütün toplumsal sorunlarda böyle bir saygı ve akıl eksiği yoktur.”

    Bu basit görünüşlü araç yangınları, esas tehlikenin “akıl ve saygı eksiği” olduğunu, bu tür bir tehlikeye karşı yangın söndürücülerin bir işe yaramayacağını, var olduğu sanılan “dip”in çok ama çok derinlerde olabileceğini -hattâ hiç de olmayabileceğini- gösteriyor.

    7 Şubat 2008, Perşembe

  • İkna olmaya hazır ve ikna etmekle görevli olanlar!

    Önce bir bayat fıkra: Yeni genel müdür ilk günkü gözlemlerinden sonra hemen bir duyuru yayımlar. Duyuru No 01: İşe geç kalan personel, mesai bitiminde çıkan personelle koridorlarda çarpışmaktadır. Dikkatli olunmasını rica ederim.

    Ertesi gün ikinci duyuru gelir; Duyuru No 02: İşten erken çıkan personel, sabah işe gelenlerle çarpışmaktadır, dikkatli olunması rica.

    Üçüncü gün ise şöyle bir bildiri; Duyuru No 03: Geç kalan ve erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için 02 nolu duyuru iptal edilmiştir.

    Gazete ve TV’lerdeki çeşitli konulardaki yorumlara dikkat ettikçe bir özelliğin daha çok farkına varır oldum: yazıp konuşanların büyük çoğunluğu, düşüncelerinden çok eminler; öylesine eminler ki, bu düşüncelere katılmayanlarla hakarete varan derecelerde alay edebiliyor, nasıl olup da bu denli açık(!) gerçeklere(!) karşın farklı düşüncelerde olabildiklerini anlamıyor, bunun olsa olsa zeka geriliği, genetik faşizm gibi tedavisi imkansız yerlerden kaynaklandığı sonucuna varıyorlar.

    İnternet ortamının daha kolay kullanılabilir olmasından mıdır nedir bilinmez, çeşitli iletişim gruplarındaki uzun yazışmalardaki durum daha da sert. “Doğru budur, bunun dışındaki doğru sahipleri eşektir!” eşdeğerliğinde yargılar havada uçuşuyor. Yargılarına destek olması için çeşitli ideolojilerin kalıplarını dile getirenler daha bir bilgiç; onlarda -kendi doğrularının dışındakilere- hiç tolerans yok.

    Doğrusu bunun tam bir analizini yapamıyorum, hangi meslek dalı yapabilir ondan da emin değilim. Yalnız anlayabildiğim, bu kişiliklerde bir “kolay ikna olma” özelliği var. Hatta çokluklarına bakılırsa, esas geride kalanlarda bir “kolay ikna olamamak” hastalığı olabilir.

    Bir küçük varsayımın dahi sonuçlarda ne büyük farklar yaratabildiğini, hele hele birkaç varsayım ardarda gelince “olmaz olmaz” diye bir kavram olamayacağını, söylenen bir cümlenin 5 kişiden aktarılınca ne acayiplikler doğabileceğini denemiş olanlar, bu kolay ikna olabilirlik özelliğine sahip kişilikler için tüm olayların, tek adımlık, doğrusal -ama yine de heyecan verici- birer açıklamasının mümkün olabileceğini kavrayacaklardır.

    Gerçekten bu özellik bir müsekkin kadar rahatlatıcıdır. Zihninde kuşku bulunmayan, kendine eğri görünen her şey için muhakkak bir “kim” -nadiren de kimler- sorusu üreten bir kişi, bu susuzluğunu gidermek için kendisine sunulan “gerçek”ler karşısında niçin dirensin ki!

    Bu tür bir kişiliğin -eğer genetik bir özellik filan değilse- kolektif bir çabanın sonucu olması daha akla yakın görünüyor; yani aile-okul-toplum-medya işbirliği gibi. Çünkü bu tür kişilikler -ilk anda sanılabileceği gibi- sadece sorgulamama (ezber) yönteminin yaygın olduğu din eğitimi yapılan okullardan değil, tamamen aksi kutuptaki kolej ve üniversitelerden mezun olmuş, üstüne üstlük akademik derece almış kişilerde de “çok” yaygın.

    TV’de üç kişilik bir oturum. Üçü de “düşüncelerinden son derece emin” kişiler. Her biri, söz sırası geldikçe, kibar, bilimsel görünüşlü bir jargon içinde, demokrasi ve insan haklarının nasıl gerçekleştirilebilecek iken niye olamadığını, hemen ne yapılarak ne olacağını ifade ediyor ve birbirlerine kanıt oluyorlar.

    Söyledikleri yapıldığında neler olabileceğini tahminde ise değme falcı ellerine su dökemez. Doğrusu insan bu kişileri dinledikçe bu denli açık gerçeklere niçin bir türlü ulaşamadığını düşünüp içten içe bir haset duymuyor da değil.

    Bu tür bir kişilik -en azından kendisi için- iyi olabilir. Çeşitli olasılıklar, sorular karşısında neyin niçin olduğunu aramaya, hele hele cevabını bilemediklerinin yaratacağı belirsizlikler altında kıvranmaya gerek bırakmayan bir netlik dünyadaki cennet sayılmaz mı?

    Sokaktaki insan karmaşık gerçeklerden hoşlanmaz. O da olur bu da olur gibisinden ifadeler sokak insanı nezdinde “kıvırmak”tır ve -özellikle de erkeklere- yakışmaz. Bir sorunun cevabı ya öyledir ya böyledir; bir şey ya siyah ya beyazdır.

    Ben bu tür kişiliklere, kolay ikna olabilirlik anlamında “kuşkusuzlar” diyorum.

    Bir de, “gerçekleri” başkalarına “tebliğ” etmeye, cahil, gafil ya da hain insanları doğru yollara çekmeye çalışan kişilikler var. Onlar kademeli bir ikna yolu ile başlayıp giderek sertleştirmeyi seçiyorlar. Önce rol model olarak, sonra telkinle, daha sonra tenbih (uyarı) yoluyla dayatarak, nihayetinde ise kötek ile “ikna”. Bunlara da “benimseticiler” adını taktım.

    Acaba bu iki kişilik tipi arasında bir ilişki, bir ortak nokta var mı; yoksa tamamen bağımsız kişilikler mi?

    Merak ettiğim ikinci nokta da, herhangi bir konuda benimseticilik ortaya çıktığında, tam aksi yönde bir başka benimseticiliğin ortaya çıkıp çıkmadığı; çıkıyorsa ne olup da çıktığı.

    Bunun cevabını düşüneduralım, birinci sorumun cevabını buldum galiba: Aslında benimseyici ve benimsetici diye iki ayrı kişilik yok. Bunlar aynı ve de aynı olmak zorunda. Çünkü benimsetici olabilmek için, tebliğ edilecek her ne ise onu “yürekten” (by heart=par coeur=ezber=sorgulamadan) benimsemiş olmanız gerekiyor. Bu ise benimseyiciliğin tam tanımı.

    Şimdi, niçin bu denli yoğun -ve çok yönlü- bir benimsetme ortamı var daha iyi anlaşılıyor. Çünkü çoğunluk benimseyici. Kendi doğrularından o denli eminler ki bu doğrularla başkalarının aydınlanamamış olmasını kabullenemiyorlar ve derece derece benimseticilik başlıyor.

    Şeytan konusunu işleyen filmlerde hep görürüz; şeytanla karşılaşan kişi haç gösterir ya da bir dua ederse şeytan bir anda taş kesilir.

    Benimseyiciler ve benimseticiler karşısında okunabilecek bir dua biliyorum: “öyle olduğunu nereden biliyorsun?”

    4 Mart 2008

  • Müşteri kral(mı)dır?

    Şu yazımı [1], tamamen sanayide uygulanagelen toplam kalite bağlamında, yani salt teknik çerçevede 2001 yılında yazmıştım.

    Kalite ihtiyaca uygunluktur” ve “müşteri kraldır” ilkelerinin, toplam kalite akımının iki belirleyici köşe taşı olduğunu yazdıktan sonra, bunun doğru ama tam doğru olmadığını belirtmiş ve yazı sonunu şöyle bağlamıştım: ” Kalite, -çeşitli seçenekler konusunda özgür seçim hakkına sahip, seçenekler konusunda bilgilendirilmiş ve de seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış olmak kaydıyla- ihtiyaca uygunluktur“.

    Bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz:

    Müşteri eğer:

    1.     Çeşitli seçenekler mevcut ise ve

    2.     Bunlar arasında özgür seçim imkanına sahip ise ve

    3.     Bu seçenekler hakkında bilgi sahibi ise ve de

    4.     seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış ise

    kraldır.”

    Buradaki kral, kuşkusuz bir deyimdir ve “kayıtsız ve şartsız ihtiyacına uyana karar verme hakkına sahiptir” anlamındadır. Bir diğer deyimle, “müşteri, yukarıda açıklanan 3 koşul yerine geldiğinde kayıtsız ve şartsız egemendir“.

    Son aylarda giderek keskinleşen biçimde toplumu ikiye ayırma eğilimi ortaya çıktı. Kargaşa dönemlerinde ince düşünmeye yer yoktur. “Ya benden yanasın ya da karşısın” tutumları genellikle öyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin savaş sırasında karşılaşan iki asker sadece birbirinin üniformasına bakar. Ölçüt basit ve tektir: üniforma benimkinden mi değil mi? Değilse tetik çekilir, süngü saplanır.

    Bunu yapanlar emir almış sıradan askerlerdir; komutanları ise -ki zaten sadece o nedenle komutandırlar- daha ince düşünürler ve siyahla beyaz arasındaki çeşitli tonları ayırdederler. Asker davranışı ne kadar doğalsa komutan davranışı da o kadar beklendiktir.

    Toplumdaki kanaat önderlerinin tutumlarının da siyah-beyaz arasındaki gri tonları farkedebilir olması beklenir. Ama görünen odur ki toplumumuzu demokratlar ve darbeciler olarak ikiye ayırmakta bir sakınca görmemektedirler.

    Halkın kendini yönetmesi” ilkesi -belki çok keskin ideolojik kampların mensupları hariç- herhalde itiraz edilebilecek bir yaşam biçimi değildir. İster çoğu insanın kökünü bilmediği demokrasi sözcüğüyle söylensin isterse açık anlamıyla ifade edilsin, çoğunluğun demokrasiden yana olduğu pekala söylenebilir.

    Bir anlamda halk bir müşteridir ve ihtiyacını kendi belirleyip seçmek ister. “Ben buna yetkin değilim, benim yerime başkaları ihtiyacımı belirlesin ve o ihtiyacı giderecek insanları seçsin” diyebilecek -ki herhalde darbe yanlısı bu demektir- kişi bulunur mu bilinmez.

    O halde, toplumun çoğunluğu, kendi ihtiyacını kendi seçmekten yana tavır sahibi ise demokrat sayılmak gerekir. Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu demokrat çoğunluğun, yukardaki 4 altın koşula uyduğundan kuşku duyulmamasıdır.

    Bir diğer deyişle, egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir denilirken o koşulların varlığının su götürmez düzeyde var olduğu kabulünden hareket edildiği varsayılmaktadır.

    Eğer birileri çıkar da, bu altın koşullardan bir veya birkaçının yerine gelmediğini, egemenlik söyleminin kayıtsız ve şartsız olmadığını ileri sürerse, onları darbe yanlıları safına koymak, sadece gerçek darbe yanlılarını daha kalabalık -ve pek kalabalık- göstermekten başka bir işe yaramaz. Yani bir anlamda bu tutum bir çeşit darbe destekçiliği anlamına gelir.

    Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğu söylemi bir vizyondur ve o vizyona erişmek yolunda, o 4 koşulu yerine getirebilmek için insanları ikiye bölmeye değil çaba harcamaya ihtiyaç vardır.

    28 Mart 2008

  • Sadece farklıyız, o kadar!

    Sık sık, hayvan dostlarımızın beyinleri -ve oralarda duramayıp akıl fikirleriyle- ilgili yargılar dile getirilir. Bunları hep merak etmişimdir; hakkında yeterli veri ve bilgiye sahip olmadan nasıl bu denli emin olabiliyorlar diye.

    Hayvanların içgüdüleri, insanların ise akıllarıyla hareket ettikleri, suç tanımlamalarına kadar girmiştir: “… hayvani dürtülerine hakim olamayan filanca...” gibisinden. Bunu düzeltmek gerekir: “insani dürtülerine hakim olamayan…” demek lazım; gözlemler bunu daha fazla doğruluyor.

    Aşağıda bir film parçası var. Bebekliğinde bir aile tarafından beslenip sonradan -çevrecilerin baskısıyla- bir başka kıtadaki milli parka salıverilen bir aslanın, uzun yıllar sonra özleyip görmeye gelen ailesine karşı sergilediği “hayvani dürtüleri” göreceksiniz.

    Hayvan diye aşağıladığımız dostlarımızın sadece “farklı” ihtiyaçları olan “birileri” olduğunu tam idrak edene kadar çok acı çekeceğiz gibi görünüyor. Ne dersiniz?

    16 Mart 2008

  • Boğanın insanlığı(!)

    Gazetede bir fotoğraf: Bir boğa, yerde matador, boğanın boynuzları matadorun sırtına dayanmış ama batırılmamış öylece duruyor, sanki “istesem seni öldürebilirim ama ben cinayet işlemem” der gibi.

    Bu fotoğraf, inanınız beni insanlığımdan utandırdı ve tüm hayvanlara şunu demek istedim: “Ey hayvanlar! Kendi kendine insan diyen; kendini doğanın en seçkin yaratığı ilan eden ama bir yandan da akla gelebilecek her türlü melaneti işlemekten çekinmeyen ve yaşamını sürdürmekten başka bir kaygısı bulunmayan siz hayvanların adlarını bile birbirini aşağılamak için kullanan bizleri bağışlayın; insanlığımızı hoş görün.”!

    Bu fotoğraftan yeterince çoğaltıp herkesin eline birer tane vermeli ve günde en az bir defa buna bakmayı zorunlu kılacak bir evrensel yasa koyulmalı.

    Ayrıca da her av silahının arpacık kısmına bu fotoğraftan birer tane yerleştirilmeli ve gez-göz-arpacık nişan alıp bir hayvana karşı cinayet işlemeye hazırlanan (adına av deniyor) kişilerin biraz olsun duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışılmalı.

    Boğa güreşlerinin yirmi dakikada bitirilmesi, ayrıca da güreşecek boğanın, hayatında yalnızca bir defa güreşmesi gerekirmiş. Çünkü son derece zeki olan boğa, derhal oyunları öğrenir ve yirminci dakikadan sonra oyuna getirilip öldürülmesi imkansız hale gelirmiş.

    Hayvanın ölümünü güvence (!) altına alabilmek için bunu da yeterli görmeyen “insan”lar, önce onu atlı kişilerce yorup bitap hale getirirlermiş. Bunları duydukça, insan hiçbir hayvanın yüzüne bakamaz hale geliyor.

    İnsanlığın taş devrini ancak birazcık geride bırakmış durumda olduğundan eminim. İnsanlık tarihinin bütünü, big-bang’ten bu yana geçen süreye oranla 1 saniye gibidir.

    Bugün “insan”lığı ile övünen bizler, gelecekteki nesillerce müzelerde ya da laboratuvarlarda incelenecektir.

    İşkence, kötü muamele, başkalarının haklarını çiğneme gibi olguların kaynağında, bu “hayvan sevgisizliği” ya da daha doğru deyimle “doğa sevgisizliği”nin olduğunda en küçük şüphe bulunmamalıdır.

    25 Eylül 2001