• BABA BU NE?

    Beş yaşındaki bir kız çocuğunu elinden tutmuş bir baba, sabah erken saatlerde bir pizzacının önünden geçiyorlar. Pizzacının önünde, moto-servis için hazır bekleyen sıra sıra motosikletler var. Arkalık yerlerinde de pizzacının logosunu taşıyan renkli, çekici tasarımlı pizza kutuları.

    Kız çocuk bu yan yana duran icili bicili şeyleri görüp babasına soruyor.

    • Baba bunlar ne?

    • Motosiklet kızım?

    Kız tekrar soruyor:

    • Baba bunlar ne?

    • Motosiklet dedik ya kızım!

    Kız hiç duymamışçasına tekrar soruyor:

    • Baba bunlar ne?

    • Ee motosiklet dedik ya kızım!

    Kız bir daha sormuyor. Baba ise kızının sorusuna yanıt verdiğini düşünerek muhtemelen mutlu oluyor, hatta çevresindeki dostlarına öğüt de veriyor: “çocuğun sorularına mutlaka cevap vereceksin, sıkılmayacaksın; kaç defa sorarsa sorsun sabırla tekrarlayacaksın, ben şahsen öyle yapıyorum!”

    Bu, hayali değil gerçek bir gözlemdir. Ama o denli sık meydana gelmektedir ki belki de kimsenin dikkatini çekmiyor.

    Gerçekte olan ise şudur: olaydaki kız çocuk, muhtemelen ilk defa gördüğü pizzacı motorlarını -ki daha önce başka motosikletler görmüş, ama pizzacınınki gibi renkli taşıma kutusu olanları ilk defa görmekte de olabilir- ve o farkların nedenlerini sormaktadır. Buna karşı baba -gönül huzuru içinde-, okullarda yıllarca yapılana benzer şekilde o şeyin “adını” söylemektedir.

    İki dik kenarı birleştiren kenara hipotenüs denir” tanımlamasını ezber yoluyla belleyen çocuklarımızdan, “öğretmenim hipotenüs nedir?” diye soran öğrenci ya da bu soru sorulmadan açıklayan öğretmen olmuş mudur bilinmez, ama kesin olan, toplumumuzun aile, okul ve sosyal çevre tarafından oluşturulan “eğitim kültürü” büyük ölçüde ad belletmeye (hem de ezber, yani kuşkusuzluk yoluyla) dayalıdır.

    Hipotenüs’ün eski Yunanca’dan geldiğini, iki şey arasına gerilmiş demek olduğunu, hatta tetanos ve hipotenüs‘ün köklerinin (teinein) aynı olduklarını öğrenen bir çocuğun üçgenleri ve onun yaşam içindeki somut karşılıklarını daha iyi öğrenip uygulayacağından; ve böylece, bilimi çok sayıda adı ezbere bellemişlerin tekelinden kurtararak yaşamına rehber yapacağından kuşku yoktur.

    Bilim ve teknolojide gelişmeler hızlandıkça, kavramlara ve ürünlere verilen adlar da doğal olarak çoğalmaktadır. Bu kavramların içeriğini merak etmeden yalnızca onların adlarını bellemeyi bilgi sayan bir yaklaşım, ağzı kalabalık ama deyip yazdığının anlamını bilmeyen bir seçkin kesim yaratmaktadır. Motosiklet’in adını söyleyip kızına belletmeye çalışan baba ve benzer işleri eğitim kurumlarında yapanlar, bu cahil seçkinlerin birer örneğidirler.

  • ZABITA’NIN HÜCUMU

    Bir kamu binasının deniz kıyısındaki bahçesine bir yapı kondurmak isteyen uyanık bir vatandaşımız, yine kendi gibi ve ayrıca gözü de kara yedi sekiz fedaisi eliyle projesinin gerçekleştirrilmesine tam girişmişken, muhtemelen aynı bahçeye benzer bir proje uygulamak isteyen bir başka muteber vatandaşımızın şikayeti üzerine belediye zabıtalarının baskınına uğruyor.

    Zabıtalarımız, yüksek ökçeli pabuçları, palabıyıkları, dolgun göbekleri ve sert bakışlarıyla vaziyete müdahale ediyorlar ve şefleri, yasanın kendilerine vermiş olduğu hakkın da kuvvetiyle kükrüyor: “N’apıyosunuz lan burda?”..

    Ancak, devlet güçlerinin, karşılarındakileri vatandaş sanarak yaptıkları bu sert çıkış karşı tarafça radikal biçimde cevaplanıyor: Fedailer, zabıtanın üzerine yürüyüp ite kaka kapıdan dışarı sürmeye başlıyorlar.

    Devletin onurunu ezdirme (ve postu deldirme) tehlikesiyle karşı karşıya kalan zabıta güçleri can havliyle, inşaat hazırlığı için yerde yığılı bulunan `beşe onları’ kaptığı gibi fedailere karşı hücuma geçiyorlar. Ancak, korku nedeniyle ellerindeki kalasları öylesine sallıyorlar ki bir tanesi bile rahatça adam öldürebilir. Ancak karşı taraf bu konularda idmanlı olduğu için kaçarak kurtuluyor ve onlar da ellerine benzer silahlar alarak dengeyi kuruyorlar.

    TV’de herkesin gözü önünde ceryan eden bu olayın sonrasında ne olduğu pek önemli değil ama buraya kadarından çıkarılabilecek net bir sonuç var. Hatta bu sonuç yalnız belediye zabıtası için değil emniyetin polisi için de geçerli..

    Yasaların yaptırımını sağlamakla görevli güçler (zabıta, polis ve benzeri görevliler), fiziki müdahale konusunda son derece eğitimsiz olup, sözel yaptırımın dışına taşılan hallerde -ki gayet sıktır-, bakkal Mehmet efendinin bildiği boğuşma tekniklerinden fazlasına sahip değillerdir. Bu yetersizlik bu gibi hallerde öldürücü saldırganlığa (can havli budur), diğer hallerde ise bir kabalığa dönüşmektedir. Çünkü bilindiği gibi her türlü yetersizlik, kişi tarafından kabalık ve/ya saldırganlıkla telafi edilmektedir.

    Güvenlik güçlerimizin zaman zaman sergiledikleri kaba ve/ya saldırgan davranışların, durup dururken nasıl bir reaksiyonerlik yarattığı düşünülürse, polis ve zabıtanın fiziki yaptırım konusundaki eğitiminin ne kadar olumlu sonuçlar yaratacağı anlaşılacaktır.

    Tabii ki bu fiziki eğitimin yanısıra, üzerinde hiç akıl yorulmadığı belli olan kıyafetleri de rahat hareket etmeye uygun hale getirilmek kaydıyla!

  • YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI VE POLİTİKA

    Yöneylem Araştırması’nın (YA) toplumumuzda pek yaygın bir kullanım alanı bulabildiği söylenemez, ama politikaya neredeyse hiç girmediği söylenebilir. Bu makalede konunun bu yönü üzerinde durulacak ve YA’nın politik yaklaşımlarımıza nasıl bir innovation getirebileceği üzerinde durulacaktır.

    Burada politika deyimiyle alışılmış, genelde günlük çekişmelere ya da çeşitli kesimlerin hoşlarına gidebilecek ama doğruluk düzeyi düşük söylemlere dayalı politika değil, Eflatun’un “toplumu mutlu kılma sanatı” şeklinde tanımladığı “politika” ya da bir başka deyimle “toplumun sorunlarını çözerek onu mutlu kılmak” kastedilmektedir.

    Halen -özellikle politik kadrolarımız- anılan bu sorunların çözümlenmesinde bazı yanlış yaklaşımlara sahip olup, bunlar sorunlar kimyası’nın süreçlerini anlamaya ve de onlara müdahale etmeye yetmemekte ve yanlış ve/ya yetersiz çözümler üretilmesine neden olmaktadır.

    Burada “Sorunlar Kimyası” deyimiyle, çeşitli sorunların oluşumu, bileşimleri, aralarında yaptıkları yeni kombinezonlar, yansımaları ve bu gibi özellikleri ifade edilmeye çalışılmakta ve bir bakıma, “maddeler kimyası” nın kanunlarına benzer kanunların varlığına işaret edilmek istenmektedir.

    YA’nın politika alanına uygulanması konusu, bu yanlış yaklaşımlar açıklandığı takdirde daha net olarak irdelenebilecektir.

    A.  Olaylar arası doğrusal ilişkiler ve açık uçluluk varsayımı!

    Olaylar genellikle dairesel bağlantılıdır. Yani bir A olayının ardından doğan B olayı dönerek A olayına girdi olur ve bunun sonunda ya büyüyen ya da küçülen bir spiral doğar (pozitif ya da negatif geri besleme).

    Böylece aynı bir olay hem sebep hem de sonuç olur. Pratikte ise genellikle bu gerçek gözardı edilir ve olaylara ya sebep ya da sonuç olarak bakılır. Bu yanlış bakışın doğal bir sonucu da olayların açık uçlu olabileceği, yani bir yerde son bularak sürecin duracağı yanlışını doğurur.

    Bu duruma bir örnek, kamu açıklarıyla beslenen enflasyonun dönerek kamu açıklarını artırmasıdır. Bu şekilde bir süre geçtikten sonra kamu açıkları ve enflasyon, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olurlar.

    B. “Yalıtılmış” olaylar !

    Olaylara genel bakış açısı, yalnızca birbirine doğrudan bağlı olayları “ilişkili” olarak nitelemek şeklindedir. Halbuki olaylar birbirleri üzerinden yansırlar ve diğer olayların üzerine düşerek onlardan yeni ve değişik nitelikli sorunlar yayılmasına neden olurlar. Aynen fizikteki, katı nesnelerin çarpışıp yansımaları gibi! (Bakınız Örnek-1, 2).

    Böylece ilk bakışta aralarında ilişki olmadığı sanılabilecek olaylar arasında yakın ilişkiler bulunabilir. Çeşitli yansımalar sırasında, bir olayın kaynağından uzaklaştıkça, ya da tek dereceden yansımalı sistemler yerine çok dereceli yansımalar olduğu takdirde ilişkileri görebilmek daha güçleşir. Bu güçlüğün nedenlerinden birisi de, olayları birbirinden yalıtılmış olarak (bağımsız kompartmanlar halinde) görmek alışkanlığıdır. Halbuki aynen maddeler uzayı gibi sorunlar uzayı da bir ve tek’tir. Çeşitli sorunlar, daha az sayıdaki Kaynak Sorunlar’ın değişik yüzeyler üzerinde bıraktığı yansımalardır.

    Bu bakış açısının en dramatik sonucu, bu yalıtılmış sorunları ayrı ayrı çözmeye çalışmak ve fakat bir türlü de çözememektir. Ayrıca da her yanlış çözüm, durum dengelerini rastgele biçimde değiştirme ihtimali nedeniyle evvelce olmayan yeni sorunların da doğmasına neden olabilmektedir..

    C. Oluşmuş sorunları doğrudan çözmeye çalışmak !

    Bu durum hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan Karteziyen Mantığı’nın bir ürünüdür. İnsanlar, sorunların çözülebileceğine inanır ve “istenmeyen bir durum”un koşullarını değiştirip, “daha az istenmeyen bir durum” yaratmaya çalışırlar.

    Ama şu unutulur: “İstenmeyen bir durum” a yol açan girdiler saptanıp yokedilemezse, yeni oluşturulan koşullar altında yeni “istenmeyen durum(lar)” doğabilir!

    Örneğin, uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır. Buna göre insanlara ilk öğretilmesi gereken, sorunların doğrudan çözülemeyeceği, onlara yol açan kaynaktaki nedenler’in yokedilebileceğidir.

    Bu bağlamda sorunları çözebilmenin en sağlam ilk adımı, onun yol açtığı sıkıntıları kaybetmemek (gidermeye çalışmamak) tir. Örneğin, kıyafeti çağdaş olmayan birisi, daha derindeki bir başka sorunun varlığının işareti olabilir ve bu işaret bir biçimde -hatta zorla- yokedilebilir de. Böylece, o sorun hakkındaki değerli bir göstergeyi yok etmiş olacağımız gibi, hem sorunu çözemeyiz ve hem de yeni sorunlar üretmiş oluruz.

    Bu yanlış yaklaşım geleneklerimize işaret edildikten sonra, iki soruya cevap verilmeye çalışılmalıdır:

    (1) YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi? Evet ise nasıl?

    (2) Bunu sağlamak için neler yapılmalıdır?

    * YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi?

    Evet getirebilir. YA’nın sorun çözme araçları içinde politikaya rahatça uygulanabilecek epeycesi vardır. Örneğin “benzetim” (simulation) böyledir.

    ABD Kongresinin Bütçe Komisyonu’nun başlıca görevi, kongreye sunulacak yasa teklfilerinin, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi mali etkiler yaratacağının tahminlenmesi olup, “What if” türü analizler bu sorulara cevap bulmak için kullanılmaktadır.

    What if analizleri politikada yalnızca mali etki tahminleri için değil, daha subjektif değerlendirmeler -politikacıların uluslararası konulardaki beyanatının yol açabileceği gelişmeler gibi- için de kullanılabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı sözel olarak talep etmesi, Suriye’nin Hatay’ı kendi sınırları içinde haritalaması gibi fiziki hiçbir eylem içermeyen sözler, bugün dahi bu ülkelere karşı tutumumuzu ve savunma politikalarımızı etkilemektedir.

    Bu bağlamda, mesela “Adriyatik’ten Çin’e kadar” sözlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve bundan böyle doğuracak olduğunu değerlendirebilmek için, YA’nın “What if” analizi gayet etkinlikle kullanılabilir.

    YA’nın bir başka sorun çözme yaklaşımı olan “sezgisel yöntem” (heuristic), bir çok olayın ancak sezgisel yolla ifade edilebildiği politikada kullanılabilen bir diğer yöntemdir. Nitekim, EZ-IMPACT adlı bir algoritma ve bilgisayar programı, aralarındaki ilişkiler ve bireysel eğilimleri (trend) ancak subjektif terimlerle ifade edilebilen olayların analizi için geliştirilmiş olup, politikanın ana malzemesi olan toplum sorunlarını anlayıp önlem geliştirmede eşsiz bir araçtır.

    Ama, YA’nın politikaya uygulanabilirliği açısından esas değeri bu yöntemlerden dolayı değildir. Başka disiplinlerden politikaya aktarılıp uygulanabilecek çok sayıda teknik bulunabilir.

    YA’nın “sistem bütünlüğü” yaklaşımı, politika açısından esas önem taşıyan özelliktir. Bu yaklaşım, yukarıda (b) şıkkında dile getirilen, “olayların yalıtılmışlığı” olarak adlandırılan büyük sakıncayı ortadan kaldırır.

    Nitekim, reengineering adı verilen yeniden yapılandırma yaklaşımında da bu yalıtılmışlığın nelere yol açtığı gösteriliyor ve yeniden yapılanmanın, bölmeleme (departmentation) yerine süreç (process) temelli olması öneriliyor.

    Halbuki geleneksel kamu örgütlenmesi (Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Belediyeler gibi), tamamen departmentation’a dayalıdır. Bu örgütlenme biçiminde her yalıtılmış birim kendi işini mükemmel yapsa dahi, her birimin amaçları bütün’ün amaçlarından farklı -ilgisiz, hatta çoğu zaman da çelişik- olduğu için, işlerin bütünü açısından giderilemeyecek karmaşıklıkta sorunlar ve kaçınılmaz bir pahalı ve verimsiz “işletme” doğuyor.

    Aslında bir bütün olan “amaçlar”ı bölmeleyip her birini ayrı yönetmeye dayalı geleneksel yaklaşım yalnız kamu yönetiminde değil sanayi ve ticarette de benzer olumsuz sonuçlara varmış ve bugün artık bu yaklaşımın yanlış olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

    Bir başka deyimle, YA’nın ünlü “sistem yaklaşımı” ilkesine aykırı bir yapılanma hem Dünya ekonomisini hem de toplum yönetimlerini içinden çıkılmaz noktalara getirmiş bulunmaktadır. Türkiye sorunlarına bu açıdan bakıldığında, siyasette ve ekonomide yaşanan kriz daha kolay anlaşılabilmekte, en azından krizin en önemli bileşeninin bu, “bütüncüllük dışı yaklaşım” olduğu anlaşılmaktadır.

    Toplumumuzun sorunlarını, yalıtılmış, birbirinden bağımsız -ama birbirleriyle etkileşebilen- biçimde algılayıp, bunların her birini ayrı department’lerin sorumluluğuna tevdi ederek çözmeye çalışmak yerine bunların, “amaçlarımızı üretmeye uygun olmayan bir ortam” ın, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki izdüşümleri olduğunu kavradığımız takdirde kriz ortamından çıkmak, hatta krize yol açan kimi ögeleri bu defa birer avantaj olarak kullanmak mümkün olabilecektir.

    Bu saptama bizi Görünen Sorun – Kaynak Sorun kavramlarına götürmektedir*. Az sayıdaki sorunun (source cause) yansımalar, birleşmeler, ayrışmalar yoluyla yeni sorun bileşikleri yarattığı, bunların ise doğrudan çözülmesi mümkün olmayan Görünen Sorun’lar (phantom problems) yarattığı şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, maddi-manevi kaynaklarını Görünen Sorunlar’ı çözmeye ayırmış ve bu yolla da sürekli yeni sorunlar üreten politika geleneğimiz açısından büyük bir yanılgıya işaret etmektedir.

    İşte YA’nın, innovation özelliği çok zayıf bulunan politik yaşamımıza getirebileceği en önemli innovation katkısı bu yaklaşımdır. O halde mesele, YA’nı politik yaşamımıza nasıl katacağımız meselesine indirgenmektedir.

    Politikayı yaşama geçirecek olan kurumların zayıf olduğu, ayrıca da günlük politik çekişmelerden çokça etkilendiği dikkate alınırsa, bizde, tepedeki politikacıların etkilenmesinin -daha genel olarak etkinlerin etkilenmesi- en önemli problemi oluşturduğu görülecektir.

    Bunun ise geleneksel yollarla, yani yazmak, söylemek, önermek vbg yollarla pek mümkün olmadığı bilinmektedir.

    A.B.D.’de, politikacıların eğitilmeleri için kurulmuş bulunan JFK School of Government benzeri bir organizasyon oluşturulması etkin bir araç olabilir. Bu okulda, yerel ve merkezi idarede rol alacak politikacılara yeni bir “düşünme stili” benimsetilebilir. Ama bu yaklaşım dahi, etkinlerin etkilenmesini gerektirir.

    Bu nedenle, bir başlangıç noktası olarak bir YA çalışma grubu oluşturulması düşünülebilir. İçinde, politikacı, sosyolog, psikolog, pazarlamacı ve YA uzman(lar)ı bulunan bir çalışma grubu, etkinlerin etkilenerek YA yaklaşımlarının ve özellikle de sistem yaklaşımı’nın benimsenmesi için hangi araçların kullanılabileceğini araştırabilirler. Hatta daha abartılı bir araç olarak, yalnızca politika ve YA konusunun işlendiği bir çalışma toplantısının düzenlenmesi dahi düşünülebilir.

    Salı, 12 Temmuz 1994

  • “YENİ MUHALEFET ANLAYIŞI” NASIL OLMALI?

    “Yeni siyaset anlayışı”, “sorunlara yeni yaklaşım yolları”, “yeni politikacı tipi” gibi arayışlar içinde ele alınıp tartışılması gereken konulardan birisi de “yeni muhalefet anlayışı” olmalıdır.

    Ülkemizde geleneksel muhalefet anlayışı, ya iktidarların her ak dediğine kara demek (güçlü muhalefet deniliyor), ya da iktidarların bazı tutumlarını -ki bunlar yanlış da olabilir- desteklemek (buna da sorumlu muhalefet deniliyor) biçimlerinde olagelmiştir. Ama genel çizgi, “çürütmecilik temelli muhalefet” tir. Bu yaklaşımların her ikisinin de demokratik sürecin işleyişine olumlu bir katkı sağlamadığı, bugüne kadar ki uzun geçmiş performanstan bellidir.

    İlginç olan nokta, bu yetersizliğin hemen herkes tarafından bilinip dile getirilmesidir (dile getirmeyenler yalnızca her devirdeki muhalefet partileridir)..

    Peki, herkes tarafından bilinen bu durum niçin böyledir? Bu yetersizliğe yol açan sebepler nelerdir?

    Olası nedenlerden en güçlüsü, “çürütmeci muhalefet”in çok zahmetsiz olmasıdır. Bunda yöntem, iktidarların yaptıklarını, kararlarını, söylediklerini izlemek ve onların eksik ve yanlışlarını bulmaktır ki bu da son derece kolaydır. Bu iş ne denli şiddetli, kırıcı hatta hakaretamiz yapılırsa muhalefet de o kadar başarılı sayılır.

    Çürütmeci muhalefet yapmanın ikinci yöntemi, o an iktidar olan partinin muhalefetteyken söylediklerini bulup hatırlatmaktır. (Buna karşı iktidarların da cevabı hazırdır: Ya muhalefetin iktidardayken sölediklerini bulup çıkarmak ya da o sözün o güne bu sözün bu güne uygun olduğunu belirtmek..)

    Gerçekte ise iktidarların en güçlü yol göstericisi olması gereken muhalefet ülkemizde, geleneksel olarak, “bizim görevimiz yapılana itiraz etmektir” gibi faydasız bir ağız dalaşına dönüşmüştür.

    “Yeni Muhalefet”, Özgün ve Ayrıntılı Bir Modele Sahip Olmalıdır!

    “Muhalefet, her an için daha iyi bir alternatif ortaya koyabilmek ve bu yolla iktidarın uygulamalarını daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele yönlendirebilmektir” gibi bir tanım benimsenirse, bunu yaşama geçirebilmenin ancak bir yolla mümkün olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O da, her anın reaksiyonlarının -ki onların nasıl doğduğuna işaret edilmişti- biraraya gelmesinden oluşan, parçaları arasında bir uyum bulunmayan ve daha da kötüsü belirli bir ideale yönelmemiş “yamalı tutumlar” yerine, parçaları kendi aralarında uyumlu ve belirli bir ideale göre tasarımlanmış bir model sahibi olmaktır..

    Böyle bir model “özgün” ve “ayrıntılı” olmalıdır. Örneğin, “partimiz, serbest piyasa ekonomisini benimsemektedir” gibi yalnız kerteriz almaya yarayan bir model hem özgün hem de ayrıntılı değildir. Çünkü, örneğin, içinde bulunulan ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine nasıl ulaşılacağı -ki işin can alıcı yanıdır- belli değildir.

    Geleneksel muhalefet söylemimiz, “değerli kadrolarımız, bu amaca göre gerekli icraatı yapacaktır” biçimindedir ve bunun Türkçe’si “biz de o kısmını henüz düşünmedik” demektir.

    Nitekim, hemen tüm partilerin -iktidarlar da dahil- şiddetli bir özelleştirme yandaşı olmasına karşın bu işin bir türlü becerilemeyişinin önemli bir nedeni, devlet işletmeciliğinden özel işletmeciliğe geçiş halinde, KİT kadrolarına doldurulmuş insanların ne yapılacağının bilinmeyişidir.

    Özelleştirmenin vazgeçilemez koşulu, özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların ve de kamuoyunun desteğinin kazanılması olduğuna göre, orada çalışanların ne olacağı konusunda kafası karışık partilerin yanında kimsenin yer almayışının, bunun yerine herkesin “adil düzen”e koşmasının bir nedeni de işte budur! Denize düşenin yılana sarılması ya da yağmurdan kaçanların doluya tutulması herhalde bu olsa gerektir..

    Geleneksel politikacı tipimizin “makro” yaklaşımlara meraklı görünüp, bu can alıcı soruların cevaplarını içermesi gereken “mikro” yaklaşımlardan bucak bucak kaçmasının nedeni, neyi nasıl yapacağı konusunda berrak bir fikri bulunmayışıdır. Makro yaklaşımlar ise okul kitaplarında hatta gazetelerde zaten yazmaktadır.

    Buna göre “Yeni Muhalefet”, elinde operasyonel düzeyde ayrıntılı bir hükümet programı bulunduran; enflasyonu “nasıl” düşüreceğini, üretim sistemimizi buluşçuluk temeline “nasıl” oturtacağını, terörle “nasıl” mücadele edeceğini, insanlarını daha iyi “nasıl” eğiteceğini, mali sistemi bütünüyle belgeye “nasıl” dayandıracağını ve bütün bunların yapılmasına engel olabilecek güçlükleri “nasıl” aşacağını tasarlamış, bunu yazılı hale getirip ilan etmiş, bununla da kalmayıp gelişmelere göre bunları güncelleyerek eksik ve yanlışlarını gideren bir muhalefet anlayışıdır.

    “Yeni Muhalefet” Tahmin Yapabilmelidir!

    Kabaca, “yapılanı eleştirmeye” (ve sadece eleştirmeye) dayalı geleneksel muhalefet yerine geçmesi gereken “yeni muhalefet’in başarısının bir ölçütü de geleceğe ait tahminlerinin tutarlılığıdır. Eleştirilerini mutlaka tahminlerle desteklemeli ve belirli aralıklarla tahminlerinin geçerliğini, varsa yanılma nedenlerini dürüstçe ilan etmelidir

    “Yeni Muhalefet”, “Yeni Bilgi Verme Üslubu”nu Gerektirir!

    Geleneksel iktidar-muhalefet ilişkilerimizin dayandığı iletişim, bir ortaoyunu dili kullanır. Ortaoyunlarında, taraflardan birisinin bir sorusuna anlamlı bir cevap verilmesi zorunluğu yoktur. Beklenen, cevabın soru ile kafiyeli olması, dahası, cevabın soru soranı şapa oturtmasıdır.

    Örneğin, “futbolcuların transfer ücretleri niçin vergi dışıdır?” gibi bir soru’nun ortaoyunu politikası kurallarına göre cevabı, “spor, kitlelerin beden ve ruh sağlığını geliştirici faaliyetlerdir. Bu yüzden teşvikinin düşünülmemesi mümkün değildir. Yoksa siz halkımızın sağlığına mı karşısınız?” biçimindedir ve bu aslında “uysa da uymasa da” cinsinden bir yanıt olup pratik hiçbir anlamı yoktur.

    Buna göre “yeni muhalefet”, yeni bir bilgi verme stiline, daha açık bir deyimle yeni bir cevap verme ahlakının ortaya çıkmasına, yani yeni bir iktidar stiline bağlıdır.

    “Yeni Muhalefet”in 1 Numaralı Önceliği “Bilgiye Erişme Özgürlüğü” Olmalıdır!

    Geleneksel siyaset yaşamımızda muhalifetin en çok kullandığı argümanlardan birisi de “etkin muhalefet yapmak için gereken bilgilerin yalnız devletin -yani iktidarın- elinde olduğu”dur.

    Aslında ise, karar almak için gereken bilgiler iktidarların elinde de yoktur. Bunun nedeni de, kararların “bilgi”ye değil, o an için hakim rüzgara göre alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu iktidarlar da muhalefetler de bilir ama söylenmesi ayıp olacağı için söylenmez.

    Bugüne kadar ne iktidarların ve ne de muhalefetlerin bir önceliği “bilgiye erişme özgürlüğünün sağlanması” olmamıştır. Bu da, kullanılagelen “bilgi yok” argümanının samimi olmadığının kanıtıdır.

    Bu ölçüler uyarınca bakıldığında, ülkemizde yalnız muhalefet partisi değil, siyasi parti denilebilecek bir örgüt hiç bir zaman bulunmamıştır.

    Bu, yeni siyasal oluşumlar için yol gösterici bir saptamadır. Mevcut siyasi partilere ek olarak kurulmakta bulunan ya da bundan böyle kurulacak olan siyasi partiler ancak bu ölçülere uyduğu takdirde bir değer taşıyacak, aksi halde vatandaşın kafası biraz daha karışacak ve tercihler daha da uçlara kayabilecektir.

    Cumartesi, 28 Mayıs 1994

  • YAYA, BİSİKLETLİ, KAMYONLU VE BAŞBAKAN

    Önce bir gözlem: bir kişi yaya olarak yürürken ya da bisiklet kullanırken tavırlarında değişiklik oluyor. Yaya iken en doğal halinde olan kişi bisiklete binince tavırları biraz değişiyor.

    Bisikletin, bir güç üreten motoru olmasa da, çevrilen pedalın kazandırdığı enerjiyi depolayabilecek bir kütlesi var.

    Bu birikmiş enerji bir mekanik gücü temsil ediyor ve bisikletin üzerindeki kişi bunun farkındadır. Örneğin yaya yürürken birisine çarptığında bir hasar yaratmazken, bisikletle çarptığında bir hasar yaratabileceğinin bilincindedir. Bu tavır farklılığının nedeni , sahip olunan «güç»ün farklılığından kaynaklanmaktadır.

    Bu defa aynı kişinin altına bir otomobil (ama ucuz bir otomobil) verip sürücü koltuğuna oturttuğumuzda, bisikletli haline göre yüz hatları daha gerilmekte, kendini daha bir önemsemektedir. Ama bu tavır değişikliğinin nedeni, tamamen hakim olduğu güçle ilgilidir.

    Aynı insanı, daha güçlü bir motora sahip bir otomobile sürücü olarak bindirdiğimizde, tavır biraz daha değişecek, otomobil motorunun gücü kendi gücüymüşcesine bir tavır içine girecektir.

    Nihayet aynı kişiyi bir kamyon sürücüsü yaptığımızda takındığı tavır artık doğrudan «tehdit» kokmaktadır.

    Aynı bir kişinin, kontrol edebildiği güç arttıkça bunun aynen tavırlarına yansıması, insanın hala ne denli bir ilkelliği içinde barındırdığını göstermektedir. Eline güç geçtiğinde bununla derhal bütünleşip çevresini tehdit etmeye başlaması, ufak tefek ve iriyarı insanlar arasında da kolayca gözlenebilen bir «ilkellik beyanı» dır.

    Fiziki güç sahipliğinin yol açtığı bu tavır farklılığı aynen diğer güç biçimleri için de geçerlidir.

    Bürokratik, politik, askeri velhasıl yetkiden doğan bir hiyerarşinin söz konusu olduğu her yerde insanların – çoğunluğu-nun- tavırları yetkilerini yansıtmaktadır.

    Yayalar bisikletlilere, bisikletliler ucuz otomobil sürücülerine, onlar pahalı otomobil şoförlerine, lüks oto sürücüleri de kamyon sürücülerine, ellerindeki güçle kendilerini tehdit ettiği için kızmaktadırlar.

    Ama hepsi bereber bakan ve başbakanlara öfkelenmekdte, onların ellerindeki gücün, tavır, tutum ve davranışlarına yansıdığından şikayet etmektedirler.

    Herkes, elindeki gücün tehdit ediciliğini «sonuna kadar» kullanmakta, hatta yapay önlemlerle onu arttırmaya çalışmaktadır. Ucuz otomobil sahiplerinin çoğunun, pahalı otomobil sembollerini takıp, arabanın içini pilot kabinine benzetmeye çalışması bu “güç artırma” özleminin bir ifadesidir.

    Bakan ve başbakanların çeşitli tavırlarına bakıp, altında hangi özlemlerin yattığını yorumlamak ne kadar ilginç değil mi ?

    Salı, 17 Ekim 1995

  • YASTIK BATMASI VE BÜROKRAT DEĞİŞTİRME!

    Gece uykusu kaçanlar iyi bilirler. Yastık, ne yapılırsa yapılsın batar, bir türlü rahat edemezsiniz. Aksine, yorgunsanız ve bir rahatsızlığınız da yoksa, yastık nasıl olursa olsun uyuyuverirsiniz. Burada sorun yastık yorganda değil sizdedir. Ama sorun yastık vs de somutlaşır.

    Benzer bir durum siyasi ve idari kadrolar arasında vardır. Her siyasi kadro, kendi programını benimseyen idari kadrolarla çalışmak özgürlüğüne sahiptir, ayrıca buna zorunludur da.

    Belirli bir programı gerçekleştireceğine söz vererek halktan kredi alan her siyasi ekip, bu programına inanan idari kadroları kurmak durumundadır. Ancak bu özgürlüğün sınırı, idari elemanların bu programın neresinde yer aldığı ile belirlenecektir. Program ne olursa olsun, değişmeyen işleri yapmak durumunda olan elemanlar bu sınırın dışında kalırlar -ki kadronun % 90’ını bunlar oluşturur-.

    Ama alt siyasi kadrolar (siyasi parti teşkilatları, üyeler, delegeler gibi), yalnız sınırın üzerinde bulunan yani siyasi kadronun programı ile uyumlu olması gerekenleri değil, mümkün olabilen tüm idari kadroların değişmesini isterler ve üst siyasi kadroları bu yolda zorlarlar. İşte sorun da bu noktada başlar.

    Siyasi ekip bu zorlamalara direnebildiği ölçüde siyasi fazilet örneği vermiş olur ya da şube müdüründen kısım şefine kadar tüm görevlileri değiştirme yoluna giderler. İdari kadroların inançları dışında da olsa birer siyasi partiye `yamanmaları’ süreci de böylece gerçekleşir.

    Bir de, bu olgunun dışında, yukarıdaki `yastık batması’na benzer bir sorun çeşidi vardır. Bir siyasi kişi, programının ne olduğunu, ne yapılmak gerektiğini belirleyememiş ya da akıl dışı beklentilere saplanmışsa bu defa sorunu kişilerde aramaya başlar.

    Siyasi kişinin, idari ve siyasi kadroların rollerinin neler olduğunu tam anlayamaması da benzer sorunlara yol açar.

    İdari kadrolar, işlerin tekniği konusunda uzman olan (ya da öyle olması gereken) kadrolardır. Zaten öyle değilse ilk değiştirilmesi gerekenler bunlardır. Siyasiler ise, siyasi tercihleri temsil etmektedirler. Biri diğerinin “altında” ya da diğeri öbürünün “üstünde” değillerdir. Aralarındaki ilişki “birliktelik”tir.

    İdari ve siyasi kişiler birlikte, “siyasi tercihler” doğrultusunda “teknik ihtiyaçlar”ı tatmin etmeye çalışmalıdırlar.

    Bu, her zaman kolay değildir ve hele “siyasi emreder bürokrat yapar” tavrıyla katiyen gerçekleştirilemez. Olsa olsa, bürokratlar “inanmış gibi” yapar ama bu tür bürokratlardan da hiç bir siyasi kadroya hayır gelmez.

    Siyasete soyunanların bu gerçekleri bilmesi ya da öğrenmesi zorunludur. Mesele, bu öğrenme sürecini tahribatsız (ve kısa) geçirmektir.

  • “YARIŞIMCILIĞA DAYALI KAMU KATKISI”

    Belediye’ler ve İl Özel İdare’leri başta olmak üzere hemen her yörenin ekonomik ve sosyal kalkınmasıyla ilgili kurum ve kuruluşlar vardır. Bunlar, çeşitli kamu kaynaklarından (çeşitli Bakanlık’lar, İller Bankası vbg) fonlar temin ederek yörelerine hizmet götürebilecek projeler uygularlar. Ancak, bu sistem her bakımdan adaletsiz ve ayrıca da savurganlığı özendirir niteliktedir.

    Adaletsizdir çünkü hangi yörenin politikacısının sesi çok çıkıyorsa o yöreye kaynak daha çok akar. Desteklenmesi gereken bir proje, yöre yöneticilerinin girişken olmayışı nedeniyle dikkat çekemezken, desteklenmemesi gereken projeler de aksine öne çıkar.

    Savurganlığı özendirir niteliktedir, çünkü kamu kaynaklarının tahsisine esas olan projeler genellikle uyduruktur ve tek amacı belli bir parayı alabilmektir. Parayı isteyenin amacı, o kaynaktaki parayı alıp gönlünün istediği yerlere sarfedebilmek, parayı verecek olanın amacı da ya mevcut kaynakları bir an evvel bitirip siyasi baskılardan kurtulmak ya da o para yardımıyla siyasi prestij elde etmektir.

    Kaynakların bu yolla israf edilmesi yerine, bir bölümünü özgün yöresel ihtiyaçlara yönelik projelere tahsis etmek ve geri kalan bölümünü ise “Yarışımcılığa Dayalı” biçimde tahsis etmek daha akılcıdır.

    Yarışımcılığa Dayalı denilen yaklaşım, çeşitli kamu kaynaklarını elinde tutan kuruluşların, belirli amaçları gerçekleştirmek üzere genel çağrılar yapmaları, yerel kurumların ise (belediye, il özel idaresi vbg) bu çağrılara cevap olabilecek projeler hazırlayıp birbirleriyle yarışmaya girmeleridir.

    Bu yaklaşım basit ama çok etkindir. Her ne kadar kamu kaynaklarının, bir parti ya da belirli kişilerin çıkarları yönünde kullanımına pek imkan vermezse de, bir rekabet havası yaratması bakımından eşsizdir.

    Kaynağı ortaya koyup yarışımı özendiren kamu kuruluşu, hazırlanacak projeler için belirli şartlar koşabileceği gibi, kaynağa erişmek isteyenin de belirli bir katkıyı ortaya koymasını da isteyebilir. Bu durumda “havadan gelen para” nedeniyle oluşabilecek ciddiyetsizlik azalır.

    1988 yılında Kültür Bakanlığınca ilan edilen “Bizim Şehrimiz” adlı bu şekildeki bir kampanya, yerel idarenin koyacağı her 1 lira için Bakanlığın da 1 lira vereceğini ilan ediyordu. Buna karşı istenilen, Belediye’lerin inşaat ruhsatı verirken, dış cephelerin o yörenin kültürel karakteristiklerinin temel çizgilerini taşıdığının aranmasıydı.

    Kamu kaynaklarının daha etkin kullanımının sürekli konuşulduğu günümüzde -eğer gerçekten ilgilenenler varsa- onların dikkatine sunulur.

    Pazar, 29 Mayıs 1994

  • UZATMA HASTALIĞI

    Kamu yönetiminin gereği olarak idareler tarafından sık sık kurallar koyulur. Bu bazen yasa, bazen kararname bazen de tebliğler vs yoluyla yapılır.

    Bu kuralların değişmez bir hükmü “Yürürlüğe Girme Tarihi”dir ve de bu gayet gereklidir.

    “Yürürlük Tarihi” ne kadar alışılmış ve gerekli bir hükümse, bu tarihlerin bir, iki, üç, ilh. defa ertelenip ileri atılması da o denli alışılmış, gereksiz ve ayrıca son derece zararlı bir alışkanlıktır.

    Vatandaş, bu tür bir “yürürlük tarihi” ile karşılaştığında şöyle düşünmektedir: “Konulan bu yürürlük tarihlerine uymamak bir adettir. Bunlara hemen hiç kimse uymaz ve uyulmayacağını da adı gibi bilir. Hükümetler de bu kadar insanı darıltmayı göze alamaz. O halde ben de uymasam olur ve de iyi olur!”..

    Bu yaklaşım, devletin ciddiye alınmayışı demek olup, kurallara saygılı olmayı düşünen vatandaşları da kurallara uymamaya özendirir.

    Devletin, vatandaşlarını kurallara uymamaya özendirmesinin çeşitli sonuçlarını hergün somut olarak yüzlerce kere yaşamaktayız. Toplumun çoğunluğu kurallara uymamakta, ancak güçsüzler ve az uyanıklar kural tanımaktadır. Bunun ise ne demek olacağı çok açıktır.

    Son olarak ileri atılan araçlara “ekzost pulu” uygulaması da bu hastalığın alışılmış bir belirtisidir.

    Devletimizin çeşitli alanlardaki zaafiyetinin altında işte bu gibi tutumlar yatmaktadır. Bunun adı halk dalkavukluğu’dur ve siyasiler de dahil olmak üzere bugüne kadar hiç kimseye hiçbir faydası olmamıştır. Çünkü vatandaş devletten ciddiyet değil bu tür laçkalıkları“zaten bekler” durumdadır ve bu ertelemeleri bir favör olarak değil, devletin yerine getirmesi gereken bir vecibe olarak görülmektedir.

    Bunun aksi yapılsa, yani bu tarihlerden hiç taviz verilmese mutlaka halk bunu yadırgayacak ve belki de bu oy kaybına -bir süre için- neden olacaktır. Ama Türkiye’nin düze çıkması için bunu göze alabilecek siyasilere ihtiyaç vardır. Gerçek cesaret de budur.

    Devlet, sürekli olarak “devlet güçlüdür” demekle güçlü olmaz. Kurallarını kararlılıkla uyguladıkça, uygulayamayacağı kararları da almadıkça güçlenir.

  • GELİŞMİŞLİK ÖLÇÜTLERİ NEREYE KADAR YOL GÖSTERİCİDİR?

    Çeşitli mal veya hizmet tüketimlerinin, gelişmişlik ölçütü olarak kullanılması oldukça yaygındır. Fert başına otomobil sayısı, elektrik enerjisi tüketimi, gazete tirajı gibi ölçütler, en az fert başına milli gelir kadar çok kullanılan ölçütlerdir.

    Bunlar doğru yorumlandığı, aşırı sonuçlar çıkarılmaya çalışılmadığı sürece son derece faydalı olan bu kriterler, toplum yaşamlarının çeşitli kesitlerinin ortaya çıkarılmasına yarayan bir çeşit “toplum yaşamı röntgenleri” dir.

    Doğru kullanıldığı zaman yararlı olan bu araçlar -her araçta olduğu gibi-, amacını aşan biçimde, örneğin yatırım planlaması amacıyla kullanıldığında kaynakların heba edilmesine yol açmaktadır.

    Örneğin, fert başına otomobil sayısı açısından gelişmiş ülkelere oranla bir düşüklük varsa -ki ülkemizde vardır-, bu oranı yükseltmek için yeni otomobil fabrikalarının açılması gerektiği sonucuna varılırsa bu ilk bakışta pek makul görünür.

    Ülkemizdeki fert başına otomobil sayısı azlığının nedeni yalnızca otomobil üretiminin yetersizliği ise, yerli üretimi artıracak biçimde yeni fabrikaların yapılması gerektiği şeklindeki sonuç doğrudur. Ama eğer öyle değil de, mesela harcanabilir gelir yetersizliği, yolların ve park yerlerinin azlığı gibi nedenlerle bu ölçüt düşükse, bu defa ilave otomobil üretimi bu nedenleri ortadan kaldıramayacaktır. Bu durum karşısında otomobil üreticileri devletten destek talebedecekler, böylece yapay olarak ucuzlayan otomobiller satılabilecek, ama yol ve park yetmezliği sorunu daha da artmış olacaktır.

    Bu spekülasyon tabii ki rekabet gücü yüksek, dolayısıyla da yalnız iç pazarı hedeflememiş ürünler için doğru değildir. Zaten o tür ürünler için yola çıkış noktası fert başına tüketimi yükseltmek değil, dış pazarlardan pay almaktır. Dolayısıyla o tür ürünler konu dışıdır.

    Ülkemizde gazete okuyan kişi sayısı yaklaşık 4 milyon kişidir. Bu, gelişmiş ülkelere oranla yaklaşık on kat düşüktür. Bir girişimci bu rakamı kullanarak 36 milyon tirajlı bir gazete çıkarmaya kalksa herhalde iki gün içinde batar. Çünkü insanların gazete okumayışlarının nedeni gazete bulamamak değil, sorunlarını bilgiyle çözmemek ve de gazetelerin de bilgiyle sorun çözümüne yardımcı olabilecek nitelikte olmayışıdır. Kaynaktaki bu nedenleri gidermeden yalnızca gazete basmak okuyucu sayısını artırmaz.

    Ülkemizdeki yatırımların çoğunda hareket noktası olarak alınan “fert başına” kriterleri, böyle kullanıldığı takdirde yarar değil zarar getirmektedir. Dikkate alınması gereken nokta neyin ne kadar kullanıldığı değil, neyin “niçin” o kadar kullanıldığıdır.

    Olayların görüntüleri yerine onları yaratan nedenlere bakmak, Batı Dünya’sına Rönesans’ın bir armağanıdır.

    Biz ise Rönesans yaşamadık. Pekiyi biz ne olacağız?

  • TÜM KAMU GÖREVLİLERİ İSİMLİK TAKSIN !

    Kamu hizmetleri bir şehrin altyapısı gibidir. İyi çalıştığı sürece farkına varılmaz, çalışmadığı zaman varlığı hatırlanır. Hiç kimse, “Oh, Allaha şükür kanalizasyonumuz iyi çalışıyor!” demez ama sokağı lağım suları bastığında bunun önemi anlaşılır..

    Ülkemizde kamu hizmetleri aynen böyledir. Kamu hizmetlerinin nitelik ve nicelik açılarından yetersiz oluşunun çok sayıda nedeninin başlarında kamu kadrolarının kalabalıklığı ve şikayet sistemlerinin bulunmayışı gelir.

    Ayrıca, “Sistem Kurma Becerimizin Yetersizliği”, “İnsan Dokumuzun Nitelik Yetmezliği” gibi Kaynak Nedenler de vardır ama ilk ikisi sonucun %80’ini belirler.

    Kalabalık kamu kadroları düşük ücretleri, düşük ücretler de düşük nitelikleri çağırır. Düşük nitelikli kamu görevlisi ise doğal olarak yetersiz nitelik ve nicelikte hizmet üretir.

    İkincisi ise şikayet sistemlerinin yokluğudur. İstisnalar biryana bırakılısa, çoğu kamu görevlisi, yetersiz bir hizmet verdiğinde kimsenin onu şikayet edemeyeceğini (etse de bir şey olmayacağını) bilir.

    Ülkemizde iş güvencesi, iyi hizmet vermeyen bir kişinin işini kaybetmeme güvencesi demektir ve bu haliyle de Dünya’nın en güvenceli (!) ülkesi Türkiye’dir.

    Bir basit önlemle bu gidişi biraz olsun değiştirmek mümkündür. Bu da vatandaşla yüzyüze tüm kamu görevi yapanların, göğüslerinde isimlerinin yazılı olacağı birer isimlik taşımaları mecburiyetidir. (THY ile uçanlar bilir. Hosteslerin davranışları, isimlik taşımaya başladıktan sonra önemli ölçüde düzelmiştir.)

    Bunun için Anayasa değişikliğine, yeni yasa yapımına gerek yoktur. Belki üç beş lira masraf olur ama onun da kaynağı hazırdır.

    Kamu kuruluşları, çeşitli vesilelerle bastırıp yolladıkları davetiyeleri biraz daha az tantanalı yaparlarsa sağlanacak tasarruf 60 milyon insanımıza isimlik yaptırabilir.

    (İnanmayanlar, Kırıkkale Rafinerisi ek tesis açılışı için bastırılan tanesi 30,000 liralık davetiyelere ve benzerlerine baksınlar!)