• ELBİSELER TAMAM YA İÇİ N’OLACAK?

    Polisimiz de dahil olmak üzere resmi kıyafet sahibi kamu görevlilerinin kıyafetlerindeki “akıl eksiği”nin, biraz gözlemci nitelikteki herkes farkındadır. Yumurta topuklu ayakkabısı ile birisinin peşinden koşan, uzun ceketinin altından silahını çıkarmaya çalışan ve o sırada da ceketinin cebinden düşebilecek eşyalarını tutmaya çalışan bir polis düşünebiliyor musunuz?

    Aynı akıl eksiği istisnasız tüm kamu görevlilerinin kıyafetlerinde vardır. Son zamanda polis kıyafetlerinde yapılan değişiklikle bu akıl eksiği “az birazcık” düzeltildi.

    Pekiyi, elbiselerin içinde yapılması gereken değişiklikler, en az kıyafetlerdeki akıl eksiği kadar önemli değil midir? Şüphesiz önemlidir, hatta çok daha önemlidir.

    Sivas olaylarını TV’lerden görenler hatırlayacaklardır. Kendisi gibi düşünmeyenleri yakmayı kafasına koymuş bir kalabalık karşısında, bu tür konularda en küçük bir eğitimi bulunmadığı hemen belli olan polis “memurları”..

    Ankara’da coplu memur yürüyüşünde ise, iki uç noktadan başka bir nokta bilmeyen -eğitilmediği için- polisin kıyasıya (ama yine de acemice) cop kullanışı..

    İstanbul’daki Bosna ayaklanmasında anıt çevresinde çember olmuş bekleyen polisler ve yüzlerce kişinin önünde kollarını açıp sağından solundan geçenleri durdurmaya çalışan zavallı güvenlik (!) görevlilerimiz..

    Bütün bunlar, karakol jargonunun, bu işleri yönetmeye gerek ve yeter koşul sayılmasından ve eğitimin ne demek olduğunun bilinmeyişinden kaynaklanmaktadır.

    Bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı IMF’nin yakacağı yeşil ışık değildir (hatta hiç değildir). En önemli sorunu laik-şeriatçı çatışması da değildir, ayrılıkçı hareket de değildir.

    Ülkemizin en önemli ihtiyacı, toplum olayları ile nasıl başedileceği konusunda iyi eğitilmiş, ne yaptığını bilen, eğitimiyle, kıyafetiyle, davranışıyla saygı ve caydırıcılık karışımı bir his uyandıran güvenlik gücüdür.

    Karşısında aciz durumda bir polis gören bir saldırgan, hiç kimsenin bulunmaması haline göre daha da cesaret sahibi olur.

    Kızgın toplulukları manipüle etmek çok kolaydır. Hele içlerine bu konularda eğitilmiş birkaç provakatör girince daha da kolaydır. Hayat pahalılığı veya sendika hakkı gibi bir konuda toplanmış bir kalabalığı bir anda kışkırtıp kravat takanların (ya da takmayanların) üzerine saldırtmak işten bile değildir.

    Bu bir kehanet sayılmasın. Yarın öbürgün, bu denli az eğitilmiş ve özellikle de toplum olayları ile baş etmek konusunda çok eğitimsiz bir polis gücü, örneğin TBMM’ni koruyamayacaktır.

    Sefaretleri koruma konusunda son Ankara olayları küçük bir örnektir. Ama iyi yorumlanırsa altın değerinde bir musibettir.

    Bütün bunlardan için için şikayetçi olan birçok üst düzey yetkili olduğundan adım gibi eminim. Ama ne yapılacağı konusunda berrak olmadıkları, eğitim konusunda tam bilinçli olmadıkları da bir gerçektir.

    1984 yılında, bu işlere meraklı birisinin ABD ve İngiltere’deki polis derneklerinden getirtmiş olduğu ve o zaman meraklı bir eğitimci tarafından birleştirilerek karakollara kadar dağıtılan ve toplum olaylarıyla başetmek tekniklerini gösteren video filmleri, bu işin Dünya’da ne denli önemsendiğinin bir küçük kanıtıdır.

    Yapılması gereken, iki-üç kişilik bir çalışma grubu ile -katiyen uzun ünvanlı eğitim daireleri değil- bir hızlı eğitim programı yapmak ve kısa süre içinde tüm polisleri -evet yanlış okumadınız tüm polisleri- hiç eğitim görmemişler gibi yeni baştan eğitmektir.

    Devletimizin yumuşak karnı burasıdır. Sonra demedi demeyin!

  • EKSİK / YANLIŞ BELİRLENEN SEBEPLER = YANLIŞ ÇÖZÜM!

    Bir gazete haberi, Turizm Bakanlığının turizmdeki krizi gidermek için giriştiği büyük tanıtım harcamalarının bir işe yaramadığını haber veriyor.

    Bu, hiç sürpriz sayılmaması gereken, sokak deyimiyle “kör kör parmağım gözüne” bir sonuçtur.

    İster turizm, ister bir başka alandaki sorunları çözebilmenin çok sayıda koşulundan ilk ve vazgeçilmez olanı, o soruna yol açan nedenlerin eksiksiz olarak saptanmasıdır.

    Ama sorun çözmekle yükümlü insanlarımız (özellikle politikacılarımız, akademisyenlerimiz ve kamu yöneticilerimiz) genellikle bir “esas mesele” nin (en kolayının) peşine takılarak bu kuralı hiçe sayarlar.

    Bunun olası sebebi belki kolaycılık, belki de “benim söylediğimin dışında çözüm olmasın” bencilliğidir. Üçüncü bir ihtimal ise, bu sorumluların “başka” işlerle meşgul hale gelmiş olması ve çözümleri onlar yerine beşinci sınıf adamlarının, kendi kapasitelerinin sınırlarını zorlayarak ürettiği çözümleri ortaya koyması olabilir.

    Turizm ya da Türkiye’nin tanıtımı sorununun (ki gerçekte sorun tanınma sorunu değildir), kendi kendini tanıtma uzmanı ilan eden kuruluşların dış medyaya verdikleri pahalı ilanlarla ilgisi olmadığını uzun süredir tekrarlıyorum.

    Hiç bir ilanın, bizi sevimsiz yapan, çağdaş normların dışına iten davranışlarımızın olumsuzluklarını silemeyeceği gerçeğini anlatabildiğimi anlatabilmiş değilim.

    Kedileri fırında yakarak itlaf eden, turist hanımlara bekaret muayenesi yapan, dış ülkelere yolladığı temsilcilerine Türkçe’yi dahi öğretememiş bir ülkenin, pahalı ilanlar yoluyla denizini, güneşini methetmeye kalkışması, hindi olmadığı yolunda kampanyalar düzenlemesi ya da bakanlarına sokaklarda yürüyüş yaptırması olsa olsa bir sonuç yaratabilir, çağdaş insanın çok önem verdiği “rasyonel düşünce biçimi”nden hiç nasibini almamışlığa karşı duyulan kızgınlıkla karışık acıma duygusu!

    Amacım, turizmin gerçek sorunlarının ne olduğu konusunda sorumlularına defalarca ilettiğim teşhisleri burada tekrarlamak değildir. Belli ki onlar bir “esas (ve kolay) mesele” arayışı içindedirler. Ve yine belli ki bu “esas (ve kolay) mesele” lere daha çok -ve de boş yere- paralar harcanacaktır.

    Araştırmak istediğim, acaba nasıl bir yöntemin, “bir soruna yol açan sebeplerin tümünü belirlemeksizin o sorunun çözülemeyeceği” gerçeğini anlatabilmekte başarılı olacağıdır.

    Bunu yapabilecek olanlar, toplumumuzun aydınlarıdır.

    Uzun vadede, eğittiğimiz çocuklarımıza akılcı düşünmeyi öğretmek en geçerli yoldur. Bu ise eğitim sistemimizin felsefesini bütünüyle, değiştirebilmemize bağlıdır.

    Dünyamızın bu hızlı değişim çağında tüm değer ölçülerinin sorgulandığını göz önüne alırsak, günün birinde bizim de “neleri yanlış yapıyoruz?” diye kendi kendimizi sorgulayacağımızı umabiliriz.

    Eminim ki o zaman bu gerçek ortaya çıkacak ve yıllarca bizi “esas (ve kolay) mesele”ler peşinde koşturanlar ayıplanacaklar, kaybettiğimiz yılların sorumlusu ilan edileceklerdir.

    Ama o günler gelene kadar nasıl bekleyebiliriz?

    Toplumumuzun sorun çözme kaabiliyetinin artırılması, her soruna yol açan nedenlerin tümünün göz önüne alınıp, her birine ayrı bir çözüm geliştirilmesi gereğinin anlaşılmasına bağlıdır.

    Aydınımızın önündeki bu tarihi görevi yapabileceğini beklemek hakkımız değil mi?

    Hoşça kalınız.

  • DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ, AKLINA GELENİ SÖYLEME ÖZGÜRLÜĞÜ MÜDÜR?

    En uç teknolojiler dahi henüz bir kimsenin aklından geçenleri saptayabilmiş değildir. Bu nedenle düşünce özgürlüğü , insanların doğal olarak sahip bulundukları ve kimse tarafından denetim altına alınması mümkün olmayan “aklından geçirme” yi onlara güya sunan bir özgürlük türü olarak değil, düşündüklerini dile getirebilme özgürlüğü olarak anlaşılmalıdır.

    Yasalar ve özellikle insan haklarının çağımızdaki boyutları karşısında yasalar, kişilerin düşündüklerini serbestçe ifade etmelerine, yayıp propagandasını yapabilmelerine uygundur. Demokratik idareler insanların düşüncelerini serbestçe ifade etmeleri için onları teşvik etmektedirler.

    Bu, madalyonun bir yanıdır. Madalyonun bir de diğer yanı vardır.

    Düşüncelerini ifade etmek açısından tüm insanlar eşit haklara sahiptir ama eşit imkanlara sahip değildir. Bazı görevler ya da meslekler bazı kişilere, diğerlerinden daha kolaylıkla düşüncelerini ifade etme, yayma, propagandasını yapma imkanı vermektedir.

    Politikacılar, yazarlar ve benzer kişiler böyledir. Bir de, işi, düşüncelerini kolay ifade etmeye uygun olmamakla beraber şöhreti dolayısıyla bu imkana otomatik olarak sahip olanlar vardır.

    “Cesur bir manken”, “bir şarkıcı veya türkücü” gibi sanatçı ya da aksine “kaçakçılığı ve yakalanmamayı meslek edinmiş” gibi kişiler de şöhretleri dolayısıyla ağızlarına bakılan insanlar durumundadır.

    Acaba bu kişiler de her konuda düşünce ifade etme özgürlüğüne sahip midirler? Yasalara göre evet.

    Aynen 1.90 ve 1.70 boyunda iki kişinin yasalar karşısında eşit ama mesela terzi karşısında eşit olmaması gibi.

    Bir kişinin bir konudaki düşüncesini ifade edebilmesi için mahalle muhtarı ya da bir başka merciden izin kağıdı alması düşünülemiyeceğine göre, bu özgürlüğü kullanabilmenin herkes tarafından kabul edilebilecek bazı kriterlerine ihtiyaç vardır.

    Tabiidir ki bu kriterlerin bir yaptırım gücü olamaz. Olsa olsa bu kriterlere uymayan düşünce ifadeleri “saçmalamak” veya “haddini aşmak” olarak nitelendirilebilir.

    Bir konuda düşünce beyan edebilmenin kabul görmüş ölçüsü, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olmaktır. Peki bu ehliyet nasıl kanıtlanır?

    Bunun pek somut tek ölçüsü bulunmamakla beraber:

    1. konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya

    2. O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya

    3. O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak.

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için “ehliyet” olarak kabul edilmektedir.

    Dikkat edilirse bunlar içinde, “sorulduğu için beyan etmek”, “zorunlu olduğu için beyan etmek”, “ben eksik kalmamalıyım diye beyan etmek”, “hergün her konuda beyan ettiği için beyan etmek” gibi ehliyet kriterleri yoktur.

    Örneğin, bir kişinin, yerçekiminin kaynağı konusunda düşüncesini ifade edebilmesinin yasal bir engeli yoktur. Ama bu “ehliyete sahip olma” şartı dolayısıyla, bu kişi bu konuda ancak çok özenle ve de “benim bu konuda bilgim yok ama,…” şeklinde başlayarak düşüncesini dile getirebilir. Tabii ki daha iyisi, hiç konuşmaması ve “ben bu konuda fikir beyan etme ehliyetine sahip değilim” demesidir.

    Ancak uygulama bu değildir. Hergün yazılı basın ve TV’lerde, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmayan birçok “imkan sahibi”nin düşünceleri boy boy yer alır.

    İşin garip tarafı, bir süre sonra bu “o konuda ehliyeti bulunmayan” kişiler bu işlere o kadar alışmaktadırlar ki, Güneydoğu siyasetinden, balık zehirlenmesine kadar her konuda fikir beyan etmeyi bir kamu görevi olarak benimsemektedirler.

    Bu gibi kişilerin düşünce beyan etmesinin ne gibi zararı olabileceği sorusu doğru bir sorudur. Bir konuda ehliyet sahibi olmamak, aynı zamanda o konuda bilgi sahibi olmamayı da beraberinde getirdiğinden dolayı, bu gibi kişilerin sorunlara önerdikleri çözümler daima kestirme ve dolayısıyla da kamuoyunun hiç olmazsa bir kısmı için son derece “açık-seçik”(!) olmaktadır. Gerçek ise her zaman o kadar basit olmayabilir.

    İnanılmaz gibi görünebilir ama bir süre sonra kamuoyu bu ehliyetsiz görüşler doğrultusunda etkilenmektedir. Bu ise insanların “doğru bilgilenme özgürlüğü” ne yapılan bir saldırıdan başka birşey değildir. Buna ise kimsenin hakkı olmamalıdır.

    Ancak bu konudaki kusuru tamamen bu ehliyetsiz kişilere yüklemek doğru değildir. Hatta hiç doğru değildir. Bir kamu görevinin (kamuoyu oluşturmak), bir bölümünü yerine getiren haber toplayıcı elemanlar, belki sansasyon isteğinden, belki de basit ve kestirme çözümlere karşı eğilimlerinden ötürü, bu gibi ehliyetsiz kişilere çanak tutmaktadırlar.

    “Sayın filanca, Güneydoğu için ver-kurtul mu, yoksa vur-kurtul mu gerekir?” gibi siyah-beyaz sorulara hergün verilen ve buram buram bilgisizlik ve haddini bilmezlik kokan cevapları ibretle okuyor ve de dinliyoruz. Fikrini söyleyebilme imkanına sahip olmak, başkalarının doğru bilgilenme hakkını çiğneme hakkı olarak anlaşılmamalıdır.

  • EKONOMİK KRİZ, BİLGİ İHTİYACI VE BİLGİSAYAR SEKTÖRÜ

    Her yeni bütçenin onaylanmasından sonra, her ekonomik sıkışıklıkta, her krizde akla ilk gelen önlem, bir “tasarruf genelgesi” yayımlamaktır.

    Bütün diğer genelgelerde olduğu gibi tasarruf genelgeleri de göreve yeni başlamış acemi devlet memurları ile işini canla başla yapmaya çalışan kamu görevlilerini durdurur, geri kalanlar ise, sağlanan bu tasarruflar yardımıyla biraz daha harman savururlar.

    Toplu iğne, kağıt, çiçek, kurutma kağıdı sarfiyatının her genelgeden sonra hızlı azalışı ile Mercedes araba, yurtdışı gezi, işe yaramaz personel istihdamı ve bina yapımındaki hızlı artışın hep bu genelgelerden sonraya rastlaması tesadüf değildir.

    Tasarruf genelgelerinin yararı yalnız yukarıda sayılan kalemlerle sınırlı olmayıp, ele güne karşı “bak devlet de tasarruf yapıyor siz ne güne duruyorsunuz” mesajı vermeye de yarar.

    Genelde bilgiye, özelde ise teknolojiye düşman olan, ama ahbap sohbetleri sırasında “düğmeye bir basıyorsun dairede kaç kişi çalıştığını söylüyor” gibisinden bilgiçliği kimseye bırakmayan teknoloji meraklısı(görünüşlü) genelge uzmanı bürokrat ve politikacılarımız, eskiden yalnız kalem kağıt tasarrufu ile yetinirlerken şimdilerde listeye bilgisayarları da dahil etmişlerdir.

    İğneden ipliğe hemen her konuda ürettiğinden fazlasını tüketerek bugünlere gelmiş olan toplumumuz halen bir fatura ödeme süreci yaşamaktadır. Keşki tasarruf genelgeleri samimi olsa da toplu iğne ve kağıt dahil tüm harcamalar kısılabilse..

    Böyle bir krizde kısılmak bir yana kullanımı, hatta fazla kullanımı özendirilmek gereken yalnızca tek kalem vardır: Bilgi !.

    Kriz için mikro açıklamaların hepsi bir yana (ve çöpe), kaynaktaki başlıca neden üretimsizlik, onun da temelinde yatan “bilgi”sizliktir. O halde, krizden çıkışın reçetesi de “daha çok bilgi tüketimi” dir.

    Bilgi, TV’de seyretmeye alıştığımız bilgiç tiplerin ağızlarından saçılan saçmalar değil, birer algoritma haline getirilmiş bulunan sorun çözümleri’dir. Bunun Türkçesi yazılım, Frenkçesi de software’ dir.

    Bilgisayar donanımı ise bu yazılımları kullanılabilir kılan araçlar olduğuna göre, gerek yazılım gerek donanım konusundaki kısıtlamalar krizden kurtulmaya değil, burnuna kadar krize batmaya yarar.

    Tasarruf genelgelerini kaleme alanların, onlara bu aklı verenlerin üretim ve teknoloji düşmanlıkları malumdur. Ama şimdi kendi kendileriyle karşılaşmış durumdadırlar. Bir yanda kriz ve ona dayalı bilgi ihtiyacı, öte yanda ise bilgi ve teknoloji düşmanlığı !

    Tasarruf, bilinçsizce bir kısıntı değil, bir öncelikler listesi değişikliğidir. Bir kısım kalemler listenin arkalarına atılırken bazıları öne çıkacaktır. İşte bilgisayar ve bilgi tüketimi konusuna böyle bakılmalı, bunlarda kısıntı bir yana listenin en başına yerleştirilmelidir.

    Salı, 10 Mayıs 1994

  • DURUP DURURKEN NİÇİN TOPARLANILSIN?

    Erzincan Valisi Sayın Recep Yazıcıoğlu’nun valiler toplantısındaki konuşmasını dinleyen ya da okuyanlar, yıllardır halkımızın -önemli bir bölümünün- siyaseti nasıl görüp kullandığına, deneyimli bir bürokratın ağzından çarpıcı biçimde şahit oldular.

    Valiye, “siyasi partinin il başkanı gelsin sorumluluk alsın, tayinlerin altına birlikte imza atalım” dedirtecek kadar siyaseti vıcıklaştıran insanımız, bir yandan da yolsuzluktan, hırsızlıktan şikayet ediyor.

    Vali Yazıcıoğlu’nun konuşmasından çıkarılabilecek çeşitli dersler bulunabilir. Bir tanesi, bir bürokratın da medeni cesaret sahibi olması gerektiğini göstermesidir. Vali hakkında, izinsiz beyanat vesaire gibi bir gerekçeyle soruşturma açılabilir. Bu noktada, kendini aydın olarak tanımlayan herkese düşen görev, İç İşleri Bakanlığına bir yolla erişerek “Yazıcıoğlu’nun gerçekleri dile getirişini desteklediğini” ifade etmesi, bunu bir zincir biçiminde tüm dostlarından istemesi ve sinerjinin gücünü göstermesidir.

    Çıkarılabilecek ikinci sonuç, toplumun hemen her kesiminde yüksek seslerle dile getirilmeye başlanan “artık derlenip toparlanalım, silkinip kendimize gelelim” safsatasının nasıl bir afyon olduğudur.

    Her ne hikmetse insanların çoğunda, “birşeyler bozulur bozulur, ama sonsuza kadar böyle gidemeyeceğine göre sonra da düzelir” gibi bir inanç vardır.

    “Dibe vurup tekrar yukarı çıkmak”, “denizler dalgalanmadan durulmaz” gibisinden metaforların Türkiye’yi de bu bataktan çekip çıkaracağı, vaziyetin o kadar da kötü olmadığı, pıtrak gibi yapılan fabrika inşaatlarının kalkınmamızın işareti olduğu, pırıl pırıl insanlarımızın cep telefonlarıyla çağdaş teknolojiyi yakaladığını (bu yakalamak deyimine de bayılıyorum) kanıt olarak gösterirler.

    Aydınımız kendisine başarım ölçütleri koymalı ve bunların en üst sırasına da, “bilim, teknoloji, sanat, ahlak ve sosyal alanlardaki insanlık birikimine ne kadar katkıda bulunulduğu”nu yerleştirmelidir.

    Cep telefonu, bilgisayar ya da diğer teknolojileri almak, satmak, adlarını, jargonlarını ağzını çarpıtarak tekrarlamak çağdaşlık değildir. Çağdaşlık, bu alanlara bir katkıda bulunabilmektir.

    Dibe vurup çıkamayan insan topluluklarının -onlara toplum denilmemesi lazım- tarihlerine bakanlar, derlenip toparlanmanın otomatik bir süreç olmadığını, bozulmaya yol açmış ve açmakta olan unsurlara söverek ya da onlardan medet umarak bozulmanın durdurulamayacağını kolayca görürler.

    Derlenip toparlanma, yapılması gerekip de o ana kadar yapılmayan bazı şeylerin, onları yapmayanlar eliyle değil, oturup konuşmaktan başka bir şeyler yapmayanlarca yapılmasıyla olabilir. İşte burada, kendini aydın olarak tanımlayanların görev tanımı ortaya çıkmaktadır: aydınımız, bu kadar çeşitli sorunun nasıl ortaya çıktığının kimyasını (ben buna Sorun Kimyası diyorum) anlamaya çalışmalıdır. Bunu yaparken de, eğitim sistemimizin olumsuz ürünleri olan kuşkusuzluk, çabuk yargı, aklına geleni doğru ve tek doğru sanmak, ünvanın akıl yarattığını sanmak gibi tuzaklardan kendini kurtarmalıdır.

    Bu yeni bakış açısı altında yanıtlaması gereken soru, “acaba, hangi kök sorunlarımız aralarında birleşerek değişik görüntülü bunca çeşitli sorunu üretiyor?” sorusudur.

    Bu bakışın eylem boyutu ise, kullanageldiğimiz eylem yöntemi olan, “yetkililere yakınmak, bizim adımıza sorunlarımı çözmelerini istemek” yolunun çıkmaz sokak olduğunu, demokrasilerde böyle bir şeyin olamayacağını anlamaktır.

    İhale yöntemiyle sorunlarını çözdürmeyi ve başı dinç olarak yaşayabilmeyi becerebilmiş topluluklar, yalnızca kendilerini ağalarına teslim etmiş olan köylülerdir.

    Demokrasiye meraklı olanlar, kendi sorunlarına sahip çıkma becerisini kazanabilmiş olmalıdır. Onlar, yetkililerden sorunlarının çözümlerini beklemezler, hatta çözüm telkin edilmesine dahi tahammül edemezler. Yetkilendirdikleri kişilerden beklentileri, verdikleri yetkilerin birer engel olarak önlerine çıkarılmaması ve bir de talimatlarına göre kurallar koymalarıdır.

    Toplumumuzda siyasi partilerin övüne övüne “biz sizin sorunlarınızı çözeriz, bizi yetkilendirin” istekleri kadar, vatandaşlarımızın da “fişmanca lider bizim sorunlarımızı bizim adımıza çözecek kişidir” beklentileri, adını ağzımızdan düşürmediğimiz demokrasiden ne denli uzaklarda bulunduğumuzu göstermektedir.

    Ülke sorunlarına sahip çıkmayı ihale etmekten vazgeçip, bunun arkasına biraz cesaretini, biraz parasını, biraz aklını koymak isteyen insanlarımız, artık bu “derlenip toparlanalım”, “siyasetçiler bizi kurtarsın”, “ordu duruma el koysun”, “filanca kişi ağırlığını koysun” safsatalarını bir kenara bırakıp, somut sinerji bağları yaratmayı denemeye başlamalıdırlar.

    “Deneme”dir, çünkü bu bir teknolojidir ve bu sosyal teknolojiyi bir başka yerlerden satın almak mümkün değildir. Daha genelleyerek bunu bir “derlenip toparlanma stratejisi” olarak ortaya koymak gerekirse, “sorunları doğru tanımlama ve çözmek için sosyal teknolojiler geliştirmek yolunda sinerjik bağlar kurmak” denilebilir.

    “Siyasi istikrar olsun”, “güçlü hükümetler kurulsun”, “siyasetçiler aklını başına devşirsin” gibi temennilerin sadece zaman kaybına neden olduğunu artık görebilmeliyiz.

    Hangi projelerden işe girişileceği, bu tür deneyimler edinmemiş insanların bunları nasıl yapacağı, sorumsuz aydın türünün moral bozucu etkileri, bozulan ahlak, acil müdahale istemlerinin doğru yaklaşımları geciktirici etkileri, çaba harcamamış insanların kolaycılıkları gibi onlarca güçlük vardır.

    Ama aydın olmak, bütün bunları biraz güler yüzle, biraz da aşılacak birer meydan okuma gibi görebilmesi değil midir? Niçin varız?

  • DÖNÜP, KENDİMİZE BİR “BÜTÜN” OLARAK BAKMALIYIZ!

    Adına “sorun kimyası” denilebilecek bir yaklaşım geliştirilse ve sorunların nasıl oluştuklarını, aralarında nasıl yeni bileşikler oluşturduklarını, birbirlerine benzemez sorunların köklerine doğru nasıl iz sürüleceğini ve bunlara benzer konularla uğraşsa, herhalde onun da, maddeler kimyasının konularına benzer kuralları olurdu.

    Bu kurallardan birinin şöyle olacağını beklemek yanlış olmazdı:

    “Bir sorun çözümlenmedikçe yeni sorunlar üretir, onlar da başka sorunlarla birleşerek daha yeni ve kendilerini yaratan sorunlara benzemez sorunlar üretirler”

    İnsanlarımız, bu “sorun kimyası kanunu” uyarınca, bir mayanın kabarması biçiminde büyüyen -ve de şekil değiştirerek büyüyen- sorunlar yumağı karşısında geleneksel tanılarını ve çözümlerini yineliyorlar:

  • Doğru satınalma idaresi en iyi teşviktir

    Sanayi başta olmak üzere çeşitli sektörlerdeki rekabet gücünü artırmak için teşvikler uygulanması en alışık olduğumuz yöntemdir.

    Bugün, kapitalizmin beşiği olan A.B.D.’de dahi kamu alımları hala sanayinin itici gücüdür. Türkiye gibi, devletin ekonomideki ağırlığının hala büyük olduğu bir ülkede ise kamu alımlarının sanayi üzerindeki etkisi “belirleyici” boyuttadır.

    Sanayimizin (ve de diğer sektörlerin) rekabet güçlerini belirleyen yüzlerce faktör olduğu doğrudur. Ama kamu alımlarının, bu güçleri artıracak şekilde kullanılıp kullanılmadığı, bu faktörlerin başında yer almaktadır.

    Bugün ülkemizde kamu alımları, sektörlerin rekabet güçlerini artırmalarını sağlayacak şekilde değil, belirli kişilerin güçlerini artıracak şekilde kullanılmaktadır.

    Doğru kullanılsaydı; standardizasyonun, kalitenin, ucuzluğun, teknolojik gelişimin, kısacası rekabetin anahtarı olacak olan kamu alımları bu haliyle, haksız rekabetin (hem de tüm uygunsuz araçları ile birlikte) anahtarı durumundadır.

    Bugün bir kamu ihalesi, rekabet gücünden başka güveneceği dalı olmayan ya da onları kullanmayı kendine yediremeyen kuruluşlar için bir “karabasan”dır.

    Siyasi görüş, mezhep, çıkar birliği, hemşehrilik gibi ölçütler, kamu ihalelerinde genel kabul görmüş ölçüler haline gelmek üzeredir.

    Bu araçlardan bir veya birkaçını kullanmayan bir kuruluşun rekabet gücü ne olursa olsun, bir kamu ihalesindeki şansı oldukça zayıftır.

    Yeni müteşebbis yaratmanın yolu, onlar için uygun bir klima nın varlığına bağlıdır. Mevcut kamu alımları iklimi, müteşebbis yaratmayı değil var olanların da yok olmasına sebep olmaktadır.

    Batı’da kamu alımları, çok amaçlı bir alet olarak kullanılmaktadır. Örneğin, bedensel özürlülerce erişilebilir bina yapımını ya da mevcut binaların erişilebilir kılınmasını isteyen A.B.D. hükümeti, devletle iş yapmak isteyen özel sektör kuruluşlarının bir “Zorunlu Aksiyon Planı Anlaşması” (Affirmative Action Plan) imzalamasını şart koşmaktadırlar.

    Böylece, devlet bütçesinden para harcamaksızın bazı sosyal politikaları hayata geçirebilecek bir araç doğmuş olmaktadır.

    Kamu alımlarının böyle olumlu kullanılamayışının çeşitli sebepleri vardır. Siyasal iktidarların, kamu alımlarını bir “manivela” olarak kullanma istemlerinin yanısıra, 3 sebep daha önemli rol oynamaktadır. Bunlar:

    1. Standart şartname eksiği,
    2. Satın alma Mühendisliği (Logistic Engineering) eğitiminin verilmeyişi,
    3. Kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Kamu alımına konu her mal ve hizmet ihtiyacı için, her ihtiyaç sahibinin kendi aklına, bilgisine ve ahlak ölçülerine göre (belirli bir markayı/firmayı tarif etmek gibi) bir şartname hazırlaması, hem teknik hem de satın alma ahlakı açısından olumsuz bir ortam yaratmaktadır.

    Her konudaki standart spesifikasyonları (ya da daha iyisi bunların nerelerde bulunduğunun bilgisini) elinde bulunduran kuruluş(lar)ın yokluğu önemli bir eksiktir.

    Devlet Malzeme Ofisi (DMO)nin halen yaptığı “fiilen satın alma ve ihtiyaç sahiplerine dağıtma” işlevi yerine, böyle bir fonksiyona yönlendirilmesi gerekir. Şartnameleri fiilen hazırlayacak/hazırlatacak olan ise T.S.E.’dir. DMO, çok küçük kadrolu (20-25 kişi) bir bilgi merkezi olmalıdır.

    Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün böyle bir standart spesifikasyon merkezi vardır ve tüm Dünya’ya hizmet satmaktadır.

    İkinci eksik, Satın alma Mühendisliği olup, üniversitelerimizden hiç olmazsa köklü olan 4-5 tanesinin, Satın alma Mühendisliği programları ihdas etmesi önem taşımaktadır.

    Üçüncü sırada yer almasına karşın en az diğerleri kadar önemli olan bir diğer husus da kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Kamunun çıkarlarını faziletle savunan kamu görevlilerini bu ifadenin dışında tutarak, kalabalık kamu kadrolarının etkilerini şu formülle dile getirmek mümkündür:

    (kalabalık kadro=düşük nitelik=düşük ücret)

    Kamu alımları, düşük ücretlerin telafisi için seyrek de olsa kullanılabilmektedir. Ayrıca bu olgu son derece saridir.

    Bu hastalığın kökünün kazınması ise kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesine bağlıdır.

    Bünyesinde parazit bulunan bir canlının bir türlü derlenip toparlanamayışı gibi, kamu alımlarını da başta siyasi iktidarların suistimalinden ve diğer 3 parazitten kurtaramazsak, diğer bütün tedbirleri alsak da sektörlerin rekabet gücünü artıramayız. Hoşça kalınız.

    2 Ekim 2001

  • DİNİ PROPAGANDANIN DÜZEYİ !

    İstanbul’da yayın yapan çok sayıdaki radyo içinde küçümsenmeyecek sayıda dini ağırlıklı yayın yapanlar var. Bunların çok büyük bir bölümü kendi doğrularını başkalarına benimsetmeyi amaçlamış bir formatta yayın yapıyorlar.

    Bunlardan birisi, büyük bir ihtimalle önceden hazırlanmış paket yayınlar ya da uydu aracılığıyla İngilizce dilinde ve doğrudan doğruya A.B.D.’deki bir radyodan yayın yapıyor. Zaman zaman İncil’den pasajlar vererek hristiyanlığı tanıtıyor ve böylece dinleyenleri bilgilendirme ve mümkün olursa ikna etmeye çalışıyor.

    İslami söyleme sahip radyolarla bu açıdan benzerlik hemen hemen yüzde yüz. Fakat bu noktadan sonra önemli bir fark ortaya çıkıyor: Doğrudan hristiyanlık propagandası sınıfına giren yayın süresinin çok kısa olması ve geri kalan süre içinde, çeşitli alanlarda son derece çağdaş bilgilendirmelere yer vermesi!

    Öğrenme Stili ve dini söylem!

    Öğrenme Stili, bilindiği gibi bir kişinin şu dört özelliğinin göreli ağırlıklarını belirlemeyi ve böylece öğrenme süreci sırasında bunların ağırlıklarına göre kullanılarak sürecin veriminin artmasını hedefler: Bu stiller, görsel, işitsel, dokunsal ve kinestetik olmak üzere sınıflanmaktadır. Her kişide bunlardan bazıları diğerlerine göre daha güçlüdür.

    Öğrenme stili, eğitim alanında o denli önemli bir kavramdır ki, ilkokulun ilk günü ilk yapılacak işlerin başında her çocuğun nasıl bir öğrenme profiline sahip olduğunun belirlenmesi gelir. Bundan sonra da belirli aralıklarla bu stildeki olası değişimler izlenmelidir.

    Bu yapılmadığı takdirde, son derece yüksek başarı potansiyeline sahip, örneğin kinestetik bir öğrenci, bunun ve kendi öğrenme stilinin farkında olmayan işitsel bir öğretmen tarafından geri zekalı ve/ya islah olmaz bir yaramaz olarak nitelenip okuldan kovulabilir.

    Öğrenme stili belirleme için basit testler mevcuttur ve fakat bu işin önemi bilinmediğinden dolayı okullarımızdaki hiçbir öğretmen tarafından kullanılmaz. Ama bu konu açıldığında hemen herkesin yanıtı hazırdır ve o ünlü “zaten” sözcüğü imdada yetişir: “Ben zaten çocuklarımı tanıyorum!”..

    Dini propaganda yapan radyo, programlarından birisinde öğrenme stili konusunu uzun uzadıya ele alıp irdeleyince, iki kültür arasındaki propaganda anlayışlarının derin farkı bir kere daha ortaya çıktı.

    En çılgın rock müziklerinin çalındığı, anne-baba ve eğitimcilerin en çok işlerine yarayacak bilgilerin verildiği ve bunların arasında da bazı yönlendirmelerin ustaca yerleştirildiği propagandanın nasıl yapıldığını öğrenmek ve bunun korku ve dehşet salarak propaganda yapmakla farkını görmek isteyenler, 89.6 MHz’i dinleyebilirler.

  • DİNAR DEPREMİ, VALİ EMRİ VE DEMOKRASİ

    Dinar depremi sırasında yaşamını yitiren vatandaşlarımızın acısı ailelerinin yüreklerinde yaşayadursun, kamuoyu olayı hemen hemen unuttu.

    Keşke her felaketin arkasından, onlardan gelecek için ders çıkarma amacıyla, nedenlerinin, sonuçlarının ve tekrarlanmaması için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin irdelenmesi gibi bir geleneğimiz bulunsaydı !

    Afyon valisi’nin, kısa aralıklarla süren depremler biraz duraklayınca halka güvence verip, “haydi artık evlerinize dönebilirsiniz, deprem bitti” (ya da buna benzer bir telkin ) dediği, vatandaşların da buna güvenip evlirine döndükten sonra büyük depremin olduğu ve büyük can kaybının bu sırada olduğu biliniyor.

    Medya ve kamuoyu, olayın suçlusunu bulmanın rahatlatıcılığı içinde valiye yükleniyorlar. “Sen böyle söylemeseydin bu insanlar ölmeyecekti” gibisinden. Vali de kendisini , meteoroloji yetkililerinden aldığı bilgiyi aktarmış olmakla savunuyor.

    Bir an için varsayınız ki vali çıldırmış ve böyle değil de şöyle konuşmuş olsa: “evet, ben bu güvenceyi bilerek verdim. kaç kişinin inanıp evlerine gireceğini denemek için yaptım” dese acaba ne olur?

    “Delidir ne yapsa yeridir” deyip geçilir ve Tanrı’ya yakarıp “Allahım, lütfen bize artık deli yetkili gönderme, bunlar bizim felaketimize yol açıyorlar” diye dua mı edilecekti?

    Valiyi bu işten sorumlu tutanlar aslında üstü örtülü biçimde şunu söylemek istiyorlar: «Bizim vatandaşımız cahildir. Valinin -ve de hiç kimsenin- bir depremin olup olmayacağını bilmelerine imkan yoktur. Devletin bazı yetkilerini taşıyor olmasının, Tanrı’nın elçisi olduğu anlamına gelmeyeceğini idrakten acizdirler. Ayrıca sağduyuları da cehaletlerini örtecek kadar gelişmediği için aklen malüldürler. Bu yüzden kendilerine ne söylense kuzu gibi yaparlar ! »

    Bu ifade, maalesef valiye inanıp evlerine gidinler için doğrudur. Buradan çıkarılabilecek sonuç, yalnız, bir kısım Dinarlı vatandaşımızın bu nitelikte olduğu değildir. Başka yerlerde de bu nitelikte insanlarımızın bulnması olasıdır.

    Ayrıca, %80’i ilkokul mezunu olan toplumumuzda ilkokulların bu basit bilgiyi dahi veremeyecek kadar işe yaramazlığı da bu olgudan çıkarılabilecek bir diğer sonuçtur. Ama, valinin sözüne inanıpda evlerine giren insanların, Nil nehri uzunluğunu, Urugay’ın ıspanak ihracatını ve Çaldıran savaşında padişah çadırının nereye kurulduğunu ezbere bildiğinden de kimsinin kuşkusu olmamalıdır.

    Demokrasi, onunla yönetilmek isteyen toplumların bireylerinden , başka rejimlerin bireylerinden istediğinden daha fazlasını isteyen güç bir «kendini yönetme» biçimidir.

    Depremin , devlet ya da onun temsilcilerince bilinemeyeceği bilgisi ya da sağduyusuna sahip olmayan bireyler, bu güç rejimi beceremezler. Nitekim, toplumumuzda beceremeyen birey sayısının çokluğu da bunu gösteriyor.

    Demokrasiyi istiyor, ama tam gereklerini bilerek istiyorsak, insanlarımızın niteliğini değiştirmek zorundayız.

    Onu değiştiremiyorsak bu defa ona en uygun rejimi saçmek durumundayız. Her on yılda bir seçtiğimiz gibi !

    Pazar, 15 Ekim 1995

  • DEVLET POLİTİKASI !

    Sanattan ekonomiye, güvenlikten sağlığa kadar hangi konuda bir tartışma olsa, tartışmacıların oy birliğiyle uzlaştıkları tek konu, o konuda bir “politika” olmadığı ve özellikle de “devlet politikası” olmadığıdır. İnanmayanlar, çeşitli açık oturum, panel, forum vs’ye katılıp bunu gözleriyle görebilirler.

    Bu uzlaşıya konu olan “politika”, o konudaki amaç(lar), ilkeler ve araçları tanımlayan ve bir belge haline getirilmiş görüşleri anlatmak için kullanılır. Kamu yönetimi geleneğimiz içinde, “politika dokümanı” denilen belgeleri hazırlama yaklaşımı gerçekten de çok enderdir. Bazı konularda (istihdam, bilim-teknoloji, turizm, halıcılık, arkeoloji gibi) hazırlanıp yayımlanmış bulunan politika dokümanları da iltifat görmemiş ve bir kenara bırakılmıştır.

    Bu eksiğin bir olası nedeni kamu yönetimi geleneğimiz, bir diğeri ise sorun çözme kabiliyetimizin düşük olmasıdır.

    Toplumumuzu oluşturan bireylerin “düşünme biçimi” nedenselliğe değil kalıpçılık ve sezgiselliğe dayalı olup, bir konudaki politikanın ise nedensel düşünme olmaksızın geliştirilemeyişi, bu yetersizliğin kaynağındaki başlıca nedendir.

    Bir diğer ve önemli bir neden ise insanımızın “yuvarlak söz” alışkanlığıdır. Yuvarlak söz, her sorunu kolayca “ifade etmiş gibi” ya da “çözmüş gibi” gösteren bir uyuşturucudur. Politikacılarımız başta olmak üzere aydın kesimin tümünün bu uyuşturucuya müptela oluşu, üzerinde durulması gereken bir sorundur. “Ülkemizin eğitim meselesi ancak bir yeniden yapılandırmayla çözümlenebilir” gibisinden bir laf içindeki eğitim meselesi, yeniden yapılandırma, çözümleme kavramlarının ne olduğunu soran -ve de açıklayabilen- kimse sayısı her halde pek az olsa gerektir.

    Politika yokluğundan yuvarlak söz yöntemiyle yakınanların kendilerinin de bir politika önerisi hazırlayamamaları, bu hastalığın ne denli köklü olduğunu göstermektedir.

    “Devlet Politikası” yokluğundan şikayet ise çok farklı bir konudur. “Devlet Politikası” deyimiyle, siyasi partilerin tümünün üzerinde uzlaştığı ve değişen iktidarların değiştir(e)meyeceği “politika” lar kastedilmektedir.

    Sınırlarımız, ülke bütünlüğü, stratejik çıkarlar ve bu gibi temel ulusal çıkarlarımız konusunda her siyasi parti ya da iktidarın kendi anlayışına göre rota çizmesi tabii ki istenir bir tutum değildir. Bu konularda hiç bir anayasal zorunluk da olmasa toplumun geleneksel anlayışları, doğal birer “devlet politikası” oluşumuna yol açmaktadır.

    Ama her akla gelen konuda, kimse tarafından değiştirilemeyen birer ihtilal yasası gibi politikalar oluşturulması, devlet politikası meraklılarının demokrasi anlayışlarında bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu?

    Değişen yol (ya da yüz) anlamına gelen politika, değişen durumlara göre yol değiştirmek anlamına geliyorsa, devlet politikaları ancak değişmeyen (ya da çok az değişen) durumlarla sınırlı olmalıdır. Bunun aksi, ülkemizde zaman zaman denenmiş ve yarar değil zarar getirdiği görülmüştür.

    Politikayı doğru anlamıyla değil de uygulamada kazandığı olumsuz anlamıyla anlayanlar, politikaları değişmez kılmaya değil, politikanın niçin çirkin olduğuna kafa yormalı ve onu değiştirmeye çalışmalıdırlar.

    Pazar, 26 Şubat 1995