-
Nis 16 2012 “Sorgulan(a)mayan Kalıplar” niçin zararlıdırlar?
“Sorgulan(a)mayan Kalıplar” niçin zararlıdırlar?
Gerek okul gerekse toplumun diğer kesitlerindeki “sorgulanmayan ya da sorgulanamayan (ezber sözcüğünün gerçek anlamı) kalıplar” hakkında son günlerde yaptığımız bir çalışma, önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.
Kalıpların kendileri değil sorgulan(a)mamaları zararlıdır!
1994 yılında Ezbere Hayır! kampanyasıyla gündeme gelen ezber kavramı giderek kastedilenden farklı bir anlam kazandı. Öyle ki, sanki belleğe yerleştirilen (ezber) bir kalıbın -ne olursa olsun- zararlı olduğu anlayışı yaygınlaştı. Öğretmenler, ezber yaptırmadıkları konusunu bir övünç aracı olarak kullanmaya başladılar; Milli Eğitim dahi ezbersiz eğitim deyimini kullanmaya başladı.
Bu nedenle bir defa daha, birkaç terimin açıklanarak tanım kargaşasına bir son verilmeye çalışılacak:
Ö Bellemek: Bir bilginin bellek’te (hafıza) tutulması. (örn. önemli telefon numaraları, çarpım tablosu, yabancı dilde sözcükler, formüller vs),
Ö Kalıp: Yaşamda sık kullanıldığı için kolay hatırlamaya yardımcı olmak üzere birer sabit söylem haline getirilmiş söz dizisi (örn. üçgenin iç açılarının toplamı, suyun elektriği iletmediği, paydaları eşit olmayan kesirlerin paydalarını eşitlemek için birbiriyle çarpılacağı, suyun sıfır derecede donduğu vs).
Ö Ezber: 2 ayrı anlamı var..
1. Gerçek anlamı: Sorgulanamazlık, sorgulamaya konu olamayan, dolayısıyla da herhangi bir koşula tabi olmayan, koşulsuz doğru.
2. Anlam kayması yoluyla zaman içinde kazandığı anlam: Bellemek
Ö Ezbere Hayır! projesi, ezber’in bunlardan birincisine (sorgulanamazlığa) yönelik olup, Sorgulanamazlığa Hayır! biçiminde anlaşılmalıdır.
Ö Kalıplar yararlı mı zararlı mı? Kalıplar koşulsuz olarak kullanılırsa zararlı, koşulları hatırda tutularak kullanılırsa yararlıdır. (Örn. “su sıfır derecede donar” kalıbı bu şekilde ileri sürülür ise yanlışa yönlendirebilirken; “tuz içermeyen su, normal basınç koşullarında sıfır derecede donar” şeklinde koşullu olarak belirtilirse daha doğru olur)
Ö Koşulsuz kalıplar niçin zararlıdır? Koşulsuz kalıplar soru sormanın önünü keser. Koşullu kalıplar ise, o koşlların dışında ne olup bittiğini sormayı özendireceği için merakı tahrik eder. Merak ise her şeyin temelidir. (Örn. “Suyu normal basınç koşullarının dışında daha yüksek veya daha düşük sıcaklıklarda dondurmak nasıl mümkün olur? sorusu, koşullu kalıp nedeniyle akla gelir. Bu ise birçok yeniliğin önünü açar)
Ö Koşullar sorgulama yoluyla ortaya çıkarılır: Koşulsuz olarak önümüze konulanr bir kalıp sorgulamaya kapalı olsa da, sorulacak her soru, bu kalıbın daha işlevsel hale gelmesine, bu kalıptan yeni bilgiler üretilebilmesine yol açar.
Ö Peki -sorgulanabilen ya da sorgulamaya kapalı- ezber kalıpların hepsi doğru mudur? Hayır, kalıpların doğruluğu ya da yanlışlığı, koşullu ya da koşulsuz olmanın dışında da sorgulanabilmelidir. Örneğin, “yılanın başı küçükken ezilmelidir” kalıbı muhtemelen “sorunlar büyümeden çözülmelidir” ya da “kötülükler dal budak sarmadan önlenmelidir” anlamında söylenmişse de, zamanla doğanın en yararlı yaratıkları olan yılanların “zararlı oldukları ve her görüldüğü yerde kafalarının ezilmesi gerektiği” gibi son derece vahşiyane ve tabii yanlış bir ifadeye dönüşmüştür.
Görüldüğü gibi bu kalıp da şu sorularla sorgulanabilseydi bu zararlı ve yaygın sonuç ortaya çıkmayabilecekti:
– Yılanlar niçin öldürülmelidir?
– Yılan zararlı ise doğada niye vardır?
– Yılanın faydaları neler olabilir?
– Yılanlar insanlara zarar verir mi?
– Ne zaman zarar verirler?
– Yılan ya da herhangi bir hayvanın zarar vermemesi için ne yapmak gerekir?
– Bir yılanın gözlerine hiç baktınız mı?
– En zararlı hayvan hangisidir? (cevabı basit olsa da sorulması iyi olur)
Sonuç: Ezber kalıpların zararlı oldukları gibi bir kanı doğru değildir. Zararlı olan, herhangi bir yargıyı koşulsuz, mutlak olarak niteleyerek, hakkında soru sormanın önünü kesmektir.
6 Mart 12 Salı
-
Nis 16 2012 Sorgulanamazlık(ezber) için elle tutulur örnekler..
Sorgulanamazlık (ezber) için elle tutulur örnekler..
Bugüne kadar, sorgulamaya kapalılık (sorgulanamazlık, Farsça ezber) konusunda yazıp çizilenlere geriye dönüp bakıldığında ilginç bir şey görünüyor: Ezber’in yol açtığı olumsuzluklar konusunda çeşitli örnekler, çözümlemeler verilirken daima, o yazıları okuyanların zihinlerinde “ezber olmasaydı nasıl olurdu?” sorusunun net cevaplarının bulunduğu -ve bunun bulunmasının da çok doğal sayılmak gerektiği- varsayılmış.
Örneğin, öğretmenler -çoğu zaman acı acı- ezber yaptırdıkları için eleştirilirken, şöyle bir soru’nun cevabını bildikleri varsayılmış: “Peki ezber yerine sorgulama yapalım da neyi nasıl sorgulayacağız?”
Rastladığımız birkaç olay, sadece öğretmenlerin değil birçok kimsede bu konuda bir zihinsel netlik bulunmadığını gösteriyor. Hal böyle olunca da, hemen herkesin ağzında “sorgulamaya dayalı düşünme biçimi” diye bir ifade kalıbı yerleşiyor, ama neyin-nasıl sorgulanacağı da belli olmuyor. İşin tuhafı kimse de çıkıp, bu hemen herkesin fikir birliği içinde olduğu sorgulamaya dayalı düşünme biçimi neyi-nasıl sorgulayacak? diye sormuyor; belki de sorgulama sözcüğü polis ve ilintili kavramları çağrıştırdığı için korkup soramıyor. Diğer bir deyişle sorgulamayı sorgulayamıyor!
X konusundaki ezber sorgulansaydı neler sorulurdu ve de sorulunca ne olurdu?
Aşağıda, rastgele seçilmiş kimi ezber kavramlar, yol açtığı olumsuzluklar, sorgulanma mümkün olabilseydi sorulabilecek sorular ve nihayet o durumda ortaya çıkabilecek olumluluklar örnekleniyor.
Sorgulanmamış (ezber) kalıplar
Sorgulansaydı..
Kalıp
Olumsuz sonuçları
Neler sorulabilirdi?
Olumlu sonuçlar neler olurdu?
Demokrasi, hak ve özgürlükler içinden seçilmiş ezberler…
Demokrasi (D) en iyi rejimdir, aksi savunulamaz.
Tüm kurumların işleyişi demokratik ilkelere uygun olmalıdır.–
Genellikle
“seçim ” kavramıyla özdeş ve
seçmenlere herhangi bir sorumluluk yüklemeyen, bir düzen olarak anlaşılıyor.–
Cumhuriyet
ve D farkı
belirsizleşiyor.–
D’nin
eleştirilemez bir idare biçimi olduğu yaygın kanısı, sistemi geliştirici
soruların sorulmasını tabu kılar.–
D tüm
koşullar altında (örn. savaşta, kaos durumlarında, ortalama eğitim düzeyinin
yetersiz olduğu hallerde gibi) en iyi rejim midir? Evet ise niçin, hayır ise
başka seçenek(ler) var mıdır, olabilir mi?–
Her şeyin
bir kalitesi söz konusu ise demokrasinin
de kalitesi var
mıdır? Tek tip midir yoksa çeşitleri mi vardır? Bunu ölçülendirebilecek
göstergeler var mıdır?–
İnsan nitelik dokusu ile D kalitesi arasındaki ilişki nasıldır?–
D’nin de
tüm sorun çözme araçları gibi uygulanabilirlik sınırları ve koşulları olduğu,
o sınırların dışına çıkıldığında sorun çözen değil sorun üreten bir araç
haline geldiği anlaşılır ve uygun koşulların yaratılmasına daha çok dikkat
edilirdi. Böylece, her on yılda bir -bir şekilde- kesintiye uğramasının önüne
geçilebilirdi.–
M.Ö. 6ncı
yy’a kadar giden (antik Yunan) D uygulamalarının, binlerce yıllık
uygulamalarla evrensel normlara kavuştuğu; buna rağmen hala tek tip D’den söz
edilemediği; D kalitesinin değerlendirilmesinde vazgeçilmez ölçütlerin
başında “özgürlüklerin sınırlarının
başkalarının başka özgürlüklerinin sınırları olduğu” ilkesinin geldiği
anlaşılabilirdi.–
Zihinsel yetkinlik, bilgi-beceri
yetkinliği, ruhsal sağlık ve ahlaki (evrensel) normların bütünü olarak anlaşılan insan niteliği yetersiz
olduğund, D’nin işlemeyeceği anlaşılırdı. Bu durumda, D’yi korumanın ancak
insan nitelik dokusunu geliştirmekle mümkün olabileceği ortaya çıkardı.“Hak ve özgürlükler” deyimi
Sorumluluklarla dengelenmemiş hak ve özgürlüklerle,
sürdürülebilir bir yönetim sistemi oluşturulamaz.–
Sorulabilecek
en basit soru, “bu değirmenin suyu
nereden gelecek?”tir.–
Bu
sorulduğunda yurttaşların ne gibi sorumlulukları bulunduğu konusu gündeme
gelir ve hak-özgürlük-sorumluluk arasında bir dengenin bulunması gerektiği
ortaya çıkardı. Demokrasinin çeşitli tanımlarından birisi de “sorumlu
yurttaşlar rejimi” olabilir.Kuvvetler ayrılığı
–
Yasama,
yürütme ve yargının birbirine müdahale edemeyecek özerk alanlara sahip olduğu varsayımı, bu üç erkin birbirini
denetleyip dengeleme gereğini unutturur.–
Üç erk tek
elden kontrol edilebilir.–
Bu
deyimdeki “ayrılık” kavramı ile yabancı dildeki check and balance (denetle
dengele) deyimi arasında ne ilişki vardır?–
Üç erkin
birbiri üzerinde etkileri var mıdır, yoksa tamamen özerk midirler?–
Bu yolla
üç erkin birbirini nasıl denetleyerek herhangi birisinin kontrol dışına
çıkmasının nasıl engelleneceği belirlenmiş olurdu.–
Böylece
hiç bir erkin tam bağımsız olmadığı, üç erk arasında dengeli bir “karşılıklı bağımlılık” bulunduğu
bilinir ve her erk attığı adımları bunu daima dikkate alarak atardı.Sorun çözme kültürü içinden seçilmiş ezberler…
Her şeyin başı eğitimdir (eğitim şart!)
–
Sorunlara
çözüm aranırken, herhangi bir kök-sorun
araması yapılmaksızın, ilk akla gelen o konuda bir eğitim uygulamak geliyor.
Bu ise hem okul müfredatlarının kaldırılamayacak -dolayısıyla da ancak anlamadan
bellenerek kaldırılabilecek- şekilde kalabalık hale gelmesine; hem de eğitimin
işe yaramazlığı konusunda bir genel kanı oluşmasına yol açar.–
Eğitim’in
ideolojik indoktrinasyon olarak anlaşılması halinde, sorun çözen değil sorun
yaratan bir araca dönüşür.–
Sorgulama,
düzeltici önlemler alabilmenin yolu olduğuna göre eğitime yüklenen bu
sorgulanamazlık rütbesi, geliştirilmesine de engel olur.–
Eğitimden
“en temel” beklenti ne olmalı?–
Çözümü
eğitime bağlı olmayan sorunlar var mıdır?–
Eğitim
düzeyi arttıkça derinleşen sorunlar olabilir mi, nasıl?–
En önemli
becerileri, okul, öğretmen, ders kitabı olmaksızın edindiğimize göre, o
becerileri edinirken mevcut olan yöntemi uygulayarak başka şeyleri de
öğrenemez miyiz?–
Hepsinin
aynı beklentiye sahip olduğu varsayılan kesimlerin farklı beklentilere sahip
oldukları görülür ve bunlardan hangisine yönelmenin doğru olacağı tartışılır
ve bir eğitim vizyonu üzerinde uzlaşılabilirdi.–
Hangi
sorunların ya da sorunların hangi bileşenlerinin eğitimle çözülebileceği konusunda
bir uyanma sağlardı.–
İnsan nitelik dokusu‘nun
eğitim boyutu dışında kalan diğer boyutlarında yetmezlikler varsa, bu durumda
eğitimin rolü negatife dönebilir. (Eski bir Çin atasözü: “Kaplanın kanatları olsaydı yapabileceği
kötülüklerin sınırı olmazdı“)–
Bu soruya
cevap ararken muhtemelen “Zengin
Öğrenme Ortamı” (ZÖO) adı
verilen kavramla karşılaşılacaktı. Yürüme, konuşma vb becerileri, bu
becerileri kullanan kişilerle birlikte ve de en önemlisi o becerilerin
sağlayacağı yararları yakından gözleyip ikna olarak düşe kalka, zahmetlice
yürümeyi öğrendik. Henüz eğitim sistemimiz içine girmemiş ZÖO kavramı, eğitim
kavramı sorgulanamaz hale gelmeyip bu soru sorulabilmiş olsaydı belki de çok
önceleri sistemimiz içine girmiş olacaktı.Yasaklar kötüdür, ilkeldir (“yasaklar yasaklanmalı” söylemi)
Herhangi bir kurumun sorumlu olduğu
görevleri yerine getirebilmesinde yararlanacağı araçlar paletinde yasaklar da
dahil çok sayıda araç bulunmalıdır. Yasakların bu şekilde sistem dışına
itilmesi, seyrek de olsa kullanımı gereken bu aracı başvurulamaz kılar.–
Yasaklara
başvurmada kullanılabilecek yol gösterici bir ilke var mıdır, nedir?–
Yasaklar kötüdür sloganı nedeniyle çözemediğimiz sorunlarımız var mıdır?–
Örneğin, “Canlı -insan ve hayvan- yaşamını geri
döndürülemez biçimde riske edebilecek kaçınılabilir eylemler doğrudan
yasaklanmalı; bunun dışındaki durumlarda daha yumuşak, eğitici, uyarıcı
önlemler kullanılmalı” gibisinden bir ilke gerek kural koyucuların
gerekse uygulayıcıların işlerini kolaylaştırabilirdi. Böylelikle, mesela
çocukları uyuşturucuya alıştırarak kazanç sağlamayı amaçlamış çetelerin
faaliyetlerine sıfır tolerans gösterilmiş olacaktır.–
Çözemediğimiz
(kronik) sorunları (veya sorun bileşenlerini) bu soru ile filtre ederek
bazılarını çözmek mümkün olabilirdi.Kadına şiddete hayır..
–
Kadına
şiddet (KŞ) olgusunun kendi başına var olabilen, soyutlanmış bir olgu olduğu,
devlet isterse bunu önleyebileceği gibi gerçekdışı anlayışa yol açar.–
KŞ
olgusunun kültürel ve ekonomik boyutları göz ardı edilerek bu slogana ümit
bağlanır.–
Doğrudan
KŞ olgusuna yönelik önlemler sonuç vermedikçe daha şiddetli önlemler alınır.
Bu defa başka sorunlar doğmaya başlar.–
KŞ,
kökleri ve başka sorunlarla ilişkileri tam anlaşılmadan “kurcalama”
yoluyla çözülemez.–
KŞ başka
sorunlarla ilişiği bulunmayan kendi üzerine kapalı bir sorun mudur?–
Erkeklere,
çocuklara, hayvanlara şiddet de var mıdır? Ne boyuttadır ve niçin fazlaca gündeme
gelmemektedir?–
Töreler
ile şiddetin ilişkisi nedir?–
Dini
inançların, kadını ikinci sınıf gören biçimde “yorumlanması”nın sebepleri
nelerdir, nasıl giderilebilir?–
Medyadaki
şiddet içeren diziler, filmler
genel bir şiddet eğilimine ne ölçüde katkı yapıyor? Bu konuda hangi
araştırmalar kimlerce yapılabilir? Başka ülkelerde benzer konulu
çalışmalardan nasıl yararlanılabilir?–
Çocuk
yetiştirme kültürümüz ile genelde şiddet ve özelde KŞ arasında bağ var mıdır?–
Burada
sıralanan ve sıralanmamakla birlikte akla gelebilecek sorulara verilecek
cevapları içeren bir “Şiddetin Köklerinin Ortadan Kaldırılması” konulu bir
Politika Belgesi nasıl hazırlanabilir ve nasıl bir yöntemle uygulamaya
sokulabilir?–
Bu soruya
verilecek cevap, hangi alanlardaki sorunların birleşerek KŞ olgusunu ortaya
çıkardığını netleştirirdi.–
Böylece bu
alanlardaki şiddetin çok daha yaygın olduğu anlaşılır ve şiddet bir bütün
olarak mercek altına alınırdı?–
Törelerin
yaptırım araçlarının doğrudan doğruya şiddete dayalı olduğu ve toplumun
yaklaşık %60’ının törelere bağlı olduğu görülür ve töre hukuku yerine
evrensel hukukun geçirilmesi yoluna gidilirdi.–
Bu tür
yanlış yorumların yalnızca KŞ konusunda değil bambaşka alanlarda da ortaya
çıktığı anlaşılarak o alanlarda da düzelmelere yol açılır.–
Şiddetin
her topluma özgü nedenleri olabileceği gibi ortak nedenleri de olabilir ve
bunların bir bölümü toplum gündemine hiç gelmemiş olabilir. Bu yolla şiddetin
kaynaklarına doğru gerçekçi bir yaklaşım yapılmış olur.–
Çocuklarımızı
daha iyi yetiştirebilecek ipuçları edinilir.–
Böylesi
bir politika belgesinin paydaşları tahmin edilebileceği gibi son derece
yaygındır. Bu yaygınlıktaki bir paydaş ağının uyumlu eylemlerini
sağlayabilecek bir yöntem, sadece bu alanlarda değil başka alanlarda da işe
yarayacaktır.Okul müfredatları içinden seçilmiş ezberler…
Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180
derecedir.–
Öğrenci
-eğri yüzeyler üzerindekiler de dahil- tüm üçgenlerin bu kurala uyduğunu sanabilir.–
Konu
sadece üçgenlerle sınırlı kalmayıp, belirli koşullar altında geçerli olan tüm
doğruları mutlak doğru olarak
kabule kadar gidebilir.–
Açıları
toplamı 180’den farklı bir üçgen olabilir mi? Nasıl?–
Açıları
toplamı 180 derece olan üçgenler ancak düzlem üzerine çizili olanlar
olduğuna, düzlem ise ancak hipotetik olarak mevcut olup gerçek yaşamda
karşılığı pek güç bulunabilecek bir yüzey olduğuna göre, çeşitli yüzeyler
üzerine çizili üçgenlerin açılarının toplamları da 180 olmayacaktır.
Öğrenciler böylelikle tüm doğruların “belirli koşullar altında” doğru
olacağını, koşulsuz doğrular ileri sürüldüğünde kuşkulanmak gerektiğini
anlayabileceklerdir. Kuşku ise bilimin temelidir. Böylelikle, bir üçgenin iç
açılarının sorgulanması yoluyla bilimsel düşünmenin yerleşmesine katkı
yapılabilirdi.Sınavlarda kopyaya karşı gözetim
–
Herkes
potansiyel hırsız olarak varsayılır.–
Kendine ve
başkalarına güvenmeyen insanlar yetiştirilir.–
Herhangi
bir kanıt olmadan da başkalarını kolayca suçlayabilen insan tipi ortaya çıkar.–
Gözetim
kopya çekenlere karşı bir önlem olduğuna ve herkes de kopya çekmeyeceğine
göre, kopya çekmeyenlere haksızlık yapılmaktadır. Bu haksızlığı önlemenin
yolu var mıdır? Nasıl?–
Sınavlarda
ancak kopya çekerek başarı sağlayanlar gözetime de karşı çareler
bulacaklarına göre gözetim ne işe yarıyor?–
Bu soru
doğrudan Onur
Sistemi adı verilen gözetimsiz sınava
götürürdü.–
Bu
soruyla, öğrenciler arasında kopyaya karşı bir sosyal baskı ortamı oluşturmanın
gözetimden daha etkili olacağı anlaşılırdı.Bütüncül tarih yerine kronoloji öğretimi
–
Her biri
farklı nedenlerle ortaya çıktığı için birbiriyle ilişkisi bulunmayan olayları
tarih sırasına göre öğrenmek, gerçekte ne olup bittiğini anlamamaya yol açar.
Bu ise tarihin amacı olan “geçmişten
öğrenip geleceği şekillendirmek” temel amacına hizmet etmez.–
Tarih
sırasıyla meydana geldiği öğrenilen her olay için: Bu niçin olmuştur sorusunun sorulması yeterlidir.–
Bu soru,
her olayın ardında onu güden bir dizi etkenin olduğunu ve bu etkenlerin az
sayıda (askerlik, diplomasi, keşifler,
icatlar, sanat, bilim, iklim değişiklikleri, göçler gibi) olduğunun
anlaşılmasına yol açacaktır.İnsanın doğaya egemen olup medeniyet kurduğu
–
Ekosistem
içindeki (canlı ve cansız) tüm varlıkların ancak birbirlerinin varlığına
saygı göstererek hayatta kalabileceği büyük gerçeğini ıskalar.–
İnsan’ın,
diğer canlılar, bitkiler, taş-toprak, hava-su gibi bileşenler içindeki yeri
nedir?–
“Doğanın bir parçasının doğanın bütününe egemen
olmasında” bir tutarsızlık var mıdır?–
İnsan’ın
besin zincirinin tepesinde olması nedeniyle “üstün varlık” sayılmasının,
kendisine vermiş olduğu bir paye olduğu; besin zincirinin tepesinde
olabilmesinin, besin zincirini besleyen bütünü (doğa) tahrip etmek pahasına
sürdürdüğü; buna göre -kendi varlığını sürdürme açısından dahi- riskli bir
konumda olduğunu anlayabili ve tutum ve davranışlarını buna göre
düzenleyebilirdi.–
Bu soru
yoluyla, doğaya egemen olmanın değil, onun tüm bileşenleriyle uyumlu yaşamanın
övünç kaynağı olabileceğini idrak ederdi.En iyi öğrenmenin tekrar yoluyla koşullandırarak sağlanabildiği..
–
Öğrenme ile beyine kazıma
farkı belirsizleşir.–
Canlıların
en değerli yeteneği olan “ihtiyaçlarını
zahmetsizce öğrenebilmek” körelir.–
Bireyin
yaşam hakkına eşdeğer sayılabilecek koşullanmama hakkı çiğnenir; bilgilenme
hakkı elinden alınmış olur.–
Tekrar
sürecinde beyinde ne olmaktadır? Tekrar yoluyla beyine kazınmış bir bilginin
isteyerek unutması (unlearning)
gerektiğinde bu kalıcı bağlantı ne gibi sakıncalar yaratabilir?–
Koşullanmaksızın
öğrenmek mümkün müdür?–
Bir defada
tekrarsız öğrenme (zero-trial-learning) mümkün müdür?–
Öğrenme ve tekrar arasında
bir bağlantı olduğu görünüyor. Ancak bu tekrarın sayısı, şiddeti, aralıkları
vb karakteristikleri bilinmeden yapılacak tekrarların zararlı olması da
kuvvetle olasıdır. Kişilerin kendi kontrollarında yapılabilecek tekrarların,
dışımızdakilerce -belli niyetlerle- yapılabilecek tekrarlardan (örn.
reklamlar, ideolojik indoktrinasyon gibi) ayrılması mümkün olabilirdi.–
Koşullandırma, herhangi bir bilginin diğer olası
seçenekleri sorgulama ihtiyacı duyulamayacak şekilde belleklere
yerleştirilmesidir. Bunun başlıca yollarından birisi “tekrar” yöntemidir.Kişinin,
yaşamın kendisine sunduğu çeşitli seçenekleri göremeyecek şekilde kör
edilmemesi için, koşullanmama hakkı bireyin yaşam hakkına eşit bir özenle
korunmalıdır.–
Bu heyecan
verici tekniğin öğrenilmesi mümkün olabilirdi.Siyaset alanından seçilmiş ezberler..
Siyasi Partiler’in (SP) asli işlevi halkın
sorunlarını çözmektir.–
Halkın
kendi sorunlarını çözdüğü rejimin adı “demokrasi”dir. Bu ezber, demokrasinin
en temel dayanağını reddeder.– SP,
halkın, sorunlarını (STK, sendika, vakıf, platform, meslek örgütü, üst
örgütlenmeler vbg yolu ile) çözebilmesi için sahip olmaları gereken özgürlük ortamını sağlamak ve
taleplerinin uygulamalarını yine halkın istekleri doğrultusunda denetlemekle
görevlidirler. Bu ezber, bu asli görevin yapılmayışına yol açar.– Halkın
sorunlarını halk adına çözme girişimleri kolayca çeşitli türde istismarlara
yol açabilir.–
Halkın
sorunlarını kendisi mi yoksa SP mi çözecek?–
Sorunları
halk adına SP çözecek ise, halk bazı yetkilerini (yani hak ve özgürlüklerini)
SP’e devretmelidir. Bunun otokratik rejimlerden farkı nedir?–
Birden
fazla SP, aynı anda halkın sorunlarını çözme yarışına girerse bundan
doğabilecek sakıncalar neler olur?–
Bu soru
sorulsaydı, SP daha anlamlı bir role (halkın sorunlarını çözmesi için uygun
ortam yaratmak) çekilebilirdi. Ülkemizde peryodik olarak sorunların çözülemez
duruma gelip sonra da darbelerin gerçekleşmesinde, SP’in kendilerini
konumlandırdıkları bu “halk adına sorun çözme” rolünün payı vardır. Halk bir
yandan da giderek sorun çözme kabiliyeti düşük bir duruma gelir.–
Bu soru,
demokrasinin anlamının daha iyi kavranmasına, hak ve özgürlüklerine daha
sarılmasına yol açacaktı.–
Halkın
bugün siyasetten soğumuş, siyasetçileri aşağılar durumda olmasının altındaki
kök nedenlerin başında, SP’in bu “halk adına sorun çözme” adını taşıyan,
aslında ise etkisiz ve istismara açık kabul yatmaktadır. Bu soru, siyasetin
de saygınlığına katkıda bulunacaktı.TBMM çalışmalarında muhalefet partilerinin
önergeleri reddedilir; bunun aksi “gol yemek”tir.Muhalefet önerilerinin kategorik olarak
reddi, olası katkıların göz ardı edilmesine, muhalefetin kendini dikkate
aldıracağı daha rahatsız edici yollar aramasına yol açar.–
İktidar
partilerine mensup milletvekilleri, muhalefetten gelen önerilerden bazılarını
kabul etmenin niçin bu denli zafiyet sayıldığını kendi kendilerine ve grup
yöneticilerine sorabililirlerdi.–
İktidar ve
muhalefet arasındaki ilişkiler, duygusal planda galip gelme düzeyinden akli
düzeyde daha anlamlı bir rekabete dönüşebilirdi.–
Uzlaşı
kültürünün gelişmesine katkı sağlanırdı.Hayvanlarla ilgili seçilmiş ezberler…..
Hayvanların duyguları yoktur; İnsanlar
hayvanlardan daha akıllıdır; Hayvanlar insanlar için var edilmişlerdir…vs–
İnsan söz
konusu olduğunda son derece sevecen, nazik olabilen insanlar, bu ezber
nedeniyle hayvanlara her türlü kötü muameleyi yapabiliyor.–
Hayvan
deneylerini savunanlar, bunların insanların iyiliği için yapıldığını öne
sürerek kendilerini haklı
çıkarırken bir argüman olarak da yine bu ezberi kullanıyorlar.–
Hemen
hemen tüm ezber kalıplarını sorgulamada kullanılabilecek anahtar soru burada
da kullanılabilirdi: Hayvanlara bu
kadar zalimane davranmayı haklı gösteren bu yargılarınızın doğruluğundan
nasıl emin olabiliyorsunuz?–
Kulaktan
dolma, doğruluğu konusunda akla, bilime uyan herhangi bir kanıtın bulunmadığı
bu tür kalıpların, başka canlılar ve varlıkların (taş, toprak, hava, su gibi)
var olma haklarını gasbetmemize yol açtığını; bunun da dönerek kendi
yaşamlarımızın sürdürülebilirliğini tehlikeye attığını idrak edebilir ve ona
göre davranırdık.17 Şubat 12 Cuma
-
Nis 16 2012 TEKRARSIZ ÖĞRENME
TEKRARSIZ ÖĞRENME
Geleneksel eğitimi en iyi betimleyecek üç kavram aransa herhalde bunlar “öğretme”, “tekrar yoluyla belletme” ve “ezber” olurdu. Bu yazıda bu kavramlardan ilk ikisi üzerinde durulacak, bunlara alternatifler önerilecektir.
Öğretme: Öğrenme Enerjisini Gözardı Eden Yöntem!
İnsanoğluna çeşitli şekillerde bakılabilir. Bunlardan birisi de onu bir dizi enerjinin toplamı olarak görmektir. Cinsel enerji, fiziki enerji, düşünsel enerji ve öğrenme enerjisi bunların en önemlileridir.
Bu enerjilerin her biri kısmen diğerine dönüşebilir, ama bu dönüşüm çoğu zaman kimi sorunları da beraberinde getirir. Örneğin uygun biçimde kullanıl(a)mayan cinsel enerji diğer enerji türlerine dönüşür ama geride bir takım ruhsal sorunlar bırakarak. Benzer şekilde kullanılmayan fiziki enerji de düşünsel veya diğer tip enerjilere dönüşebilir, ama yarattığı vakum içinde sorunlar ürer.
Aslolan her enerji türünün, birbirinden aşırı alış-veriş yapmaksızın yerli yerinde kullanılması, kullanılmayan türlerin sorunlar doğurmasına fırsat yaratılmamasıdır.
Pratikte, ortalama yaşam süren insanlar normal olarak bütün enerji türlerini bir ölçüde kullanırlar. Kullanılmayan miktarlar ise ölçüsü oranında sorunlara yol açar.
Ancak bu enerji türleri arasında bir tanesi, ilk çocukluk çağlarından sonra giderek daha az kullanılmaya başlanır. Bu “öğrenme enerjisi” dir.
İnsan -ve bütün canlıların- doğasının şaşmaz bir gereği olarak ve milyarlarca yıl süren bir evrimle gelişmiş bulunan “öğrenme” yetisi, bu yetinin kullanılabilmesini teminen yine doğa tarafından enerjilendirilmiştir.
Çocuk, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren -belki de daha önce -, doğal olarak hissetiği, sonralarda duyuları ile algıladığı ve daha sonra da aklıyla kavradığı ihtiyaçlarını, öğrenme yetisi ve onu besleyen enerji yoluyla “öğrenir”.
Çocuğun bebeklik ve ilk çocukluk çağlarındaki öğrenme “oyun” yoluyla olur.
Bebek ve çocuk, oyunu çevresindeki eşyaları kullanarak bir tasarımcı becerisiyle tasarımlar. Tasarımlanan bu süreç, çevredeki imkanlar, ihtiyaçlar ve çocuğun öğrenme profili arasındaki optimal çözümdür. Bebek ya da çocuk bu süreci yaşarken bunu zevkle yapar. Oyun oynayan çocuğun dünyadan koptuğu, başka bir alemde yaşadığı sanılabilir. Bu sürpiz değildir. Çünkü, ihtiyaçlarına karşı azami tatmini almaktadır.
Bu optimal süreç, ilkokulun ilk 1-2 sınıfından başlayarak bozulmaya başlar.
Çocuğun gerçek ihtiyaçlarının oyun yoluyla ve bizzat kendisince öğrenilmesinin yerini, müfredatta belirtilen ve çoğu, çocuğun ileride gereksineceği düşünülen “varsayılmış ihtiyaçlar”ın öğretmen tarafından öğretilmesi almaya başlar. Süreçteki bu değişim sınıflar ilerledikçe hızlanır ve lise sıralarına gelindiğinde “oyun” ve “öğrenme” tamamen dışlanır. Artık “öğretme” tam olarak egemen olmuştur.
“Öğretme”, Peki Nasıl ?
Bilinen öğretme yöntemlerinin hepsi, bellekte tutmaya dayalıdır. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğretilmek istenilenleri bellemeye yönlendirilir.
Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin koşullanmaya açıklığından yararlanır.
Koşullandırmaya dayalı eğitimin babası sayılabilecek olan B.F. Skinner, hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerin insanlara da uygulanabileceğini göstermiştir. Bugünkü eğitim sistemlerinin temeli, işte bu hayvan deneylerine dayanmaktadır.
İlk ve orta öğrenimde, hatta yüksek öğrenimde sıkça başvurulan “örnek problemler çözerek benzetme yapabilme becerisi kazanma” yöntemi, tekrar yoluyla belleme’ye en tipik örnektir.
İhtiyaçların, kişinin kendince öğrenilmesi ise tamamen farklı bir süreçtir ve koşullanmayla ilgili değildir.
Niçin “Öğretme”?
Birkaç neden birlikte vardır: Devletin, kendi ideolojisine uygun vatandaş yetiştirme arzusu nedenlerden birisidir. Halbuki, ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi becerileri edinmeyi öğrenmiş, bunu zevkle yapabilen ve dolayısıyla sorunlarını bilgi ve beceriyle çözebilen insanların, başka olumlu özelliklerinin yanısıra aynı zamanda iyi vatandaşlar da olacaklarının idrak edilebilmesi gerekirdi.
Bir diğer neden, eğitim kadrolarına, öğrenme ortamı hazırlama gibi nisbeten güç bir görevi yerine getirebilecek formasyonun kazandırılmasındaki yetersizliklerdir.
Eğitim yöntemi konusunda herhangi bir seçim hakkı bulunmayan milyonlarca çocuk ve gence merkezi biçimde belirlenmiş müfredatı “öğretme”nin vermiş olabileceği egemenlik duygusu ise bir başka olası nedendir.
Çocukların öğrenme konusundaki doğal yeteneklerinin farkında olmama ise en önemli nedenlerden birisidir. Bunun altında ise “öğretme” esaslı eğitimle yetişmiş erişkinlerin kendilerini değerlendirirken saptadıkları yetersizliğin çocuklarda da var olduğunu varsaymaları bulunmaktadır. Biz beceremiyorsak çocuklar da beceremez!
Nihayet bir diğer neden, bir toplumsal histeri haline gelmiş bulunan sınav başarısı için öğrenmenin değil, sorulan sorulara yanıt verebilmenin önem kazanmasıdır. Böyle bir hedef altında öğrenmek için zaman yoktur. Tüm zaman, olabildiğince çok olası yanıtı bellemek için kullanılmalıdır.
Sıfır Tekrarlı Öğrenme (zero trial learning) !
Kişinin ihtiyaç duyduğu bir bilgi, herhangi bir tekrara gerek kalmaksızın bir defada öğrenilir. Kişi, öğrenme profiline en uygun biçimde bu bilgiyi alıp derhal içselleştirir.
Küçük çocukların oyunları incelendiğinde, o amaçsız ve zaman zaman komik görünüşlü hareketlerin her birisinin, belirli bir eğitsel hedefe yönelik çok anlamlı ve akılcı deneyler olduğu görülecektir.
Bir defada öğrenme erişkinler için de geçerledir. Hoşa giden bir fıkra, bir çizgi roman, ilginç bir olay tekrara gerek kalmadan öğrenilir.
Kişinin ihtiyaç duyduğu bilgilerin yanısıra ihtiyaç duyduğu beceriler de sıfır tekrarla öğrenilir. Ancak, bunların hareket merkezine kaydedilmesi ve böylece düşünülmeden yapılabilmesi için, kişi kendi iradesiyle bazı tekrarlar yapar ve beceriyi içselleştirir.
İhtiyaçların Farkına Varabilme : Bir Başka İhtiyaç !
Kişinin herhangi bir dış hatırlatmaya gerek kalmadan farkında olduğu ihtiyaçlarının yanısıra, içinde bulunduğu fiziki ve sosyal çevrenin gerektirdiği ve normal olarak kişinin ihtiyaçlar envanterinde yer almayan bazı Bilgi – Beceri – Tutum ve Davranış‘lar da (Knowledge – Skill – Aptitude -Behavior) olacaktır. İçinde yaşanılan zaman ve sosyal çevre, bu tür ihtiyaçların yoğun olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Bu noktada yapılması gereken, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme”den vazgeçerek “kişinin bilmesi gerektiğine karar verilenleri öğretmek” değildir. Aksine, aynı yöntemi korumak ve bu defa, kişinin ihtiyaç envanterinde bulunmayan ihtiyaçları, o envantere dahil etmeye çalışmak gerekir.
Bunun yolu, kişinin var olan ihtiyaç (ilgi) alanları ile, henüz algılan(a)mayan ihtiyaç alanlarını ustaca birbirine bağlayabilecek “senaryo”lar oluşturmaktır. Böylelikle, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme” yönteminin avantajlarından yararlanmaya devam edilebilir.
“Tekrar Yoluyla Belletme” Nasıl İnsan Tipleri Yaratır?
Bir bilgi ya da becerinin bir defada öğrenilememesi, aslında eğitimciler için değerli bir göstergedir. Bu, ya öğretilmek istenilenin ilgi envanterine dahil edilemediğini ya da kişinin öğrenme profiline uymayan yöntemler kullanılmakta olduğunun bir işaretidir.
Ama ne yazık ki bu işaretler doğru yorumlanmaz ve tekrar yoluyla belletme yolunda israr edilir.
Bugün tekrar yoluyla belletme, eğitim sistemimizin bir normu haline gelmiştir.
“S-R Psikologları” adı verilen ekol, öğrenmenin tedrici olduğunu, her tekrarın beyinde açılan izin daha derinleşmesini sağladığını savunmaktadır. Buna karşın “Gestalt Psikologları” ekolü ise öğrenmenin bir defada ve “birdenbire” meydana geldiğine inanmaktadır. Wolfgang Köhler’in maymunlar üzerinde yaptığı deneyler bu ikinci savı doğrulamaktadır.
Gestalt ekolünden Max Wertheimer, bir klasik sayılabilecek olan Productive Thinking (Üretken Düşünme) kitabında, bir kişinin öğrenebilmesi için, bilginin iç yapısını (pattern) anlaması gerektiğini söylemektedir.
25 yıldan bu yana çatışan bu iki görüş aynı anda doğru olabilir. Gerek beynin sol yarısına dayalı “tekrar” yöntemi, gerek sağ yarıya dayalı “bir defada öğrenme” olsun, her ikisi de sonunda dış görünüş itibariyle benzer sonuçları üretmektedirler.
Gerçekte ise fark büyüktür: Bir defada öğrenme yöntemiyle bilgi derhal içselleştirilmekte, yani mevcut bilgilerle ilişkilendirilmektedir. Tekrar yönteminde ise ilişkilendirme olmamakta, yalnızca, beyinde nöronlar arasında oluşan bağlardan ibaret bir yalıtılmış bilgi adacığı meydana gelmektedir.
Tekrara dayalı belleme ile yetişen bir kişinin diğer yöntemle yetişen bir kişiden başlıca farkı, öğrenmeye karşı duyduğu tepkidir. Böyle bir kişi öğrenmekten zevk almaz. Dolayısıyla bellemiş olduklarına sıkı sıkıya sarılır. Öğrenmeyi gerektiren her durum, yani her değişim onun için bir işkence kaynağıdır.
Tekrara dayalı belleme ile yetişen kişinin bilgilerinin kaynağı “yürektenlik” (ezber) dir. Önüne çıkan tüm sorunların yanıtlarını bulabileceği belleme kalıpları peşindedir.
Bu tür eğitim almış kişilerin temel özelliklerinden birisi de dayatmacı oluşları, uzlaşma yetilerini kaybetmiş oluşlarıdır. Tekrara dayalı belletme’nin dayatmacı niteliği, ne denli iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar kişilerde zorbalık eğilimleri yaratmaktadır.
Toplumumuzdaki çeşitli sosyal kesimler arasındaki çatışma olgusunun nedenlerinden birisinin de, tekrara dayalı belleme’nin bir yan ürünü olan dayatmacılık olduğu söylenebilir.
Çözüm
Yalnız bu sorun için değil tüm sorunların çözümleri için değişmez bir ilk adım vardır: Sorunun varlığını kabul etmek!
Bu yazıda öne sürülen eleştirilerin yöneltildiği birçok eğitimci, eleştirilerin bütünüyle doğru olduğunu, ancak kendi okullarında “tekrara dayalı belletme”, “ezber”, “öğretme” gibi kavramların söz konusu olmadığını ileri sürmektedirler. İşin daha da ilginç yanı, belletme, ezber ve öğretme’nin en yaygın olduğu kurumlar, bunların varlığına en şiddetle karşı çıkanlardır. Mevcut koşullar (müfredat, veli beklentileri, merkezi sınavlar, çocukların ön yetişmeleri vb) altında burada ileri sürülen yaklaşımları uygulamakta bazı sorunlar olacağı doğaldır. Ancak, öğretme ve belletme yöntemlerinin doğrudan ve dolaylı maliyetleri dikkate alındığında, bu sorunların aşılmasının bir seçenek değil bir zorunluk olduğu görülecektir.
Öğrenci Merkezli Eğitim, müfredattaki eğitsel hedeflerin, çocukların ilgi alanlarıyla ilişkisini kurabilecek birer senaryo ya da proje içinde işlenmesidir. Çıkış noktası budur. Bu tür bir yaklaşımda iki sorun birden çözümlenmektedir. Hem öğretme yerine öğrenme geçmekte, hem de eğitsel hedefler çocukların ilgi alanları içine getirilebildiği için tekrara dayalı belleme ortadan kalkmaktadır.
Öğrenci Merkezli Eğitim ve Sıfır Tekrarlı Öğrenme, eğitimcilerimizin ikibinli yıllardaki hedefi olmalıdır.
Çarşamba 23 Nisan 1997
-
Nis 16 2012 Sorgulanamazlık (ezber[1]) ve Terör Mücadeleleri !
Sorgulanamazlık (ezber[1]) ve Terör Mücadeleleri !
Toplumlar varoldukça, tıynetlerindeki “daha fazlaya daha kolayca sahip olma” güdüsü varoldukça, hangi kılık altında olursa olsun, terör -bir yaptırım aracı olarak- daima var olacaktır.
Dünyadaki toplumları, “terörü kullananlar” ve “kendisine karşı terör kullanılanlar” olarak ikiye ayırmak yanlış olmaz. Terörü kullanan‘ların hemen daima gelişmiş, kendisine karşı terör uygulananlar‘ın ise gelişmemiş (kibarca gelişmekte olan) toplumlar olması da net bir karakteristik olarak görünüyor.
Terörü operasyonel olarak uygulayan kadrolar ise daima “kendisine karşı terör uygulanan” toplumların içinden çıkarılmakta, terörü kullananlar ise halklarını bu beladan uzak tutup sadece stratejik -bazen de lojistik- yönetim(!) sağlamaktadır.
Halen Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Irak, Filistin, Türkiye gibi ülkelerle İrlanda, İspanya gibi toplumlarda, “terör kullanan ülkeler“in etkililik düzeyleri çok farklı ise de, terör açısından en önemli karakteristikleri ortaktır. O da, terör uygulayanların zihinsel yapılarındaki “sorgulanamazlık” öğesidir.
Kritik nokta burasıdır..
İster etnik, ister dini, ister siyasal herhangi bir ideoloji olsun, herhangi birisini esas alan bir terör hareketi, o hareketi sorgulamadan benimseyen insanlar olmaksızın oluşturulamaz. Zihinsel yapısı sorgulamaya dayalı kişiler, sürü halinde hareket edemezler.
Sorgulayan ve sorgulamayan insanlar arasındaki bu asimetri, terörle mücadele açısından bir dezavantajdır. Kendini, yaşadığı toprağı, özgürlüğünü, bağımsızlığını korumak isteyen kişiler, bunlardan herhangi birisini terör yoluyla yok etmek isteyen insanlara karşı daima zafiyettedirler. Çünkü mücadelenin her anında, olası hareketlerinin sonuçlarını sorgularlar ve çoğu zaman şiddet kullanma konusunda çekinik kalırlar. Sorgulamayanlar ise bu konuda son derece kararlıdırlar.
Sorgulanamazlık aynı zamanda demokrasi iklimini yokeder..
Sorulamaya kapalı, kendini koşillandırılmaya açmış kişilerin rahatça yaşayabilecekleri tek rejim türü otokratik rejimlerdir. Sadece söylenenleri yapan, söylenenlere inanan, doğru-iyi-güzellerin tek olduğuna, akıl yolunun bir olduğuna inandırılmış kişilerin ihtiyacı mutlak ve tek doğrulardır. Demokrasinin yeşeremeyeceği ortam da tam olarak budur.
Sorgulanamazlık varsa bilim de yoktur..
Eğer bilimi tek sözcükle tanımlamak gerekse “yanlışlanabilirlik” denilebilir. Yanlışlama ise ancak sorgulama ile mümkündür. Sorgulamanın bırakacağı boşluğu hurafeler doldurur.
O halde!
Dünyayı içinde yaşayanlara zehir eden, insanların konuşa konuşa uzlaşmalarını imkansız kılan sorgulanamazlıkla mücadele niçin bu denli zayıftır?
Gelişmiş ülekelerin sorgulanamazlıkla küresel ölçekte mücadele etmeyip sadece kendi halklarını eleştirel düşünce (critical thinking) temelinde eğitmeleri anlaşılabilir bir olgudur. İhtiyaç duydukları değerleri toplumlarına transfer edebilmeleri ancak, o değerlere sahip olan toplumların iç enerjilerini kendi iç çatışmalarına harcamalarına, böylece sahip oldukları kaynakları koruma güçlerinin -sorun çözme kabiliyetleri- düşük düzeyde kalmasına bağlıdır.
Ayrıca da, çeşitli değerlere sahip toplumların, kendi iç enerjilerini terör mücadelesiyle harcarlarken -ister istemez- ihraç edecekleri terör faaliyetleri, bu ükelere karşı kullanılabilecek kozlara dönüştürme imkanları da sağlar. Bir taşla kuş katliamı denilen olgu!
Sonuç..
Terör mücadelesinde kısa, orta ve uzun vadeli önlemler bütününde, kesinlikle ihmal edilmemesi gereken önlem, terör örgütlerinin vazgeçilemez malzemesi olan “sorgulamaya kapalı zihinsel yapıya sahip insan” malzemesini kullanılamaz hale getirmektir.
Bu nasıl yapılabilir?
Bu önlem ancak toplumun tüm kesim ve kurumlarının ortak çabasıyla hayata geçirilebilir.
Seyirci öyle istiyor afyonuyla birkaç kuruş daha kazanıp şöhretini -dolayısıyla rahatını- sürdürmek isteyen medya sınıfı (reklamvereni, senaristi, oyuncusu, kanal sahibi, yöneticisi vs) başta olmak üzere tüm kurumları..
Programlarına sorgulanamazlıkla ilgili tek cümle almamış, ama vatanı kurtarmaya(!) soyunmuş siyasi partileri..
Sabahlara kadar mikro siyaset dedikodularıyla kafa şişiren kadrolu yazar-çizer-konuşur taifesi..
Küresel politik falcılar gibi desteksiz -ama şişik egolu- zaman hırsızları..
Ve tüm kitap bilgilerini genç beyinlere ezberletmeye çalışan kadrolar..
Bütünü oluşturan bu parçalar sorgulanamazlığın tehlikelerini idrak edip doğrularından kopabilirler mi?
Bilinmez. Eğer bir idrak mucizesi gerçekleşirse niye olmasın.
Ya da niye olsun!
14 Şubat 12 Salı
-
Nis 16 2012 “SAYISAL ÖLÇME”DEN “ÖZNEL DEĞERLEME”YE
“SAYISAL ÖLÇME”DEN “ÖZNEL DEĞERLEME”YE
Eğitim sistemimizin doku derinliklerine işlemiş ve bu yüzden de pek sorgulanmayan bir özelliği, sınavlardır. Teknik dille “ölçme-değerlendirme” denilen sınavların zaman zaman üzerinde durulan iki boyutu “neyin ölçüldüğü” ve “nasıl ölçüldüğü” dür.
Örneğin, üniversite giriş sınavları açısından bu iki boyutun gereklerine ne denli uyulduğu ancak sınavları tasarımlayanlar açısından bellidir.
En yakası açılmayacak konuların sokaklarda konuşulduğu ülkemizde, genelde eğitim, özelde ise sınavlar gibi herkesi derinden ilgilendiren konular her ne hikmetse yalnızca bu işi bildiğini söyleyen kişilerin aralarında konuştukları “hizmete özel” konulardandır.
Bilimin, “her şeyi sorgulamak” olan evrensel ilkesi, bu alanlara girmemiş, böylece de yıllardır milyonlarca çocuk ve genç, neyi ölçtüğü ve de nasıl ölçtüğü belli olmayan aletlerle sınıflandırılagelmiştir.
Yumurta ya da domatesler dahi daha akılcı biçimde sınıflandırılırken, insanları test denilen acayiplikle sınıflamanın temelinde yatan nedenlerden birisi eğitim sınıfımızın içe kapanıklığı ise, bir diğer neden ölçme-değerlendirme’nin “niçin” yapıldığının sorgulanmayışıdır.
“Sınavlar niçin yapılır?” gibisinden bir soruya, “adet olduğu için yapılır“, “çocukların başarılarını sıralamak için yapılır“, “ana-babalar çocuklarının durumunu bilmek isterler“, “öğretilenleri ne kadar aldıklarını anlamak için“, “öğretmenin, daha başarılı olması için“, “sınav olmazsa çocuklar çalışmaz“, “sınav, öğretmenin disiplin sağlamasına yarar“, “sınav, öğretmenin elindeki tek silahtır” gibi onlarca yanıt verilmektedir. büyütmek için tıklayınız!
Sınavın neyi ve nasıl ölçtüğünün yanıtı işte bu sorulmayan soruda saklıdır: Sınav ne için yapılır?
Toplumların kendi ideolojilerine göre insan yetiştirmek üzere tasarımladığı ve koşullandırma yoluyla insanlara -zorla- “öğretilenler” demek olan geleneksel eğitim sistemleri artık bitmektedir. Geleneksel eğitim sistemlerinin en etkin silahı ise “sınav”dır.
Öyle bir silah ki, onun kurallarına göre koşullandığını kanıtlayamayanları diplomasız bırakan ve toplumun kenarına itebilecek güçte!
Koşullandırmaya dayalı geleneksel davranışçı felsefe, onun tartışılmaz “ezberi” Bloom taksonomisi, “öğretme” ve bunları tekrarlayarak bilim yaptığını savunanları tarihe gömen yeni yaklaşım, insanın doğuştan sahip olduğu “ihtiyaçlarını saptama ve bunları kendi yetenek ve sınırlamalarına en uygun biçimde öğrenme yetisi” ne dayalı yeni bir paradigma doğmaktadır.
“Herkes -en az bir alanda- zekidir”, “koşullanmama hakkı”, “istediğini öğrenme” gibi özelliklere sahip bu yeni paradigma içinde, geleneksel sınav anlayışının da, o anlayışa göre eğitim yapmayı sürdürmek isteyenlerin de yeri yoktur.
İnsan ve eğitim gibi her ikisi de çok boyutlu iki karmaşık ve çok boyutlu olguyu tek sayıya (veya harfe) indirgeyerek yapılan ölçme, en azından doğru bir ölçme değildir. Üç boyutlu bir cismin ölçüleri nasıl ki tek sayıyla ifade edilemezse, bir insanın başarımının da tek parametreyle ifadesi de mümkün değildir.
“Ölçülmeyen bilinmiyordur” deyişi, insan başarımı için de doğrudur. Ama, nelerin ölçülmesi gerektiği doğru saptanır ve bunlar eksiksiz ölçülürse.
Buradaki ölçme, çoğu zaman öznel değerlendirmeler biçiminde olabilir. Ama her ne yolla olursa olsun, tek boyutlu olmamalı, en az ölçmeye ya da daha genel deyimle değerlendirmeye çalıştığı olgunun boyutlarının olabildiğince çoğunu kapsamalıdır.
Sınav böyle bir içeriğe bürününce, “niçin ölçme yapıldığı” sorusu da açıklığa kavuşmaktadır:
1. Sınav, öğrencinin kendi öğrenme profili hakkındaki varsayımlarını gözden geçirerek gerekli değişiklikleri yapması,
2. Öğretmenin, oluşturduğu öğrenme ortamının uygunluğunu test ederek gerekli değişiklikleri yapması,
3. Ve bu iki düzeltmenin bileşik etkisini kullanarak, çocuğa, kendi yetenek ölçüleri içinde makul bir başarı kazanma fırsatı yaratarak, öğrenmeyi bir külfet değil bir zevk haline getirmek ve böylece ileride gereksinebileceği eğitsel ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayabilmesi becerisini kazandırmak için yapılmalıdır.
Öğretmenler, sınavları bu yeni anlayışla yaptıkları takdirde, öğrenmeyi bir külfet, onun ögelerini de mücadele edilmesi gerekenler olarak gören öğrenciler, birer öğrenme makinesi haline geleceklerdir. Aynen doğuşlarında olduğu gibi!
Peki, çocukları doğuştan kötü ve koşullandırılmaları gereken yaratıklar olarak gören geleneksel davranışçı ekol, kendine nasıl bir iş bulacaktır?
Onları da sınava tabi tutup, yeteneklerini ölçerek uygun oldukları kategoride bir iş vererek. Tabii varsa!
Pazartesi, 25 Ağustos 1997
-
Nis 16 2012 Etnik kökene dayalı örgütlenme?
Etnik kökene dayalı örgütlenme?
Sağlam mantığı ve sosyolojik bilgisiyle temayüz etmiş bir köşe yazarının şu satırlarını aynen alıyorum: “….Çözüm diyorsak, İngiltere’deki gibi bir demokrasi ve Sin Fein gibi demokratik bir etnik parti gerektiği bellidir. Vekilleriyle ve teşkilatıyla BDP’liler demokrat olabilseler bu yol açılır.”
Gerektiği gerçekten belli midir?
Sık kullanılan bir bir söz vardır ya, “….düşünülemez” diye; toptancılığın doruk noktasıdır herhalde. Bırakın tartışmayı düşünülmesini dahi muhal bulur. “Gerektiği bellidir” deyimi de benzer bir kesinlik ifade ediyor. Gerçekten de “demokratik etnik parti” niteliğinde bir örgütün gerekliliği “tartışmasız doğru“lardan birisi midir?
Etnik ne demek?
Hani bazı sözcükler vardır, eş anlamlısını söylediğinizde hakaret anlamı taşımaz gibidir. “Bu davranış ahlaksızlıktır” deyince kan çıkar da, “davranışınızı etik bulmuyorum” deyince neredeyse bir iltifat gibi algılanır.
Etnik (sözcüğü güvenilir sözlüklere göre[1] ırk anlamına gelmektedir. Halbuki ırk sözcüğü neredeyse lanetlidir; hemen tüm medeni dünya ırka dayalı örgütlenmeyi, ırk temelinde hareket etmeyi, davranışları ırkın belirlemesini bir insanlık suçu saymaktadır.
Peki nasıl oluyor da etnik örgütlenme “tartışılmaz bir gereksinim” oluyor?
Sin Fein mezhepçi ya da ETA ırkçı örgütlenme için “iyi uygulama referansı” olarak alınabilir mi? 1990’lara kadar ırk temelinde örgütlenmelerin varlığı (örn. G.Afrika), aradan 20 yıl geçtikten sonra hala “iyi örnek” olarak kabul edilmeli mi?
Hele demokratik etnik (ırkçı) tamlamasındaki demokrasi ve ırçılık bir araya gelebilir mi? Eğer böyle bir demokrasi kurulsa, belli ırka ait olanların dışındakilerin hakları ne olacaktır?
Eğer etnisite kültür bağlamında kullanılıyorsa!
Farklı kültürlerin siyasal olarak örgütlenmeleri çoğulcu demokrasinin tanımına tam da uyuyor. Demokrasi, farklı ilgi ve çıkar gruplarının birlikte yaşayabilmeleri demekse, gerek ırk gibi biyo-genetik kökenli, gerekse din, dil, töre gibi kültür kökenli çıkarlar ancak “bütün ile birlikte” savunulabilir.
Bir diğer deyişle, eşit muamele görmediği düşünülen bir çıkar sadece o çıkarı savunup diğerlerini dışlayarak değil, tüm çıkarlar bütünlüğü içinde “o çıkar”ın da eşit muamele görmesi gerektiği savunularak yapılabilir.
Türkiye’de uzunca süredir ayrılıkçılığın da herhangi bir çıkar gibi savunulabilmesi -düşünce özgürlüğü ve demokrasi adına- dile getiriliyor. Ayrılıkçılık tanım itibariyle, öteki çıkarları dışlayan bir tutumdur ve bu yüzden demokrasi adı verilen “farklı çıkarların uzlaşarak birlikte var olmaları” kavraşımıyla (konsept) taban tabana zıttır.
Sloganlar yaşamı -kısa süreliğine- kolaylaştırırken uzun dönemde cehenneme çevirebiliyor.
16 Ocak 12 Pazartesi
-
Nis 16 2012 Kaza-belânın öngörülebilirliği!
Kaza-belânın öngörülebilirliği!
Olayları ne denli bilimin ışığında açıklayıp olası sonuçlarını öngörmeye çalışsak da “belirsizlik ilkesi” nedeniyle daima öngörülemez bir pay kalacağını kabul etmek zorundayız. Büyük doğal felaketler buna iyi birer örnektir. Birçok doğa olayı için giderek doğruluğu artan öngörülerde bulunabilsek de -ileride doğrulukların artacağına kuşku yoktur- öngörü alanımızın dışında kalan pay hala çok yüksektir.
Çok değişkenli, üstelik de değişkenlere ilişkin ölçülebilirliklerin düşük olduğu hallerde geçerli olan bu yargı, daha az sayıda -ve de ölçülebilir- değişkenli durumlarda tam tersi bir belirlilik sergiliyor.
Bu nedenle de -aklı başında insanlar-, hızla giden iki otomobili kafa kafaya tokuşturarak ne olacağını denemeye çalışmıyor, bunu araç güvenilirliğini test eden uzmanlara bırakıyorlar.
Daha da az değişkenli durumlara iyi örnek olabilecek alanlardan birisi yangınlar; bunların içinde de daha çok igilendirenler, “çadır yangınları” olarak adlandırılan ve öz be öz bizim insanımız tarafından başarılan az sayıdaki icattan(!) birisidir.
Deprem bölgelerinde geçici barınak olarak kullanılan ve dondurucu kış günlerinde tartışmasız bir zorunluk olarak soba kullanılan çadırlarda sık sık yangın çıkmakta ve içindeki insanlar yanarak ölmektedir. Bugün itibariyle 2 ay içinde toplam 8 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiştir.
Bu ve benzeri belirlilik düzeyindeki olaylar için öngörülebilirlik neredeyse yüz üzerinden yüzdür.
Şimdi soru, bu net öngörülebilirliğe karşın nasıl olup da ölümleri engelleyecek basit birkaç önlemin alınamadığıdır.. büyütmek için tıklayınız!
Hemen herkesin aklına gelebilecek basitlikte, biri kısa diğeri orta vadeli iki önlemden birincisi her çadıra bir yangın söndürücüsü dağıtmak (ve bunu çadırların tamamlayıcı bir parçası haline getirerek bundan böyle öylece uygulanması); ikincisi ise çadır bezlerinin emprenye edilerek tutuşmasının geciktirilmesidir
Hatta, kısa süreli bir araştırma ile -ki belki de vardır- kurulu çadırların iç yüzeylerine püstürtülerek tutuşma sıcaklığını artırabilecek bir boya cinsi dahi bulunabilir.
Merakım, bu önlemlerden en az birisinin uygulanmasını imkansız ya da maliyetini insan yaşamından daha fazla kılan şeyin ne olduğudur.
Birisi beni bu meraktan kurtaracak anlamlı bir açıklama yapabilir mi?
4 Ocak 12 Çarşamba
-
Nis 16 2012 TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!
TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!
Çeşitli konuların TV’lerde açık oturumlar biçiminde tartışılması, iki yanı keskin bir bıçak gibidir. “Tartışmanın Mimarisi” diyebileceğimiz, varılmak istenilen sonuç(lar)ın -kamuoyunda duyarlık yaratma, tabu yıkma, uzlaştırma gibi- baştan belirlenmesi, buna göre katılımcıların tesbiti, tartışma yöntemine -beyin fırtınası, çatıştırma, asgari müşterek bulma gibi- karar verilmesi ve bütün bunlara bağlı olarak da tartışma süresinin tesbiti iyi yapılabilirse, son derece yararlı bir iş yapılmış olur.
Bunlara dikkat edilmezse, bu defa katılımcıları – daha da kötüsü izleyen milyonları- kutuplaştıran, kafalarını karıştırıp onları ümitsizliğe düşüren, bilim, politika, din, sanat gibi kurumları gözden düşürüp, doğacak vakumda fanatizm türlerinin yeşermesine ortam hazırlayan sonuçlara yol açılmış olur.
Ülkemiz, özel TV’ler yoluyla kavuştuğu sınırsız tartışma özgürlüğünün sarhoşluğunu (hoş baş anlamında) yaşamaktadır. Bu nedenle tartışmalar bir mimariden yoksundur. Zamanla bu konuda olumlu gelişmeler olması beklenir.
ATV’deki Siyaset Meydanı, çok sayıdaki tartışma ortamından en çok izlenendir. Eğer amaç yalnız “en çok izlenen” olmaksa herhalde başkaca yapılması gereken yoktur, bir “mimari”ye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta izlenme oranını daha da artırıcı yöntemler (parti liderleri arasında kickboxing, uykusuzluk nedeniyle taraflardan ilk bayılanı saptamak gibi) bulunabilirse de, bu tartışma amaçların bulunmadığı “varsayımı” ile bir öneride bulunmak istiyorum.
Bu önerim yalnızca tartışma programlarına katılanlara değil, daha uzun yaşamak isteyen herkese yarar sağlayacaktır. Bu, “konuşma sürelerinin kısıtlanması” ve bunun için de “kanonik konuşma” usulunün benimsenmesidir.
“Kanonik konuşma”, ifade edilmek istenen bir düşüncenin, olabilecek en kısa formda dile getirilmesi tekniğidir. Alışık olmayana başlangıçta -biraz- güç gelebilirse de kısa zamanda öğrenilir.
“Kanonik ifade” nin -yalnız konuşmada değil yazmada da geçerlidir- ne olduğunun anlaşılması için, önce “uzun konuşma” nın neden(ler) i anlaşılmalıdır.
Uzun konuşmanın başlıca üç nedeni; “alışkanlık”, “berrak olmayan düşünceleri berrakmış gibi gösterme isteği” ve “bir ters- bir yüz söyleyip şiş ve kebabı yakmama” eğilimidir.
“Alışkanlık”, zamanla tedavi edilebilir. Diğer ikisinin ilacı ise kısa konuşmaya “zorlamak”tır.
Ancak, “kısa konuşma”nın -her zaman yapıldığı gibi- iki uçtan birini seçmeye zorlamak olmadığına çok dikkat edilmelidir. “Bu fikre katılıyor musunuz, yalnız evet-hayır deyin” gibisinden “boyut daraltıcı faşizan” zorlamaların kısa konuşmayla ilgisi yoktur.
“Kanonik ifade” ya da “kısa konuşma”nın temel gerekçesi, tartışmaya katılanların “konuşma özgürlüklerini” sağlamaktır. Her uzun konuşma, sıra bekleyen diğer tartışmacıların haklarından çalınmış birer parçadır. Tartışma yöneticisinin bir numaralı görevi ise, herkesin özgürlüğünü güvenceye almaktır.
Doğruluğu kendinden menkul, sonu “…dir” ile biten hükümlerle dolu, o konuda düşünmemiş olmayı gizlemeye yönelik laf salatalarını kesmenin en etkin yolu, her defasında azami 1 veya 2 dakikalık konuşmaya izin vermek ve süre sonunda – cümlenin ortası dahi olsa- mekanik bir yolla “kesmek” tir. Böylece, çeşitli defalar söz almak mümkün olduğu gibi, herkese fikrini söyleme imkanı verilmiş olur.
Tartışma programlarında unutulmaması gereken bir nokta, toplam sürenin 1-1.5 saati geçmemesidir. Sabahlara kadar süren bir tartışma ortamında, akıl zindeliğini koruyabilecek babayiğitler henüz ülkemizde yetişmemektedir.
Tartışma programı düzenleyicilerinin dikkatine sunulur.
Pazar, 8 Ocak 1995
-
Nis 16 2012 Kurallar tamam peki yaptırımlar!
Kurallar tamam peki yaptırımlar!
Gazete, TV vb malumat kaynaklarında yer alan konulara toplu olarak bakılınca sürpriz biçimde tek alan çevresinde toplanma görünüyor. Bu tek alan “kurallar” olarak adlandırılabilir. Çok geçeceği için kural yerine K diyeyim..
– Yeni anayasa filanca şekilde yapılmalı, içeriğinde fişmanca hüküm yer almalıdır (anayasa = ağababa K),
– Kadına şiddet konusunda yeni yasa (yani K) hazırlanmalı,
– Trafik terörü daha caydırıcı K’lar ile önlenebilir,
– Depreme dayanıksız bina sahipleri için yeni K lazım,
Velhasıl K ile yatıp K ile kalkıyoruz. Yıllar önce bir yüksek bürokrat, “Türkiye’de herhangi bir konunun 360 derece çevresinde her türlü K bulabilirsiniz” demişti, gerçekten de böyledir. Avukatlık mesleği de bir çeşit, “duruma uygun K bulmak –ki mutlaka vardır- mesleği”ne bu nedenle dönüşmüştür.
Nitekim, evi yanan kişiye “itfaiyi meşgul ettin” cezası, yangından itfainin kurtaramadığı çoçuğu canını hiçe sayıp kurtaran delikanlıyı “kamu görevlisinin görevine müdahale ettin” cezası, 2 ay kirasını ödemeyen kişiye tahliye davası açan kişiye “kötü niyetli davranıp adamı üzdün tazmin etmelisin” cezası hep bu 360 derecelik alan içindeki birbirine zıt K’lar içinden seçilip bulunan K’lara dayanarak yasal olarak verilmiştir.
Hemen akla gelebilecek soru bellidir: İyi de bu millette bir K takıntısı vardır da K koymadan duramamaktadır mı?
K koymak sorun çözmek niyetiyle yapılmaktadır..
Milletimizin K koyma gibi bir takıntısı yoktur; bir sorun gördüğü yerde K koymak evrensel olarak uygulandığı, okumuş olanlarımız da öyle yapıldığına şahadet ettiği için K koymadan duramamaktadır. Nitekim, dizkapaklarının üzerinde etek giyersen bacaklarını kırarım diyen koca ya da başka kadınlara bakarsan gözünü oyarım diyen karısı teknik anlamda K koymaktadırlar. Bu denli ağır K’lar vazetmelerinin nedeni ise uygulayamayacaklarını karşılıklı olarak bildikleri için hiç olmazsa korkutmaya yarar ümidiyle söylenmektedir.
Eksik olan halka: Yaptırım!
K koymak, koyulan K’ın uygulanışı güvence altına alındığında bir anlam taşır. İnsanımızın beceremediği nokta da tam burasıdır. Neden beceremediği ayrı bir konu olmakla beraber, iyi niyetle koyduğu K’ları uygulayamayışının başlıca iki nedeni vardır:
(1) Gözüne ilk çarpan sorunu halledebileceğini, bunun yolunun da K koymaktan geçtiğini düşünür. Örneğin, şike diye adlandırılan ve TCK’nın “güveni kötüye kullanma” ve “hırsızlık” gibi iki maddesine birden –tam olarak- uyan cürüm konusunda gayet güzel bir K koymuş, şikeye adı karışana bile ceza öngörmüştür.
Fakat gel gör ki, şike denilen olguyu tam anlamaya gerek görmeden ilk gözüne çarpan –ki yabancılar hayalet sorun diyorlar- soruna göre K koymuş, iş bunu uygulamaya gelip de, etraftan çok gürültü çıkınca bu defa ilave K’lar koyarak meseleyi çözmeye çalışmıştır.
Tahmin edileceği gibi, bu nedenden dolayı mevcut K sayısı giderek artmış ve her meşrebe uygun K’lar hukuk sistemimiz içinde var olagelmiştir. Denilebilir ki K zenginliği açısından elimize su dökebilecek başkaca bir toplum yoktur.
Üstelik bu kadar çok kuralın bulunması, her türlü eğriliği açıklamak gerektiğinde işe de yarar. Filan filan maddenin fişmanca bendi gereğince böyle olmuş olmaktadır.. denilince kim daha soru sorabilir ki!
(2) İkinci neden, konulan bir K’ın kimler için olduğu ile ilgilidir. K’lar, onlara saygılı ve kendilerine K yandaşları denilebilecek saygın –ve saf- yurttaşların, gözü kara ve kendilerine kural tanımazlar denilebilecek kurnaz vatandaşları rahatsız etmemeleri için konulur.
Bir örnek vermek gerekirse, trafikteki güvenlik şeritlerinin amacı bellidir. Kısmen itfai, cankurtaran, polis ve özellikle de halkla birlikte beklemekten sıkılan vatandaşların gidecekleri yerlere çabuk gitmeleri için yapılmış özel şeritlerdir. Ama araç sayısı artıp, buralara normal vatandaşlar da girmeye kalkışınca, diğer ayrıcalıklı yurttaşlar rahatsız olmuşlardır. İşte bu durumda, güvenlik şeridine giren ama, aracında fırfırlı mavi lamba vb taşımayan ya da 100 km/h altında seyreden ayrıcalıksız kişiler için K konulmuştur.
Park yasakları da böyledir. Birinci derecede deprem tahliye yollarının kenarlarına güzel güzel park eden ayrıcalıklı yurttaşları diğer düz vatandaşların rahatsız etmemeleri için o cafcaflı yasak tabelaları konulur.
Buna göre vatandaşların ne ölçüde kural tanımaz olduklarına bağlı olarak da koyulan K’ların istisna hükümleri içermesi adet olmuş, tabii bu nedenle K’lar basit ve anlaşılır olmaktan çıkıp, ancak özel eğitim görmüş “K yorumcuların” anlayabileceği hale gelmiştir. Kamu yönetiminde kalitesizlik olarak ortaya çıkan bu olgu, giderek kendini besleyen bir hastalıktır.
Yaptırım (enforcement) uygulayacak kişilerin korkmamaları, ayrıcalık sağlayarak çıkar sağlamayı düşünmeyecek ahlaki bütünlüğe sahip olmaları, K’a konu olan ilkeleri anlayabilecek zihinsel netliğe sahip olmaları bir ön koşuldur.
Son ama en önemli olan ise, kural tanımazların tutumlarından zarar gören kalabalık yurttaş kitlesinin, sesimi çıkarmayayım; hem sebepleneyim hem de neme lazım gibi bir tutum içinde olmaması gerekiyor.
Peki olursa n’olur. Bkz Şekil 1-A..
Bütün bunların bir adı var ve buna Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği deniliyor. Bu kavramı anlamaya çalışmak, bunun milyonlarca vatandaşın tek tek öznel sorunlarının çözülmeye çalışılması olmadığını anlamak gerekiyor.
27 Kasım 11 Pazar
-
Nis 16 2012 Çadır Yangınları..
Çadır Yangınları..
23 Ekim Van depreminden sonra kurulan çadırlarda ısınmak amacıyla kullanılan çeşitli araçların yol açtığı yangınlar depremden kurtulan insanlara ikinci darbeyi vuruyor. Van itfaiye müdürü bu durum karşısındaki çaresizliğini “yapacak hiçbir şey yok; aniden yanıyorlar, biz ancak külüne su sıkıyoruz” cümleleriyle dile getiriyor. https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’yangintatbikati.wmv‘
Bu sorunun sebep(ler)i ne(ler)dir?
Böyle bir soru sorulsa ne cevap verilir? Herhalde, çadır kumaşlarının ince ve yanabilir malzemeden yapılmış olması, Kızılay’ın, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin farkında olmayışı ve benzeri birkaç neden sıralanabilir.
Çare olarak da Mevlana evi ya da konteyner ev gibi çözümler önerilir. Günlerdir medyada sadece bunları dinledik.
Birkaç soru:
Ö Bugünkülere benzer ilk yangın söndürücüler bundan tam 195 yıl evvel kullanıldı. Daha ilkelleri ise 1734 yılında “su dolu cam toplar” biçiminde düşünüldü. Soru, böyle bir icattan haberi olup da, her bir çadırın kazığı ve ipi kadar standart bir bileşeni olarak birer yangın söndürücüyü akıl edemeyen insanların -yetkili, ilgili, depremzede vd- nasıl bir akla sahip olduklarıdır.
Ö İkinci soru, bir otomobil sahibi olan herkesedir. En küçüğünden bir otomobilin olası bir yangınını söndürmek için asgari 4 kg’lık bir yangın söndürücü gerektiği belli olduğuna göre, dolum tarihlerinde aksatmadan yenilenen bir söndürücü bulunduran araç sahibi yüzdesi ne civardadır?
TV haberlerinde sık sık, araç yangınlarına müdahale etmek için sağa sola koşturan ama işleyen bir tane söndürücü bulamayan insanlar hangi tür mensuplarıdır?
Ö Olası İstanbul depremindeki can kayıplarının en az dörtte birinin çıkan yangılarda olacağı biliniyor. Kentin %70’inin yenilenmesini öneren uzmanlardan bir kişi bile niçin “madem evinizi yenileyemiyorsunuz, güçlendiremiyorsunuz, sağlam ve çevresinde yaşam üçgeni oluşturacak bir eşya edinemiyorsunuz, bari büyükçe bir yangın tübü edinin de az telafat verin” demeyi akıl etmez?
Hadi onlar önermeyi akıl edemedi, evlerin acaba kaçında, “rezidanslar”ın kaçında işe yarar büyüklükte yangın söndürücüler vardır?
Ö Kızılay yönetiminde yer almak için ne çetin mücadeleler verildiğini gözlemlemiş birisiym. Bu kişilerden bir tanesi çıkıp da, olası bir depremin simülasyonunu -hiç olmazsa kağıt üzerinde- yapıp, -20 derecede sokakta kalacak insanlara birkaç saatlik süre içinde kurulabilecek yeter sayıda çadırı hazır bulundurmayı akıl edemez?
Ö TV kanallarının birisinde zaman zaman gösterilen Ren Geyiği Çobanları adlı belgeseli izlemiş herkes, -60 derece sıcaklıkta, kutup noktasında, sadece Ren Geyiği postundan yapılmış içiçe iki çadır içinde, sadece küçük bir ısıtıcı ile gömlekle oturulabildiğini görmüştür.
Üniversitelerimizde endüstri tasarımı bölümü olarak bilinen ve sanayi ürünlerini süslemekle meşgul bölümlerdeki öğrencilere, soğuk bölgeler için ucuz, işlevsel ve yanmayan çadır tasarımları yaptırmak, bu çocukların hocalarının akıllarına gelmez mi?
Ö Tekstil ülkesi diye övüne övüne çevrede kül bırakmayan sanayicilerimizin akıllarına, bu amaçla kullanılabilecek kumaş üretmek, bu konuda araştırma yapmak akıllarına gelmez mi?
Burada akla gelebilecek sadece birkaç önlem verilmiştir. Yer olsa onlarca daha bulunabilir.
Şimdi son soru..
Bu kadar çok ve çoğu basit şeyi akıl edemeyen insanlardan oluşan bir toplumda, bundan sonraki ilk depremde yangın, soğuk vb nedenlerle ölecek olanlar yangından mı yoksa bu yaygın akılsızlıktan mı öleceklerdir?
Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği acaba daha farklı bir şey midir ve acaba sadece yangılardaki can kayıplarıyla sınırlı belalar mı üretir?
19 Kasım 11 Cumartesi