• Otobiyografi kesiti-8: Kumarhanelerle ilgil birkaç anektod…

    • Aralık 1987 – Şubat 1989 tarihleri arasında 14 ay bulunduğum Kültür ve Turizm Bakanlığı görevim sırasındaki ilginç bir konu kumarhaneler sorunu olmuştur. Kumar sorunu neredeyse başlangıcı belli olmayan bir sorun ise de, benim burada söz ettiğim bu geniş alanın özel bir dalı olmuştur.

    Halk arasında “kollu canavar” olarak anılan ve makineye karşı oynanan kumar dallarından birisi olan slot machines, sosyal dokuya en çok zarar veren öğelerden birisi olmuştur.

    Küçük paralarla,  üstelik de büyük kazançlar sağlanabileceği gibi inançla oynanabilmesi ve her kayıptan sonra yine küçük paralarla tekrarlanabilme özelliği,  bu makinelerin gerçek bir canavara dönüşmesine yol açmıştır.

    Yeraltı kumarhanelerine erişimin –özellikle de kadınlar için- güç, dönen paraların çoğu kişinin mali gücünün üzerinde olması; kollu makinelere ise her turistik otelde kolayca erişilebilir olması, bunların yaygınlaşmasının başlıca nedeni olmuştur.

    • “Yasaklama” genellikle sevimsiz ve uygun yer, zaman ve kapsamda kullanılmadığı sürece yarardan çok zarar getiren bir araç olsa da, sorun çözme araçlarının oluşturduğu bütün içinde bulunması gerekli bir enstrümandır.

    Bu ilkeyi unutmaksızın,  turistlerin eğlence seçeneklerinden birisi olarak turistik belgeli otellerde izin verilen kollu kumar makineleri, Türkiye’de yaşayan T.C. vatandaşlarına tarafımdan yasaklandı.

    • Yasaklama kararına etki yapan epey faktör olmuştur. Diğer ülkelerdeki uygulamalar, yasaklamanın sonunda yeraltı kumarhanelerinin artması olasılığı vb faktörler yanında, bir gün İstanbul’da bir turistik oteldeki birebir gözlemim gözlerimin iyice açılmasına neden oldu.

    Tezgahtarlık yaparak, hasta kocası ve küçük oğluna bakan bir kadın, komşularının anlattıklarından etkilenerek, çektiği mali sıkıntılara bir çözüm olması için –ve bir kumar tutkusu olmaksızın- kollu makinelerde oynamaya başlamış.

    O güne kadar küçük birkaç meblağ hariç derdine deva olabilecek bir para da kazanamamış. Fakat bu arada umulmayan başka  bir şey olmuş. Bunu ben birkaç kişiden daha dinlemiştim; makinenin kolu çekildiği anda duyduğu sese bir tutkuyla bağlanmak!

    İlk bakışta anlaşılmaz –ve saçma- görünen bu tutku tüm haftalığını alıp götürmeye başlayınca, kadın bir çözüm(!) buluyor: O güne kadar o taraklarda bezi yok iken, bu defa o otelde –parası bitince- erkeklerle yatıyor ve kazandığı parayla alt kata inip tekrar o tutkulandığı sese para yatırıyor.

    Kumar, kuşkusuz herkes için riskli bir alışkanlık olsa da özellikle dar gelirli sosyal kesim için gerçek bir canavara nasıl dönüştüğünü göstermesi açısından bu örneği hiç unutmadım.

    • Yasaklama kararından hemen sonra, kollu canavarların ne büyük –ve güçlü- bir sektör olduğunu anlamam çok vakit almadı. Başlangıçta basının küçük bir bölümü hariç çoğunluğu yasaklamanın lehinde tutum alırken, kısa süre içinde tek tek tüm sesler kesildi. İki kişi hariç: Uğur Dündar ve Bekir Coşkun.

    Bu iki kişi tehdide pabuç bırakmadan sonuna kadar desteklediler. Özellikle sevgili Uğur Dündar’ın, şahsıma yönelik eleştirilere karşı takındığı tutumu hiç unutmayacağım.

    Görevden ayrıldıktan yıllar sonra bir TV programında kendisini izlemiştim. Orada da bu vefalı tavrını göstermiş ve o zamanki mücadele bağlamındaki rolümüzü belirtmeden geçmemişti.

    • Yeşilköy hava alanı VİP salonunda, İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere bekliyorum. VİP salonu biraz yol geçen hanı gibidir. O salonu kullanabileceklerle hiç ilgisi olmayan kişiler de sık sık oralarda bulunur.

    Kürk mantolu bir hanım; kim olduğunu bilmiyorum. Kürk manto giymesi hariç saygın bir hanım da olabilir. Yanıma yaklaştı ve o çok bilinen yağdanlık bir tavırla beni çok takdir ettiklerini vs anlatmaya başladı. Fakat konuşmasında sürekli vurguladığı “biz” deyimini merak ettim ve sordum: Affedersiniz “biz” kimdir?

    Kadın biraz şaşırarak –bilmekliğim gerektiği halde bilmediğim için-, “biz ‘Talih Oyunları Salonları Mahalleri İşletenleri Derneği’yiz”; sizi çok seviyoruz ama sektörümüze de zarar veriyorsunuz, büyük vergi kaybına neden oluyorsunuz” deyince dayanamayıp, “merak etmeyin, sizlere diğer yasa ve ahlâk dışı alanlarda çalışma imkanı tanıyacağız” deyivermiştim.

    • Rahmetli Özal bakanlarına rahat bir çalışma ortamı yaratır, ancak önemli kararlar konusunda telkinde bulunurdu. Benim kendisiyle çalıştığım –Devlet Bakanlığı da dahil- 4 yıl içinde hatırlayabildiğim tek telkini –o da bir arkadaşım yoluyla- kumarhanelerin Kıbrıs’ta açılmasına izin verilmesiydi. Uygun dille reddedince konu bir daha –benim zamanımda- gündeme gelmedi ve bunu ima eden hiçbir şey de söylemedi.

    Bu kadar geniş ve doğrudan rant içeren ve uğrunda cinayetler işlenen bir konuda kuşkusuz hatırlanabilecek birçok şey vardır. Ama aradan geçen yirmi yılı aşkın sürenin aşındırıcılığını bir anda aşabilenler bunlardır..

    30 Ocak 2012 Pazartesi

  • Birkaç ben olabilir benden içeri!

    Kendimizi başka birisinin yerine koyarak düşünme muhtemelen insanlık tarihi ile yaşıttır. Hatta acaba benzer bir davranış diğer canlılar için de geçerli midir? Hayvanlar ve bitkiler üzerinde yapılan araştırmalar ilerledikçe bu konuda şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşabiliriz. Nitekim Johns Hopkins üniversitesinden Dr. James C. Harris’in bulgularına göre, “hayatta kalmak için bir grup içinde yaşamayı seçen hayvanlar, ister insan ister insan olmayan (non-human) olsun, etrafındakilerin hissettiklerine karşı daha duyarlı olmak zorundadır[1].

    Bitkiler için durum nedir? Belki tuhaf gelebilir, benzer empati bitkiler için de geçerli görünüyor. Örneğin TED-Ed’te[2] yayımlanan bir makalede Richard Karban şunu diyor: “Bitki yaprakları, aç böcekler veya istilacı bir çim biçme makinesi tarafından zarar gördüğünde, uçucu kimyasallar yayarlar. Taze kesilmiş çimlerin kokusu bu yüzdendir. Adaçayı ve lima fasulyesi gibi bazı bitki türleri, havadan gelen bu mesajları yakalayabilir ve kendi iç kimyalarını buna göre ayarlayabilirler

    Bu konuyu ele almamın nedeni, doğanın bu harika özelliğinin sadece yaşam sürdürmek değil, daha yetkin akıllar[3] üretebilmek için de ipuçları içerdiği üzerinde durmaktır. Yetkin aklın niçin gerektiği ya da tek akılların niçin yetersiz olduğu ise, mevcut sorun stokunun yapısının[4] anlaşılması, sonra da o stokta azalmalar sağlayabilecek çözümlerin üretilebilmesindeki ihtiyaç nedeniyledir. Özellikle girift ülke sorunları açısından yetkin akıl ihtiyacının ne denli yaşamsal olduğu açıktır.

    Yetkin (ya da birleşik) Akıl üretimi açısından güçlükler çeşitlidir. Bunların başında “Birden fazla kişinin akıllarından ancak ortak akıl[5] üretilebileceği; bunun da, ortaklardan herhangi birisinin aklını aşamayacağı[6]; özetle birleşik=yetkin bir aklın oluşturulmasının mümkün olamayacağı” şeklinde özetlenebilecek anlayış yaygınlığı geliyor. Bir diğer zorluk, bu tür çalışmalara katılabilecek kişilerin, çeşitli akıl daraltıcılar’ını[7] esnetmekte kullanabilecekleri araçların azlığıdır.

    Bu yazının amaçlarından birisi bu yaygın anlayışın doğru olmadığını göstermeye çalışmak; diğeri de (kendim2) adlı bir esnetme aracını tanıtmaktır.

    Journal of mathematical Psychology dergisinde yayımlanan makaleden[8] bir alıntı şöyle: “Çok sayıda ve  farklı bireyin ortak bilgisi, tahmin ve karar verme problemlerinde tek uzmanlardan daha iyi performans gösterebilir. Kalabalığın bu bilgeliği, internet arama motorları, siyasi seçimler veya borsalar gibi farklı toplumsal alanlarda kanıtlanmıştır. Son zamanlarda psikologlar, insanların beyinlerinden farklı yanıtlar alarak kendi zihinlerinde farklı bir toplumu simüle edebileceğini iddia ettiler (Vul ve Pashler, 2008). İddianın altında yatan fikir, bireylerin beyinlerindeki farklı bilgi alanlarına erişebilmeleri; bunların ortak değerlendirilmesinin, ayrı değerlendirmelerinden daha iyi tahminler verdiğidir.”

    Görüldüğü gibi işin sırrı, “beyindeki farklı bilgi alanlarına erişebilme”de saklı. Peki bu nasıl olabilecek?

    Bu konudaki cevap, W.Timothy Gallwey adlı bir tenis hocasından geliyor. Gallwey uzun süre çalıştırdığı öğrencilerinin performansları ile kendisinin verdiği düzeltici talimatların neredeyse ters orantılı olduğunu, talimatları azalttıkça performansların arttığını keşfediyor ve bulgularını harika bir kitapta topluyor: The Inner Game of Tennis.

    Kitapta tenisle ilgili fazla bir bilgi yok. Top-spin servisin nasıl atılacağı vb karmaşık konulardan hiç bahis yok. Zaten bir süre içinde kendi de bunu farkediyor ve diğer spor dalları için de “The Inner Game of ….” kitapları kaleme alıyor; sonuncu kitabı ise “The Inner Game of Management”.

    Gallwey, bütün bu dizide şunu vurguluyor[9]: “Her oyun bir dış oyun ve bir iç oyun olmak üzere iki bölümden oluşur. . . . Bu kitabın tezi,  iç oyunun nispeten ihmal edilen becerilerine biraz dikkat çekmeden herhangi bir oyunun oynanmasında ne ustalık ne de tatmin bulunamayacağıdır. Bu, oyuncunun zihninde geçen oyundur ve konsantrasyon, gerginlik, kendinden şüphe duyma ve kendini kınama gibi engellere karşı oynanır. Kısacası, performansta mükemmelliği engelleyen tüm zihin alışkanlıklarının üstesinden gelmek için oynanır. . . . İç oyundaki zaferler, kupa maçlarında herhangi bir katkı sağlamayabilir, ancak daha kalıcı olan ve kort içinde olduğu kadar kort dışında da kişinin başarısına önemli ölçüde katkıda bulunabilecek değerli ödüller getirir.”

    “Kendim1‘i susturmak için, performansımıza olumlu ya da olumsuz yargılar eklemeyi bırakmalıyız. Örneğin, bir servis atışının iyi  veya kötü olduğunu düşünmek, kendim2‘nin ne yapılacağına dair sezgisel algısını kapatır. Gallwey, kendim1’in müdahalelerinin, doğru ve hızlı hareket için gereken akışkanlığı engellediğini fark etti.”

    “Kendim2’nin doğru eylem duygusunun yerini almasına izin vermek için, eylemlerimizi olduğu gibi görmeyi öğrenmemiz gerekir. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna değil, ne olduğuna odaklanmalıyız. Gallwey’in açıkladığı gibi, net bir şekilde görebildiğimizde dahili öğrenme sürecimizden faydalanabiliriz: Ama her şeyi olduğu gibi görmek için, ister koyu ister pembe renkli olsun, yargılayıcı gözlüklerimizi çıkarmalıyız. Bu eylem, güzel olduğu kadar şaşırtıcı da olan bir doğal gelişim sürecinin kilidini açar. . . . İlk adım, vuruşlarınızı olduğu gibi görmektir. Açıkça algılanmaları gerekir. Bu yalnızca kişisel yargı olmadığında yapılabilir.” (Mesela kendinizi videoya çekip seyretmek gibi)

    Bütün bu sportif jargondan çıkan net sonuç, kendim1’in müdahaleciliğinden -yani akıl daraltıcılığından- kurtulup, kendim2’nin akışkan ortamına geçebilmektir. Bu, tenis oyunu kadar yetkin akıl üretiminde de anahtardır.

    Ayrıca, bu akışkan (daraltıcıları en azından esnetilmiş) ortamın bir diğer kullanım yolu, bu alanda bir (hatta daha çok sayıda) kendin2, 3, .. tanımlamaktır. Kişiliğini (inatçı, iflah olmaz kuşkucu, uzlaşmacı, uçuk, her şeye itirazcı, ihaleci, tembel, tek yol şudurcu vbg) bildiğimiz kişilerden oluşan bir takımı zihnimizde oluşturabilir ve bir beyin içi beyin fırtınasında bu kişilikleri müzakereye sokabiliriz.

    Önerilen bu modele ait bir deneme “Sistemli Kutuplaştırma Girişimleri Nasıl Önlenebilir?” sorusuna cevap ipuçları aramak amacıyla iki takımla yapılmıştır. Takımlardan birisi yedi gerçek kişiden[10] oluşurken, diğeri biri gerçek ve üçü ise gerçek kişinin kendim2 alanında (zihinde) tanımlanmış farklı kişilikteki sanal kişilerden oluşmuş; sonuçta her iki takımın bulguları birleştirilerek bir dizi ipucu belirlenmiştir.

    Bu testten öğrenilenler ile oyun kuralları gözden geçirilmiş ve yeni bir soruyu cevaplamak üzere, daha kalabalık bir takımın oyuncularının her birinin kendim2 alanlarında paralel takımlar oluşturmaları yolunda çalışılmaktadır.

    21 Ekim 2020


    [1]Do Animals Have Feelings? Examining Empathy in Animals”, Posted April 3, 2019 by UWA | Psychology and Counseling News, https://bityl.co/443L

    [2] TED-Ed: Lessons Worth Sharing, Can plants talk to each other – Richard Karban, https://bityl.co/4452

    [3] Yetkin akıl için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/birlesik-akil

    [4] Sorun stoku deyimiyle, çözülemediği için biriken ve durduğu yerde gerek kendi içinde yaptığı bileşikler, gerekse stok dışında yeni ortaya çıkabilecek sorunlarla yapabileceği birleşmeler yoluyla büyüyen sorunlar kastediliyor; bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/sorun-stoku . Stokun yapısı deyimi ise, onu oluşturan sorunlar arası bağlantıları anlatıyor. Gündelik dilde sıklıkla kullanılan “sorunları bilmek” deyimiyle aslında “sorunun kökleri ve diğer sorunların kökleri arasındaki ilişkiler” değil, genellikle sorunun yol açtığı yüzeysel semptomlar kastediliyor.

    [5] Ortak Akıl için bkz.https://www.kavrammutfagi.com/kavram/ortak-akil

    [6] Küme Zekası (crowd intelligence) kavramı da gerçekte bu görüşü yadsımıyor. Kalabalık içinde bazı kişilerin “doğruya en çok yaklaşacağı”, onun dışındaki tüm kişilerin görüşleri ne kadar farklı olsa da, ortalamanın sağ ve solundakilerin birbirilerinin etkilerini yok edecekleri bellidir. Bu durumda “yetkin akıl”dan çok, “en sık tekrarlanan akıl” söz konusu olabiliyor.

    Kuşkusuz bu akıl düzeyi, uzlaşıya dayalı akıldan daha yüksektir, ama ortakların akıllarını aşamaz. Yetkin akıl ise, küme aklının ortakların tek akıllarını aşabildiği hal olup, bu çalışmada peşinde olunanan da budur.

    [7] Akıl Daraltıcılar için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/akil-daraltici

    [8] Journal of Mathematical Psychology makalesi için bkz. https://bityl.co/3FWZ

    [9] ( https://fs.blog/, yazı adresi: https://fs.blog/2020/01/inner-game-of-tennis/) adlı makaleden yer yer alıntılar yapılmıştır.

    [10] Takım, 3ü kadın 4ü erkek; yurt içinde farklı şehirlerde ve yurt dışında yaşayan; mimar, patolog, öğretmen, mizah yazarı, emekli asker ve avukat, bilişim uzmanı, mühendis kişilerin bulut ortamında tanımlanan bir Ortak Erişimli Müzakere Formu’nda, 3 günlük süre içinde kendilerine uygun saatlerde, ama hergün birer saat birlikte bilgisayar başında yazışarak ve iki defa da Zoom ortamında buluşarak belirli kurallar (https://ggle.io/3NmJ)  dahilinde tartışmıştır.

  • “Korkmama Özgürlüğü”: Ekmekten bile önce!

    Yıllar önce “Kimler Nelerden Korkuyor?” başlıklı bir yazı yazmıştım (tıklayabilirsiniz) Listenin uzunluğu, “herhalde başka korku kalmamıştır” düşüncesi oluşturmuş; aradan zaman geçip de 207 farklı korkunun varlığını keşfedince, doğada  en yaygın olanın karbon (C) değil korku (Ko) elementiJ olduğunu, ayrıca başka ülkelerde bulunmayabilecek endemik korku türlerinin de ülkemizde bulunduğunu anlamıştım (tıklayabilirsiniz). (Rüyasında eşinin kendini aldattığını görüp, önlem olarak karısını öldürerek namusunu korumaya alan yurttaşımızın korkusu böyle bir endemik türdür.)

    TÜİK -Orwell 1984’teki Hakikat Bakanlığı’nın- “gerçekleri rakamlara uyumlandırma” işlevlerinden zaman bulsa, hane halkı anketleri yaparak hangi korku türünün yurdumuzun hangi yörelerinde daha baskın olduğunu saptayıp buna göre önlemler önermeli.

    Bu, işin şaka yüzü. Madalyonun diğer yüzü, ülkenin görünür rotasıyla mutabık olmayan herkesi sarmalayan başat duygunun korku olduğu katı gerçeğidir. Bunun öznel bir değerlendirme mi yoksa gözlenebilir olgulara (facts) dayalı mı olduğunu merak edenler, “rota ile mutabık olmayan” kesimden çalışan, çalıştıran, bankada parası olan, olmayan, öğrenci, mezun, sanatçı, bilim insanı, gazeteci, yargıç, avukat, bürokrat, asker, kadın, erkek vb. kesimlerin her birisinden rastgele birer kişiye şu soruyu sorabilir: Herhangi bir konuda karar alma durumunda olduğunuzda, kararınıza etki yapan faktörler içinde “idarenin hoşuna gidip gitmeme” faktörü kaçıncı sırada yer alıyor? Yer almıyor ya da geri sıralarda yer alıyor şeklindeki cevapların yalan ya da korku eşliğinde verilmiş “ne olur ne olmaz, bir duyan olur” türünden yanıtlar olacağından emin olabilirsiniz.

    Bir diğer tahminimi daha paylaşmak isterim: Bu yaygın korkunun bir nedeni, mevcut idarenin “korkutmayı bir yönetim aracı olarak benimsemiş oluşu” ise de, onun altındaki katman, toplumsal kavram dağarcığında “korkutulmama, korkutulmaktan masun olma” gibi bir kavramın bulunmayışı; yaşam taleplerinin, Maslow’un somut ilk düzey ihtiyaçlarından ibaret oluşudur.

    Uzunca sayılabilecek siyaset yaşamı içinde -oylarını istemek amacıyla- isteklerini sorduğum insanların neredeyse tamamının, maddi ihtiyaçlar dışında, korkulardan arınmış bir ortam talebi hiç söz konusu olmadı.

    Korkmama özgürlüğü insanlarımızın -özellikle de muhalif kişilerin- talep listesinde yer almadığı, seçimle iş başına gelecek yerel ve merkezi idare yöneticilerinin (siyasetçiler) kavram dağarcıklarına da dahil olmadığı için, ekmek  ağırlıklı geleneksel siyaset anlayışı sürdü geldi.

    Şimdilerde giderek ekmeğin korkusuzluk ortamı ile ilişkisini yavaş da olsa yaşayarak keşfediyoruz. Yaşamını -muhalif siyasetçilerin de katkılarıyla- ekmek üzerine inşa etmiş yığınlar, kim olduklarını bile bilmedikleri, ama korkusuzluk (özgürlük) ortamını en üste koymuş, böylece ürettikleri her tür mal ve hizmetin dokuları içine korkusuzca sorgulayabildikleri “her şeyi” birer katma değere dönüştürüp yerleştirebilmeyi becerebilen toplumlar tarafından ezilmeye başladılar.

    Bunu beceremeyenler ise bunun, yaratıcının bir sınavı olduğunu -ki pek yanlış da sayılmaz- düşünüp, sorgulamayı yasakladıkları dinin hikayat kısmına sarılıyorlar. Harari’nin deyimiyle Faydasız Sınıf haline gelen bir toplum her halde kendi kendini böyle yok edebilir.

    Bu ölümcül sarmalın nedeni “korkutmaya dayalı yönetim anlayışı” olup, sarmaldan çıkış formülü ise toplumsal kavram dağarcığımıza “korkmama özgürlüğü” kavramının yerleşip içselleştirilerek gerçek bir toplumsal talep haline gelebilmesidir.

    Bunu fark etmek ya da fark edememek; bütün mesele budur.

    27 Haziran 2020

  • Kamu Alımları Ombudsmanı

    Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.

    Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.

    Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.

    Ülkemizde, “destekleme alımları”  mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.

    Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.

    Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru  deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.

    Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.

    Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında  yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.

    Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).

    Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).

    Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını  sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.

    Kamu alımları kadar, cürmünden  daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.

    Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta  ölçekli girişimcilerdir.

    Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.

    Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.

    Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.

    Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.

    Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.

    Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.

    Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.

    Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.

    Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur.  Niyetim bir çağrı yapmaktır.

    Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.

    Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.

    Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.

    Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.

    Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.

    Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.

    Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.

    Temmuz 1993

  • Bugüne kadar üstüne alınmayanlar:: Artık alının!

    İnsanlık tarihi boyunca kitleleri yönetmek için kullanılagelmiş en etkin araçlardan birisi cennet ve cehennem kavramlarıdır. Her araç gibi onun da “daha etkin” olduğu sınırlar vardır. Okur-yazar kesimde –genelde- bu iki kavram yerini ahlaki değerlere bırakmaya başlar.

    Çocukluğundan beri kızgın yağ kazanları, alev alev yanan fırınları ile koşullandırılıp, kendisine ezberletilen  doğru-iyi-güzeller konusunda beyinleri yıkanmış olan kişiler için bir yanlış yapmış olmak ne ise, bu kavramlardan kendini bir biçimde kurtarabilmiş insanlarda da, “gelecek nesillerin gözünde suçlu duruma düşmek” sanki eşdeğer bir korkutuculuğa  sahiptir.

    Sevgili Çetin Altan’ın “Lanetliler Bahçesi” fikri gerçekleşir mi bilinmez. İnsanlık suçu işlemiş kişilerin  heykellerinin yer aldığı bir bahçe için gereken  büyüklükte bir yer bulunabilse her halde olur. Ama zaten tarih de bir bakıma hem lanetliler hem de minnet duyulacaklar bahçeleri değil midir!

    Kendi şaşmaz yasalarına göre işleyen evrenin bir parçası  olan insanlarımızı, onları milyonlarca yıllık kaza-beladan bugünlere salimen getiren özelliği olan müthiş öğrenme yeteneğine boş verip, nehir  ve padişah adları, meydan savaşı  tarihleri, sevilecek ve nefret edilecekler listeleri gibi saçmalıkları “ezbere belleten” ve bunu da kutsal bir işmişçesine toplumun eleştiri alanının dışında bir tabu gibi tutabilmiş olan  eğitim sınıfının tarih içinde hangi bahçede yer alacağı  artık konuşulmalıdır.

    Adına eğitim diyerek her sorunun çözümü olarak ortaya sürülen  panzehirin ne olduğunu artık kalıpları kırarak sorgulayabilmeliyiz. İstendik bilgi ve becerilerin kazandırılması olan öğretim ile istendik tutum ve davranışların kazandırılması  olarak anlamlandırılan eğitim tanımı içindeki “istendik” ve “kazandırılması” hangi ideolojide olursa olsun kimse tarafından sorgulanmadı.

    En aklı başında olanlar dahi, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyeceklerini, öğrenirlerse de onların zararlı şeyler olacağını, bu yüzden de “istendik” bilgi, beceri, tutum ve davranışların toplum –ve onun adına devlet- tarafından  belirlenmesini tartışmasız kabul ediyorlar. Belirlenen bu içeriğin çocuk ve gençler başta olmak üzere eğitilecek olanlara, bir şekilde öğretilmesi gerektiğinde de tam bir fikir birliği var.

    Kendilerini, dışlarındaki tüm canlılardan üstün gören –ki ne akıl almaz bir salaklıktır- bu insanlar, tüm diğer canlıların üstün öğrenme yeteneklerini görüp kabul ediyor, ama kendisinin öğrenme konusunda onlardan aşağı olamayacağını  idrak edemeyerek hemcinsleri için bir “jenosit” uyguluyor: Zihinsel jenosit!

    Öğretmenlik başta olmak üzere eğitim sınıfı  bugüne kadar hakkında hiç konuşulamayacak alanlardan birisi olarak geldi. Eğitimdeki sorunlar da, bu alana gerekli önemin verilmeyişiyle açıklandı.  Bu alandaki  meslek mensuplarının yaşam sorunları olduğu, bunların düzeltilmesi için tüm toplumun görevli olduğu doğrudur. Hatta, diğer meslek dallarına gösterilmesi gereken özenden daha fazlasının gösterilmesi  gerektiği de doğrudur.

    Ama bu, eğitim sınıfının uygulamakta olduğu zihinsel soykırımın gerekçesi olamaz. Yaşam sorunları  olan kesimler, bunların karşılığını, evrenin, hiçbir canlıdan esirgemeden eşit –ama farklı biçimlerde- dağıttığı öğrenme yeteneğini, yaratıcılığını köreltip yok ederek  tazmin ettiremezler. Zihinsel soykırım budur. Bunun, kimin emriyle yapıldığı, bu yapılmazsa müfettişlerin aleyhte rapor yazıp yazmayacakları  ya da birbirlerinin yazdıkları kitaplarda böyle yapılmasının yazılı olduğu gibi ayrıntılar, bu büyük trajediyi değiştiremez. 

    Bunları üzerlerine almaları gerekenler, geri kalmış yörelerimizde geçim savaşı veren, evini geçindirmek için ikinci ya da üçüncü iş yapan öğretmenler değildir. Onlar söz konusu bile değildir.

    Bu insanlık suçunun sanıkları, çocuklarımızın ve velilerin gönüllü olarak onayladıkları biçimde ve de toplumun geri kalan kesimlerinin  hayranlık duyduğu en pahalı  okullarda bu işleri yapan, tüm eğitim sınıfına ve de devlete örnek olan  eğitimcilerdir. 

    Bu  felaket farkedilmelidir. Bu zihinsel dondurma işleminin, ihtiyacımız olan ve aslında bol miktarda mevcut olan yaratıcı insanları  birer hareketli ceset haline getiren  kök neden olduğu farkedilmelidir. Eğitim, böyle bir şey olamaz. Bu denli  insana saygı duymayan, onu küçümseyen, aşağılayan bir süreci kim yaparsa yapsın, bugüne kadar kendini yüce sayarak ne kadar korunmuş olursa olsun, lanetliler bahçesine gitmekten kurtulamaz. Kurtulmanın tek çaresi yine kendini farkedip bu yanlıştan geriye dönmektir.

    Birbirini aşağılamak için diğer canlı türlerinin adlarını kullanan insanlarımız, onların öğrenme yeteneklerinden daha aşağı olmadıklarını idrak edebilmelidirler.

    Eğitimin yeniden yapılanması  herkesin ağzına sakız olmuştur. Ama bu yapılanmanın, mevcut paradigmaları  savunanlarca gerçekleştirilemeyeceğini görebilmeliyiz.

    Şunları  birer ilke olarak kapılarına yazmayan okullara çocuk ve gençlerimizi göndermeyeceğimiz gibi bir toplumsal bilinçlenme, o yeniden yapılanmanın gerçek işareti olacaktır:

    İnsan –bütün diğer varlıklar gibi- üstün bir öğrenme yeteneğine sahiptir. Kendi eğitsel gereksinimlerini saptama ve onları –kendi özelliklerine göre- öğrenme konusunda Tanrısal bir yeteneği ve gücü vardır. Bunu dışlamak, görmezden gelmek, en büyük günah, en büyük ayıp, en büyük saygısızlıktır.

    Eğitim, bilgi edinme süreci  değildir. Bilgi edinme, her yer ve zamanda yapılabilir. 

    Eğitim, kendini farketmek sürecidir. Kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yeterlik ve yetersizliklerini, bunların sınırlarını farketmek  ve bunlara göre tüm eğitsel kaynakları –ki tüm evren- kullanabilmektir. Dünya’yı, ders aracı olan yapay küreden; insan vücudunu iskelet resminden, arşimet kanununu  laboratuvardaki uyduruk modelden, iyi ahlakı ise kitaptan, hem de “öğretme” yoluyla “ezbere belleten” bir yerin adı herhangi bir şey olabilir, ama okul olamaz.

    Çocuk ve gençler başta olmak üzere herkesin –ve tüm varlıkların- en başta saygı gösterilmeleri gereken  özellikleri, doğuştan sahip oldukları merakları ve öğrenme ustalıklarıdır. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı ölçüde de kolayca bozulabilirdir.  Eğitim adı altında yapılan her türlü girişim bu iki özelliğe dikkat etmelidir. 

    Tekrar yoluyla zihinlere kazıma, geleneksel bir belletme yoludur ve eğitimcilerin  çok kullandıkları, başkalarının da zararının farkında olmadıkları bir yoldur. Bu bir zihinsel travmadır. Elinde tebeşirle tahtada sürekli  problem çözen, bir dolu benzer problemi de ödev olarak verip artık yeni bir problemle karşılaşma olasılığı kalmayana kadar problem ezberletip belleten, sonra da bunları sınavlarda tekrarlayarak yüksek puan alan maktulleri sayesinde ünlenen öğretmenlerden korunulmalıdır. 

    Yeni Okul, bu tür saygısızlıklar konusunda bilinçlenmiş “öğrenme ortakları”nın –öğretmenin yeni adı bu olmalıdır- bulunduğu ve öğrenmek isteyen çocuk, genç ve diğer öğrenme ortaklarına –onlar da sürekli öğrenmelidirler-  yardımcı olduğu yerin adı  olmalıdır.

    Koşullandırma, tekrar yoluyla belletme,  karşısındakilerde herhangi bir yolla güven yaratıp ondan gelecekler için kuşkusuzluk yaratma, kendi ideolojisini bu ve benzeri yollarla aşılama, insanlık suçudur ve lanetliler bahçesine giriş nedenidir.

    Eğitim sınıfı  kendini sorgulamaya başlamalı, geleneksel yanlıştan dönmenin bir yolunu bulmalıdır.

    1999 (KEDİ Sayı 105)

  • “Gözetimsiz -ya da özgözetimli- Çalışma Yaşamı”na merhaba!

    (Rev 0 -13.04.2020)

    CoVID19 (Corona Virus Infected Disease 2019) salgını, yaşamın her alanında olduğu gibi iş yaşamında da derin değişimlere yol açacak gibi görünüyor. “Derin” nitelemesi, meselenin sadece “ofis yerine evden çalışma” olmadığını vurgulama amacı taşıyor.

    İş süreçlerinin hemen hepsinde ortak olan özelliklerin başında, öngörülen ile olan arasındaki farkın sürekli gözlenip, minimize edilmeye çalışılması geliyor. Bu o denli yaşamsaldır ki, kısmen ya da tamamen aksadığında tüm müşteri ilişkileri bozulacağı gibi dönerek iş süreçlerinin de bozulmasına yol açabilir. Bu nedenle, gözetim süreçlerinin mümkün hallerde otomatik hale getirilmesi, uzman sistem veya şimdilerde yapay zekaya teslim edilerek hatasızlaştrılması yoluna gidiliyor.

    İş süreçlerinin post-CoVID dönemdeki yapısını tanımlayabilecek terim tam-dağıtık (fullydistributed) olabilir. Üretim ve dağıtım öğelerinin zaten kısmen dağıtık olduğu pre-CoVID dönemdekinden farklı olarak, ilave üretim öğelerinin de yerden (lokasyon anlamında) bağımsız olması gerekiyor. Bu, evinden bilgisayar ve internet üzerinden online çalışma yapmak yanında, kimi üretim araçlarının da ev ortamına taşınarak fiziki üretimin de “uzaktan” olması anlamına geliyor.

    Nitekim bir çeşit OEM üretim şekli birçok kuruluş tarafından halen de kullanılmaktadır. Bu usulü kullanmayanların iki nedeninden birisi, kişinin bulunduğu yere (ev) taşınamayacak büyüklük ve/ya karmaşıklıktaki donanımın merkezi bir yerde bulundurulmasının pratikliği ise, diğer neden merkezi gözetim ihtiyacıdır.

    Post-CoVID dönemde bütün bu tercih ve alışkanlıkların değişmesi gerekiyor. Bunun altındaki zorlayıcı neden (compelling reason), Corona ailesinin (veya komşularının) dünyaya geleceği beklenen bebekleridir 🙂

    Bu bir paradigma değişikliğidir ve iş dünyasında irili ufaklı değişimlere yol açacaktır. Bunların en önemlileri şunlar olarak görünüyor:

    • Şeyler arasındaki bağlantıların (IoT) yönetimi,
    • Giderek artan karmaşıklıkta[1],[2] doğacak daha güç sorunların çözümü için daha yetkin (birleşik) akıl üretimi,
    •  “Dış gözler” yerine “gözetimsiz” ya da öz-gözetim’e dayalı gözetim sistemleri tasarımı.

    Bunlardan ilki Endüstri 4.0 ile hayata geçmeye adım attı. Sadece nihai üretimin yapıldığı karanlık-fabrikalar içindeki donanım değil, dış üreticilerden gelen tüm girdiler de hem kendi içlerinde hem de nihai üretimle iletişim halinde. YZ’nın giderek gelişmesiyle bu entegrasyona -içiçe halkalar gibi- yeni aktörlerin (müşteriler, bankalar vd.) katılması beklenir.

    Daha yetkin (birleşik)  akıl” üretimi alanında da çeşitli ölçekte çalışmalar olduğunu biliyoruz[3]. YZ yanında, biyoloji alanından yapılan transferler (biomimicry[4]), hayvan dostlarımızın yeni yeni öğrenmeye başladığımız yeteneklerini insanlara da kazandırmak yolunda çalışılıyor.

    Öz-gözetim ise bir zorunluk (korona) nedeniyle gündeme gelmiş görünse de aslında gecikilmiş bir olmazsa-olmaz’dır. Toplum ve onun bir alt-kümesi olan iş yaşamının her aşamasının, dış-gözetim yoluyla denetlenmesinin açık anlamı “güvensizlik”tir denilebilir. Bu durumda güvenmeyen ve güvenilmeyen arasında sessiz bir çatışma başlamış olmaktadır ki bunun her iki taraf açısından ne gibi sonuçlar verdiği herkesçe malumdur.

    Şimdiden binlerce insanın ölümüne yol açan virüs salgınının -dolaylı da olsa- sağladığı yararlardan biri, bugüne kadar görmezden gelinmiş bu “güvensizlik kaynaklı etik sorunu”na yakından bakılmaya zorlamış olmasıdır.

    Nadir birkaç toplum (Japonya, İsviçre, kısmen Almanya gibi) haricindeki ülkelerde cılız sivil girişimler[5] olarak uygulanan, fakat toplum bütünlerine bir türlü yaygınlaşamayan öz-gözetim[6] (ÖzGz diye kısaltalım) yöntemi nihayet kapımıza göz ardı edilemez biçimde dayanmıştır.

    ÖzGz için birkaç soru!

    • Tanımı nedir?

    Kısmen veya tamamen uzaktan çalışma koşulları altında çalışacak bir kişinin, çalıştıran ile arasındaki uzlaşı ile belirlenecek iş tanımı, miktar ve kalite standartlarına göre performansının, çalışanın öz-gözetimine dayalı beyanına göre belirlenmesi usulüdür.

    • Teorik temeli nedir?

    Çalışan motivasyonunun dış-gözetim veya ÖzGz halleri 60’lı yıllarda Douglas McGregor tarafından incelenmiş ve X ve Y Teorileri olarak ortaya konulmuştur. Her iki gözetim yönteminin incelendiği çalışma sonunda, her iki yaklaşımın da artı ve eksileri dikkate alındığında, “birlikte kullanım”ın daha iyi olabileceği önerilmiştir.

    Kanımca, bu birliktelikteki X (dış-gözetim) ve Y (öz-gözetim) türlerinin oranları, başlangıçta büyük ölçüde Y olmak üzere uygulanıp, gerek görülen minimal ölçüde X’e yer verilmelidir; yani aslolan ÖzGz’dir.

    • Uygulama nasıl yapılabilir?
    • Çalışan’ın, çalıştıran’a beyan edeceği çalışma süre ve yoğunluklarını değerlendireceği “Log esaslı model” iki bileşenden oluşur: (1) Çalışma süresi (yazma, düşünme, iletişim dahil), (2) Çalışma periyotları arasındaki zorunlu aralıklar[7], işin gerektireceği dikkat, konsantrasyon, yaratıcılık faktörlerini temsilen, her defasında ayrı dikkate alınabilecek 1.0’den büyük bir katsayı.

    Başlangıçta bir miktar bürokrasi yaratabilecek bu yöntemin bir süre uygulandıktan sonra karşılıklı güvenle pekişip oturması ve rutinleşmesi beklenir.

    Söz konusu model üzerinde çalıştıran ile uzlaşı kurulur; bir test süresi içindeki gözlemlere göre anılan katsayı düzeltilir.

    • ÖzGz’nin bir diğer bileşeni çeşitli nedenlerle yapılabilecek “tek taraflı taahhütler”in yine kendisince, ama bir destek sistemi eşliğinde uygulanmasıdır.

    Çalışan kendini -iş ile doğrudan ya da dolaylı- bir konuda değiştirmek amacıyla kendi kendine söz verir (taahhüt, yükümlenme). Örneğin bir olumsuz alışkanlığını terk etmek ve/ya olumlu bir alışkanlık kazanmak gibi konular hemen herkesin kendine defalarca söz verip yine de yerine getiremediği konulardır.

    Bu gibi konularda kişinin kendine yardımcı olması için Taahhüt Noterliği adı verilen bir sistemi uygulaması mümkündür[8].

    • İş ahlakında değişim ihtiyacı:

    Buraya kadar açıklananlar, sadece çalışan ve çalıştıran arasındaki bir ilişkiden ibaret değildir. İş ortamı, genel toplumsal ortamın bir parçasıdır ve o nedenle de genel ortamla sıkı bir değer alış-verişi içindedir.

    Buna göre, mesele sadece işyeri ölçeğinde ele alınırsa eksik kalacak, muhtemelen işyerini çevreleyen sosyal çöl, ÖzGz değerini enfekte edip, dış-denetime zorlayacaktır (örneğin bir süre sonra, X’in baskısıyla Y giderek marjinalize olacak, sadece adı kalabilecektir.)

    Çare nedir?

    Çare caydırıcı görünse de meseleyi bütüncül ölçekte (çevresiyle birlikte) ele almak gibi görünüyor. Bunun için mümkün bir araç ise Sosyal Tohumlama[9] yaklaşımı olabilir.

    İşyeri içi ve yakın çevresinden başlanarak, Yüksek İş Ahlakı[10] öğelerinin yaygınlaştırılmasında Sosyal Tohumlama etkili olabilir.

    Bir paradigma değişimine -hiç niyetimiz de yokken- girmiş bulunuyoruz. Çıkabilecek uyum sorunlarının her birinin birer sosyal inovasyona yol açacağından kuşku duyulmamalıdır.

    17 Nisan 2020


    [1] Karışıklık ve karmaşıklık bazen eş anlamlı kullanılsa da, karışıklık (düzensizlik, disorder) ve karmaşıklık (giriftlik, complexity) tamamen farklıdır. Bu bağlamda örneğin “karışıklık içinde karmaşıklık ya da tersi” pekâlâ mümkündür.

    [2] Karmaşıklık yönetimi konusunda bkz. “Tainter, A.J., Karmaşıklık, Sorun Çözme ve Sürdürülebilir Toplumlar (Complexity, problem solving and sustainable societies),  1996” https://bit.ly/2VhFTBg

    [3] Bkz. https://www.cultivatelabs.com/, https://goodjudgment.com/, https://unanimous.ai/, www.BirlesiikAkilAgi.com

    [4] Bkz. Biomimicry Institute (https://biomimicry.org/)

    [5] Bu konudaki birkaç sivil girişim için bkz. Örnek Tavır Ağları, Beyaz Nokta Gelişim Vakfı (https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_sta_ornekleri)

    [6] Öz-gözetim self-supervision terimi karşılığında kullanıla bilinir.

    [7] Zorunlu aralıklardan kasıt, üzerinde çalışılan işin gerektirdiği zorunlu kısa boşluklar (aranan bir telefonun meşgulde oluşu, bir başkasından gelecek bilginin beklenmesi) gibi, başka bir amaçla kullanımı pratikman mümkün olamayan boşluklardır.

    [8] Taahhüt Noterliği adı verilen sistem bu tür amaçlar için hazırlanmış ve çok sayıda kişi tarafından denenmiştir. Bkz. https://bit.ly/2wAbvbT, http://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201010141828_TNS-sunum.pps

    [9] Bkz. Sosyal Tohumlama kılavuzu, http://bit.ly/2FumYIw ve Bkz. çeşitli tohum fikirleri http://sosyaltohumlama.com/tohumfikirleri/

    [10] Yüksek İş Ahlakı sözleşmesi için Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_yuksek_is_ahlaki_icin_etik_guvence

  • 23 Nisan bayramını niçin kutluyoruz?

    Geleneksel kutlama şekillerimiz yerine, o günlerin  “hatırlanması gereken kavramlari anlamayı pekiştirici etkinlikler” şeklinde  tasarımlanması ve bu tasarımların her yıl mutlaka birbirinden farklı bir tema içinde olması gibi bir kuralın iletişimini yapmayı öneriyorum.

    Bu bağlamda, bu defaki  23 Nisan temasının “ulusal egemenliğin, sokaktaki insanın hayatındaki somut yeri” konulu 23 adet karakter ne olabilir? sorusuna yönelik, tüm tanıdıklarımıza yonelik bir e-Beyin Fırtınası öneriyorum. 

    Gerekçem, bir davranış değişikliğine yonelik olmayan her tür kutsamanın salt enerji kaybı olduğu; dünyevi ölçülerce yazık, dinen ise günah sayılması gerektiğidir 🌝.

    Bu çağrıya cevap veren 29 kişinin ürettiği çeşitli uzunluktaki ifadeler içinden tam 23 karakter uzunluğunda olan 23 tanesi şöyle:

    1. Türkiye’de söz hakkı bende
    2. Geleceği garanti etmektir
    3. Kendi kararlarımı veririm 
    4. Tercihlerinde özgür olmak
    5. Tercihine karıştırmama
    6. Tercihlerini yapmak hakkı  
    7. Bayrağını seçebilme hakkı       
    8. Yönetenleri azletme hakkı
    9. Seçimlerine karıştırmama
    10. Varlığını sattırmama gücü
    11. Dayatmalara dur diyebilme
    12. İşgalciye hayır diyebilme
    13. Toprağını koruyabilirlik
    14. Ortak irade ile yönetilmek
    15. En yüce değer egemenlı̇ktı̇r
    16. İnsanlık onuru ile yaşamak
    17. Ulusa saygının ifadesidir
    18. Ulusa gösterilen saygıdır
    19. TC’ne gösterilen saygıdır
    20. Ulusun herkesçe tanınması
    21. TCnin resmen tanınmasıdır
    22. Cumhur karar vericidir
    23. Seçimime karışma Nokta

    Ulusal egemenlik ya da milli hakimiyet adına eminim ki yüzlerce makale ve kitap vardır (Google’da 0.41 saniyede 5160 tane çıktı). Bu kadar çok yazılıp çizilmesine karşın, 23 Nisan bayramlarımızda neyi ve de niçin kutladığımız konusunda acaba sağlam bir anlayış birlikteliği -yeter yaygınlıkta- oluşmuş mudur? Değilse acaba nedendir?

    Kanımca neden, ifadeler uzadıkça “mesaj özlerinin, aralara karışarak kaybolması” ihtimalinin artması olabilir. Bu nedenle, kısaltmaya zorlandıkça “süsler”, “övünmeler”, “kişisel yakınmalar”, “buğulu kavramlar” vb[1] yoluyla aralarda kaybolan “somut özler” net olarak ortaya çıkacaktır.

    Yaşasın her konuda sahip olduğum seçim hakkım, yaşasın seçim haklarımızın uluslararası tanınırlığı, yaşasın yönetimlere seçilenleri denetleme hakkım ve onların da hesap verme zorunluğu ve de yaşasın bütün bunları taçlandıran 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve (emanet edilen) Çocuk Bayramı’mız.

    14 Nisan 2020


    [1] Bkz. “Anlamkıran sözcükhttps://www.kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk

  • Acaba bunu bize hangi dış güç(ler) yapıyor? Yoksa..!

    Şu adrese tıklayarak belge üzerinde tıklanabilir adreslere erişebilirsiniz: https://bit.ly/3e1mITu

    Acaba bunu bize hangi dış güç(ler) yapıyor? Yoksa..!

    Bilim ve din kurumlarının nasıl aynı araçlarla enfekte olduklarını görmek ister misiniz?.

    Yıllar önce, İstanbul Bilim Merkezi Vakfı’nda yaklaşık 30 kişi ile bir çalışma yapmıştık: “Eğer sokaktaki insan bilim konusunda yol gösterici, akıl dağıtıcı söylemlerden koruyabilecek mesela 10 kadar şey bilmesi gerekse acaba bunlar neler olurdu?” Sonuç için (tıklayınız)

    Daha yakın yıllarda ise benzer soruyu bu defa din kurumu için sorduk: “Eğer sokaktaki insan din konusunda yol gösterici, akıl dağıtıcı söylemlerden koruyabilecek mesela 10 kadar şey bilmesi gerekse acaba bunlar neler olurdu?” (mesela tıklayınız)

    Bu iki alanda da -bunca zaman sonra- geldiğimiz noktayı değerlendirince vardığım kanaat, bir toplumun bunu kendi kendine yapamayacağı, mutlaka o ünlü “dış mihraklar”ın  bir komplosu olması gerektiğidir.

    Tınaz Titiz / 6 Nisan 2020

  • Otobiyografi kesiti-7: Kömür dağıtım problemi ve Covid19

    Evlerde kapalı kaldığımız bugünlerde çeşitli kaynaklardan gelen Covid19 salgını ile baş etme konuları hemen hepimizin birincil ilgi alanı.

    Tıp alanı ile ilgili bilgilerimin “iç organlarımdan bazılarının yerlerini tahmin etme”den ibaret olması ve aynı bir konuda birbirine taban tabana zıt bilgilerin -hepsi de yetkili- ağız ve kalemlerden çıkması nedeniyle bu kaosa bir damla da ben eklemeye kalkmayacağım.

    Çok sağlam bilgilerden birisinin, “en kritik noktanın, hastane kapasitelerinin aşılması” riski olduğu; bu nedenle de  “pik noktasının yumuşatılıp ötelenmesi”nin birincil amaçlardan birisi olarak benimsendiği belirtiliyor.

    Bu bilgi, başımdan geçen bir olayı hatırlattı ve “acaba Covid19 mücadelesinde de işe yarar mı?” diye düşündürdü.

    Yıl ±1975; Zonguldak’ta kömür işletmesinde (o zamanki adı Ereğli Kömürleri İşletmesi) Yöneylem Araştırması (çoğu kimse daha kolay geldiği için yönelme araştırması diyor) bölümünde çalışıyorum.

    İşletmenin, neredeyse hepsi çeşitli derecelerde rasgelelik içeren iş süreçlerindeki sorunlarına , bu disiplinin (operations research) tekniklerini uygulayıp çözümler arıyoruz. Bu sorunlardan birisi de, “Türkiye’nin çeşitli yerlerinde üretilen kömür’ün, hemen her noktasındaki tüketimlerle dengelenmesi”. Böyle kısaca yazılıvermesine bakmayınız çözümü oldukça güç bir problem.

    Hemen her konuda olduğu gibi bu alandaki çözüm de yıllar içinde tamamen rastgele denilebilecek bir şekilde çözülmüş (yani pek çözülememiş de çözülmüş gibi yapılmış).Bu konuda veri toplama ile işe başladığımızda, yani nerenin ihtiyacı nere(ler)den karşılanıyor? sorusuna cevap aradığımızda Zaytung haberi gibi gerçeklerle karşılaşmaya başladık.

    Örneğin Erzurum’un ihtiyacı’nın (de ki 1000 ton/ay) 400’ü Erzurum’daki madenden, 400’ü Çorum kömür işletmesinden, 200’ü ise Siirt’ten gelirken; Erzurum işletmesinin 800 tonluk üretiminin 400 tonu, ihtiyacı 400 ton olan Çorum’a gidiyor. Kısacası Erzurum’un 400 ton kömürü Çorum’a gidip, sonra karayolundan kamyonlarla (demiryolu kapasitesi yetmediği için) geri geliyor. Bunu şaka sanabilirsiniz ama değil!

    Bakıldı ki elimizdeki yöneylem araştırması teknikleri bunu kolayca çözebilir, doğrusu çok sevindik. Öyle ya hem adıyla bile dalga geçilen, ne iş yaptığı konusunda çeşitli dedikodunun yapıldığı bölümümüz rüştünü ispat edecek; hem de ülkemizin kaynakları daha verimli kullanılacak. (Bu dedikodu konusu sonradan başımı ağrıttı. Bir dönem Zonguldak’tan genel seçimlere girdiğimde şimdilerde adını “unuttuğum” bir siyasi rakibim, “bunlar o yönelme araştırmasında meğer Türkiye’deki  kızıl devrimin tam tarihini hesaplıyorlarmış” şeklinde söylenti yaymıştı ve gittiğim köylerde böyle bir şey yapmadığımı, tahmin algoritmalarını işletmenin ihtiyaçları için kullandığımızı anlatmaya çalışıyordum).

    Veri toplama işi bitip de, elimizdeki Doğrusal Programlama aracını söz konusu “bin küsur noktadaki üretim kapasiteleri ve tüketim ihtiyaçları dengeleme” sorununa uygulayınca beni ve tüm bölüm çalışanlarını sevince boğan çözüm listesi bilgisayardan çıkıverdi. İşte bilimin cehaleti nasıl yendiğinin somut örneği.

    Sen öyle zannet!

    Bu başarı(!), en ileri teknolojilere en gelişmiş ülkelerin değil, en geri ülkelerin ihtiyacı olduğunu gördüğüm yaşamımdaki gerçeklik anlarından birisidir. Çünkü, yavaş yavaş listedeki ihtiyaç-üretim denkleştirmelerine itirazlar geldikçe, değil Doğrusal Programlama tekniğinin, çok daha ileri tekniklerin bile işin altından kalkamayacağını anlamamız çok sürmedi.

    Filanca yöredeki kamyoncu kooperatifinin iktidar partili başkanının, o yörenin kömür işletmesinin ağabeyi milletvekili aday adayı müdürü ile yaptığı anlaşmaya göre çıkan kömürü taşıma imtiyazını on yıllığına almış olması gibi, bir bilgisayara anlatılması güç sınırlamalar olduğunu görünce nerede yaşadığımızı hep birlikte daha iyi anlamıştık.

    Covid19, ne alaka?

    İnsanoğlu akıllanmazmış. Bu kömür dağıtım problemi demek ki içime işlemiş, virüs salgınının önemli noktasının da benzer bir problem olduğunu hatırladım. Türkiye’nin tüm virüs şüphelileri bir noktada yaşıyor ve bir tane hastanesi yok ki. Yüzlerce hastane (daha doğru deyimle müdahale noktası -ki bu farka da dikkat) ve binlerce noktada şüpheli kişi fiziki olarak dağınık durumda.

    Tüm şüpheliler aynı anda yığılırsa hiçbir sağlık sistemi başa çıkamaz; o halde bu hastaların “müdahale noktaları”na dağıtılması gerekiyor. Bu öyle bir zorunluk ki alternatifi, bir çığ etkisi biçiminde tüm müdahale noktalarının kalabalık nedeniyle hem çökmesi, üstüne üstlük birer bulaş merkezi gibi çalışması.

    Buradan bir çözüm çıkar mı?

    Olağanüstü durumlar olağanüstü çözümleri makul kılar.

    Mesela şöyle bir algoritma olabilir (mi?)

    • Trafik kazası, iş kazası vbg acil müdahale gerektiren durumların dışında hiç kimse doğrudan hastaneye gitmez; zaten verilmiş 3 telefondan birisine başvurur.
    • 7/24 vardiyalı görev yapmak üzere bir veya birden fazla (sistem ciddiye alındığında tasarımlanabilir) sayıda ve her birinde yeter sayıda tıp mensubu (tıp teknisyeninden uzmana kadar) bulunan yerel ve merkezi birimler oluşturulur.
    • Bu telefonlara gelen başvurular, görsel ve işitsel yolla geçici  tanı konularak, gerekirse bir eczaneye başvurması istenir ve eczacı aracılığıyla ateş vb. bulguları alınıp,  bu tıbbi gruplarca değerlendirilir. Hastaneye başvurması gerekmeyenlere verilecek ilaç eczaneye bildirilir ve evine yollanarak periyodik olarak kendisiyle ilişki aynı yolla sürdürülür.
    • Hastaneye başvurması gerekenlerin durumuna göre, merkezi bir “hasta-hastane eşleştirme birimi”nce -ve uygun bir eşleştirme algoritması kullanılarak- en yakın müdahale birimine yollanmasına karar verilir. Eğer:
      • Yerel bir müdahale birimi var ve kapasitesi uygunsa oraya sevk edilir ya da
      •  En yakın müdahale birimine kendi imkanı varsa özel aracı ile, değilse ambulans ile o da mümkün değilse uçak ile gönderilir.

    Bu sıralama karalama mahiyetinde olup, incelikli hesap edilmesi gerekip de burada ele alınmamış noktaları kuşkusuz vardır. Bunların giderilebilmesi mümkündür; yeter ki mevcut “inşallah öyle bir durum olmaz” algoritmasına bel bağlanmış olmasın.

    Son bir anekdot ve hatırlatma!

    Bir mimar ile şu bilmece konusunda tartışmamız olmuştu: Milaj kağıdı inceliğinde -tut ki kalınlığı 0.01 milimetre olsun- büyük bir kağıt 50 defa katlanırsa kalınlığı ne kadar olur? Arkadaşımız hemen itiraz edip bir kağıt 7 defadan fazla katlanamaz deyince tartışma çıktı ve bir Pazar günü açık yer bulup milaj kağıdı buldurduk ve tam 11 defa katladık (yani kağıt o kadarına yetti) ve sonunda, eğer yeter büyüklükte bir kağıt bulunabilseydi kalınlığının tam 11 milyon kilometre olacağında anlaştık.

    Üssel artışın algılanmasında bir eğitim sayılabilecek bu egzersizin hem evde ilahi dinleyerek eğitim gören çocuklarımıza, hem de hastanelerdeki olası yığılmayı hesap edenlere yaptırılması yararlı olabilir.

    30 Mart 2020

  • Otobiyografi kesiti-6: Yazın Kalemi!

    Henüz 4-5 yaşlarındayım, evde kalemle kağıtla tanışmış insanlar var; ben de öykünüyorum ama okuma-yazma bilmediğim için işin o yanına katılamıyorum. Ama fırsat buldukça da kalemtıraşla ucu kütleşmiş kalemleri yontuyorum; hem eğleneyim hem de işe yarasın diye bu tür yontma işlerini de bana yaptırıyorlar. Fakat kalemin ucundan çıkan ve kopmadan epey uzayabilen talaşlar hoşuma gittiği için de -çünkü ancak o kadar yapabiliyorum- zaman zaman gereksiz yere kalemleri yontup ufaltıyorum. O gibi durumlarda “yazı kalemlerini ziyan ediyorsun” diye uyarıyorlar

    Fakat “yazı” sözcüğünü henüz bilmediğim için, ona en yakın bildiğim “yaz” kelimesi ile ilişkilendirip, o kalemlerle “yaz mevsiminde (yazın)” yazmama izin verileceğini düşünüyor ve yazın gelmesini çok istiyorum.

    Böylece evin içinde ne zaman sıkılıp kalem yontmak istesem “yazın kalemi nerede?” diye soruyorum-çünkü saklıyorlar-; bunun üzerine köşe bucak yazın kalemi arıyorum.

    Yazın kalemi zihnimde, tüm özlemlerimi yüklediğim bir “şey” halini almış. Her tarafı kurcalayıp yazın kalemi aradığımı bugün bile hatırlıyorum.

    Bu kişisel hikayemden çıkardığım hisse, “erişmek istenilip de henüz gerçekleştirilemeyenlerin zihinde gerçeğinden soyutlanıp farklı bir hale dönüştüğü ve sıkıntılardan kurtulma ihtiyacı hissedildiğinde başvurulabilecek birer kurtarıcıya (yazın kalemi) dönüştüğü”dür.

    Bir şey yapmak lazım! (isterseniz sonra da  tıklayabilirsiniz J)

    Toplumumuz eğri giden şeylerden şikayet konusunda açık ara birincidir ve kanımca bu çok da iyi bir özelliktir. Fakat galiba eksik bir bileşen, şikayet konusunun tersini söylemenin çözüm olamayacağının farkında olarak, arzulanan eyleme yol açan nedenlerin tam anlaşılması ve o nedenlerin nasıl giderileceği’nin “yapılabilir” adımlar halinde ortaya konulmasının, “bu kadar işin arasında katlanılması güç bir sıkıntı” olarak görülmesidir (tıklayabilirsiniz).

    13 Mart 2020