• “BİRŞEYLER” YAPMAK LAZIM!

    Nasıl ki insanları bazen küçücük bir söz ele verirse, toplumları da ele veren deyimler oluyor. “Birşeyler yapmak” deyimi de bunlardan birisidir. Bu deyim, “yapılması gereken bazı şeyler var. Fakat ben o şeylerin ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde boş durmak da ayıp oluyor. İşe yarasa da yaramasa da “birşeyler” yapayım da bu ayıp pek belli olmasın” demektir.

    Ortaya çıkmasaydı toplum içinde herkese dürüstlük ve işbilirlik hocalığı yapacak kimselerin yolsuzlukları ortaya çıkınca, kamuoyundan sesler yükseliyor: “bu ne rezalettir, bu kadar da çalınır mı?” (demek ki daha az çalınabilirmiş!), “milletvekilleri işe el koysun” (merak edilmesin, işlere zaten el koyulmuş durumdadır), “müsebbipler meydana çıkarılsın” (o kadar geniş bir meydan var mı?) gibi..

    Düz vatandaşın tepkisini anlamak kolaydır ve o gayet haklıdır. Anlaşılmaz olan, toplumu yönetmek veya yönlendirmek sevdasında olanların yaklaşımlarıdır.

    Toplumu yöneten veya yönlendiren kesimlere girebilmek için inanılmaz çaba harcayan insanlar, emellerine ulaştıktan sonra, asli ilgi alanı sayılabilecek karmaşık sorunlar karşısında, “birşeyler yapmak lazım” ın dışında bir marifet sergileyemezler.

    Son olarak ortaya çıkan ve toplumumuzun kirlilikler portföyünün “küçük ve orta ölçekli yolsuzluklar” sınıfına giren bir kamu bankası soygunundan sonra yine bu tür yaklaşımlar ortalığı kapladı.

    Fazla şüpheci bir senaryoya göre, bu “kim çaldı, kim vurdu, kim vurdurdu?” gibi magazin soruları ve cevaplar, sorunların mekanizması açısından hiç bir işe yaramaz, ama kamuoyundaki tepki birikimini deşarj etmek açısından birebirdir. Bu nedenle bu tür sorular bilinçli olarak tartıştırılmaktadır.

    Bir rüşvet hesaplaşmasında son olarak tetiği çeken gariban kişi, bir paratoner gibi, insanların tepkilerini toprağa akıtır ve yeni yolsuzluklar için gereken “tepkisiz toplum” şartının ilk taşını yerine koyar.

    Evet, “temiz toplum”a erişmek için “birşeyler” yapmak lazım. Ama o “birşeyler”in, hangi nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik birşeyler olduğu acaba hiç merak edilir mi?

    Bu tür sorunlar karşısında pratik reçetelere pek meraklı insanlar vardır (yani otuz-kırk milyon kadar). Üç-dört (tercihan tek) ve basit (ama çok basit) ve de kimseye (özellikle de kendisine) zararı dokunmayacak bir çare (sihir gibi “birşeyler”) bulunmalıdır!

    Düşünce tembelliğinin ve kalıpçılığın tam bir örneği olan bu yaklaşımlardan nefret etmekle birlikte, bu denli yaygın bir arzuyu es geçmek de doğru değildir. Buna göre, yolsuzluklarla mücadele etmek isteyenler için şöyle bir reçete önerilebilir:

    1. “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.

    Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk” tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.

    Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

    1. “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.
    2. Toplumdaki kirlenmenin, küçük bir kesimin işi olmadığının, en saygın, en tartışılmaz kesimlerin bile boğazına kadar pisliğin içine batmış olduğunun bilincine varıldığı bu ikinci adımdan sonraki sağlam adım, adına “yolsuzluklar ağı” denilebilecek mekanizmanın TAM anlaşılmasıdır.

    Toplumumuzun bir özelliği, sorunların nedenleri yerine doğrudan doğruya çözümleriyle uğraşmasıdır. Ve, sorunların bir türlü çözümlenemeyişinin başlıca nedenlerinden birisi de bu “çözüm merakı”dır.

    Örneğin, kamu bankalarının soyulmasına dayalı yolsuzlukların “nedenleri” üzerinde tek kelime edilmeden derhal “çözüm” üretilmiştir: Kamu bankaları özelleştirilirse yolsuzluklar da bitecektir!

    Ama, ülkemizde yalnız kamu bankası soyan özel bir hırsız türü bulunmadığını, kamu bankaları özelleşince bu kişilerin bu defa başka yerleri soyacakları, bu nedenle özelleştirmenin yanında mutlaka, “soygunlara yol açan diğer nedenleri” yoketmeye yönelik diğer önlemlerin de gerektiği nedense düşünülemez!

    İşte bu nedenle, “yolsuzluklar ağı” nın bir plan gibi çizilip bir resim gibi görülmesi çok önemlidir. Bu önemli adımın atılmasını önleyen başlıca engel ise “çözüm merakı”dır. Bu meraka yenilmeyip önce mekanizmanın tam anlaşılması gerekir

    “Yolsuzluk” adı altında tek sözcükte toplanan her tür melanetin tüm olası kaynaklarını “bu önemlidir, şu önemsizdir” gibisinden peşin yargılardan uzak durarak ortaya koymak, işin güç ama can alıcı noktasıdır. Bu yapıldığında, toplumun, üzerinde hiç konuşmadığı örneğin “Kalabalık Kamu Kadroları” ya da “Mali Sistemimizin Belgeye Dayalı Olmayışı” gibi nedenlerin ne inanılmaz sonuçlara yol açtığı, milyon dolarlık rüşvetlerin bu ve benzeri masum yapı taşlarından nasıl örüldüğü hayretle görülecektir.

    1. Bu adımlar atılırken geçecek süreye tahammülü olmayan acilciler, yolsuzlukların önemli desteklerinden birisidirler. Acilciler ikiye ayrılır: Yolsuzlukların “hemen” önlenebileceğini, bunların küçük fakat henüz bilinmeyen bir kesim tarafından yapıldığını, bunlar bulunup etkisiz kılınırlarsa toplumun temiz olacağını düşünen saf vatandaşlar ile, mekanizma’nın anlaşılmasını bilinçli olarak önlemeyi amaçlamış ve bunun için de toplumsal tepkileri kısa vadeli -ve kendileri için bir zarar veremeyecek- önlemlere yönlendirmeye çalışan uyanıklar..

    Ancak, çözümü, kamuoyunun desteğine mutlak ihtiyaç gösteren yolsuzluk sorunları için “çabuk” sonuç bekleyen kesimleri de ihmal etmemek gerekir.

    Bu nedenle, “yolsuzluklar ağı”nın analizinin yanısıra, “Temiz Siyaset Yasası” adlı bir “şemsiye yasa” nın çıkarılması gerekmektedir.

    Altında, “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’nın TBMM’nden çıkarılabilmesi, yolsuzluklar konusunda bu denli sığ görüşlere sahip bir “yöneten ve yönlendirenler” topluluğu karşısında hemen hemen imkansızdır.

    İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, bu sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.

    İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.

    Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü aranılan çözümün ta kendisidir.

    Pazar, 25 Eylül 1994

  • BİREYSEL VE TOPLUMSAL AKIL!

    Bir artı bir’in her zaman iki etmediğini, daha doğrusu çok nadir hallerde iki ettiğini ancak biraz düşünerek kabul edebiliyoruz.

    Aynı birimle ölçülemeyen iki ayrı bir, toplanamaz, dolayısıyla iki de etmez.

    Ama aynı birime sahip gibi görünen iki ayrı ‘bir’ dahi her zaman iki etmez. Örneğin 1 litre su ile 1litre alkol karıştırılırsa 2 litre etmez, biraz büzüşür ve daha az eder. Böyle düşününce nadir denebilecek hallerde iki edebildiğini anlıyoruz.

    Çok zeki bireylerden oluşan grupların da benzer bir davranış gösterdiği gözlenmiştir. Apollo uzay aracı projesi sırasında oluşturulan yüzlerce proje grubu içinde en başarısızları, en yüksek IQ’lu bireylerin biraraya getirilmesinden oluşanlar olmuş ve bu olaya “Apollo Sendromu” adı verilmiştir.

    Bütün bunlar “birey aklı” ile “grup aklı” nın farklı olabileceği gerçeğine işaret etmektedir.

    Örneğin, akıldan hesap yapmada çok yetenekli olan birisiyle, hesap makinesi kullanmada olağanüstü becerisi olan bir diğeri birlikte hesap yapmayı gerektiren bir iş içinde uyum sağlayamayacak ve aralarında sürtüşmeler doğacaktır.

    Bu örnekler ilerletilir ve gruptaki birey sayısı daha artırılırsa bu defa bir “toplum”a varılabilir ve şu iddiada bununulabilir: “bir toplumun kollektif aklı,onu oluşturan bireylerin tek tek akıllarından bağımsızdır. Uygun koşullar yaratılabilirse bireysel akıllardan daha yüksek bir kollektif akıl, aksi halde daha düşük bir kollektif akıl ortaya çıkar. Bunu yönetmesini beceren uluslar gelişir, beceremeyenler ise geri kalırlar.”

    Bu yaklaşımın ışığında toplumumuza bakılır ve diğer ulusların bireyleri ile karşılaştırılırsa ortalama bireyimizin farkedilir biçimde “akıllı” , ama bu bireylerden oluşan toplumumuzun ise yine farkedilir biçimde “akılsız” olduğu sonucuna varılacaktır.

    Akılsız bir bireyi akıllı hale getirmek güç hatta imkansızdır. Ama “akılsız toplum ” öyle değildir. Çünkü, toplumu akıllı ya da akılsız kılan ögeler, bireyleri akıllı ya da akılsız kılan ögelerden tamamen farklıdır.

    Bu gerçeğin bilinip kabullenilmesi ise akıllı bir topluma varabilmenin ilk, ama oldukça güç bir adımıdır.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • BEYAZ NOKTA, BİR “HİZMET” KURULUŞU DEĞİL, BİR “DEĞİŞİM HAREKETİ”DİR

    Hizmet Kuruluşları, bir toplumun sosyal sorumluluk bilinci düzeyinin en iyi göstergelerinden birisidir. Okulların onarılmasından kimsesizlerin giydirilmesine, ülke tanıtımına katkıda bulunmaktan köylere kitap yollanmasına, atık toplamaktan ağaç dikimine kadar uzanan geniş alanda, yapılabilecek -ve de yapımı gereken- yüzlerce toplum hizmeti vardır.

    Herbiri, bunlardan bir veya birkaçı çevresinde örgütlenmiş, bu konu(lar)da emeğini, bilgisini, parasını harcamaya hazır bireyleri içinde barındıran Hizmet Kuruluşları, önlerinde şapka çıkarılması gereken sosyal sorumluluk örnekleridir. Vatandaşlar olarak bizlere düşen, bu tür örgütlenmelere aktif olarak katılmak, kamu yönetimlerine düşen ise, bu tür örgütlenmelerin önünün açılması ve olabildiğince desteklenmesidir.

    Hizmet Kuruluşları’nın yanısıra ama onlardan değişik amaçlı bir örgütlenme türü de Değişim Hareketleri’ dir. Bunlar, toplumun bir veya birkaç niteliğini değiştirmeye yönelik hareketlerdir.

    Her iki hareket türü arasındaki farkların başlıcalarından birincisi, eylemlerinin kapsamı açısındandır. Hizmet kuruluşlarının eylemleri -genellikle- dar kapsamlıdır. Bu kapsam darlığı hem coğrafi hem de hitap ettiği kesimin sayısal kalabalığı açısındandır. Ancak daha seyrek olarak geniş kapsamlı hizmet hareketleri de olabilir. Örneğin, kimsesizlere yardım böyle bir “hizmet hareketi” olup ülkedeki tüm kimsesizleri hedef almış olabilir. Dolayısıyla, “hizmet” ve “değişim” hareketleri arasındaki esas fark, kapsam bakımından değildir.

    “Hizmet Hareketleri”, toplumun çeşitli “niteliklerini” değiştirmeksizin, yalnızca “sonuçları” değiştirmeye yönelikken, “Değişim Hareketleri” o sonuçların “nedenlerini” değiştirmeye yöneliktir.

    Bu özellikleri, Değişim Hareketleri’ne bir başka nitelik de kazandırır: “sonuçlara yol açan nedenler”in değiştirilmesi, yalnızca hizmete konu olan “sonuç”un değil, başka “sonuçlar”ın da değişmesine yol açar.

    Örneğin, kimsesizlere yardım hareketi yalnızca kimsesizlerle sınırlı iken, kimsesizliğe yol açan nedenlerden mesela, “şiddetli aile anlaşmazlıkları”nın giderilmesi bu defa “adalet sisteminin yükünün azalması”, “iş verimlerinin yükselmesi”, “ruh sağlığı bozuk çocukların sayılarının azalması” ve daha birçok “türev sonuç”un ortadan kalkmasına -ya da azalmasına- yol açar.

    “Hizmet” ve “değişim” hareketlerinin somut sonuçlarının alınabileceği süreler açısından da farklar vardır. Hizmet hareketleri’nin somut sonuçları daha kısa süre içinde alınabilir ve böylece, harcadığı emeğin ürünlerini kısa sürede görmek isteyen kişiler açısından daha süratli (ve kolay) tatmin yaratır.

    Değişim hareketleri’nin sonuçları ise, hem daha uzun süreye yayılır ve hem de somut sonuçlarının gözlenmesi güçtür, dolayısıyla da daha sabırlı kişilere ihtiyaç gösterir.

    İki hareket türü arasında bir de örgütlenme açısından farklılık bulunmaktadır. Hizmet kuruluşları’nın üyeleri arasında yüksek bir uyum ve güven’e ihtiyacı yoktur. Dar bir amacı paylaşıyor olmak yeterlidir. Değişim hareketi üyeleri arasında ise yüksek bir uyum ve güven bulunmalı ve özel eğitimlerle daha da pekiştirilebilmelidir. Bu gereksinim de, üyelerin daha sabırlı, “iğneyle kuyu kazmaya daha razı” olmalarını gerektirir.

    Her iki hareket biçimi arasındaki birçok farklılıktan sonuncusu olmayan bir diğeri de, hareketin, ona katılan üyelerden beklentileridir.

    Hizmet hareketleri’nde dar hizmet alanı çevresindeki bireysel çabalar bile sonucu olumlu etkileyebilir. Değişim hareketleri’nde ise bir “takım oyunu” söz konusudur. Bu gereksinimden dolayı, bir değişim hareketi’ne katılacak olanların mutlaka bir “duyarlık eğitimi”, “iletişim becerisi”, “kanonik ifade becerisi” gibi konularda grup eğitiminden geçmeleri gerekir.

    Beyaz Nokta Hareketi, bir “Değişim Hareketi”dir. Toplumumuzun düşünme biçimini değiştirmeye, toplum yaşamımıza erdemi egemen kılmaya yöneliktir.

    Bu amacı, üye kompozisyonu, üyelerin ihtiyacı olan sorunların nedenlerini arayabilme becerisi ve sabır ihtiyacı açılarından, Beyaz Nokta ile diğer hizmet hareketleri temelden ayrılmaktadır.

    Beyaz Nokta Dernekleri’nin proje seçimlerine esaslı etkiler yapabilecek bu farklılıklar, geleneksel hizmet kuruluşlarına daha alışık insanlarımızca başlangıçta yadırganabilir.

    Ama, amaç yönünde adımlar atılmaya başlandıkça, bu yadırgama, yerini derin bir tatmin hissine bırakacak, ülkemizin geleceğinin mimarisine katkıda bulunmanın hazzı birlikte duyulacaktır.

    Pazar, 23 Ekim 1994

  • BEN BU “VATANDAŞ”LARDAN KORKUYORUM!

    Bu başlığı okuyanlar, bilgi teknolojileri, bilgi toplumu ve bu gibi kavramlarla ne gibi bir ilgisi olabileceğini düşünecekler ve muhtemelen de kuramayacaklar-dır.

    Başlık, bir gazete haberinden esinlemedir. Habere göre, İstanbul Kapalıçarşı’da bir kuyumcu çırağı, naylon torbaya doldurmuş olduğu altınları bir yerden bir yere götürürken poşet patlamış ve altınlar yere saçılmış. Bunu önce bir kamera şakası sanan “vatandaş”lar, daha sonra kamera filan olmadığını anlayınca altınları bir anda kapışmışlar

    Gazetede kapışmanın fotoğrafının altında aynen şöyle yazıyor: “altınları kapış kapış toplayan vatan-daşlar, küçük çoçuk altınları saçınca ağlaya ağlaya uzaklaştı dediler” !

    Bu habere konu olan, altınları dökülen çocuğun ağ- lamalarına aldırmadan, çocuğun ustası karşısındaki durumuna boş veren “vatandaş”ları hepimiz çok iyi tanıyoruz. Çünkü çevremiz hemen hemen bütünüyle bunlarla sarılı. Bu çocuk şu anda muhtemelen işinden kovulmuş, ayrıca da dayak vs gibi yollarla aşağılanmıştır.

    Otoyolda güvenlik şeridini kullanıp ambulans ve itfaiye araçlarına geçilmez yapan ve böylece hastaların ölmesine, evlerin yanmasına aldırmayıp kendi 3-5 dakikalık çıkarını kollayanlar, kuyumcu çırağının ağlamasına gülüp geçen, aynı “vatandaş”lardır.

    Apartmanlarda toplu yaşamın kurallarını hiçe sayanlar, rüşveti iş yaptırmanın standart yolu yapanlar, toplumu kendine hizmet etmek zorunda varsayan, ama kendinin tek görevinin kendi çıkarlarını gözetmek olduğunu sananlar da yine aynı “vatandaş” lardır.

    Çocuk ve gençleri zehirlemek pahasına onlara uyuşturucu satan, bu maddelerin kolayca kullanımı için disko açıp işleten, insanların şans deneme eğilimlerini en acımasız biçimde sömürmek üzere kumarhane işletenler de bu “vatandaş”lardır.

    Birbirinin hak ve özgürlüklerine saygı gösterme sorumluluğunun bilincinde olan gerçek “vatandaş”lara göre bir rejim olan demokrasi, bu “sahte vatandaşlar”ın becerebileceği bir oyun değildir.

    Bilgi toplumu, yaşamının çeşitli kesitlerindeki sorunlarını çözmek için bilgi tüketen ve de bilgi üreten “vatandaşlar”dan oluşan toplumdur.

    Ama bunlar, küçük kuyumcu çırağının ağlamasına aldırmadan yere dökülen altınları kapmağa çalışan kan emici “vatandaş” lar değildir.

    Ben bu vatandaşlarla aynı vatanı paylaşmaktan utanıyorum.

  • BECERİKSİZLİK, ÖVÜNMEKLE GİDERİLEMEZ

    Son Eurovision şarkı yarışmasında 22 ülke içinde yalnızca bir tanesi, Türkiye :

    1. Telefon bağlantısını doğru şekilde kuramadı

    2. Jürisinin oylarını doğru dürüst bir dille aktaramadı

    Her ikisi için de çok sayıda mazeret bulunabilir. İkincinin birinci sebepten kaynaklandığı iddia edilebilir vs. Ama dikkatli seyredenler, oyları aktarmakla sorumlu kılınan hanımın sadece yabancı dil bildiğini (herhalde), iletişim denen beceriden ise hiç nasibini almadığını görmüşlerdir.

    20 civarındaki bir kütle, istatistik açıdan anlamlı sonuçlar verecek kadar büyüktür. Hele bu sonuç 21-1 gibi ise hiç tereddütsüz o sonucun işaret ettiği semptomlar kabul edilmelidir.

    Bir kısım kişi bu olayı önemsiz göstermek isteyebilir. Ama eğer faydalanmak istenilirse, milyonlarca dolar dökülen (ve arkasından acımayla karışık gülünen) tanıtma adlı övünme kampanyalarına göre çok daha etkili bir fırsatla karşı karşıya olduğumuz görülecektir.

    Bu tanıtma pastasından her hangi bir düzeyde pay alan kişi ve kuruluşlar tabii ki katılmayacaklardır. Her ne kadar profesyonel ahlak, bir müşterinin alınan parası yerine yeterli mal/hizmetin verilmesini gerektirirse de bu, gerçek profesyoneller içindir. Yoksa moda olan şekliyle “adını söyle yeter” akımı bunun dışındadır.

    O halde bu gözlemi bir hareket noktası olarak kabul edersek, önce bu olayın, kendimizi tanıtmaya çalıştığımız (ki bu doğru bir amaç değildir) kitleye verdiği mesajı çözümlemeye çalışmalıyız.

    Herhalde TV’leri başında yarışmayı izleyen 1-2 milyar kişi bu olayı, Türkiye’nin 22 ülkelik takıma girebilecek bir düzeyde olmadığının somut kanıtı olarak yorumlamışlardır.

    Aklı başında hiç kimse bu olayın basit bir tesadüf olmadığını, bunun mutlaka bir sorumlunun, bir işlemi yapmakta gecikmesinden veya yedek bir kanal bulundurmamasından ya da gerekli bakımların yapılmamış olmasından kaynaklandığını bilecektir.

    Şu bir gerçektir ki, beceriksizlik daima kızgınlığı, küçümsemeyi çağırır. Beceri eksikliği bir dezavantajdır. Her dezavantaj, akıllı davranılabilirse bir avantaj haline dönüştürülebilir. Bunun için gereken, akılcı davranıştır.

    Bu durumda da olay, düşmanlarımızın iletişim kanallarımızı bozması filan gibi bir şekilde açıklanıp, uykuya devam gerekçesi olarak kullanılmaz da, samimi olarak eksiklerimizi korkmadan teşhis etme yolunda kullanılabilirse, bundan daha faydalı bir “musibet” olabilir mi?

    Artık resmi bütünüyle görmek zorundayız. Global rekabet denilen yarışma ortamında milletler sadece ürettikleri malların fiyat ve kaliteleriyle yarışmıyorlar.

    Ürettikleri her çeşit hizmet ile de yarışılıyor. Bu hizmet bazen diplomatların ürettiği hizmet oluyor, bazen de şarkı yarışmaları. Ama hepsinin prensibi aynıdır : Bireylerin beceri düzeyleri yarışıyor. Yani toplumların beceri dokuları !

    Hatta daha genel ilke olarak ; beceri, bilgi, ahlak ve ruh sağlığı dörtlüsünden oluşan Nitelik Dokuları yarışması!

    Sonuç olarak, övünmeye (tanıtma) ayırdığımız zaman ve parayı, eksikliklerimizi ve bunlara yol açan Kaynak Sorun ları teşhise, bunları gidermeye kaydırmadan, alay edilmekten , küçümsenmekten ve de ilaçlanmaktan kurtulamayız. Hoşça kalınız.

  • BASKÜL YOKTU!

    Milli haltercilerimizden Hafız Süleymanoğlu dünya halter şampiyonasında başarısız oldu ve dereceye giremedi. Bu, pek olağandışı bir olay değildir. Bir sporcunun başarısı kadar başarısızlığı da olağandır.

    İlginç olan, müsabaka sonrasında, teknik sorumlu, sporcunun kendi ve TV röportajcısı arasındaki görüşmedir.

    Röportajı yapan, karşısındakilere başarısızlığın sebebini sordu ve sporcudan da teknik sorumludan da aşağıdaki cevabı aldı:

    “Sporcu, olması gereken kilodan 3-4 kilo fazlaydı. Bunu kısa sürede verdi. Yalnız son anda doğru bir baskül kullanılınca 1 kg daha fazlalık olduğu görüldü. Bu defa çok kısa sürede bu fazla kilo verildi ve halsiz kalındı. Kalınan otelin terazisinin olmayışı bu işe sebep oldu.”

    Bu satırlarda bir abartı ve/ya deformasyon yoktur.

    İlk bakışta bir dünya şampiyonasında değil de bir kenar mahallenin meraklı gençlerinin kurdukları spor derneğinin öbür mahalleyle yaptığı karşılaşmada geçtiği sanılabilecek bu konuşma inanılmaz bir açıklamadır.

    Katılınması milyarlarca liraya mal olan bu karşılaşmaya giderken bir doğru baskül götürmeyi akıl edememek inanılır bir iş midir?

    Bence bu olaydan bir seri sonuç çıkarmak ve çeşitli spor dallarındaki kronik başarısızlıklarımızı – kısmen- açıklamak mümkündür.

    Bu olay, yıllardır süregelen birçok başarısızlıktan yalnızca bir tanesidir. Fark sadece, olayı laf kalabalığı ve bilgiç tavırlar içinde gizlemeyi beceremeyen iki kişinin komik görünümlü acı gerçeği açıklamasındadır.

    Kimbilir şimdiye kadar buna benzer ne işler olmuştur da, milletin gözünün içine baka baka “hakem tarafgirliği”, “sakatlık”, “iklime uyumsuzluk”, “devletin ilgisizliği” vs gibi masallar anlatılmıştır.

    Aslında bu tür olayların sadece sporculara özgü olduğu sanılmamalıdır. Hemen hemen her alandaki başarısızlıklar, başarıyla gizlenip “teknik sebep” kılıfı altında topluma yutturulmaktadır.

    Başarısızlıklar, iyi tahlil edilebildiği takdirde başarıyı sağlayabilecek avantajlardır.

    Spordaki başarısızlıkları tahlil etmek isteyenlerin bu olaya da böyle bakmaları iyi olur.

    Bu takdirde bu sporcumuzun ve antrenörünün birer heykelini dikip kaidesine de şunu yazmak lazımdır:

    Türk sporunun niçin çağın gerisinde kaldığının tahliline ilk defa ışık tutan iki spor adamımız. Darısı, diğer alanlarda heykeli dikilecek olanların başına!

  • BAŞKALARININ ÖNÜNE GEÇMEK İLLETİ!

    Çocuk ve gençlerimize çok küçük yaşlarından başlayarak kazanımı özendirilmek gereken bir beceri de “gözlem” dir. “Gözlem” ve “soru sorma” becerileri kazanmış bir çocuğun, en karmaşık sorunları anlayıp onlara akılcı çözümler geliştirebileceğinden şüphe edilmemelidir. Bu tür çocukları, en yüksek görevlere getirebilirsiniz.

    Kişisel ya da toplumsal sorunların görünürdeki değil de kaynaktaki nedenlerini anlıyabilmeyi güçleştiren bir sebep, olayların zaman içine yayılmış olmasıdır. Nitekim, kısa süre içinde olup biten olayları daha kolay anlıyabilmemizin nedeni de budur. Gözlem becerisi geliştiğinde birbirine bağlanabilen olay parçaları bütünün görülmesini sağlarken, aksi halde bağımsız tesadüfler olarak algılanır.

    Sıkışık bayram trafiği sırasında yollarda oluşan kilometrelerce kuyrukları dikkatle gözlediğimizde görülen bir olgu, birçok toplum sorununun açıklanabilmesine fırsat yaratmaktadır.

    Araç kuyruklarının ilerlemesini sabınla bekleyen insanların yanından, işgal edilmemesi gereken emniyet şeridini ya da geliş yolu olan ters şeridi kullanarak başkalarının önüne geçen, onların haklarını çalan “bir kişi” leri düşünüz.

    Yüzde olarak “kabili ihmal” gibi “görünen” bu olay, birçok insanın kuralları çiğnemeye başlamasına yol açan bir “tetikleme” dir. Bu ise, toplumun zıvanadan çıkmasına yol açan “çığ olguları” nın başlamasının nedenidir.

    Bu tür “tetikleyici” kişiler -yalnız araç kuyruklarında değil, kurallara uymayı gerektiren tüm olaylarda görülür. Herhanği bir kurala uymamak, uymayanlara-kısa vade için- bir çıkar sağladığı için, milyonda bir kişi bile bir kuralı çiğnese, geri kalanlar kendi göreli çıkar kayıplarını telafi edebilmek için kural çiğnemeye başlarlar. Çığ olayı da böylece oluşur.

    İşte becerikli kamu yönetimlerinin, toplumları iyi yönetebilmelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Kamu yönetimleri, bu tür çığ başlatıcı olaylar karşısında ya sessiz kalır ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını tercih eder ya da bu tür olayların küçüklüğünün aldatıcılığına kendini kaptırmadan caydırıcı rol oynar.

    Caydırıcı olabilmenin en güvenilir yolu da, bu tür “kural bozma” eğilimlerinin olduğu her alan için birer “şikayet sistemi” kurmak ve bunu işletmektir. Böylece, “kural çiğnemek” ya da “çıkar kaybına uğramak” seçeneklerinin yanında bir de “şikayet ederek haksız çıkarı durdurmak” seçeneği de doğmuş olur. İnsanların, normal olarak bu üçüncü alternatifi seçmek eğiliminde olmaları beklenir.

    Şikayet sistemlerinin bulunmayışı -ki toplumuzdaki durum budur- ya da şikayetlerin gereğini yapacak kamu görevlilerinin bu gerekleri yap(a)mayışı -ki yine durumumuz budur- hallerinde bu defa insanlar çıkar kaybına uğramamak için kuralları çiğnemeye başlamakta ve tam bir orman yasası düzeni işlemeye başlamaktadır.

    İşte, ülkemizde trafikten bankacılığa kadar hemen her alandaki “kural çiğneme” alışkanlığının önemli bir kaynağı budur.

    Salı, 24 Mayıs 1994

  • BARIŞ VE HOŞGÖRÜ YILI!

    Bir kavramı tutundurmak, insanları duyarlı kılmak ya da bir şey yapmadan yapıyormuş gibi göstermek amaçlarıyla icadedilmiş bulunan “gün”, “hafta” ve “yıl” araçları, ancak kullananların niyet ve de kabiliyetlerine göre yararlı olabilirler.

    “Trafik Haftası”nı, daha özgürce araç kullanılacak hafta sananlar nedeniyle kazaların arttığı, bu araçların her zaman yararlı olmayabileceğine işaret eden bir şakadır.

    1995 yılı, -Türkiye’nin de girişimleriyle- “Dünya Barış ve Hoşgörü Yılı” ilan edilmiştir. Bu yılın, Boşnak’ları yokederek ırklarını arındıracaklarını sanan “ahmak”ları ne denli durduracağı bellidir. Benzer şekilde, ülkemizde her yıl kutlanan(!) İş Güvenliği Haftası’nın da iş kazalarına karşı hiç bir etkisinin olmadığı da açıktır.

    Bu noktada, “barış ve hoşgörü” bağlamında sorulması gereken iki soru şudur:

    1. Dünya’nın hemen her köşesinde uluslar, ulusları oluşturan etnik veya dini gruplar ya da daha genel bir deyimle “çeşitli ilgi ve çıkar grupları” acaba niçin sürekli çatışma halindedirler ve bu çatışmaların nedeni yalnız hoşgörüsüzlük müdür?

    2. Eğer, bu çatışmaların önemli bir nedeni hoşgörüsüzlük ise onun sebepleri nelerdir? Bu sebepler nasıl ortadan kaldırılabilir?

    “Çatışma sayısı kadar neden vardır”, birinci sorunun en doğru yanıtı ise de, sınırlı kaynaklar için yarışma, değer ölçülerini başkalarına benimsetmeye çalışma ve kendine benzemeyenlerden kurtulma istemi, çatışmaların üç temel kaynağı durumundadır. Bunlardan son ikisi hoşgörüsüzlük ile doğrudan bağlantılıdır.

    Hoşgörüsüzlüğün kaynağında ise, insanlığı bugünkü sürekli çatışma ortamına getiren evet-hayır mantık sistemi yatmaktadır. Ancak ve yalnız tek doğru, tek iyi ve tek güzel bulunduğu, bunları benimseyenlerin dost, benimsemeyenlerin ise düşman olduğu mantığı, “ikili mantık sistemi”mizin (binary logic) doğal bir uzantısıdır.

    Anaokulundan üniversite sonuna kadar bu çatıştırıcı mantık sistemiyle beyni yıkanan insanlar nasıl olup da başka doğruların, iyilerin ve güzellerin varlığına hoşgörüyle bakabileceklerdir?

    Bunun tek yolu, tahammül denilen ve hoşgörü ile yakından uzaktan ilgisi bulunmayan kavramdadır. Tahammül, her an patlamaya hazır, karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla ilgisi olmayan bir “ateşkes” durumudur.

    “Farklı düşüncelere de tahammül edebilmeliyiz” biçiminde dile getirilen ve güya hoşgörü empoze etmeye çalışan söylemleri, bu kavramları doğru kullanması gerekenlerin ağızlarından duymak, hoşgörüsüzlüğün nedenlerinden birisi sayılmaz mı?

    Hoşgörü (ve onun bir türevi olan barış) yılında ilk yapılması gereken, hoşgörüsüzlüğün altında yatan bu mantık sisteminin çatıştırıcı etkilerini anlamaya ve sonra da topluma anlatmaya çalışmaktır. Bu mantık sistemi yürürlükte kaldığı sürece çatışmalar kaçınılmaz, barış ve hoşgörü ise yapay ve her an bozulabilecek süreçlerdir.

    İki şeyden ancak ve yalnız birisinin doğru olabileceğini kabul eden evet-hayır mantık sistemi artık devrini tamamlamış, ancak insanlar hala onu kullanmakta direnmektedirler. İşte bu denli yaygın çatışmaların altında yatan önemli bir neden budur.

    Geliniz, Barış ve Hoşgörü Yılı’nı bu gözlükle değerlendirelim ve ikili mantık sistemi yerine, siyahlarla beyazlar arasında grilerin de bulunduğunu kabul eden “sürekli mantık sistemi” adı verilebilecek yeni bir bakışı benimseyelim.

    Pazar, 04 Aralık 1994

  • GİRİŞİM SERMAYESİ

    Ekonomik paket kapsamı içinde açıklanan Girişim Sermayesi (GS) hakkında dikkate alınması gereken bir seri gerçek bulunmaktadır. Bunların yeteri ağırlıkla dikkate alınması GS’nin başarısını sağlayacak, aksine bir ya da birkaç noktanın gözden kaçırılması, serbest piyasa sisteminin bu önemli aracının elden çıkmasına ve daha da kötüsü daha uzun bir süre, “denendi ve başarılı olmadı” gerekçesiyle kullanılamamasına neden olabilecektir.

    • GS kavramının ekonomik tedbirler içinde yer almış olması son derecede sevindiricidir. Sanayimizin ihtiyacı olan yeni bir momentum, ancak bu gibi çağdaş araçların kullanıma sokulmasıyla kazanılabilir. Bunu düşünenleri kutlamak gerekir.

    • GS sisteminin ne olduğunun, nasıl işlediğinin, nasıl başarılı kılınabileceğinin ve olası güçlüklerin neler olduklarının bilinmesi, sistemin başarısı açısından zorunludur.

    (A) Girişim Sermayesi (GS) Nedir?

    Başarıya ulaşmasında bir miktar risk bulunan ve fakat ulaşması halinde de kazanç beklentisi yüksek olan konulara (venture); venture (Türkçe’ye serüven olarak çevrilebilir) için gerekli sermayeye de (Venture Capital = Girişim Sermayesi) adı verilmektedir.

    Tanım itibariyle her girişim GS’ne konu olabilirse de genellikle yeni veya ileri teknolojiler GS’nin ilgi alanına girerler.

    Bilgisayar donanım ve yazılımı, elektronik, biyoteknoloji, optik, laser, nükleer mühendislik vb konular, GS’nin en çok kullanıldığı alanlardır.

    Özellikle A.B.D. de, uzay ve/ya savunma amacıyla geliştirilen teknolojilerin sivil hayata uygulanması, GS yoluyla olmaktadır.

    GS, bir yeni ve/ya ileri teknolojik fikri bulunan ve fakat bunu ticari hayata aktarabilecek sermayeye sahip olmayan kişi(ler) ile, parasını yüksek kar getiren bir işe yatırmak isteyen bir kişi veya kuruluşun geçici işbirliği demektir.

    GS’ni herhangi bir ticari ortaklıktan ayıran özellikler şunlardır;

    1. Başarıya ulaşmada yüksek risk, fakat başarı halinde yüksek kar beklentisi,

    2. Sermaye sahibinin, işin ticari veya teknik yönetimine karışmayıp yalnız sonucu ile ilgilenmesi.

    3. GS’ne konu olan bir işteki risk, genellikle işin teknolojisindeki belirsizliklerden doğar. Dolayısıyla GS’ne konu olan işler, bir araştırma sürecinin başarısına bağlıdır.

    Örneğin, talaşlı imalat yapan bir tezgah yerine laser ile kesme yapımı üzerinde bir araştırma yapılacak ve bunun sonucunda da çok karlı bir ürün ortaya çıkacaksa, gerek araştırma, gerekse araştırma sonuçlarına ticari anlam kazandırılması için gerekli finansman, GS yoluyla sağlanabilir.

    Geleneksel banka kredisi sistemi, tam garanti esasına dayandığı için bu tür işlerin finansmanında kullanılamamaktadır.

    Söz konusu risk, örneğin bir ürünün pazarlanıp pazarlanamayacağından (mesela mevcut pazarlama zincirlerinin gücü dolayısıyla) kaynaklanıyorsa, bu girişim GS’ne konu olmamaktadır. Tabii ki bu kesin bir kural değildir.

    (B)GS’nin Ön Koşulları Nelerdir?

    Bu kısa açıklamadan da anlaşılabileceği gibi, GS sisteminin konu edilebilmesi için şu ön koşullar gerekmektedir:

    1. Bir yeni veya ileri teknolojinin geliştirilmesine yol açabilecek araştırmaların mevcudiyeti,

    2. Bu araştırmalar sonunda ortaya çıkabilecek ürünleri ticarileştirebilecek ticari yetenek ve imkanlara sahip girişimciler,

    3. Bu girişimcilerin önlerinde engellerin bulunmaması,

    4. Sermaye sahiplerinin olası kayıplarını telafi edebilecekleri ölçüde zengin bir “teknoloji geliştirme kaynağı”. (Batı’daki deneyim, GS’ne konu olan işlerin ancak %10-30’unun başarılı olabildiğini göstermektedir.)

    (C)GS, Bir Araçlar Kümesinin Yalnızca Bir Parçasıdır

    GS, ekonomik gelişme denilen süreç içindeki bir çok parçadan yalnızca bir tanesidir. Dolayısıyla GS’ni, yeni işlerin yaratılmasında sihirli bir araç gibi görmek son derece yanıltıcıdır.

    Örneğin, mevcut bir teknolojiyi geliştirerek uygulamak veya kendi işini kurmak isteyen bir girişimcinin iş yapması için başka parçalara ihtiyaç vardır.

    Yeni iş kurmak isteyen bir kişinin ihtiyacı olan (ve genellikle kendisinin de iş işten geçtikten sonra farkına varabildiği) ögeler şunlardır:

    • Yaşayabilir bir iş fikri

    • Varlığı test edilip doğrulanmış bir pazar hacmi

    • Girişimcilik yeteneği

    • Girişimcinin, gereksinimini duyacağı Çok Yönlü Destek, yani;

      • Bilgi, beceri

      • işyeri (ortak kolaylıkları sağlanmış bir işyeri )

      • Uzman personel

      • Mevzuat bilgisi (hukuk, muhasebe vb)

      • Enformasyon kaynakları (kütüphane, bilgi ağları, danışma kurumları vbg)

      • Vergi kolaylıkları (bağışıklık, erteleme, taksitlendirme vb)

      • Finansman desteği çerçevesinde;

    1. Hibe (geri ödenmeyecek kısım)

    2. Düşük faizli kredi

    3. Girişim Sermayesi

    Bütün bu desteklere ek olarak, girişimcinin önündeki engellerin de asgariye indirilmiş olması gerekmektedir.

    Halen ülkemizde bir iş yapmak isteyenin önünde, onu caydırabilecek çok sayıda engel bulunmaktadır. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse;

    • İşyeri açma veya kapamadaki ağır mevzuat yükü

    • Belediyelerin yüklediği mevzuat yükü

    • Yasa ve/ya ahlak dışı talepler (yardım istekleri, rüşvet vbg)

    • Peşin vergi

    • Teşviklerin keyfiliği

    • Haksız rekabet

    Konu bununla da bitmemektedir. Kapitalist ülkelerde girişimcilerin en önemli desteği kamu alımlarıdır.

    Kamu alımlarının, serbest rekabet piyasası kurallarına göre yapılması, potansiyel girişimcileri iş yapmaya özendiren en önemli dürtüdür.

    Kamu alımlarının, nüfuzlu kişilerin yakınlarına avantaj sağlayacak şekilde yapılması ya da alımlarda rüşvet ve benzeri kanalların yaygınlığı, girişimciliği boğan en önemli nedendir.

    İşte bütün bu faktörlerin olumlu şekilde biraraya gelmesine uygun iş iklimi adı verilmektedir.

    Görülmektedir ki GS, bir buzdağının görünen kısmından küçük bir parçadır. Buzdağının altındaki büyük kısım dikkate alınmadan GS’ne bel bağlanması, buna çarpan gemiye yalnızca bir çeşit etki yapabilir; gemiyi batırır!

    Sonuç olarak, GS sisteminin gündeme getirilmesini, bütün bu ögelerin düzenleneceği anlamında almak gerekir.

    Aksi halde, bu karmaşık sistemin bilincinde olmamak, bir şeyin adı ile kendini aynı sanmak gibi bir ihtimal doğar ki durum herhalde bu değildir.

    ***

  • BAL TUTAN PARMAK YALAR!

    Tam yarım sayfalık bir gazete haberi:

    Van’ın Edremit ilçesinde geçirdiği bir trafik kazasında yaralanan hemşire Hilal Akkaya, kaldırıldığı Van Yüzüncüyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde acil serviste 8 saat bekletildikten sonra öldü. Hastane önünde toplanan meslektaşları olayı protesto ederek, “bu bize yapılırsa vatandaşa ne yapılmaz” dediler. Devlet hastanesi başhekimi Nesrin Asut da, “bir sağlık personeli bu kadar basit bir ihmal sonucu ölüyorsa ayıptır” dedi. Tabipler odası başkanı Figen Polat, “Hilal hemşirenin ölümünde ihmal olup olmadığını araştıracağız, varsa görevli doktorlardan hesap soracağız” dedi…..

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler”, süzüle süzüle gelmiş bir atasözümüzdür. Yeni Türkçeye çevrilince “Mert çingene övünürken suçunu söyler” denilebilir.

    Hergün birçok vatandaşımız benzer ilgisizlikten dolayı aynı akıbete uğrarken bu durumu özel varsayıp yarım sayfa haber yapan gazete de dahil olmak üzere başhekim, tabip odası başkanı, protesto eden hemşireler ve belki daha yüzlerce kişi aslında şunu söylüyor:

    Her kamu görevlisi, elindeki imkanları önce kendi, sonra yakınları ve en sonra da -eğer kullanılabilecek bir imkan kaldıysa- vatandaşlar için kullanır. Meslektaşlık yakınlık demek olduğuna göre tüm hastane personeli imkanlarını Hilal hemşire için kullanmalıydı. (Çünkü bu yarın başka bir sağlık personelinin başına da gelebilir).

    Bu olgunun yalnız sağlık personeli için söz konusu olmadığına, örneğin elindeki imkanları seçim bölgesi için kullanan bakanlarımızın da pek az kimse tarafından ayıplandığına dikkat edilmelidir.

    Maliyede çalışan vergisini kolay yatırır ama hastanede geriye düşer; hastane personeli ise maliyede geriye düşer. Daha da genelleştirilerek, her kamu görevlisinin, elindeki imkanları kendisi ve yakınları için kullanıp, başkalarının ellerindeki imkanlar açısından daha ön sıralara geçme mücadelesi verdiği, bunun için de ülkemizde kimin kimi tanıdığının büyük önem taşıdığı söylenebilir. Bütün mesele, vatandaşlıktan yakınlığa terfi edebilmektir.

    Değer sistemimiz açısından son derece kabul görmüş olan bu ayıp, ne yasa, ne yatırımla önlenebilir. Önce farkına varmak, sonra da “ben yakınlarıma imkan dağıtmak için bu görevde değilim” diyebilenlerin, kendi aralarında örgütlenerek bir “seçkin tavır ağı” oluşturabilmeleri tek çıkar yoldur.