• BU KADAR ÇOK TV’YI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?

    BU KADAR ÇOK TV’YI BESLEYEBILECEK HABER VAR MI?

     

    Eğer ise..analizi“, tumturaklı ifadesi bir yana bırakılırsa, gelişmiş dünyanın en çok kullandığı akıl yürütme yöntemidir. ??..yaparsam n’olur? türü bir soru herkesin her an cevap aradığı soru değil midir?

    Bir kararının sonuçlarını görmek için onu denemekten başka yol düşün(e)meyenler dışındakiler ise daha akıllıca yollar bulmuşlardır. Örneğin:

    ü  Bizzat denemiş birisini bulup ona sormak,

    ü  Başka birilerini denemeye teşvik etmek J,

    ü  Doğru sorular sorarak denemiş gibi sonuçları tahmine çalışmak,

    ü  Benzetim (simülasyon) ailesinin çeşitli güçteki tekniklerini kullanmak.

    Şimdi, aklımızda şöyle bir soru’nun olduğunu ve yapılırsa ne olacağını varsayalım:

    TV kanallarının sayısını şu anda mevcuda göre 10 kat artırmak! Acaba n’olur?

    Bir çırpıda ne olacağını tahmin etmeye çalışmak yerine, -mevcut çevre koşullarını sabit tutarak- kısa adımlarla neler olabileceğini tahmine çalışalım:

    o   Cinsel içerikli programların sayısında patlama olur, haber sunan aklı başında spikerler dahi buna alet edilir (mesela dedik!!),

    o   Reality show denilen programlarda kavga çıkar, çıkması için önlem alınır, Giderek daha sıradan olaylar “sıcak”, “daha sıcak”, “en sıcak” gibi heyecanlandırıcı vurgularla sunulur,

    o   Cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylar söylenip geçilmez, en ince ayrıntıya kadar uzun uzun verilir; eğer uzunluk yetmiyorsa teknoloji yardımıyla tekrar tekrar verilir,

    o   Şehitlerle ilgili haberler, bunları izleyen yakınları yokmuşçasına uzattıkça uzatılır, ağıtlar, iç parçalayıcı görüntüler istismar edilircesine verilir,

    o   Hayatını bedenini pazarlayarak kazanan, ama bundan da utandığı için başka saygın meslek isimleri (örneğin sanatçı, sohbetçi vb) kullanan erkek, kadın ve diğerlerinin yatak odası hikayeleri çarşaf gibi yayımlanır,

    o   Her arzı çoğalan mal ve hizmetin fiyatının düşmesi gibi TV birim saatlerinin de fiyatları düşer. Bu durumda, iç ve dış amaç sahibinin kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı yayınlar çoğalır,

    o   Soru sormasını bilmeyen, kendi doğrularını başkalarına ezberletmekten başka ideali olmayan ünvanlı ünvansız insanlar, bilmiş tavırlarla saatlerce tartışırlar,

    o   Kanallar ve personeli içinde, ellerindeki yayın imkanını görünür-görünmez şantajlara çevirmek isteyenlerin sayıları artar; iletim kanalları ticaretin birer aracı haline gelirler,

    o   Rekabetin duracağı noktayı belirleyecek olan ahlaki kaygılar giderek azalacağı için yukarda sayılan (ve sayılmayan) nedenler birer çığ etkisiyle daha da azgın hale gelirler,

    Başta TV kanalları olmak üzere medya organlarının çoğunun görünür gelir kaynağı reklamlardır.

    İşin kritik noktası da buradadır. Reklamverenler, reklamları için ödeyecekleri meblağlar karşılığında en çok izleyiciye erişmek isterler ve bunun için herhangi bir sınır koymazlar ise, bu takdirde en çok izlenen programlar ve bu tür programları en çok yayımlayan kanalları -herhalde bunlar belgesel kanalları olmayacaklardır- tercih edeceklerdir.

    En çok izlenen programları belirleyecek olan ise izleyici kitlesinin bilgi ihtiyacı profilidir. (Eğer bu profil yeterince düşük değilse rating ölçme şirketleri aracılığıyla o tür yayınlara “ihtiyaç duyan” kişiler seçilir ve seyirci bunu istiyor denilir).

    http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=77 adresinde, Beyaz Nokta® tarafından reklamverenlere yönelik bir çağrı var. 2008 yılında imzaya açılmış ve 2.5 yılda ancak 540 kişi imzalamış. Aylık ortalama 50,000 hit alan bir web sitesinde 2.5 yılda 540 imza aslında, bu işlerden pek de sanıldığı kadar kimsenin (reklamverenin) şikayetçi olmadığının bir göstergesi sayılmaz mı?

     

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!

    Bildiklerimizi zannettiklerimizi askıya alabilmek!

    21.yy’ın en önemli “tekrar keşfi”nin öğrenme olacağı görünüyor. Genellikle okul ile birlikte anılan öğrenme kavramı halen şöyle tanımlanıyor[1]:

    “Öğrenme daima, -yapabilirlikteki, bilgideki, algılamadaki ve bir kişinin kendisi ve başkaları hakkındaki duygularındaki- değişimi içerir.”

    Bu akademik tanım, sessizce gelmekte bulunan öğrenme devrimi[2] süreci açısından biraz daha derinleşerek anlaşılır hale geliyor:

    “Canlıların, kendi varlıklarını ve türlerinin sürdürülmesi amacını -az ya da çok- tehdit eder görünen her durumun tehlikesini boşa çıkarmak ve bunu hem gelecekte tekrar kendinin kullanabilmesi hem de dayanışma içinde olduğu diğer canlılara aktarabilmesi için, atlattığı deneyim sürecinin, kendini oluşturan tüm katmanlara (fizyolojik, psikolojik ve diğer) kendiliğinden gömülmesine öğrenme adı verilir.”

    Görüldüğü gibi öğrenme, genellikle birlikte anılan öğretme, benimsetme, kafasına sokma, koşullandırarak, tekrarlatarak belleğinden silinemeyecek hale getirme gibi kavramlardan çok farklı bir anlama kavuşmaya doğru gitmektedir; neredeyse kalbin çarpması, hormonların salgılanması, gözlerin kırpılması gibi kendiliğindendir. Kendiliğinden olmak zorundadır çünkü, en temeldeki amacı (türünün, dolayısıyla da varlığının devamını sağlama), ona başka bir seçenek bırakarak amacı riske etmemek zorundadır. Yeter ki öğrenilecek deneyim, onun veya türdeşlerinin bu temel amaçları açısından bir ihtiyaç olsun.

    İhtiyaç olmadığında ya da kişi (ya da herhangi bir canlı) tarafından ihtiyaç olarak algılan(a)madığı takdirde ise bu sihirli süreç kendiliğinden olmadığı gibi, diğer ihtiyaçların öğrenilmesini geri bırakabileceği nedenle reddedilir. Ancak bu ret sonunda, öğrenmesini talebedenlerce bir tehdit (insanlarda sınıfta bırakma, diploma vermeme; hayvanlarda dövme; bitkilerde susuz bırakma gibi) üretilirse, canlı bu defa aldatma yolunu seçer. İşte, ezberleyip sonra da unutmak bu aldatma yöntemlerinin başında gelir.

    Daha da trajik bir tehdit, kişinin “ihtiyaçlarını kendiliğinden öğrenme” gibi bir doğal yeteneğinin varlığının unutturulmasıdır. Bu, eski Doğu Bloku ülkelerinde uygulanmış, kişilerin önce -herhangi bir konuda- suçlu olduğunu ileri sürüp, daha sonra işkence yöntemleri altında suçluluğun gerçek olduğuna yürekten inandırılması yöntemine pek benzemektedir; öğrenilmiş çaresizlik denilen de budur ve böylece kişi, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine, ancak bir öğreticinin talimatlarıyla öğretilebileceğini “öğrenmekte”dir.

    Şimdi geldiğimiz noktada durumun bu olmadığının farkında olanlar, bunu son devrim olarak planlamakta ve bu devrimden gerek ticari gerekse diğer yollardan yararlanma yollarını tasarlamaktadırlar.

    Her devrim bir ilke çevresinde örgülenir!

    Sanayi devrimi buhar gücünün kol gücünden daha avantajlı olması ilkesine dayanıyordu. Enformasyon devrimi ise bir ürünün katma değerini en çok artıran öğenin bilgi olduğu ilkesini temel almıştı. Öğrenme devrimi de bir ilkeye dayanmaktadır ve bu, yukarda açıklanan “ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir” ilkesidir.

    Ama ilkeler tek başına devrim yapamaz!

    Ne sanayi devrimi ne de IT devrimi tek başına sözü edilen ilkelerin ürünüdürler. Buharın gücünü kol gücünün üzerinde bir değere çıkaran nesne buhar makinesi; daha yüksek bilginin daha büyük katma değer üretmesini ise bilgisayar sağlayabilmiştir.

    Benzer şekilde ihtiyaçlar kendiliğinden öğrenilir ilkesi de öğrenme devrimini tek başına başlatamamıştır; muhtemelen insanoğlu bu ilkenin çok uzun zamandan beri farkındadır. Burada, buhar makinesi ya da bilgisayar gibi bir nesne yerine bu defa daha soft (bilgisayar buhar makinesine göre çok daha softtur) bir buluş rol oynamıştır. Bu soft buluş, bildiklerimizin, kendiliğinden öğrenme önündeki en büyük engel olduğu düşüncesidir.

    Bu nasıl olur?

    Buradaki tuhaflığın nedeni, “bildiğimiz” teriminin tanımında gizlidir. Bu terimi, “bildiğimize inandığımız” ya da “bildiğimizi zannettiğimiz” olarak değiştirirsek, bilinenin öğrenmeye nasıl engel olabildiği daha iyi anlaşılabilir.

    Öğrenme süreçlerini ihtiyaçlar tetiklese de, öğrenilmiş çaresizlik nedeniyle kişi zorlama yoluyla belleğine yerleştirdiği ve kullanımı yoluyla çevresinden onay aldığı bilgileri de ihtiyaca dayalı olarak öğrenilmiş bilgi olarak sayabilir ve böylece iki bilgi türü birbirine karışmaya başlar. Zamanla, zorlama bilgilerinin hacmi artıp giderek ihtiyaçlarının sesini dinlemez / dinleyemez oldukça da bilginin mutlaka birilerince öğretileceği (artık ona zorlama da demez, diyemez) kalıbını -ister istemez- öğrenir. Öğrenme olgusunun bittiği yer burasıdır.

    Bu noktadan sonra, kişi ihtiyaçlarının yol göstericiliğini bırakarak -giderek donmaktadır- belleğine yerleşmiş ve yerleştirilmekte bulunan zorlama bilgilerin güdümüne girer. İşte bu zorlama bilgiler artık öğrenme olgusunun önündeki kilitli kapılardır.

    O halde, buradan bir yöntem üretilebilir: Zorlama bilgileri askıya almak!

    Kişinin içinde bulunduğu çeşitli çevreler (fiziksel, sosyal, duygusal vd), kişinin öğrenme ihtiyaçlarını tetikleyecek öğelerle doludur. Kişi, belleğine yerleştirdiği çeşitli zorlama bilgilerin oluşturduğu görünmez -ama aşılması güç- bir duvarla bu tetikleyicilerden kendini -güya- korur, onlara direnir; zorlama bilgilerinin esiri olarak onların doğruluğunu, değişmezliğini savunur. Çevremizde, bu tür sokuşturulmuş bilgilerin esiri olarak kendi ömrünü, başkalarının ömrünü tüketen çok sayıda örnek görebiliriz.

    Üretilebileceği belirtilen yöntem hakkında bir şeyler demeden önce hemen ifade edilmesi gereken bir nokta, zorlama bilgilerin bir kısmının ihtiyaçlarımıza karşılık geldiğidir. Ama artık zorlama yoluyla öğretilme bir bağımlılık haline geldiği için hangi bilgi zorlamadır hangisi ihtiyaçtır bunu ayıramayız.

    İhtiyaca dayalı kendiliğinden öğrenme sürecini donmuşluktan kurtarabilmek için bu noktada yapılması gereken, kişinin kendi karar verebileceği bir süre için belirli bir konuda -daha sonraları tüm konularda- bildiğini zannettiklerini (yani zorlama bilgilerini :-)) askıya almasıdır.

    Bir diğer deyişle, çevresini saran ihtiyaca dayalı öğrenme tetikleyicilerinin kendisine erişmesine fırsat vermesidir.

    Bunun için şu ifade iyi bir motto olabilir: Bildiklerimin doğru olduğunu nereden biliyorum; belki de hiçbirisi doğru değildir!

    Bunu bir zihin egzersizi olarak yapmaya başlayanların kısa süre içinde yepyeni ve çok zengin bir evren keşfedebileceklerini söyleyebilirim.

    Doğrularının doğruluğundan ve mutlaklığından kuşkulanmaya başlamak için sadece kendi inatlarımızı kırmamız yetiyor.

    Pazartesi, Nisan 5, 2010


    [1] Ellis, A.K. & Fouts, J.T., Handbook of Educational Terms and Applications, Eye on Education, 1996, Princeton, A.B.D.

    [2] Dryden, G. & Vos, J., The New Learning Revolution, Network Educational Press Ltd., Birleşik Krallık, 2005

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • “Siyasi partiler” kapatılmamalı!

    Siyasi partiler” kapatılmamalı!

    Anayasa mahkemesinin Demokratik Toplum Partisi’ni kapatma kararı üzerine, adet olduğu veçhile derhal kapatmaya yandaşlar ve karşıtlar olmak üzere iki kesim oluştu. Hatta AYM başkanı dahi, “anayasa böyle olduğu için kapattık ama keşki onu değiştirseydiniz de kapatmasaydık” gibisinden bir eleştiri yaptı.

    Bir yandan da parti kapatmanın çağdışı, anti-demokratik, darbeci bir zihniyet olduğu yolunda bir hava oluştu.

    Önce bir tanım lazım!

    Çeşitli kaynaklarda “siyasi parti” kavramı için rastlanan tanımlar aşağı yukarı şu birkaç anahtar ilke çevresinde toplanıyor:

    –       Yazılı bir ideoloji veya vizyona sahip,

    –       Hedefi, devlet içinde siyasi erke sahip olmak,

    –       Sonraki hedefi, ülke yönetiminde söz sahibi olmak.

    Bunlar yeter mi?

    Bu üç ilkenin tanımladığı “siyasi parti” pekala:

    –       Nihai hedefi ülkeyi parçalara bölmek ve

    –       Hedefleri yolunda her tür şiddeti kullanabilen silahlı bir örgüt

    de olabilir gibi görünüyor.

    Eğer bu yolda bir tartışma var ve bir kısım insan siyasi partilerin nihai hedeflerinin “barış ve bütünlük” olması gerektiğini, diğer kesim de bunun aksini, yani “silahlı mücadele de dahil ayrılıkçılığı” savunuyorsa, bu durumda ortada siyasi parti kapatılıp kapatılmamasını aşan başka bir sorun var demektir. O da, “biz ne / nasıl istiyoruz?” sorularıdır.

    Nitekim, kimi ülkelerin (örn. İspanya) anayasalarında ayrılıkçılığı savunan siyasi partiler mümkündür. Ama T.C. anayasası ne ayrılıkçı hedeflere ne de bu yolda silah kullanımına  izin vermektedir. Nitekim askeri darbeler de bu ikinci nedenle anayasal suç sayılmaktadır.

    Diğer yandan konuşan, yazan, çeşitli yollarla fikirlerini ifade eden hemen herkes -eğer yalan söylemiyorlarsa-, anayasanın bu hükümlerine paralel niyetler ifade etmektedirler.

    O zaman bu şu mu demektir?

    Bu durumda şunu mu anlamak gerekir: Ayrılıkçılığa ve şiddete karşıyız, ama siyasi partiler de kapatılmamalı?

    Buna kim itiraz edebilir! Zaten bu iki belirtim “ama” denilmesine gerek bırakmayacak kadar birbiriyle uyum içindedir.

    Böylece oluşan çerçeve içine oturan bir siyasi partinin kapatılması savunulamaz. Ama sorun, kapatılmaya konu olan organizasyonun bir “siyasi parti” olup olmadığıdır. Siyasi partiler -yukarıdaki çerçeve ilkelere uygun kurulup işlediği sürece- kapatılmamalı, siyasi parti vasfını kaybettiği anda ise o küme dışına çıkarılmalıdır.

    Bu “küme dışına çıkarma” çeşitli yollarla olabilir. Söz konusu organizasyonun siyasi parti vasfını kaybetmesine yol açan kişilerin parti ile ilişikleri kesilebilir, siyaset yasağı getirilebilir ya da başka teknik sınırlamalar bulunabilir.  Bu “nasıl”lar ikincil önemde olup aslolan, ayrılıkçılık ve şiddet öğeleridir.

    Ayrılıkçılık ve/ya şiddetin (ya da anayasanın izin vermediği başka bir ideolojinin) savunulmasının serbest kılınması yolunda bir anayasal değişikliğin yapılması da bir siyasi partinin ideolojisi olabilir. Buradaki kritik nokta, özgürce savunulabilecek olanın, o an için izin verilmemiş ideoloji değil, o ideolojinin savunulması için özgürlük fiilidir. Voltaire, “fikrinizin zerresine katılmıyorum ama onu özgürce savunabilmeniz için canımı veririm” derken bunu vurgulamıştır.

    Ama hiçbir şekilde kabul edilemeyecek olan, siyasi partilerin “söylem” ve “eylem”lerinin -özellikle de eylemlerini gizleyecek şekilde- örtüşmemesidir. İnsanların gözlerinin içlerine baka baka sürekli barış ve bütünlük söylemleri ileri sürüp, aynı anda da ayrılıkçı ve şiddet ideolojilerinin sahibi kişi ve örgütlerin sahiplenilmesi, ileri sürülmesi, kendileri yerine irade sahibi sayılmaları talepleri en basitinden ahlaksızlık değil mi?

    Siyasi partiler kesinlikle kapatılmamalıdır. Ama siyasi parti olmayıp da, yalan beyan yoluyla bu sıfatı kullanma hakkı edinmiş organizasyonlara da izin verilemez. En azından yalan beyanda bulundukları için.

    Pazar, Aralık 13, 2009

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Domuz Gribi: Bir Altın fırsat!

    Domuz Gribi: Bir Atın fırsat!

    “Öğretme”ye dayalı zorunlu eğitim nerede-ne zaman başladı?

    1717 yılında ilk defa Prusya’da başlayan, öğretmen-karatahta-tebeşir formatlı zorunlu eğitim, aradan geçen yaklaşık 300 yıla karşın bugün de devam ediyor.

    Özgür düşünceli bireylerin ortaya çıkabilmesi karşısındaki en büyük engel, bireylerin ilgi alanlarının, onların öğrenebilme profillerinin, yaşadıkları çevrelerin imkan ve imkansızlıklarının ne olduğuna aldırmadan, yaşamlarının çeşitli alanlarındaki ihtiyaçlarına karşılık gelen öğrenme ihtiyaçlarını belirlemeye kendini yetkili sayan “öğretme” paradigmasıdır. Prusya için ya da o yıllar için bu anlaşılabilir bir model olabilir[1].

    Artık yeni bir kavram var: “Zengin Öğrenme Ortamı”

    Eğitim konusunda artık neredeyse norm haline gelmekte bulunan bir eğilim var: Ana okulu ya da lise öğreniminde, artık bu kavram çevresinde oluşturulan “Zengin Öğrenme Ortamları” (ZÖO) gündemde.

    Tanım olarak ZÖO, bir grup öğrencinin sahip oldukları BİRBİRİNDEN FARKLI ilgi alanları açısından onların ilgilerini çekici ve de o kişilerin konfor alanlarını (comfort zones) genişletmelerine yardımcı olabilecek imkanlar içeren ortamlardır. “Zengin” sıfatı bu çeşitlilik nedeniyle kullanılmaktadır.

    Bir ortamın ZÖO sayılabilmesi için şu koşul aranmalıdır: Bireyin konfor alanının genişlemesine imkan verebilecek kadar alışkanlıklarının dışına taşmalı, ama onun kalıcı zarar görmesine neden olmayacak düzeyde de güvenli olmalı. Buna katlanılabilir risk de denilebilir.

    Buradaki “riske katlanma” nedeni, her türlü (katlanılabilir ya da katlanılamaz türü) riskin en iyi öğrenme ortamları oluşudur. Hemen herkes, işine yarayan ne varsa risk ortamlarında öğrendiğine, konfor alanlarını her zorladığı fırsatın mutlaka bir risk içerdiğini hatırlayabilir.

    Buna göre, bireyler -ana okulundaki minikler ya da lisedeki gençler için ayrı ayrı değerlendirilerek- için çeşitli katlanılabilir risk ortamları tanımlanabilir. Örneğin ülkemizde son yıllarda usul haline gelen kar tatilleri katlanılabilir risk ortamlarına çok iyi bir örnektir. Bir diğer deyişle, kar tatilleri çocuklarımızın en verimli öğrenme ortamlarını ellerinden alan yansıtılmış korkular‘dır.

    Deprem riski de bir risk ortamıdır ve üstelik bünyesinde katlanılamaz risk öğelerini de barındırmaktadır. Ama depreme hazırlık süreci mükemmel bir ZÖO’dır. Resmi ya da özel okullarımızın -bildiğim kadarıyla bir tanesi hariç- hiçbirisinde öğrencilerin bizzat riskle karşılaşmalarına yönelik bir ZÖO hazırlanmamıştır. O istisna, Özel Ulus Musevi Lisesi’dir. Bir de bir tarihlerde İzmir’de bir özel kolejde (Özel İzmir Koleji) 900 öğrencinin tamamına rastgele aralıklarla yangın tatbikatı yaptırılması örneği vardır.

    Peki ya Domuz Gribi?       

    Domuz Gribi de mükemmel bir ZÖO’dır. Gerek hastalık öncesi korunma, gerek hastalık sırası gerek sonrası önlemler açısından içinde birçok konfor alanı genişletme imkanını barındırmaktadır. Okullar tatil edilsin ya da edilmesin ZÖO açısından pek fark etmez; hatta tatil olması halinde -çocuklarımızın hiç alışık olmadıkları- birçok yararlı alışkanlığı edinebilmelerine imkan yaratır.

    Örneğin nereden çıktığı belli olmayan rasgele öpüşmenin ne büyük bir salgın ajanı olduğu dikkate alınırsa, bundan kurtulmak için -hele erkek erkeğe öpüşmeler ve de bol tükürüklü ve vantuzlu tipi- domuz gribi iyi bir fırsat değil midir?

    Her hafta ellerini yıkamayı adet edinmiş çocuklarımız için daha sık el yıkamaları için yine iyi bir fırsattır. Kendi aralarında iletişim ağı kurarak çevrelerine bilinç aşılamak için çalışmak, yarınların sivil toplum çalışmalarına birer hazırlık değil midir?

    Başka ülkelerde internet üzerinden kurabilecekleri haber gruplarını kullanarak alternatif korunma ve mücadele yöntemlerini öğrenmeleri öğrenme devriminin üzerine oturduğu “ağ”lardan birisi (Your Global Learning Network) değil midir?

    Maksadım bunları sayıp dökmek değil; sadece bir musibetin nasıl bir öğrenme ortamına çevrilerek Sorun Çözme Araçları dağarcığımızı zenginleştirebileceğimize bir ışık tutmak. Yani Sorun Çözme Kabiliyeti‘mizin gelişmesine önemli katkıların gelebileceği alanlara işaret etmek.

    15 Ekim 2009


    [1] Dün bir münasebetle gittiğim Bogaziçi Üniversitesi’nde tesadüfen önünden geçtiğim dersliklerde sıra sıra oturmuş kara (yeşil) tahtaya sıra sıra formüller yazıp onları belletmeye (muhtemelen de ezbere belletmeye) çalışan öğretim elemanları ve onları “dinleyen” sıra sıra öğrenciler öğretilenler dikkatimi çekti.

     

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • “Yanılmışım” demek zordur!

    “Yanılmışım” demek zordur!

    Niçin?

    Yargılarımız -genellikle- o denli kesindir ki onların yanlışlanması, “çok bilmiş tavırlarıma bakarak söyleyip yazdıklarımı pek ciddiye almayın; sıklığı ve zamanı belli olmayan şekilde yanılabiliyorum” gibisinden bir saklı içeriği çağrıştırabilme olasılığı nedeniyle utandırır.

    Çok laf yalansız çok para haramsız olmaz kadar doğrulanmış başka bir söz var mıdır bilinmez; özellikle laf miktarı arttıkça yalan olmasa da en azından doğru olmayan sözlerin araya karışması olasılığı artar. Kuşkusuz, bu sözü bildiği ve hep de doğruları söylemek istediği için çokhoşboş[1] stil edinmiş olanlar da olabilir.

    Bir tarihte, TV’den naklen güneş tutulması anlatan yorumcunun açıklamalarını hatırladıkça birşey söylemeden nasıl uzun uzun konuşulacağının nasıl bir ulusal karakter haline geldiğini daha iyi anlıyorum.

    İnternet, olmasaydı birbirinden haberi olamayacak insanların haberdar olabilmelerini sağladı. Böylece de, okur-yazar herkes (gugl denilen çokbilmiş sayesinde) göçmen kuşların yumurtlama sıklıklarından, 550 yıl evvel Fatih Sultan Mehmet’in lalasına nasıl hitap ettiğine varıncaya kadar her şeyden haberi olabilir hale geldi. Ama bu arada -bilgisayarın işleyişindeki hatasızlığa aldanarak- o yolla edindiği bilgilerin de bütünüyle doğru olduğu gibi bir inanca kapıldı.

    İnternet ya da medyadaki kuşkusuzluğa baktıkça, insanların bu kadar bilinmezlik içinde nasıl olup da bu denli çok şeyden emin olabildiklerine şaşıp kalmamak güç.

    Ağız ya da kalemden çıkan her yargı için, “ben bu yargımdan eminim çünkü…..” açıklaması, gerçekten sağlam bir gerçeğe oturtana kadar (fazla değil birkaç tur) sürdürülse insan konuşup yazacak söz bulamaz. Peki nasıl olup da zincir baklaları gibi …dir’ler peşpeşe dizilebiliyor?

    Niels Bohr şöyle diyor: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır“.

    Acaba, bir kimyasal varmıdır ki birkaç büyük kentimizin içme suyuna karıştırılınca akıllara biraz olsun kuşku gelir de bu denli kesin bilgilerimizin kaynakları hakkında biraz olsun düşünme ihtiyacı duyarız?

    Cumartesi, Ekim 3, 2009


    [1] Çok sayıda -özellikle de söylenmesi hoş olan- sözcüğü yanyana dizip katma değersiz şekilde kullanmak!

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Köpek Hayvanlarının 10 Ricası

    Köpek Hayvanlarının 10 Ricası

    Akira Kurosawa’nın “Dersu Uzala” filmindeki doğa insanı için tüm ormandaki canlıların -insanlar dahil- adları “adamı” diye bitiyor; ayı adamı, sansar adamı, kuş adamı gibi.

    Varlıklar arasında fark görmeyen Dersu’nun bu hitap tarzı, kendi ellerimizle yokettiğimiz evimizin korunması için ne kadar basit ve o denli de işlevsel bir formül veriyor.

    Fatih Belediyesinin Yedikule Sokak Hayvanları Barındırma ve Rehabilitasyon Merkezi’ni ziyaret ederseniz, 600 köpek adamı için yapılmış barınağın şimdilerde 2000 tanesini barındırdığını göreceksiniz.

    Aşağıda, barınak yöneticisi Meral Olcay’ın hazırladığı bir yaprağın ön ve arka sayfalarını görüyorsunuz. Bir yüzünde sahiplendirme sistemi, ihtiyaçlar, barınak krokisi gibi bilgiler; diğer yüzünde ise köpek hayvanlarının 10 ricası var.

    Bunların altında da Meral Olcay’ın yolladığı bir mail var. Kısa ve net. Yorumsuz, hepsini bilginize ve yardımlarınıza sunuyorum.

     

     

    büyütmek için tıklayınız!                                    büyütmek için tıklayınız!

     

     

     

     

    büyütmek için tıklayınız!

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • HastaToplum – 2

    Hasta Toplum – 2

    Sorun Çözme Kabiliyeti yaşam sürdürmenin temelidir!

    https://tinaztitiz.com/2012/04/16/hasta-toplum/ adresindeki “Hasta Toplum” yazısında bir iddia vardı. İddia, toplumumuzun sorunlarını çözemediği, çözülemeyen sorunların giderek birikip, Sorun Kimyası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237) ilkeleri uyarınca yeni sorunlar ürettiği ve böylece toplumumuzun her türlü enerjisini soğuran bir fasit dairenin oluştuğu, bunun da aynen biyolojik organizmalardakine benzer biçimde bir toplumsal hastalanmaya yol açtığı, ama esas hastalığın, toplumun büyük çoğunluğunun hasta olduğumuz yolunda bir kanaat taşımaması, aksine durumu ile sürekli övünür durumda olması idi. bkz. http://bit.ly/1jgCDi7  🙂

    Peki bu iddia doğru mudur ya da ne kadar doğrudur?

    Daha soru ortaya konulurken belli oluyor ki bu sorunun cevabının evet-hayır biçiminde verilmesi doğru değildir. Her toplum bazı sorunlarını çözebilir, bazılarını uzun vade aleyhine olabilecek kısa vadeli olarak çözer, bazılarını çözemeyip altında ezilir. O halde iyi bir yaklaşım, herhangi bir organizma (birey, aile, kurum, kesim, toplum) için bir SÇK İndeksi (nsçk) tanımlayabilmektir.

    Tam olarak ölçmek mümkün olamasa da, bir kişi, kurum, kesim ya da bütünüyle toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni (SÇK) ölçülendirebilecek bir başarım ölçütü (performans göstergesi) tanımlanmadığı sürece her türlü iddia temelsiz kalacaktır.

    Peki böyle bir ölçüt tanımlanabilir mi? Örneğin bir kişinin SÇK’nin ne düzeyde olduğu nasıl değerlendirilebilir?

    Önce bir norm konulabilmeli!

    Kişinin SÇK’nin ne olması gerektiği, onun karşılaşabileceği sorunlarla yakından ilgilidir. Yaşamında hiç depremle karşılaşmamış, karşılaşması olasılığı da bulunmayan bir kişinin deprem sonrası doğabilecek sorunları çözebilme kabiliyeti ya da kazancı ancak karnını doyurmaya yetebilen bir kişinin borsa çökünce servetindeki kayıpları nasıl telafi edeceği sorunlarını çözebilme kabiliyeti pratik bir anlam taşımaz.

    SÇK, sorunlar kümesi’nin güçlük düzeyi ile sıkı sıkıya bağlıdır ve bu ikisi de doğrudan ölçülmesi zor, ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilecek öğelerdir. Toplumların SÇK arasında farklar, İnsani Gelişmişlik İndeksi (İGİ) adı verilen ve 1/3 (yaşam beklenti indeksi) + 1/3 (eğitim indesi)+ 1/3 (fert başına GSMH indeksi) formülüyle hesaplanan bir ölçütle değerlendirilebiliyor.

    1/3 ‘lük bu bileşenlerin her biri daha alt öğelere bölünmekte ve böylece toplum yaşamının en önemli kesitlerindeki başarı (veya başarısızlığı) temsil eder bir resim ortaya çıkmaktadır.

    Burada bir adaletsizlik vardır ama!

    Türkiye İnsani Gelişme İndeksi (İGİ) açısından
    nerededir
    ?

    İGİ

    Sırası

    Ülke

    Yıllar

    1975

    2002

    1

    Norveç

    0.870

    0.960

    6

    A.B.D.

    0.870

    0.940

    13

    Y.Zelanda

    0.850

    0.930

    19

    Singapur

    0.720

    0.900

    34

    Kuveyt

    0.760

    0.840

    67

    Peru

    0.640

    0.750

    68

    Türkiye

    0.590

    0.750

    131

    Senegal

    0.320

    0.440

    151

    Sierra Leone

    ?

    0.273

    ref: http://globalis.gvu.unu.edu/indicator.cfm?IndicatorID=15

    İGİ’ni oluşturan bileşenler o toplumları çevreleyen coğrafi, siyasal, ekonomik vd faktörlerden tabii ki etkilenirler. Çevresi benzer kültürdeki dost ülkelerle çevrilmiş, coğrafi koşulları uygun, küçük nüfuslu bir toplumun İGİ ile, Türkiye gibi her öğe bakımdan birer “meydan okuma” sayılabilecek bileşenlere sahip bir ülkenin İGİ arasında karşılaştırma yapmak adil midir?

    Üstüne üstlük başlangıç şartları da farklıdır. Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşayan ve canı Allah’a malı ise padişaha ait olan ve kendisinden sadece dogmaları ezberleyip otoritelere biat etmesi beklenen “kul”llarından, Cumhuriyet idaresinin yurttaşlığına geçirilen insanları ile, bu konulardaki önemli sorunlarını çoktan çözmüş toplumların İGİ yoluyla yarışmaları adil sayılabilir mi?

    Söz konusu olan adalet değildir ki!

    Mesele yarış koşullarının adil olup olmayışı değil, yarışın bizzat kendisidir. Sürekli olarak durumundan, kendisine haksızlıklar yapıldığından -vırvır ve mırmır düzeyinde- yakınan mazlum ve mağdurların haklarının teslim edileceği bir mahkeme karşısında değiliz.

    Mesele, -koşullar ne olursa olsun- çocuk ölümleri oranının düşük, fert başına gelirin yüksek, okul terk oranlarının düşük olması vb’dir. Yarış hem rakibe hem saate karşıdır. Bu yarışta herkes her üstünlüğünü (fiziki ve kültürel) kullanmakta, diğerlerinin her

    zafiyetini (fiziksel ve kültürel) kendi lehine bir faktör olarak değerlendirmeye çalışmaktadır (http://tinyurl.com/kl3mgj).

    2002 yılı itibariyle 151 ülke içinde 68nci durumda olan Türkiye, 2005’de 94, 2006’da 92, 2007/2008 istatistiklerine göre 84ncü durumdadır.

    Şimdi, bu rakamlara bakarak toplumumuzun SÇK’nin, insanlık ailesinin mukayese edilebilir diğer üyelerine göre “düşük” olduğu söylenebilir. Ama bu düşük düzey dahi “hasta toplum” betimlemesi için yeterli sayılamaz.

    Başka ölçütlere göre toplumumuzun SÇK’nin düzeyi (nsçk) nedir?

    İGİ içine dahil olan çok sayıda bileşenden bazıları -hatta çoğu- yaşam konforu denilebilecek öğelerle ilgilidir. Bu yazıya konu olan SÇK ise, bir toplum varlığının sürdürülebilirliğini tehdit edebilecek sorunlar açısındandır.

    Toplumumuzun varlığını tehdit edebilecek sorunlar olarak aşağıdakilerin alınması en azından yanlış sayılmamalıdır:

    v  Ulusal bütünlük sorunu (Kürt sorunun da içinde bulunduğu, ama onunla sınırlı olmayan sorunlar kümesi),

    v  Eğitim sorunları (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu/115.Ek-2.pdf[1])

    v  Ahlaki yozlaşma

    v  Çölleşme

    Bu sorunlar için (nsçk) tanımına girebilecek şu değerlendirme öğeleri ise anlamlı olabilir:

    1.    Sorunun Tanımlanmışlık Düzeyi (TD),

    2.    Sorunun nedenlerine ve çözümlerine ilişkin katkıların serbetçe akabileceği Kanalların varlığı ve Kalitesi (KK),

    3.    Soruna yol açan Kök-Nedenlerin ortaya konulmasındaki Netlik (KNN),

    4.    Sorunun, diğer sorunlarla Etkileşim Mekanizmasının Anlaşılmışlık Düzeyi (EMAD),

    5.    Sorunun çözümü için geliştirilmiş ve sorunun paydaşlarının katkılarına açılmış olan bir Politika Belgesinin varlığı ve varsa Kalitesi (PBK),

    6.    Çözümlerin Sürdürülebilirliği (ÇS),

    7.     Sorunlarını çözememek nedeniyle uğranılan zarar (UZ).

    Bu 8 faktör kullanılarak (nsçk) için bir değer hesaplamak yerine, SÇK resmini tüm boyutlarıyla sergileyebilen bir tablo vermek daha gerçekçi görünüyor (Tablo I).

    Beş öğenin her birine yok, yetersiz, orta, iyi, mükemmel gibi notlar verilirse -ki kuşkusuz hepsi kuşkusuz özneldir- şöyle bir resim ortaya çıkar:

    Tablo I – SEÇİLEN DÖRT ÖNEMLİ SORUN İÇİN

    SORUN ÇÖZME KABİLİYETİ İNDEKSİ (nsçk) BİLEŞENLERİ

    Sorun

    TD

    Tanımlan-

    mışlık

    KK

    Kanal kalitesi

    KNN

    Kök nedenler

    EMAD

    Etkileşim mekanizma.

    PBK

    Politika belgesi

    ÇS

    Çözümlerin

    Sürdürülebil.

    ÜG

    Ülke

    Tarihi (yıl)

    UZ

    Uğranılan

    zarar

    Ulusal bütünlük sorunları

    yetersiz

    orta

    orta

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Bkz. Dip Not[2]

    Eğitim sorunları

    yetersiz

    orta

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Ahlaki yozlaşma

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yetersiz

    yok

    86

    Çölleşme

    iyi

    iyi

    yetersiz

    orta

    orta

    iyi

    86

    SÇK indeksi’ni oluşturan bileşenler için verilen notlar tartışılabilir. Hatta not verebilmek için her bileşen için derecelerin karşılıklarını tanımlayan tariflerin yapılması da şart koşulabilir. Ama tabloya hangi eleştirel gözle bakılırsa bakılsın, yetersiz bir SÇK’ne işaret ettiği gerçeği değişmez gibi görünüyor.

    Acaba başkalarının durumu nedir?

    Bu bağlamda tartışılması gereken son nokta, gelişmiş olarak nitelediğimiz toplumların SÇK’nin ne düzeyde olduğudur. Bu noktada iki farklı sorun çözme yaklaşımını ayırt etmeli, karşılaştırmayı buna göre yapmalıyız:

    1.     Her bir sorunu, durumu daha karmaşık (complex) hale getirerek çözen ve uzun vade sürdürülebilirliği bu nedenle kuşkulu olan yaklaşım. Bu yaklaşımda sorunların semptomlarını kısa sürede ortadan kaldırmak esastır.

    2.     Sorunların köklerine inilmesine dayalı yaklaşım. Bu yaklaşım uzun vadelidir ve politik olarak kolay satılabilir çözümler yerine ancak uzun vadede gerçekleşebilecek çözümler ortaya çıkarır; sürdürülebilirliği yüksektir.

    Bu yazının amaçları açısından ikinci tür yaklaşımlar söz konusudur. Her ne kadar bütün dünyada birinci tür yaklaşımlar daha gözde ise de, SÇK indeksine konu olması gereken çözümler sürdürülebilir olanlardır. Acaba bu açıdan gelişkin toplumlarla aramızdaki farkı -dolaylı da olsa- ölçebilecek performans gösterge(ler)i tanımlayabilir miyiz?

    Tablo I’in son iki değişkeni (ülke tarihi ve SÇK yetmezliği nedeniyle uğranılan zarar), en iyi 2 göstergedir. Çünkü tüm sorun çözme çabalarının amacı toplumun varlığını sürdürebilmesi ve bunu en az maliyetle (her türlü anlamda maliyetle) becerebilmesidir.

    Meseleye böyle bakıldığında, ülkelerin SÇK arasında bir mukayese yapmak mümkün olabilir. Örnek olarak, bir toplumun varlığını sürdürmesine karşı en ciddi tehditlerden birisi olan “ayrılıkçı hareketler” ele alınabilir.

    Karşılaştırma için bilgilerin bir bölümü http://www.constitution.org/cs_separ.htm adresinden (Separatist, Independence, and Decentralization Movements) alınmıştır.

    Tablo II – Çeşitli Ülkelerin SÇK’nin Değerlendirilmesi için Öğeler

    Ülke

    Ayrılıkçı hareket için
    kısa açıklama

    Ülke

    Tarihi (yıl)

    Uğranılan zarar

    ABD

    Alaskan Independence Party, Free the
    Bear – California Secession and Independence, California Secessionist Party,
    The Republic of Cascadia, State of Jefferson, Hawai`i, Independent &
    Sovereign, New England Confederation Movement, Republic of Texas, United
    People’s Party, …..

    222

    Bilinen bir zarar yok

    Belçika

    Vlaams Belang, New Flemish Alliance
    (NVA), Spirit, Lijst Dedecker (LDD)

    178

    Bilinen bir zarar yok

    İngiltere

    Sinn Féin,  Scottish National
    Party, Scottish Separatist Group and The Scottish National Liberation Army,
    Scots for Independence, Scottish Independence, The Scottish Distributist,
    Siol nan Gaidheal, Scots Independence Tour, Mebyon Kernow – the Party for
    Cornwall, Welsh Distributist Movement, Campaign for an English Parliament,
    Silent Majority

    302

    ~3,800 can kaybı[3]
    + ? maddi kayıp

    Kanada

    The Western Canada Concept, Alberta
    Independence Party, British Columbia Separatist Movement, BC Sovereignty, The
    Republic of Alberta, The Newfoundland Patriot — Advocate independence of
    Newfoundland and Labrador,  Ontario Independence League, Cape Breton
    Liberation Army,  Mouvement de libération nationale du Québec (MLNQ)

    142

    Bilinen bir zarar yok

    Fransa

    Corsica Nazione,  Partit Occitan,
    Union Démocratique Bretonne,  Iparretarrak (IK),
    Nationalforum Elsaß-Lothringen,  National Forum of Alsace,  The
    Savoy League .

    220

    Bilinen bir zarar yok

    İtalya

    Lega Nord , The Two Sicilies,
    Sardinians in Italy, Sardigna Natzione (Sardinian Nation), Secession
    fever in Italy.

    123

    Bilinen bir zarar yok

    Türkiye

    PKK

    86

    ~30,000 can kaybı + ~$200 milyar maddi kayıp

    Bu tablo dolaylı da olsa, bu genç ülkenin bu kadar kısa sürede ne büyük zarara uğradığını gösteriyor. Karşılaştırma yapılan ülekelerdeki ayrılıkçı hareketlerin çokluğuna, buna karşılık çoğunun -örneğin ABD- dünya kamuoyu tarafından bilinmeyişine bakıldığında:

    –       PKK terörünün tüm dünyaca bilinir olmasının,

    –       Bu denli büyük kayıplar verilmesinin

    Ve bütün bu bilançoya karşın sorunun henüz tanımlamamış dahi olmasının, bu süreçteki hükümetlerden bağımsız olarak derin bir SÇK yetmezliğine işaret ettiğine hükmedilebilir.

    Sadece bu konudaki durum dahi “hasta toplum” tanısının reddedilmeden önce daha dikkatle düşünülmesinin yararlı olacağını göstermiyor mu?

    Olup biteni hala derin bir hastalığın işaretleri olarak değil de, bireysel ideolojik tercihlerimizden sapmaların sonucu olduğunu mu düşünüyoruz?

    25 Temmuz 2009


    [1] https://www.tinaztitiz.com/dosyalar.php adresinde “UNDP_icin_hazirlanan_ulke_egitim_raporu” başlığı altında raporun tamamı bulunmaktadır.

    [2] Sadece ulusal bütünlük sorunlarından bir tanesi için uğranılan kaybın yaklaşık 30,000 insan ve $200 milyar olduğu hesaplanıyor.

    [3] http://en.wikipedia.org/wiki/Provisional_IRA_campaign_1969%E2%80%931997#Casualties kaynağından alınmıştır.

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Bir şey öğreten aslında ne öğretir?

    Ağrı Dağı’nın yüksekliği, üçgenin iç açılarının toplamı, cisimlerin niçin düştüğü, Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve daha binlercesi…

    Bunları bize öğretenler, aslında esas öğrettiklerinin bu bilgiler olmadığının acaba farkındalar mı?

    Burada “öğreten” sözcüğü ile yalnızca eğitim sınıfını değil, birilerine bir şeyler öğretmeye, benimsetmeye, ezberletmeye, belletmeye çalışan tüm kişi, kurum ve kuruluşları kastediyorum.

    “Saklı içerik”!

    Bu bir eğitim terimi. Alttan alta öğrenilen anlamına geliyor; hatta, öğreten de öğrenen de farkında olmadan.

    Bir karikatür görmüştüm. Saklı içerik terimini çok iyi açıkladığını düşünürüm: Muhtemelen bir diktatör, bir kürsüden halka hitap ediyor. Dinleyenlerin ellerinde çeşitli yüceltici pankartlar var. “Yaşa varol”, “sen bizim her şeyimizsin”, “seninle sonsuza kadar”, “ülkemizi kalkındırdın”, “dostlarımız sevinsin düşmanlarımız korksun” ve bu gibi onlarcası. Fakat bu övgü dolu pankartları taşıyanlar öyle dizilmişler ki büyük harflerle şöyle bir sözcük oluşturmuşlar: YUH!

    Buradaki fark sadece, dizilenlerin ne söylemek istediklerini çok iyi bilmeleri.

    Bir de deney!

    Bir kafese beş maymun koyulur..Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar..

    Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır…Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.

    Daha sonra, suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler…

    Daha da sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir…ve merdivene ilk yaptiği atakta dayak yer..Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur.

    Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur..

    Son olarak en baştaki ıslanan maymunlarin dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.Tepelerinde bir hevenk muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır..

    Saklı içerik öyle etkilidir ki..

    Öğretilmesi niyetlenilene açık içerik (Arapça müfredat) denilirse, saklı içeriğin en önemli özelliği, öğrenilebilme düzeyinin açık içeriğe oranla kat be kat yüksek oluşudur. Bu nedenle, öğreticilerin ne öğretmeye niyetlendiklerinin bir önemi yoktur, nasıl olsa pek öğrenilmez, ama saklı içerik çok iyi öğrenilir.

    Hatta denilebilir ki açık içerik yoluyla sadece bilgiler, saklı içerik yoluylaysa eğitimin esas amacı olan davranışlar öğrenilir.

    Her açık içeriğin arkasında bir de saklısı vardır!

    Neredeyse bir kural olarak, öğretilmek istenilen her şeyin ardında bir de saklı içerik vardır. Eğer öğretici kişi bunun farkında ise gerekli önlemleri alarak saklı içeriğin varsa olumsuz etkilerini silebilir.

    Bu kavramın farkında olan kişiler, karşılarındakilerin gerçekten öğrenmelerini istediklerini saklı içerik biçiminde verirler. Tabii ki bu, öğreticinin farkındalığına ve de niyetine bağlıdır. Farkında ve iyi niyetli kişiler bu dolaylı mesajlar yoluyla gayet yararlı davranışlar kazandırırken, bu kavramın farkında olmayan öğreticiler -bilmeden de olsa- derin olumsuzluklara yol açarlar.

    Hem farkında ve hem de kötü niyetli olanlar ise gerçek birer zihin soykırımcısıdırlar.

    Peki öğretenler -aslında- ne söylüyor?

    Herhangi bir yolla birisine bir şey öğretme girişiminde bulunan bir öğreticinin dolaylı mesajı açıktır: “bir şey öğrenmen gerekiyorsa, bir öğretici olmaksızın bunu kendi kendine yapamazsın”.

    Bunun, hergün yeni bilgi, beceri ve davranışlar kazanmak zorunda olan ve de bunu kendi kendine yapmak zorunda olan çocuk, genç ve de erişkinlerimiz açısından ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?

    Tüm insanların -hiç ayrımsız- doğuştan sahip oldukları genetik miraslarından, yaşamlarını sürdürmede başlıca yardımcıları olabilecek bir araçtan mahrum bırakılmaları demek değil midir?

    Öğretme-benimsetme okulda bitmez!

    Keşke bu süreç okulda bitseydi. Türünün öğrenme yeteneğini keşfeden insan, kendi doğrularını benimsetebileceği etkili bir yol bulmuş, üstüne üstlük bunu “ona yararlı bilgileri öğretirken” dolaylı olarak öğrettiği “sen kendi başına öğrenemezsin, öğreticilere ihtiyacın var” koşullandırmasıyla, gelecekteki ideolojik, etnik, dini saklı içeriklere de zemin hazırlamıştır. Bu ise giderek benimsetme, zorlama, şiddet, terör ve savaşların gerçek alt yapısıdır.

    Çevrenize bakınız, “aklına geliveren” ya da “duyduklarından” bu kadar emin insan başka nasıl mümkün olabilirdi?

    Yaşlı, orta yaşlı ve genç cesetler!

    Bildiklerinin doğruluğuna yürekten ikna olmuş / ikna edilmiş, artık merak etmeyen, sadece bildiklerini başkalarına da benimsetmeye, öğretmeye çalışarak, gerekirse bu yolda ölmeye ve öldürmeye azimli kaçınılmaz sona adım adım yürüyen her yaştan milyonlar..

    Yeni çağın sadece “bildiklerinden kuşku duyanların, sürekli merak edenlerin ve kendi kendine öğrenebilenlerin” ayakta kalacağı, diğerlerinin ise kendi kendilerini yok edeceği bir çağ olduğunu umabilir miyiz? Maymun ve muz deneyi ümidimizi kırıyor ama..

    Kasım 13, 2007

    Yürekten (Türkçe) = Sorgulamamak, by heart (İng.), par coeur (Fr), ezber (Farsça)

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Bir şey öğreten aslında ne öğretir?

    Ağrı Dağı’nın yüksekliği, üçgenin iç açılarının toplamı, cisimlerin niçin düştüğü, Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve daha binlercesi…

    Bunları bize öğretenler, aslında esas öğrettiklerinin bu bilgiler olmadığının acaba farkındalar mı?

    Burada “öğreten” sözcüğü ile yalnızca eğitim sınıfını değil, birilerine bir şeyler öğretmeye, benimsetmeye, ezberletmeye, belletmeye çalışan tüm kişi, kurum ve kuruluşları kastediyorum.

    “Saklı içerik”!

    Bu bir eğitim terimi. Alttan alta öğrenilen anlamına geliyor; hatta, öğreten de öğrenen de farkında olmadan.

    Bir karikatür görmüştüm. Saklı içerik terimini çok iyi açıkladığını düşünürüm: Muhtemelen bir diktatör, bir kürsüden halka hitap ediyor. Dinleyenlerin ellerinde çeşitli yüceltici pankartlar var. “Yaşa varol”, “sen bizim her şeyimizsin”, “seninle sonsuza kadar”, “ülkemizi kalkındırdın”, “dostlarımız sevinsin düşmanlarımız korksun” ve bu gibi onlarcası. Fakat bu övgü dolu pankartları taşıyanlar öyle dizilmişler ki büyük harflerle şöyle bir sözcük oluşturmuşlar: YUH!

    Buradaki fark sadece, dizilenlerin ne söylemek istediklerini çok iyi bilmeleri.

    Bir de deney!

    Bir kafese beş maymun koyulur..Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar..

    Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır…Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.

    Daha sonra, suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler…

    Daha da sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir…ve merdivene ilk yaptiği atakta dayak yer..Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur.

    Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur..

    Son olarak en baştaki ıslanan maymunlarin dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.Tepelerinde bir hevenk muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır..

    Saklı içerik öyle etkilidir ki..

    Öğretilmesi niyetlenilene açık içerik (Arapça müfredat) denilirse, saklı içeriğin en önemli özelliği, öğrenilebilme düzeyinin açık içeriğe oranla kat be kat yüksek oluşudur. Bu nedenle, öğreticilerin ne öğretmeye niyetlendiklerinin bir önemi yoktur, nasıl olsa pek öğrenilmez, ama saklı içerik çok iyi öğrenilir.

    Hatta denilebilir ki açık içerik yoluyla sadece bilgiler, saklı içerik yoluylaysa eğitimin esas amacı olan davranışlar öğrenilir.

    Her açık içeriğin arkasında bir de saklısı vardır!

    Neredeyse bir kural olarak, öğretilmek istenilen her şeyin ardında bir de saklı içerik vardır. Eğer öğretici kişi bunun farkında ise gerekli önlemleri alarak saklı içeriğin varsa olumsuz etkilerini silebilir.

    Bu kavramın farkında olan kişiler, karşılarındakilerin gerçekten öğrenmelerini istediklerini saklı içerik biçiminde verirler. Tabii ki bu, öğreticinin farkındalığına ve de niyetine bağlıdır. Farkında ve iyi niyetli kişiler bu dolaylı mesajlar yoluyla gayet yararlı davranışlar kazandırırken, bu kavramın farkında olmayan öğreticiler -bilmeden de olsa- derin olumsuzluklara yol açarlar.

    Hem farkında ve hem de kötü niyetli olanlar ise gerçek birer zihin soykırımcısıdırlar.

    Peki öğretenler -aslında- ne söylüyor?

    Herhangi bir yolla birisine bir şey öğretme girişiminde bulunan bir öğreticinin dolaylı mesajı açıktır: “bir şey öğrenmen gerekiyorsa, bir öğretici olmaksızın bunu kendi kendine yapamazsın”.

    Bunun, hergün yeni bilgi, beceri ve davranışlar kazanmak zorunda olan ve de bunu kendi kendine yapmak zorunda olan çocuk, genç ve de erişkinlerimiz açısından ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?

    Tüm insanların -hiç ayrımsız- doğuştan sahip oldukları genetik miraslarından, yaşamlarını sürdürmede başlıca yardımcıları olabilecek bir araçtan mahrum bırakılmaları demek değil midir?

    Öğretme-benimsetme okulda bitmez!

    Keşke bu süreç okulda bitseydi. Türünün öğrenme yeteneğini keşfeden insan, kendi doğrularını benimsetebileceği etkili bir yol bulmuş, üstüne üstlük bunu “ona yararlı bilgileri öğretirken” dolaylı olarak öğrettiği “sen kendi başına öğrenemezsin, öğreticilere ihtiyacın var” koşullandırmasıyla, gelecekteki ideolojik, etnik, dini saklı içeriklere de zemin hazırlamıştır. Bu ise giderek benimsetme, zorlama, şiddet, terör ve savaşların gerçek alt yapısıdır.

    Çevrenize bakınız, “aklına geliveren” ya da “duyduklarından” bu kadar emin insan başka nasıl mümkün olabilirdi?

    Yaşlı, orta yaşlı ve genç cesetler!

    Bildiklerinin doğruluğuna yürekten ikna olmuş / ikna edilmiş, artık merak etmeyen, sadece bildiklerini başkalarına da benimsetmeye, öğretmeye çalışarak, gerekirse bu yolda ölmeye ve öldürmeye azimli kaçınılmaz sona adım adım yürüyen her yaştan milyonlar..

    Yeni çağın sadece “bildiklerinden kuşku duyanların, sürekli merak edenlerin ve kendi kendine öğrenebilenlerin” ayakta kalacağı, diğerlerinin ise kendi kendilerini yok edeceği bir çağ olduğunu umabilir miyiz? Maymun ve muz deneyi ümidimizi kırıyor ama..

    Kasım 13, 2007

    Yürekten (Türkçe) = Sorgulamamak, by heart (İng.), par coeur (Fr), ezber (Farsça)

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Bir şey öğreten aslında ne öğretir?

    Ağrı Dağı’nın yüksekliği, üçgenin iç açılarının toplamı, cisimlerin niçin düştüğü, Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve daha binlercesi…

    Bunları bize öğretenler, aslında esas öğrettiklerinin bu bilgiler olmadığının acaba farkındalar mı?

    Burada “öğreten” sözcüğü ile yalnızca eğitim sınıfını değil, birilerine bir şeyler öğretmeye, benimsetmeye, ezberletmeye, belletmeye çalışan tüm kişi, kurum ve kuruluşları kastediyorum.

    “Saklı içerik”!

    Bu bir eğitim terimi. Alttan alta öğrenilen anlamına geliyor; hatta, öğreten de öğrenen de farkında olmadan.

    Bir karikatür görmüştüm. Saklı içerik terimini çok iyi açıkladığını düşünürüm: Muhtemelen bir diktatör, bir kürsüden halka hitap ediyor. Dinleyenlerin ellerinde çeşitli yüceltici pankartlar var. “Yaşa varol”, “sen bizim her şeyimizsin”, “seninle sonsuza kadar”, “ülkemizi kalkındırdın”, “dostlarımız sevinsin düşmanlarımız korksun” ve bu gibi onlarcası. Fakat bu övgü dolu pankartları taşıyanlar öyle dizilmişler ki büyük harflerle şöyle bir sözcük oluşturmuşlar: YUH!

    Buradaki fark sadece, dizilenlerin ne söylemek istediklerini çok iyi bilmeleri.

    Bir de deney!

    Bir kafese beş maymun koyulur..Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar..

    Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır…Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.

    Daha sonra, suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler…

    Daha da sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir…ve merdivene ilk yaptiği atakta dayak yer..Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur.

    Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur..

    Son olarak en baştaki ıslanan maymunlarin dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.Tepelerinde bir hevenk muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır..

    Saklı içerik öyle etkilidir ki..

    Öğretilmesi niyetlenilene açık içerik (Arapça müfredat) denilirse, saklı içeriğin en önemli özelliği, öğrenilebilme düzeyinin açık içeriğe oranla kat be kat yüksek oluşudur. Bu nedenle, öğreticilerin ne öğretmeye niyetlendiklerinin bir önemi yoktur, nasıl olsa pek öğrenilmez, ama saklı içerik çok iyi öğrenilir.

    Hatta denilebilir ki açık içerik yoluyla sadece bilgiler, saklı içerik yoluylaysa eğitimin esas amacı olan davranışlar öğrenilir.

    Her açık içeriğin arkasında bir de saklısı vardır!

    Neredeyse bir kural olarak, öğretilmek istenilen her şeyin ardında bir de saklı içerik vardır. Eğer öğretici kişi bunun farkında ise gerekli önlemleri alarak saklı içeriğin varsa olumsuz etkilerini silebilir.

    Bu kavramın farkında olan kişiler, karşılarındakilerin gerçekten öğrenmelerini istediklerini saklı içerik biçiminde verirler. Tabii ki bu, öğreticinin farkındalığına ve de niyetine bağlıdır. Farkında ve iyi niyetli kişiler bu dolaylı mesajlar yoluyla gayet yararlı davranışlar kazandırırken, bu kavramın farkında olmayan öğreticiler -bilmeden de olsa- derin olumsuzluklara yol açarlar.

    Hem farkında ve hem de kötü niyetli olanlar ise gerçek birer zihin soykırımcısıdırlar.

    Peki öğretenler -aslında- ne söylüyor?

    Herhangi bir yolla birisine bir şey öğretme girişiminde bulunan bir öğreticinin dolaylı mesajı açıktır: “bir şey öğrenmen gerekiyorsa, bir öğretici olmaksızın bunu kendi kendine yapamazsın”.

    Bunun, hergün yeni bilgi, beceri ve davranışlar kazanmak zorunda olan ve de bunu kendi kendine yapmak zorunda olan çocuk, genç ve de erişkinlerimiz açısından ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?

    Tüm insanların -hiç ayrımsız- doğuştan sahip oldukları genetik miraslarından, yaşamlarını sürdürmede başlıca yardımcıları olabilecek bir araçtan mahrum bırakılmaları demek değil midir?

    Öğretme-benimsetme okulda bitmez!

    Keşke bu süreç okulda bitseydi. Türünün öğrenme yeteneğini keşfeden insan, kendi doğrularını benimsetebileceği etkili bir yol bulmuş, üstüne üstlük bunu “ona yararlı bilgileri öğretirken” dolaylı olarak öğrettiği “sen kendi başına öğrenemezsin, öğreticilere ihtiyacın var” koşullandırmasıyla, gelecekteki ideolojik, etnik, dini saklı içeriklere de zemin hazırlamıştır. Bu ise giderek benimsetme, zorlama, şiddet, terör ve savaşların gerçek alt yapısıdır.

    Çevrenize bakınız, “aklına geliveren” ya da “duyduklarından” bu kadar emin insan başka nasıl mümkün olabilirdi?

    Yaşlı, orta yaşlı ve genç cesetler!

    Bildiklerinin doğruluğuna yürekten ikna olmuş / ikna edilmiş, artık merak etmeyen, sadece bildiklerini başkalarına da benimsetmeye, öğretmeye çalışarak, gerekirse bu yolda ölmeye ve öldürmeye azimli kaçınılmaz sona adım adım yürüyen her yaştan milyonlar..

    Yeni çağın sadece “bildiklerinden kuşku duyanların, sürekli merak edenlerin ve kendi kendine öğrenebilenlerin” ayakta kalacağı, diğerlerinin ise kendi kendilerini yok edeceği bir çağ olduğunu umabilir miyiz? Maymun ve muz deneyi ümidimizi kırıyor ama..

    Kasım 13, 2007

    Yürekten (Türkçe) = Sorgulamamak, by heart (İng.), par coeur (Fr), ezber (Farsça)

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))