• ALTINCI KAPLAN!

    Birleşmiş Milletler tarafından 17-21 Nisan tarihleri arasında Manila’da düzenlenen İnsan Hakları konulu toplantıya katılmak için gittiğim Filipinler konusundaki izlenimlerimi siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.

    Dilimizde kullandığımız, “bizi eşkiya soymadı!” deyimi, sanırım ki bu ülkeyi en kısa biçimde anlatmaya yeterlidir. Bu ülkeyi eşkiya soymuş. Aksi halde, karşımızda bir G.Kore, Hong-Kong, Taiwan ya da bir Singapur görmemiz işten bile değilmiş. Marcos ailesi tarafından `doğrudan’ kaçırılan paranın $30 milyar olduğu sanılıyor. Buna, ailelerin çevresinde bulunması adetten olan “el öpücüler”in götürdükleri de katılırsa “eşkiya”nın bu ülkeye maliyeti tahmin edilebilir.

    Ancak, bu durumun yalnızca bir zaman kaybına yol açtığını, bu insanların kısa sürede Asya’nın altıncı kaplan’ı olabileceklerini tahmin etmek güç değildir.

    Çalışkan, uyumlu, terbiyeli, alçak gönüllü ve yetenekli insan malzemesi açısından oldukça zengin olduğu hemen göze çarpıyor. Fiziksel açıdan ise hemen hepsi düzgün, ince yapılı bu insanlar müziğe karşı da olağanüstü yetenekliler. Filipinler İnsan Hakları Komisyonu’nca verilen bir akşam yemeği sırasında, çok sesli bir müzik şöleni sunan kadın-erkek karışık bir koro yalnız şarkı söylemekle kalmadı, usta bir koreografın düzenlediği anlaşılan bir de gösteri yaptı. Profesyonel olduklarından emin olduğumuz bu grubun, bu komisyonun çalışan memurları olduğunu ve 2 haftalık bir birlikte çalışmayla bu işi becerdiklerini hayretler içinde öğrendik.

    Sokaktaki insanının dahi derdini anlatabilecek düzeyde İngilizce konuşabildiği, okuyup yazabildiği bu ülke, medeni Dünya ile en önemli bağlarından birini kurmuş durumda.

    Senatör ve yerel idarecileri seçmek için yürütülen kampanyaların tam ortasına nastlayan seyahatimiz sırasında gözlediğim en büyük eksiklik ise politikacıların yetersizliği idi. TV kanallarından sürekli yayınlanan konuşmalarında hiçbir politikacının “nurlu ufuk” edebiyatı yapamadığını, hiç kimseye bir şey vadedilmediğini üzülerek gördüm.

    Asya’nın bu uzak köşesinde bu denli rasyonel bir akla sahip insanların nasıl varolabildiği, özellikle bizler tarafından çok düşünülmesi gereken bir sorudur.

    Zenginle fakir arasındaki uçurum ise bu ülkenin en büyük zafiyetidir. Gelir dağılımı bozukluğuna olumlu bir gözlükle bakabilmenin tek yolu, yaklaşık 300 Filipinli ailenin bu bozuk dağılımdan yararlanarak sermaye birikimine katkıda bulunmaları olasılığıdır.

    Tropik iklimi, yaklaşık 7000 adadan, katolik ve müslüman nüfustan oluşan bu ülkenin görünürdeki en önemli potansiyeli, gelişmeyi kendisine bir hedef edinmiş insan potansiyelinden geliyor.

    Sanat faaliyetleri de dahil özel girişimciliğin yaygın olduğu bu ülke, her sorununun çözümünü devletten bekleyen, vermeden almak peşinde olan tüm toplumlara -bu arada bize de- örnek olacak niteliktedir.

    Çarşamba, 26 Nisan 1995

  • AIDS BİR HASTALIK DEĞİLDİR !

    Daha doğru bir başlık muhtemelen şöyle olmalıydı: “AIDS, yalnızca bir hastalık değildir”.

    AIDS bir kısa-ad’dır. (Kazanılmış Bağışıklık Sistemi Bozukluğu İlleti) anlamına gelen İngilizce sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur.

    Ama AIDS aynı zamanda bir “toplumsal nitelikler süzgeci”dir. Öyle bir süzgeç ki, düşük nitelikli olanları tutan ve ancak yüksek niteliklere sahip toplumların geçip yaşamlarını sürdürebilmelerine imkan tanıyan bir süzgeç.

    Hemen her filtre sisteminde olduğu gibi bunda da çeşitli süzme katmanları vardır. “Cinsel yaşamını düzene sokmuş olup olmamak” bir katmandır. Bu tabakadan, bu konularda yeterli bilgiler ve doğru alışkanlıklara sahip olanlar geçebilmektedir. Çocukluğundan itibaren cinselliği bir ayıp olarak tanıyıp, bir dizi saplantı içinde erişkinleşerek karşı cinsle tanışan kadın ve erkekler ise, hemen bu ilk katmanda dışarı atılmaktadırlar.

    Bir diğer katman, “basit görünüşlü bir ihmalin nelere yol açabileceği konusundaki toplumsal uyanıklık” tır. Ancak güzel sanatlar yoluyla farkları farkedebilme duyarlığı keskinleştirilebilecek olan insanlar, aksi halde, ayrıntıların önemi yerine kaza, şanssızlık gibi uyuşturucu kavramların tuzağına düşmektedirler.

    “Temizlik ve hijyen arasındaki farkın” ya da “zincirleme çoğalmaların sırrı olan üssel artışların” bilincinde olup olmama, “sorunların görüntüleriyle kaynaklarını birbirinden ayırıp ayıramama”, “gerçekleri korkmadan insanların yüzüne söylemek ya da saklamak arasındaki ahlaki alanın neresinde durulduğu” gibi daha onlarca katman, süzme görevini yapmaktadır.

    Bütün bu katmanlardan geçebilecek olan bireyler kuşkusuz ki toplum içinde vardır. Ama söz konusu bu ayıklama sistemi bireylerin niteliklerine değil, toplumun bir bütün olarak niteliğine göre süzme yapmaktadır. Toplumun nitelik ortalaması bu testlerden geçemiyorsa, o toplum bir bütün olarak yaşamını sürdürebilme hakkını yitirmektedir.

    Benzer durum trafik için de geçerlidir. AIDS için söz konusu olan süzme katmanlarının çoğu, trafik için de çalışmaktadır. Nitelikleri, trafik süzgecinden geçmeye yeterli toplumlar her yıl 20,000 ölü vermeden yaşamlarını sürdürebilmektedirler.

    Köyünde çift sürerken otoyollarda araç sürmeye atlayan sürücüler ya da benzer işleri yapabilecek durumdayken trafiği düzene sokmak, yönetmek gibi görevleri üstlenmek durumunda kalan kişiler için, kazasız bir trafik düzeninin ne denli çok faktörün eşzamanlı olarak yanyana gelmesi ve de sürmesinin gerekliliğini anlamak imkansızdır.

    Hiç bir mekanik kültürü olmayan insanların çoğunluğundan oluşan bir toplumda, her biri birer “olmak üzere bulunan kaza” demek olan hurda araçlar hiçbir şey ifade edemez.

    Kültürel farklılıkları bir zenginlik olarak algılamak yerine, yumurta gibi birbirine benzer insanlar yetiştirmeyi hedefleyen ve bunun için de insanların yaratıcılıklarını ezberle donduran bir toplum için, bir başka süzme sistemi de bu “zenginlik kaynağı farklılıklar” dır.

    Kısacası, yüksek nitelikli bireylerden oluşan yüksek nitelikli toplumlar için refah ve mutluluk kaynağı olabilen şeyler, daha az nitelikli olanlar için birer süzgeç rolü oynamaktadır.

    AIDS’in, düşük nitelikli toplumların kendi kendilerini yoketmeleri için yapay olarak üretilip ortaya salınmış bir virüs olduğu gibisinden iddialar vardır. Gerçek ise böyle bir komplo senaryosuna uygun olmayabilir. Ama her ne olursa olsun, gerek AIDS gerek diğer medeniyet araçları, “yetersiz nitelikli toplumları ayıklama aracı” olarak işlemektedir.

    Teknolojinin gelişimi, toplumlar arası ilişkilerin karmaşıklaşması, kaynakların azalması, çevrenin bozulması ve belki daha başka faktörler nedeniyle, önümüze giderek daha çok ayıklama süzgeci çıkacağından ya da çıkarılacağından kuşku duyulmamalıdır. Beğenelim ya da beğenmeyelim katı gerçek budur.

    AIDS ile mücadele eden epey kişi ve kuruluşumuz var. Sivil toplum kavramının gelişmesiyle bunun daha da artacağı doğaldır ve de iyidir. Gerek bu, gerekse resmi kuruluşların başlarını çevirmeleri gereken nokta ise, AIDS’in yayılma hızının üssel olduğu ve sorunun çözümünün AIDS tedavisinde yatmadığıdır.

    Bu konudaki en etkili ilaç soru sormaktır: “AIDS Türkiye’de niçin yayılıyor? Hangi yetersiz niteliklerimiz bu yayılmaya yol açıyor? Bunları nasıl geliştirebiliriz?”

    Pazar, 12 Mayıs 1996

  • AÇLIK GREVLERİ, ORMAN YANGINLARIYLA İLİŞKİLİ MİDİR?

    Bu soruyla, ilk bakışta sanılabileceği gibi, her ikisinin de terör amacı içerdiği gibi bir iddia ima edilmiyor. Hatta, açlık grevlerinin nedeni, bütünüyle, cezaevlerinin kötü koşullarını protesto; orman yangınlarının nedeni ise bütünüyle, köfte pişirmek isteyen vatandaşlarımızın dalgınlıkları dahi olabilir

    Ama yine de, açlık grevleri orman yangınlarıyla ilişkilidir. Hatta, bundan önceki orman yangınları, bundan sonra meydana gelecek açlık grevleriyle de ilgilidir.

    Yalnız bu ikisi değil, trafik terörü, korsan sokak gösterileri, otobüs yakma eylemleri, orman yangınları ve açlık grevleri birbirleriyle ilişkilidir.

    Hayır, ilişkili de değildir. Bunlar bütünüyle aynı bir şeyin değişik “görüntüleri”dirler. Bu aynı bir şey, sorunları anlamak ve sonra da çözmekle görevli insanlarımızın Sorun Çözme Becerileri’nin olağanüstü düşüklüğüdür.

    Ancak bu beceri yetmezliği yalnız bu görevlilerin değil, aydın dediğimiz insanlarımızın önemli bir bölümünün de ortak özellikleridir.

    Şunu görebilmemiz gerekiyor: Trafik işletmeciliği, cezaevi işletmeciliği ya da yurttaşların can ve mal güvenliklerinin sağlanması, kamu yönetimi dediğimiz bir genel işletmeciliğin alt-dallarıdır. Ve bizim insanımız bu işletmeciliği becerememekte, daha da kötüsü beceremediğinin farkına varamamaktadır.

    Bir cezaevi sistemi düşünülebilirmi ki, oraya cezaevi yönetimi değil hükümlüler hakimdir ve hükümlülerle yönetim oturup, hangi cezaevine kaç mahkumun yerleştirileceği konusunda protokol imzalamakta ve bu bir başarı sayılmaktadır.

    İnsanların ya da daha genel olarak bir varlığın ölmesi, ölmesine göz yumulması, kayıtsız kalınması, engel olmak için gereken çabanın azıcık dahi eksik gösterilmesi, tartışılmayacak bir insanlık ayıbıdır. Ve bu yalnız hükümlüler için değil herkes için böyledir.

    Ama konunun duygu yüklü bu boyutunu, akıl boyutunu örtecek şekilde kullanmak, ancak cehaletten ve/ya kasitten kaynaklanabilir.

    Açlık grevlerinin ilk gününden beri, insanlar derhal, iki kamptan birisini seçmeye zorlanmışlardır: Açlık grevlerindekilerin zaten suçlu olduklarını ve ölmelerinde bir sakınca olmadığını -hatta yarar olduğunu- savunanlarla, grevcilerin, haklı istekleri savunduklarını, bunları görmezden gelmenin faşist devlet terörü olduğuna inananlar..

    Aile, okul ve sosyal çevrenin koşullamalarıyla, bebeklikten itibaren başlayan bir alışkanlıkla donatılmışızdır: Herhangi bir durum karşısında derhal bir “yargı”yı sahiplenmek

    Yargı, bir giysi gereksinimi gibi olmuş, bir konuda bir yargı sahibi olmamak çıplak dolaşmakla özdeşmiştir.

    Yaratıcı düşünce üretim süreçlerinin (beyin fırtınası gibi) temel ilkelerinden birisi, “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) dir. Bir “durum” karşısında, aklımıza gelen ya da önümüze sürülen yargı seçeneklerinden -ki genellikle iki tanedir- birisini sahiplenmeden, bir süre, yargısız kalabilmek ve bu süre içinde yargıyla deforme olmamış düşünce üretebilmek, bu ilkenin özüdür.

    Bu durum özellikle karmaşık görünümlü sorunların anlaşılmasında çok yararlıdır. Hatta denilebilir ki, bu yöntem kullanılmaksızın hiç bir karmaşık sorun anlaşılamaz ve dolayısıyla da doğru çözümlere varılamaz.

    Bir yargıyı sahiplenmeden önce bir “nötr” zaman süresi bırakmak ve o aralıkta ne olduğunu anlamaya çalışmak için, ne olduğunu anlamaya yardımcı olabilecek bir sorun tanılama usulüne de gerek vardır.

    Bu usulün ilk adımı, “katı gerçekler” dediğimiz, öznel yargılamalara kapalı bir bilgilenmedir.

    Trafikte her yıl kaç kişinin hangi nedenlerle öldüğü, kaç trafik polisimizin mevcut olduğu, kaç tanesinin görev tanımını, kaçının trafik kurallarını bildiği, sürücülerin ortalama eğitim ve zeka düzeyleri, trafik terörü sorununa çözüm önermeden, bu soruna ilişkin yargılardan birisini sahiplenmeden önce bilinmesi gereken “katı gerçekler”dir.

    Benzer şekilde, açlık grevi yapanların (temsilcilerinin değil) hangi istekleri öne sürdükleri, bu eylemleri bağımsız iradeleri ile mi yoksa herhangi bir baskı altında mı yaptıkları, bu isteklerdeki gerçeklik payları, eylemcilere erişme, hastaneye kaldırma gibi konularda bir engelleme olup olmadığı, varsa bunu kimlerin nasıl yapabildikleri, cezaevi yönetimlerinin bunlara karşı ne yapıp yapamadıkları gibi katı gerçekler de herhangi bir yargıdan önce gelmelidir. (devamı Sh 2’de)

    “Ne olduğu” konusunu böylece nesnelleştirdikten sonra “niçin olduğu” konusuna sıra gelir.

    Trafik polislerinin bir bölümünün niçin rüşvet alıp diğerlerinin almadığı, iyi işleyen bir trafik şikayet sisteminin kurulmasının niçin istenmediği, cezaevlerinde niçin disiplinli ve de insani bir sistem kurulamayıp, yönetimin, kontrolun bir bölümünü -hatta tamamını- hükümlülerle paylaşmaya rıza gösterdiği, kovuş sisteminin niçin terkedilemediği, terör hükümlüsü olanlara tüm medyanın niçin ağız birliği içinde siyasi tutuklu dediği, bunun ahmaklıktan mı yoksa başka nedenlerden mi kaynaklandığı, korsan sokak gösterilerinde acımasız (gibi) davranan polisin bunu, eğitimsizliğinin verdiği korkudan mı, yoksa bir bölümünün bozuk ruh sağlığı nedeniyle mi yaptığı, bir eylemciyi etkisiz kılabilmek için niçin 10 polisin yaka-paça yaptığı gibi sorular, işte bu “geciktirilmiş yargı” sırasında sorulmalıdır.

    Ve işte o zaman görülecektir ki, birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen olaylar, bir “yanlışlar”, “beceriksizlikler”, “yetersizlikler” dizisidir ve de sahiplenmemiz için dayatılan yargılardan ikisi de doğru değildir.

    Yani ne açlık grevindekilerin zaten suçlu olmaları nedeniyle ölümlerine kayıtsız kalınması doğrudur, ne de grevciler, isteklerinin kökeninde ve bütününde haklıdırlar.

    “Orada insanlar ölüyor, analiz yapmanın zamanı mı?” ya da “bırak teröristleri gebersinler” tepkileri, sıradan vatandaşların belki de anlayışla karşılanması gereken tepkileri sayılabilir.

    Ama, sorunları iyi anlamak ve tüm eylemlerini bu sağlam anlayışlarına oturtmak zorunda olan görevli ve aydınların, çabuk yargı sahiplenmek gibi bir lüksleri olamaz. Oluyorsa, bu davranış sığlığını herkese açıklayabilmek zorundadırlar.

    Salı, 30 Temmuz 1996

  • $ 3000’LIK GELİR VE SİVİL TOPLUM !

    Birey başına ortalama gelirimiz, farklı usullere göre de olsa $3000 civarındadır. Gelişmiş ekonomilere sahip toplumlarda ise bu rakam on kat dolayındadır. Bu biçimde ifade edildiğinde kolayca içe sindirilebilen bu farkın, toplum yaşamının çeşitli kurumlarına yansıması bu denli kolay açıklanabilir değildir.

    İlk bakışta, bire onluk zenginlik farkının her kuruma aynı oranda yansıdığı akla gelebilirse de, belirli kurumların ancak belirli gelir düzeyleri aşıldıktan sonra gelişebildiği bir gerçektir.

    O kurumların mı zenginliği, yoksa zenginliğin mi o kurumları doğurduğu sorusu ise, bu iki olgunun dönüşümlü olarak birbirini desteklediği biçiminde açıklanabilir.

    Her toplumda, asgari yaşam sorunlarını çözmüş olan kişilerin gönüllü çalışmalara katıldığı düşünülürse, Türkiyede sivil toplum kuruluşlarına ayrılabilen kaynakların -başta zaman olmak üzere- niçin bu denli az olduğu da anlaşılmış olacaktır.

    Ayda bir veya birkaç defa toplanarak hiçbir sorunun çözümüne olumlu bir katkıda bulunulamayacağı açıktır. Ama ülkemizdeki sivil toplum kuruluşlarının büyük bir bölümünün durumu budur. Kendini toplum hizmetlerine katkıda bulunmayı bir yurttaşlık görevi sayan insanlar, bir yandan da yaşamlarını sürdürebilmek için zaman ve enerjilerinin büyük bölümünü kendi işlerine ayırmak zorundadırlar.

    O halde öyle bir yol bulunabilmelidir ki, gönüllü çalışmalara katılacak olanların ayırabildikleri kısıtlı sürelerin sınırlayıcılığı aşılabilsin.

    Bu yol, gönüllü hizmetlerin niteliğine daha yakından bakılarak bulunabilir. Gönüllü hizmetlerin gerektirdiği sürelerin büyük bölümü, üyeler, etkilenmek istenilen kesimler ve sivil toplum kuruluşlarının yönetimleri arasındaki iletişim için, daha da doğrusu bu iletişimi kurabilmek için kullanılır ve çoğu zaman da istenildiği gibi kurulamaz.

    O halde, kurulmak istenilen bu iletişimi kolaylaştırabilecek bir yöntem, bu çalışmalara katılan ya da katılmayı arzu etmekle birlikte vakit yetersizliğinden ötürü katılamayan gönüllüleri bu alanlara yöneltebilecektir.

    İNTERNET yeteri kadar desteklenip herkesin evine girebilmiş olsaydı, bu iş için mükemmel bir ortam olurdu. Ama böyle olmamış, birkaç bürokratın elinde oyuncak edilmiştir.

    İNTERNET kadar hızlı, pratik ve ucuz olmamakla beraber, eldeki bir imkan bu iletişimi sağlamak için kullanılabilir. Bu, bir “faks ağı”dır.

    Birkaç sivil toplum kuruluşunun ortaklaşa geliştirmekte oldukları bu proje muhtemelen yakında kamuoyu gündemine gelecektir.

    Faks Ağı, bir kuruluşun üyeleri arasında, bir aracı yardımıyla kurulan bir iletişim ağıdır. Üyelerden herhangi biri ya da kuruluşun yönetimi, herhangi bir konunun tartışılmasını, bir ortak akıl oluşturulmasını isterse, bu isteğini ağ üzerinde serbest dolaşım’a bırakmakta, konu üzerinde fikri olanlar sürece katılmaktadırlar.

    Çok sayıdaki üye arasındaki iletişim, bir aracı üzerinden sağlanmakta, tüm mesajlar bu aracıya gelmekte ve aracı tarafından birleştirilmekte ve tekrar üyelere dağıtılmaktadır. Brain writing (yazılı beyin fırtınası) denilen yönteme benzeyen bu süreç, birbirinden uzakta bulunan ve bir araya gelmekte güçlüğü bulunan kişiler arasındaki iletişimi sağlamakta yarar sağlayabilecektir.

    Faks Ağı’nın diğer ve belki de birinciden daha önemli işlevi, farklı sivil toplum kuruluşları arasındaki iletişimi sağlayabilmesidir.

    Zaman zaman, benzer amaca yönelik çalışmalar yapan kuruluşlar arasında bir güçbirliği yapılmaya çalışılır. Ama, bunun yolu olarak ancak bir üst kuruluş oluşturma ve diğerlerinin onun “altında” toplanması öngörüldüğü için bir türlü gerçekleşmez.

    Faks Ağı, bu hiyerarşi yaratma yoluyla işbirliği sağlama yöntemine, çok esnek bir alternatif getirmektedir. Özellikle, birbirinden farklı görüşlere sahip kuruluşlar arasında bu yolla bir uzlaşı ortamının temelleri de atılabilir.

    Gerek faks gerek diğer iletişim araçları üzerinden kurulan iletişim, hiçbir zaman bir araya gelmenin yerini tam olarak tutamaz. Ama, bir araya gelmenin amaçlarından çoğunu gerçekleştirebilir.

    Pazartesi, 09 Eylül 1996

  • “PIRIL PIRIL”LIK !

    “Ne zaman ki toplu halde Güney’e gidildiğini görsem, içimde Kuzey’e gitmek yönünde karşı konulmaz bir arzu duyuyorum”..

    Bu sözler, CDC bilgisayar firmasının kurucusu William C. Norris’e aittir. A.B.D. iş hayatına başlangıçta çok ters gelmiş bu misyoner – iş adamı hep bu bakışla yaşamış ve tek hedefi para kazanmak olarak yorumlanagelmiş iş hayatının, topluma da yararlı işlerle birleşebileceğini göstermiştir.

    Ülkemizde son on yıldır giderek daha çok dile getirilen ve herkesin paylaşır göründüğü bir düşünce, nüfusumuzun “pırıl pırıl, genç ve dinamik olduğu”, “bu pırıl pırıl insanların, yönetenlerin önünde olduğu”, “böyle bir potansiyelle nasıl olup da süper güç olamadığımızın bir türlü anlaşılamadığı” ve dolayısıyla da “birkaç basit önlemle bunun tersine çevrilebileceği” şeklinde özetlenebilir.

    Durum gerçekten böyleyse, çok ilginç, açıklanması çok güç bir gariplikle karşı karşıyayız demektir. Bu denli “pırıl pırıl” bir nüfus nasıl olup da “layık olduğu idare”yi bulamıyor?

    Bunun olası yanıtı, bazı güçlerin bu potansiyelin önünü tıkamış olduğu, bunlar yoldan çekilirse Türkiye’nin derhal kalkınıp, bir patlamayla süper güç haline gelivereceğidir!

    Bu durum, Norris’in “toplu halde Güney’e gitme” işini çağrıştırıyor. Acaba, nüfusumuzun “pırıl pırıllık profili” gerçekten böyle midir?

    Pırıl pırıllık ne demektir? Cep telefonu ve yazılarını daktilo yerine bilgisayarla yazan, seyahat ya da faks yoluyla dışarıyla temas kurmuş, birkaç finansal aracın adını öğrenmiş ve özel TV kanallarını izleme imkanına sahip insanların varlığı mı demektir?

    Bu anlamsız göstergeleri “Dünya ile bütünleşmek” sanan insanların ruh hallerini anlamak güç değildir. Uzun yıllar Dünya’dan yalıtılmış olarak yaşamış insanımız, çağın imkanlarıyla biraz temas haline gelince “çağı yakaladık”, “çağdaş olduk” zannetmektedir.

    İnsanlarımızı kim dolduruşa getiriyor? Bütün sorunlarımızın değişmez elementi durumunda olan, “niteliği, yaşamak istediği hayatın gereksinimlerine göre çok geride olan beşeri malzeme yetersizliği” sorununu, kimler görmezlikten geliyor ve de saklamaya çalışıyor? Bunu bilerik mi yoksa ahmaklığından mı yapıyor?

    Kendinden ve başkalarından gizlemek yoluyla iyileşen bir hastalık duyulmuş mudur? Hastalıkları tedavinin değişmez ilk adımı, onun varlığını kabul etmektir. Ama, hastalığı sağlık işareti saymak ayrı

    -ve daha tehlikeli- bir hastalıktır.

    İnsanlarımız ne yazık ki pırıl pırıl değildir. “Pırıl pırıl” olanlar -her toplumda olduğu gibi- bizde de vardır. Ama onların sayısı sandığımız kadar yüksek olmadığı gibi, pırıl pırıllığın işaretleri de, o pek övündüğümüz işaretler değildir.

    Bu “pırıl pırıllık” palavrasından vazgeçelim. Bizi bize övmekten -Çetin Altan’ın deyimiyle Türk’e Türk propagandası yapmaktan- vazgeçtiğimiz, yetmezliklerimizin kaynaklarını araştırmaya başladığımız gün, sorunlarımızı tanımlayabilecek, sonra da onları çözebilecek yola gerçekten giriyoruz demektir.

    Pazar, 06 Kasım 1994

  • “YENİ EĞİTİM”!

    Geleneksel eğitimin tanımını en iyi yapanlardan birisi İngiliz düşünürü Alfred North Whitehead’dir. Ona göre eğitim, edinilen bilgilerin yaşam içinde kullanılabilme sanatının edinilmesi’dir.

    Bilgi üreme hızının düşük, daha da önemlisi insan ihtiyaçlarının daha sınırlı, insanın öğrenme yetereklerinin pek iyi bilinmediği yıllar için bu tanım dahice sayılmalıdır.

    Bugün durum değişmiştir. Artık hiçbir bilginin ne kadar süreyle geçerli olduğunu kimse bilmemektedir. En değişmez sanılan bilgiler değişmekte, paradigmalar yıkılmaktadır. Buna bağlı olarak düşünme sistemi de değişmekte, binlerce yıl kullanılabilmiş olan ikili mantık sistemi (binary logic) artık işe yaramamaya başlamıştır. İki karşıt seçenekten aynı anda yalnız ve ancak birinin geçerli olabileceğini savunan ikili mantık sistemi, yerini, bulanık mantık ilkelerine (fuzzy logic) bırakmaktadır.

    İkili mantığın dar kalıplarına göre yoğurulmuş, ayrıca da devletlerin, ideolojilerini geniş kitlelere benimsetmek üzere kullandıkları tek doğrululuğa dayalı eğitim sistemi artık iflas etmektedir. Bunun yerini çok doğrululuk, zıtlıkların aynı anda var olabilmesi gibi ilkelere dayalı yeni bir düşünme biçimi ve onun gerektirdiği eğitim sistemleri gündeme gelmektedir. Buna “Yeni Eğitim” diyebiliriz.

    Ve bir tanım olarak yeni eğitim şudur: “Eğitim, değişen durumların gerektirdiği bilgi ve becerileri yardımsız öğrenebilme ve bunları yaşamın özel durumlarına uygulayabilme sanatının kazanılmasıdır”! Şimdi sorun, sözle kolayca dile getirilebilen bu gerçeğin eğitim sınıfı tarafından benimsenmesi, alışkanlıkların değiştirilmesidir.

    Bu değişimin geleneksel yollarla -insanların akıllarına hitap etmek, ikna etmeye çalışmak, yapılmazsa neler olabileceğini anlatmaya çalışmak, emretmek, genelge yayımlamak ve benzeri yollar- gerçekleşeceğine katiyetle umut bağlamamak gerekir. Ayrıca da, bu değişim yalnızca, sayıları yaklaşık yarım milyonu bulan eğitim sınıfı mensuplarını değil, toplumumuzun neredeyse bütününü ilgilendirmektedir.

    Bu kadar geniş bir kitleyi bu denli derin bir anlayış değişikliğine uğratmak için mümkün görülebilecek tek yol, değişim ajanı adı verilen araçtan yararlanmaktır.

    Eğitim konusunda birinci derecede değişim ajanları, bu konuda çalışan gönüllü kuruluşlardır. Çünkü, herhangi bir görev gereği değil, eğitimin önemine inandıkları için bu alanda çalışmaktadırlar.

    Ancak bu, gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Yeterli koşul şudur: Eğitim alanında çaba gösteren gönüllü kuruluşların bir bölümü, okul yaptırmak, okullara yardım etmek gibi yararlı, ama radikal değişimlere yol açması mümkün olmayan alanlarda çalışmışlardır. Bu çalışmaların sürmesi, ayrıca da artarak sürmesi gereklidir. İhtiyaçların yalnız devlet eliyle karşılanamayacağı açıktır.

    Diğer yandan ise öyle bir alan vardır ki , ancak radikal “değişim hareketleri” yoluyla gerçekleştirilebilir. İşte, başlangıçtan bu yana sözü edilen değişim bu türdendir. Bunun içinse, bu gönüllü kuruluşların, bugüne kadarki bakış derinliklerinden daha fazlasına ihtiyaç vardır.

    Türkiye’de sürekli olarak eğitimden söz edilir. Hatta son zamanlarda eğitimin kalitesinden de söz edilir olmuştur. Ama hala, bu “kalite” denilen şeyin ne olduğu belli değildir. Ya da, kalite ile kastedilen, eğitimin temelde değişen niteliklerine cevap verebilecek özellikler değildir.

    Bugün iki noktada yoğunlaşılmaya ihtiyaç vardır:

    1. Eğitimde; kuşkusuzluğa, tek doğrululuğa , öğrenilenlerin o konudaki değişmez doğru olduklarına dayalı olan yaklaşım (yani ezber) ,

    2. Her canlının -yalnız insanlar değil- birer ayaklı öğrenme makinesi olduğunun anlaşılmayıp, hala öğretme yoluyla bilgi vermeye çalışılması.

    Bu iki illet, sayıları bir elin parmağını geçmeyen, eğitim alanında çalışan güçlü gönüllü kuruluşun, yoğunlaştıkları alanları bırakıp bu konulara eğilmeleriyle Türkiye’nin gündemine oturtulabilir.

    Gönüllülük, çalışılan konuda “gönlünün istediği biçimde” çalışabilme özgürlüğü demek değildir. O konuda yapılması gerekenleri düşünebilme ve uygulama sorumluluğu, gönüllü kuruluşlar açısından en yüksek düzeyde hissedilmesi gerekir.

    Hemen her konuda ilk akla gelen soru, yurtdışında bu konuda ne yapıldığıdır. Bu sorun izleyicilikle çözülemez. Dünya’da neler olup bittiğini izlemek, ama ondan bir adım da öne geçmek zorunluğu vardır.

    “Bu benim fikrim değil” sendromu, herhalde binlerce yıldır yüzlerce toplumu medeniyet dünyasından silmiştir. Bu sendroma kapılarak silinenlerden birisi de biz olmayalım.

  • Yeni düşünce biçimi, koşullandırmaya dayalı olmamalı..

    TBMM’nin 21nci döneminin açılışında yaşanan türban olayı, bugüne kadar odağında türban varmış gibi görünen bir sorunun, çözülemediği sürece nelere yol açabileceğini işaret ediyor.

    Bir hayalet sorun : Türban-gibi!

    Türban-gibi sorununda iki nokta önemlidir: Birincisi, her sorunumuzu getirip getirip eğitime, onu da okul binası, öğretmen maaşı, bilgisayar sayısı ya da öğrenim süresine bağlayan anlayışın ne denli sığ olduğudur. Bu konudaki yanılgının düzelebilmesi, küçük fakat önemli bir adıma bağlıdır. O da, “eğitim” adına yaptıklarımızın, beklentilerimizi değil, onların zıtlarını ürettiğini kabul etmektir. Eğer eğitimi, – bugüne kadar olduğu gibi- belirli bir ideoloji yönünde koşullandırmak olarak anlamaya devam edeceksek birileri de -ki mutlaka çıkacaktır-, kendi doğruları yolunda koşullandırmaya kalkacak ve bunu da muhtemelen devletten daha iyi yapacaktır. Çünkü devlet, birçok zorunlu kuralla bağlıdır ve bağlı olduğu her kural etkinliğini bir miktar düşürmektedir. Aynı işi herhangi bir kurala bağlı olmaksızın yapanlar ise çok daha etkin olacaklardır. Bunun böyle olduğu, her türlü yasa dışı örgütün ne denli etkin olabildiğinden de görülüyor.

    O halde bir sonraki adım, eğitimin koşullandırma olmadığının, hatta “yeni eğitim”in belki de tek amacının herhangi bir yönde koşullanmamayı sağlamak olduğunun idrak edilmesidir.

    Türban-gibi” sorununda önemli ikinci nokta şudur: Üzerinde uzlaşı sağlanmamış kavramları sahiplenip bunlar çevresinde çatışmayı bir gelenek haline getirmiş olan toplumumuz, “zıtların ayrılmazlığı”nı anlamak ve bunu, “yeni düşünme biçimi”nin temel ilkesi yapmak zorundadır.

    Zıtların ayrılmazlığı : Yeni paradigma

    “Laiklik” ve “inanç” kavramlarını zıt olarak anlamaktan vazgeçip, “laiklik ve inancın ayrılmazlığı”nı net olarak ortaya koymadıkça, her iki “taraf”ın yobazlarının çevresinin geniş kitlelerce dolması önlenemez. Bu durumda ise çatışma kaçınılmazdır.

    Zıtların bütünlüğü, Nevton fiziği ile bugünlere gelmiş olan bilimin de yeni paradigmasıdır. Artık, “iki zıt aynı anda var olamaz” ilkesi yerini, “birbirinin zıtları, bütünü oluşturacak şekilde bir arada ve de birbirini yok etmeye çalışmadan bulunmadıkça bütünden söz edilemez” kuralına bırakmaktadır.

    Koşullandırma en büyük ayıp sayılmalıdır!

    Toplumumuzu tehdit eden etnik, dinsel ya da başka eksenli, içten ya da dıştan güdümlü “çatışma tasarımları”nı önlemenin en etkin yolu, bilimin de sosyal yaşamın da temeli olmaya başlayan “zıtlıkların bütünlüğü” kavramını anlamaya ve sonra da yaşamımıza geçirmektir. Bu ise, eğitim anlayışımızın geleneksel değişmezi olan “nasıl bir insan istiyor isek, çocuk ve gençleri ona göre koşullandıralım” paradigmasının, insana ne denli büyük bir saygısızlık ve sistem için ne büyük bir tahrip mekanizması olduğunu anlamamıza bağlıdır.

    Devletlerin yeni görevi : bilgilendirmeyi özgürleştirip koşullandırmayı engellemek !

    Bilgilenme özgürlüğünün arkasına saklanarak koşullama yapmak, bugüne kadar pek sorgulanmamıştır. Ama artık bunların siyah ve beyaz kadar farklı olduklarını, birinin bilgi toplumunun kaçınılmaz ve yararlı gereği, diğerinin ise insan türünün koşullanmaya açıklığının istismarı demek olduğunu biliyoruz.

    Üçüncü bin yılda devletlerin en başta gelen görevi, kendisi dahil hiç bir kurumun hiç bir amaçla hiçbir kimseyi koşullandırmasına izin vermemesi, koşullanmama hakkını insan -ve de tüm canlıların- haklarının en başına yerleştirmek olacaktır.

    Hayalet sorun (phantom problem), yabancı kökenli bir kavram olup, kök sorun (root problem) tarafından üretilen, ama gerçekte var olmayan sorunları betimlemek için kullanılmaktadır.

    22 Ocak 2001

  • VALDE MEKTEBİ

    Pertevniyal Sultan’ın, eşi II Mahmut adına 1872 yılında inşa ettirdiği Pertevniyal Lisesi, ülkemizin en eski okullarından üç veya dördüncüsüdür. Toplumumuzda reformların en yoğun olduğu bu dönemde, imparatorluğun geleceğinin fütühatta değil yüksek nitelikli insan dokusunda yattığı tanısı gerçekten çok önemli bir ayrımdır. Bu okulumuz bundan dolayı da önemli bir kilometre taşıdır.

    Geçirdiği büyük yangından sonra betonarme olarak yeniden inşa edilen okulun caddeye bakan yüzüne, ilginç bir ustalıkla ve büyük Latin harfleriyle VALDE MEKTEBİ ibaresi yazılmıştır.

    Düz beton yüzey üzerindeki kabartıların üzerine dişi yazıyla yazılan bu yazı, gazete eklerindeki “şaşı bak şaşır” bulmacalarına taş çıkarır biçimde ilk bakışta okunamaz, karşısına geçip uzun süre baktıktan sonra birdenbire görünürdü.

    Çocukluğumuzda beni, birçok akranımı ve erişkin kişileri hayrete ve de hayranlığa düşüren bu ince sanat esprisini, yıllar geçip sanat adına yapılan şaklabanlıkları gördükten sonra, mutlaka başka dünyalardan gelen birilerinin yaptığından kuşkulanmaya başlamıştım. Artık böyle bir kuşkum kalmadı, evet gerçekten de başka gezegenlerden birilerinin gelip, insan türünün sadece kendine belletilip ezberletilenleri tekrarlayan otomatlar olmadığını, böylesine yaratıcılıklar sergileyebileceğini ima etmek, ama bunu da kabaca herkesin gözüne sokmadan yapabilmek için yükseltilmiş zemin üzerine bu dişi yazıyı yazdıklarını anladım.

    Bu ince hatırlatmanın herhangi bir yerde değil de bir okul duvarı üzerinde yapılmış olması, bunu düşünmüş olanları bir daha rahmetle anmamızı gerektiriyor.

    Bir süre evvel okulun önünden tekrar geçerken, beni ve belki birçok kişiyi böylesine etkilemiş bu büyünün bozulduğunu dehşetle gördüm: birileri, dişi yazının içini boyayla doldurarak yazıyı okunur hale getirmiş.

    Bunca sorunla boğuşan ülkemizde, okul duvarındaki yazının içinin boyanmasını sorun olarak ele almayı garipseyenler, hatta “fena mı okulu boyayıp korumuşlar”, ya da “herkesin okumaya çalışırken zaman kaybetmesini önleyip onların işlerini kolaylaştırmışlar” diyenler olabilir.

    Ben sadece bunun düşünülmesini, ama iyi düşünülmesini, hemen cevap verilmeden düşünülmesini istiyorum. Sorunlar yumağı ile bu olayın ilişkisi var mıdır, bunun düşünülmesini istiyorum.

    Okul yönetiminin, bunu önemseyebileceğini sanmıyorum. Bakanlık emirleri içinde bu yazının içinin boyanmamasını emreden bir emir herhalde yoktur. Ama bildiğim kadarıyla bu okulun bir vakfı vardır ve vakfın yöneticileri arasında bir sanatçı da vardır. Belki onlar duyarlık gösterirler. Kim bilir!!

    26 Mayıs 2000

  • GİRİŞİM DESTEKLEME AJANSLARI

    Girişim Destekleme Ajansı (GDA) ya da Girişim Destekleme Şirketi, işsizlikle mücadele için kurulan ve amacı, kişilere çeşitli beceriler kazandırılmasını sağlayıp, böylece onların daha kolay iş bulmalarına ya da kendi işlerini kurmalarına yardımcı olmak olan bir, “kar amacı gütmeyen ticari şirket” dir.

    Ortaklarının, özel kişi ve kuruluşlar olması dolayısıyla bir özel sektör niteliği taşıyan GDA, kar gayesi gütmemesi dolayısıyla da kamusal nitelik taşımaktadır. Bu ikiz özelliği dolayısıyla GDA’lara Batı ülkelerinde “Üçüncü Sektör” adı verilmektedir.

    GDA İhtiyacı Neden Doğmuştur?

    Girişim Ajansı (enterprise agency) adıyla ilk örnekleri İngiltere ve A.B.D. de görülen GDA’lar, “Sosyal Çölleşme” ve bununla bağlantılı, “Sosyal Sorumluluk” denilen iki kavrama dayalı olarak ortaya çıkmışlardır.

    Tanım olarak “Sosyal Çölleşme”, kendi içinde karlı olarak çalışıp, çalıştırdıklarına da iyi imkanlar sağlayabilen kuruluşların, çevrelerindeki sosyal yaşantıda, işsizlik, gelir yetmezliği ve bağlantılı sosyal sorunların bulunması ve bu sorunların giderek, o kuruluşlar içindeki olumlu ortamları (yeşil alan) bir çöle çevirmesine verilen addır. “Sosyal Sorumluluk” ise, sosyal çölleşmeye karşı durabilmek amacıyla, kuruluş sahiplerinin duydukları sorumluluğa denilmektedir.

    Gelişmiş ülkelerde, kuruluşların cirolarının %1 ila 2.5’unu, sosyal sorumluluk payı olarak ayırmaları ve bunu nakdi ve/ya ayni olarak harcamaları alışılmış bir uygulamadır.

    Ayrılan bu paylar yoluyla işsizlikle mücadele edilir, kişilere gerekli beceriler kazandırılır ve onların iş bulmaları ya da iş kurmaları kolaylaştırılmış olur.

    Bu çabalar bir uzmanlık gerektirir. Bu nedenle, her sosyal sorumluluk payı ayıran kuruluşun, bireysel olarak bu çabaları harcaması doğru olmadığı gibi çoğu zaman mümkün de değildir.

    İşte bu nedenlerle kuruluşlar biraraya gelerek, ayırdıkları sosyal sorumluluk paylarını heba etmeden harcamak üzere Girişim Destekleme Ajanslarını kurarlar. Diğer yandan Devlet de, bu yararlı örgütlere çeşitli destekler sağlar.

    GDA Nasıl Çalışır?

    Bir GDA, birçok havuzu bulunan ve bu havuzlarda, iş kurmak ya da iş bulmak isteyenlerin ihtiyacı olan çeşitli destekleri (Çok Yönlü Destek) bulunduran bir sisteme benzetilebilir.

    Havuzlardan birisinde mali kaynaklar, birisinde işyerleri, birisinde uzman personel zamanları, bir diğerinde ise çeşitli kuruluşlar tarafından verilmiş satınalma güvenceleri bulunur. Sadece birkaç çeşit havuzu bulunan GDA’lar bulunabileceği gibi çok sayıda havuza sahip olanları da bulunabilir.

    GDA, hangi tür kişileri ve girişimleri destekleyecekse, onlara uygun sayı ve büyüklükte havuz bulunduracaktır.

    İş bulmak ya da iş kurmak isteyenlerin çeşitli desteklere ihtiyaçları vardır.

    Genel kanı, iş kurmak isteyenin başlıca gereksiniminin para olduğu ise de bu çoğu zaman doğru değildir. Para, iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyaçları içinde önemli yer tutan, ama ilk sırada yer almayan bir ögedir.

    İş bulmak ya da kurmak isteyen bir kişinin gereksinimleri arasında:

    • iş konusu ile ilgili beceri kazanmak,

    • iş bulma ya da iş kurma konusunda gereken becerileri kazanmak,

    • girişimcilik eğitimi

    • işyeri

    • uzman personel (hukuki, mali, teknik vbg konularda danışmak için)

    • kredi teminatı

    • pazarlama

    • iş idaresi

    • para (hibe+kredi+hisse satışı vb)

    bulunmakta olup bunların bütününe Çok Yönlü Destek adı verilmektedir.

    GDA bünyesinde bulunan her bir havuzda, bu desteklerden birisi bulunur. Her havuzun bir giriş, bir de çıkışı bulunduğu düşünülmelidir. Girişlerden, havuza ilgili konuda destek gelmekte, çıkışlardan ise iş bulacak ya da kuracak kişilere destek verilmektedir.

    Diğer yandan da destek verilen kişiler, iş bulur ya da kurarlarsa sahip olacakları gelirden bir payla geri ödeme yapacaklardır.Böylece havuzun dengesine olumlu katkıda bulunurlar.

    Başarılı bir GDA, her havuzunun gelirleri ile giderleri arasında uygun bir denge kurabilmeli, böylece kendi işletme masraflarını da karşılamış olmalıdır.

    Destek Havuzları Nasıl Dolar?

    GDA’nın havuzları üç ayrı yoldan dolabilir; GDA kurucularının aynı ve/ya nakdi katkıları, kurucu olmamakla birlikte sosyal sorumluluk hissedenlerin katkıları ve nihayet devletin katkıları.

    Bir GDA’nın, fonksiyonlarını yapabilmesi, çeşitli havuzlarının doluluğuna, bu ise gerekli tanıtımı yapabilmesine, güven yaratabilmesine ve başarılı olabilmesine bağlıdır.

    GDA kültürü henüz yeterince gelişmemiş ülkelerde (Türkiye gibi), başlangıçta, gereken desteğin büyük bölümünün devletten gelmesi zorunludur.

    Türkiye’de Geliştirme ve Destekleme Fonu, bu tür kuruluşları (GDA) desteklemeye uygun mevzuata sahiptir.

    Parasal havuzda, hibe ve değişik koşullu krediler bulunabilir. Bir kısım kuruluş havuza hibe şeklinde katkıda bulunurken, bankalar ve diğer finans kuruluşları düşük veya normal faizli krediler verebilirler.

    Devlet ise hibe ve/ya geri ödemeli kaynaklar tahsis edebilir.

    GDA ise, böylece biriken kaynakları daha değişik koşullarla, ama her durumda girişimcinin başarı grafiğine bağlı olarak sitüasyonlar şeklinde dağıtır ve yönetirler.

    Uzman personel havuzunda, çeşitli destekleyici kuruluşların (sponsor), mesaisinin bir kısmı veya tamamını, bir süre için, girişimcilerin ihtiyaçlarını karşılamaya tahsis eden uzmanları bulunur.

    Bunlara (secondee) adı verilmekte olup, dilimize ödünç personel olarak çevrilebilir.

    Ödünç personel, bir girişimcinin ihtiyacı olan, ama başlangıçta masrafına katlanamayacağı çeşitli hizmetleri (hukuk, maliye, finansman, teknik konular) verirler.

    Batı’da ödünç personel usulü, daha üst bir pozisyona getirilmesi düşünülen personel için bir “Başarı Testi” anlamına gelmektedir.

    Satınalma güvencesi havuzunda, bir girişimcinin ihtiyacı olan en önemli destek bulunmaktadır. O da, üreteceği mal veya hizmetin, belirli koşullara uyulduğu sürece satın alınacağına (herhangi bir destekleyici tarafından) güvence verilmiş olmasıdır.

    İşyeri havuzunda, bir binanın bir kısmının kullanım hakkı ya da işyeri olabilecek bir yapının mülkiyeti bulunabilir.

    Bu tür destekler, özel veya kamu kuruluşlarından, vakıf ve derneklerden gelebilir.

    Bu desteklerden birisi ve belki de en değerlisi “Girişimcilik Eğitimi” dir. Bu, çevresine bakmayı öğrenmek ya da çevresindeki ihtiyaçları görebilmek demektir.

    Başarılı girişimciler, çevrelerindeki ihtiyaçları görebilen ve onları iş haline getirebilen insanlardır.

    Bir GDA’nın sağlayacağı desteklerden birisi de işte bu, “İhtiyaçların Farkına Varabilme Becerisi” kazandırmaktır.

    Bunun dışında da destek türleri bulunabilir ve ilgili havuzda, yukarıdakilere benzer biçimde bulunurlar. GDA yöneticisi, hizmetlerini iyi tanıtabildiği ölçüde destek havuzlarını da doldurabilecektir.

    Bugün, başta işsizlik olmak üzere birçok önemli sorunumuzun altında “yeni işler yaratamamak” yatmaktadır.Bu konuda kafa yorulmamasının bir sonucu olarak da, yeni işlerin, ya kamu kadrolarına ek personel almak ya da yeni yatırımlar yapmak gibi biri tamamen diğeri de kısmen yanlış olan iki yetersiz seçenek yoluyla yaratılabileceği gibi bir yanlışa saplanılmıştır.

    Girişim Destekleme Ajansları, bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın en etkin araçlarından birisidir.

    ***

  • TÜRKİYE BUNLARI MI KONUŞMALI?

    Elindeki en değerli kaynağı -zamanı- inanılmaz bir verimsizlikle kullanmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş bulunan Türkiye’de, konuşulan konulara ve özellikle de konuşulma biçimine, bilgi toplumuyla ilgilenen herkes dikkat etmelidir. Bu satırların yazarınca 5 yıl kadar evvel yazılmış bir yazı, bugün için sanki daha bir önemli gibi görünüyor:

    «Gazete ve TV’lerin tüm içeriklerini sınıflandırır, içinden ilan, reklam, hava raporu, adresi belli küfürleşme gibi standart kalemleri çıkarırsanız, geri kalacak olanların büyük bölümünün hükümet kuruluşu, çatırdaması, yıkılışı, bu konularda çeşitli kimselerin söyledikleri ile Gümrük Birliği’ne giriş tarihimiz -dikkat içeriği değil- gibi dar bir alana yoğuştuğu görülecektir.

    Acaba gerçekten de Türkiye’nin konuşması gerekenler bunlar mıdır? Örneğin, Gümrük Birliği’ne girildiğinde hizmetler sektörümüzdeki durum ne olacaktır? Onbinlerce sayıdaki küçük girişimci, buluşçuluğu yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş Avrupalı girişimci karşısında nasıl dayanacaktır?

    Eğitimi, «bilgili insan yetiştirmek» olarak anlayan ve bunun vahim bir yanlış olduğunu anlama ihtimali pek bulunmayan kadrolara -alternatifleriyle birlikte-, eğitimin bu olmadığı, bilginin kütüphane raflarında ya da disket ya da CD-ROM’larda kolayca depolanabileceği, hatta bu bilgilerden sonuç çıkarma becerisinin dahi giderek makineler tarafından yapılmakta olduğu nasıl anlatılabilecektir?

    Eğitimin, insanlardaki yaratıcılığı köreltmemesi gerektiği, çağın acımasız rekabet düzeni içinde insanların buluşçuluğunun dolayısıyla da yaratıcılıklarının yarışacağı bu insanlara nasıl ve de kimler tarafından anlatılacaktır?

    Eğitimin, «ben şu kadar yıllık eğiticiyim» ya da «bu işler bizim uzmanlık alanımıza girer» diye böbürlenenlerin ezberlemiş oldukları alanların dışına çıkalı en az 30 yıl olduğunun, kimseyi kırıp incitmeden nasıl anlatılacağı her şeyden daha önemli değil midir?

    Türkiye’nin gündemi değişmelidir. Bunu başkaları değil kendimiz yapacağız. Mevcut iletişim kanallarımız bu gündemi değiştirecek gibi görünmüyor. O halde, yeni iletişim kanalları oluşturmak zorundayız. Ne olup bittiğini anlayan, Türkiye’nin ne olmaz işlerle uğraştığını farketmiş insanların, aralarında küçük ama bir diğeriyle birleşme kabiliyetine sahip ağlar kurarak bir büyük «sinerjik ağ» yaratmasından başka çare yok gibi görünüyor.

    «İnsanlar ve toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler» sözü doğrudur. Ama bu şekilde yönetilmeye müstahak olmayan ya da müstahak olmadığını düşünen kimselere düşen birbiriyle eylem birliği içinde olmak da o denli doğrudur. Eğer bunu beceremezsek, mevcut resimden yakınmaya kimsenin hakkı kalmayacaktır.

    Türkiye, «yakınan ama yalnızca yakınan insanlar toplumu»dur. İnsanımız yakınma konusunda birer profesör olmuş, kendi dışında her kim varsa, sorunlarını çözmek konusunda görevli olduğunu düşünmektedir. Bu tür insanlar gerçeği göremedikleri takdirde yakına yakına yok olacaklardır.

    Türkiye’nin gündemini bu abuk konuların dışına çıkarabilmek zorundayız. Bunun için birinci derecede görevli olanlar ise sesleri çok çıkanlar değil, bu gerçeğin farkına varmış ama kenarda oturmayı tercih eden, «nasıl olsa pişerse bana da düşer» düşüncesindeki insanlarımızdır.

    Bu karabasanı aşabilmeliyiz. Olaylara bakmada, onları anlamada, mevcut kısır kalıpları yıkmayı başkalarından beklemeyi bırakmalı, bunu kendimiz yapmayı becerebilmeliyiz.

    01 Ekim 1995.