• GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME

    Şehirleşme, çağdaş yaşamın ne kadar doğal bir yanı ve hatta gelişmenin göstergelerinden biri ise, göç de o denli olumsuz bir kavramdır.

    Birisinde, kırsal kesimde artan verimlilik sonunda doğan artı değer kırsal kesim nüfusuna yeni yaşam biçimleri sunarken diğerinde, bulunduğu yerde barınamayacak hale gelen insanlar oralardan kopmaktadırlar.

    Şehirleşmenin temelinde artan verimlilik varken göçün temelinde gelir azalması ve buna bağlı çaresizlik bulunmaktadır.

    Göçe yol açan ve onu destekleyen nedenler karmaşık bir yapı oluştururlar.

    İşsizlik ve/ya gelir yetersizliği, göçü harekete geçiren kuvvetler ise, kırsal kesimdeki kamu hizmetlerinin yetersizliği ya da şehirlerde kuralların kolayca çiğnenebilmesi ve bunun da kolayca gelire dönüşebilmesi, göçü destekleyen unsurlardır.

    Varlığı gerçeğe değil de kafalarda oluşmuş mith lere dayalı her değerde olduğu gibi Devlet kavramı da günümüzde geleneksel anlamını kaybetmiş, artık güç, dürüstlük ve saygınlık yerine güçsüzlüğü, fırsatçılığı ve saygısızlığı simgeler hale gelmiştir. Devlet artık bilek gücü ya da rüşvetle kenara itilmek istenen bir fazlalık haline dönüşmüştür.

    Artık hemen herkes, Devletin kurallarının yalnızca ona uyanlar için var olduğunu, ona uymak istemeyenler için yaptırımların kolayca altedilebildiğini öğrenmiştir.

    Hatta artık Devlet potansiyel bir fırsat hazinesidir. Devletin taraf olduğu her işte, zor ya da rüşvet kullanılarak bir çıkar sağlamak mümkün görülmektedir.

    Bu, çeşitli yokluklarla karşı karşıya bulunan kırsal nüfus için büyük bir özendirici etki yaratmaktadır.

    “Taşı toprağı altın şehir” kavramı ençok günümüzde geçerlidir.

    Devletin koyduğu kuralların çiğnenmesi halinde öngörülen cezalar, büyük bir kesimin günlük yaşantısına çok da aykırı görünmemektedir.

    Parası olmayana verilecek para cezası nasıl bir yaptırım gücüne sahip değilse, diğer cezalar da ancak “kaybedecek çok şeyi bulunan” kişiler üzerinde caydırıcı olabilmektedir.

    Kan davası nedeniyle sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan bir insan için nasıl özgürlük anlamını kaybetmişse, son derece gayrı sıhhi şartlar altındaki bir konutta yaşayan kişi için de evinden ayrı kalmaya yol açabilecek cezalar o denli anlamsızdır.

    Bir toplumu, bir arada ve düzenli yaşamaya özendiren “çıkar”lar zayıfladıkça, o toplumu kurallar aracılığı ile yönetmek de o kadar güçleşmektedir.

    Günümüzde toplumumuzu saran kural çiğneme histerisi, işte böyle bir süreç sonunda ortaya çıkmıştır.

    Dolayısıyla göç değil kuralsız yaşamak üzere göç, daha büyük önem taşımaktadır.

    Bu saptamanın, göç olgusunun doğru yönetimi açısından önemi açıktır. “Kontrolsuz göç yerine kontrollu şehirleşme” politikaları bu gerçeğe oturtulmalıdır.

    Bir kısım devlet adamımızın “yerinizde rahat değilseniz batıya göçün” nasihatının doğru bir felsefeye oturmadığı bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir.

    Bu çerçeveye oturtulacak bir politika, bir yandan yerinde yaşamı destekleyip özendirirken, bir yandan da buna paralel olarak yukarıda sözü edilen “şehirlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” ni yoketme araçlarını kullanmalıdır. Hoşça kalınız.

  • GÖÇ VE PASAPORT!

    Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. Ençok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.

    Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.

    Pekiyi, durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, her alanda olduğu gibi bizi bu konuda da yanıltmaktadır. Sorun, kırdan kente göç değildir. Sorun, kontrollu kentleşme yerine çaresiz insanların ve kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliğine dayanamayan insanların göçüdür ve kentin mevcut mekanizmaları göç eden bu nüfusu asimile edememekte, aksine o nüfus kentliyi asimile etmektedir.

    Önümüzde genel yerel seçimler var. Her yerleşim biriminde adaylar seçmenlerin karşısına çıkıp, neler yapacaklarını anlatacaklar. Yerel ihtiyaçlara göre değişmekle birlikte, hemen hepsinin vaatleri tek sınıfta toplanabilir: “Bu yeri, daha kolay yaşanılır bir yer yapacağım!”..

    İşte “kontrolsuz göç” sorununun bir bölümü burada başlamaktadır. Normal olarak aralarında düzey farkı bulunan iki kaptan , yukarıdakinden aşağıdakine bir akım olur ve iki kaptaki su düzeyleri eşitlenene kadar bu akım devam eder.

    Ne kadar şikayet edersek edelim, kentlerde birtakım imkanlar vardır. Okulu, hastanesi, polisi vs.. Bu hizmetlerin yeterli olmadığı yerlerden olan yerlere akım olması doğaldır. O halde “yerleri daha kolay yaşanılır kılacağım” demek, Türkçe’de kırdan kente göçü teşvik edeceğim demektir. Kimse böyle bir kasit ile söylemiyor, ama anlamı bu.

    Pekiyi bununla, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek savunuluyor. Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden, yani, gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermesini güvence altına almadan, hiçkimseye yeni bir hizmet götüremez. Bu, fiziki olarak mümkün değildir.

    Bazı yerel iyileştirmeler yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açabilirsiniz. Gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür. Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.

    Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, dediğimin gerçekliğini göreceklerdir. (Boğaziçi köprülerine dahi bu gözle bakabilirsiniz).

    O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunlardan yapay olanların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.

    Göçün çeşitli nedenleri içinde, bir belediye başkanının kontrol edebileceği nedenler tabii ki sınırlıdır, ama az da değildir. Bunlardan başlıcası, kentlerin kuralsızlığının çekiciliğidir.

    Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı adembabaların kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işlediğini hep biliriz.

    Dolayısıyla, bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu cesaret ister, bazı çevrelerle çıkar ilişkisine girmemeyi ister vs. Bu da, bu tür insanların aday olması demektir. Seçmenin karşısına gelen bir adaya ilk sorulacak soru, bu kentte kuralsız yaşayanlarla çıkar ilişkin var mı? olmalıdır.

    İkinci göç önleme engeli, o kentin çevresindeki işsizliği önlemek için -ki ikinci kaynak budur-, kırsal kesimdeki istihdam projelerini desteklemesidir. Bunun, Girişim Destekleme Ajansları, yerel potansiyellerin değerlendirilmesi gibi çok sayıda metodu vardır.

    Bu iki önlem, göçün en az yarısının önlenmesi demektir. Diğer yarısının asimile edilmesi içinse hemşehrilik bilincinin uyandırılması gerekir ki en ucuzu budur.

    Nasıl, hep uygulananlara benziyor değil mi?

  • GELİŞMENİN NERESİNDEYİZ?

    Toplumları, gelişme evreleri skalasında tarım, sanayi ya da bilgi toplumu olarak bir yerlere yerleştirmek adet olmuştur. Gelişimini bu ölçeğe göre sürdürmüş toplumlar için bu yerleştirme yanlış da değildir.

    Ama, bu yaklaşımın bir tehlikesi var: o da, tüm toplumların mutlaka bu gelişim sırasını izleyeceği, yani bir evrede bulunanın “bir süre sonra” bir sonraki evreye geçeceği gibi tamamiyle yanlış bir yargıya yol açmasıdır. Ben bunu bir çeşit afyon olarak görüyorum. İnsanlar bu yargının rehavetiyle, günün birinde bir üst medeniyet düzeyine geçeceklerine, dolayısıyla da o an için fazladan birşeyler yapmalarına gerek olmadığına hükmediyorlar.

    Gerçekte ise tarım, sanayi, bilgi ve bilgi ötesi toplum çizgileri, birinin bitiminden diğerinin başladığı ardışık süreçler değil, aralarında belirli bir mesafeyle uzanan paralel çizgiler gibidirler. Toplum, bir gelişim çizgisinden diğerine sıçrayabilmek için, bazı özelliklere sahip olmadığı ve de özel bir çaba göstermediği sürece, üzerinde bulunduğu çizgide uzun süre kalabilir. Ama dikkat edilirse, paralel çizgi benzetmesine rağmen, “sonsuza kadar” değil, yalnızca “uzun bir süre” ..

    Tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi çizgileri daha doğru betimlemek gerekirse, her biri sonlu uzunlukta, birbirine paralel, birinin bitimine yakın bir yerlerden diğerinin başladığı çizgiler benzetmesi yapılabilir. Bunlar, toplumların izleyebileceği ana yörüngelerdir. Bir de, bu çizgilerin dışına düşmüş, boşlukta oraya buraya savrulan, ana çizgilerdekilerin arzularına göre rolleri oynamak zorunda olan “topluluk”lar mevcuttur.

    Bu benzetmeyle, örneğin bir tarım toplumunun sonsuza kadar öylece kalamayacağını, ya sanayi toplumu çizgisine geçeceğini ya da kendi çizgisini tamamlayıp bütünlüğü dağılarak, bir “toplum” olmaktan “topluluk” olmaya dönüşen, başka çizgilerin onlara çizeceği yörüngelere oturacağı olgusu daha kolayca anlaşılabilir. Bu süreçlerin süreleri yüzyıllarla ölçülebildiği için, ömrü on-yıllarla ölçülen insanoğlu, üzerinde bulunduğu çizgiyi sonsuza kadar uzanacakmış sanabilmektedir.

    Toplumumuzun bu yaklaşım içinde nereye oturduğunu irdelemeden önce, toplumların, birlikte sarılıp bir yumak haline gelmiş çeşitli renkteki yün iplikleri gibi olduğu benzetmesini de yapmalıyım. Her renk iplik bir gelişmişlik düzeyini temsil etmektedir. Yani bir iplik tarım toplumunu, bir diğeri sanayi toplumunu, hatta bir iplik de bilgi toplumunu!

    Bu metaforu biraz daha gerçeğe yaklaştırmak için bu yün ipliklerinin sentetik olduğunu ve bazı yerlerinin sıcaklık altında birbirine geçiştiğini varsayalım. Bu durumda, örneğin sanayi toplumunu temsil eden bir renk iplik, bazı noktalarında tarım toplumu, bazı yerlerinde ise bilgi toplumu renkleri gösterebilir. Bu durumda, dışarıdan bakan ve toplumların bu kompozisyonlarını bilmeyen ve onların tek renk ipliklerden yapılmış olduğunu varsayan bir gözlemci şaşkınlığa düşer ve o toplumun bu garip durumunu açıklayamaz.

    Belki en başta yapılması gereken bir tanımlama, bu aşamada hatırlanmalıdır: Bu da tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi kavramlardan ne anlaşılmak gerektiğinin tanımlanmasıdır. Tarım toplumu yalnızca, geçimini topraktan sağlayan toplum değildir. Tarım toplumunun karakteristik özellikleri, ileri düzeyde bir iş bölümünün bulunmayışı, rekabet gücünün düşük oluşu, yaratıcılık düzeyinin çok düşük oluşu, daha da önemlisi “kollektif toplum aklı”nın oldukça düşük düzeyli olmasıdır.

    Sanayi toplumunu ise, ileri düzeyli iş bölümü, yüksek rekabet gücü ve yüksek düzeyli kollektif toplum aklı olarak tanımlanabilir. Sanayi toplumunun önemli karakteristiklerinden birisi de yaratıcılıktır.

    Bilgi toplumunu ise, “sorunlarını bilginin alternatifleriyle değil bilgiyle çözen ve bunu yaparken de yoğun ve yüksek nitelikli bilgi tüketen toplum” olarak tanımlıyorum. Sorunların bilgi yerine onun alternatifleriyle çözümü ilk anda garip görünebilir. Sorunu bir kader gibi kabullenip onunla birlikte yaşamaya razı olmak, sorunun etrafından dolaşmak -yasa ve/ya ahlak kurallarını çiğneyerek-, sorunu bir başkasının sorunu olarak ilan etmek, sorunu yok varsaymak, bir kurtarıcı beklemek, başka koşullar altında geçerli, fakat bu durumda yarar sağlayamayacak hatta zarar üretecek bir çözüm kalıbına sarılmak gibi onlarca yöntem, bilginin alternatifleridir ve de bilgiyle sorun çözmeye oranla -hiç olmazsa kısa dönem için- daha az zahmetlidir.

    Genel kabul görmüş bu yöntemlerin dışında çok küçük bir oranda ise “soruna yol açan nedenlerin araştırılıp giderilmeye çalışılması” şeklinde ifade edilebilecek olan, bilgiye dayalı yöntem kullanılmaktadır.

    Hemen görülebileceği gibi, sorunları bilgi ile çözmeyi engelleyen bu alternatiflerin kaynak(lar)ının hepsi aynı değildir. Örneğin, sorunu kabullenip birlikte yaşamaya çalışmak alternatifinin nedenlerinden özgüven eksiği ve insanlarımızın ihtiyaç kümeleri’nin darlığı ise, bunlar örneğin kural çiğneme alternatifinin nedenleri ile aynı değildir.

    Bu yaklaşımın ışığı altında toplumumuza bakıldığında görünen, yumağın egemen renginin tarım toplumu olduğu, arada bazı yerlerin sanayi, çok küçük bir yerin de bilgi toplumu renklerini taşıdığıdır.

    Zaman zaman, ihracatımız içindeki sanayi ürünlerinin payına bakarak toplumumuzun bir sanayi toplumu olduğu, biraz zorlanırsak bilgi toplumu oluvereceğimize ilişkin görüşler ileri sürülür. Örneğin, pamuğu tarım ürünü, pamuk ipliğini sanayi ürünü saydığınız zaman bir anda kendinizi sanayi toplumu olmuş sayarsınız. Toplumun moralini yükseltmek için iyi bir yöntemdir, ama gerçekleri görmeye engel olacak kadar ileriye götürülmemek koşuluyla!

    Dünyadaki iş bölümünü yönetenler gelişmiş toplumlardır. Bu gayet doğaldır da. Biz pamuk ihraç eden bir tarım toplumuyken bu toplumlar pamuk ipliği üretim teknolojisine sahiptiler ve biz sattığımız pamuğun getirisiyle, küçük bir miktar pamuk ipliği satın alabiliyorduk. Pamuk ipliği teknolojisine sahip olan toplumlar daha sonra daha ileri teknolojiler geliştirince birilerinin de pamuk ipliğini yapmaya devam etmesi gerekti ve bu rol, evvelce pamuk satan ülkelere verildi. Kontrolu tamamen dışımızda olan, bizim hiçbir katkımızın olmadığı bu süreçle biz kendimizi sanayi toplumu olmuş sayabilir miyiz? Türkiyenin dikkat etmesi gereken, tarım toplumunun sınırlı olan ömrünü tamamlamasından önce, sanayi toplumunun temel nitelikleri olan özelliklerin süratle kazanılması, buna paralel olarak da sanayi toplumu sürecini kısaltıp bilgi toplumunun özelliklerini kazanmaya çalışmaktır.

    Özet olarak, tarım, sanayi ve bilgi toplumları, bireyler ve onlardan oluşan topluluklardan bağımsız, onların dışında ve de onlara rağmen oluşan süreçler değil, tam aksine o toplumların durumlarının birer adıdır. Yani, taşa toprağa, fabrikaya baraja yatırım yapılarak değil, toplumumuzu oluşturan bireylerin “nitelik dokusu”nu yükselterek bir çizgiden diğerine sıçrayabiliriz. Bu basit ama önemli gerçek, 75 yıllık kalkınma serüvenimizin çoğu döneminin gözardı edilmiş acı gerçeğidir ve bugün dahi hala fiziki çevreyi geliştirerek çizgi değiştirebileceğimiz sanılmaktadır.

    Bu gerçeği gördüğümüz anda Türkiye’de önemli bir değişim başlamış sayılmalıdır.

  • FEVKALADE DİNAMİK BİR TOPLUMUZ AMA..!

    Türkiye’nin sorunları ve geleceği konusundaki tezlerin değişmeyen argümanı bu, “fevkalade ” ve dinamik bir toplumumuz var ama…” dır.

    “Fevkalade ” ve dinamik” sözcüklerinin ikisi de Türkçe olmadığı için gelişigüzel kullanıma pek uygundurlar.

    “Olağandan daha fazla” demek olan “fevkalade” ile “yaşam dolu, eylem yaratma etkisi içeren” anlamını taşıyan “dinamik” sözcükleri bir araya gelince, toplumumuzun genç nüfusunun diğer toplumlara oranla daha yüksek olduğu iması anlaşılıyor. Deyimin ardından gelen “ama” herhalde, böyle bir bileşime sahip bir toplumun nasıl olup da iyi işler üretemediğinin pek anlaşılamadığına işaret ediyor olsa gerek.

    Genç insanların, yaşlılara göre farklı bir enerji dengesine sahip oldukları, bu dengenin daima enerji fazlası içerdiği ve bu yüzden de onlara “delikanlı” dendiği herkesçe bilinen bir gerçektir.

    Ama, yanılınan nokta, bu enerjinin durup dururken gencin kendi çevresi için yararlı ürünler üretmesi olasılığının çok düşük olduğu gerçeğinin gözardı edilmesidir.

    Toplumumuzun olağandan daha yüksek (fevkalade) hareket yaratma kuvveti (dinamizm), enerjinin sakınımı ilkesi uyarınca her an için bazı eylemlere dönüşmektedir ve de dönüşmek zorundadır.

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki kargaşa bu dönüşümün sürekli olarak meydana geldiğini gösteren işaretlerdir.

    Yanılgı, bu dinamizmin yararlı yönlerde olacağı beklentisindedir.

    Fizikteki “kararsız denge” konumuna örnek olarak bir tepenin tam üzerinde duran bilya gösterilir. Bilyaya uygulanacak küçücük bir kuvvet onun dengesini bozar ve ya bir ya da öteki yönde hareket etmesine yol açar.

    Bunun aksine, “kararlı denge” konumu ise bir çukurun dibindeki bilyaya benzetilir. Bilyayı bu konumdan ayırıp ne kadar çukurun kenarlarına çıkarsanız, bırakınca tekrar eski konumunu alır.

    Genç ve yaşlı insanlar ile bu “kararsız” ve “kararlı” denge konumları arasında biraz benzerlik vardır.

    Doğuşunda, iyi-doğru-güzel yönünde yuvarlanmaya eğilimli bir konumda olan insanoğlu , önce aile, sonra da çevrenin etkisiyle bu eğilimini kaybedip tam aksi yöne yuvarlanıp kötü-yanlış-çirkin tarafa düşebilir. Yaş ilerledikçe ise kararlı denge durumuna doğru ilerlenir ve konumu her ne ise onu korumaya eğilimlenir.

    İşte, yaşlı nüfusa sahip toplumların bir yandan yeniliklere kapalı (tutucu), ama eğer faydalı bir yaşam biçimi kurabildilerse onu korumak için de daha şanslı olmalarının nedeni budur.

    Genç nüfuslu toplumlar ise her an mvcut konumlarını-iyi yada kötü- bozmaya eğilmlidirler.

    Yaşlı toplumların kolay, genç nüfusların daha güç yönetilebilir olmaları da yine bu şekilde açıklanabilir.

    “Fevkalade dinamik” ya da “fevkalade durağan” toplum yapısı, tek başına bir avantaj ya da dezavantaj değildir.

    Onu avantaj ya da dezavantaj haline getiren, içinde bulunulan “koşullar kümesi”dir. Bu küme ise bizzat o toplumun kendisince oluşturulmaktadır.

    Eğer toplum, o koşul kümesini daha doğru, daha iyi ve daha güzele varılabilecek şekilde kurmuşsa dinamizm bir avantaj, aksi halde toplumu yok olmaya götürebilecek bir dezavantaj olabilir.

    Sabahtan akşama kadar bilimle uğraşan bir kişinin enerjik olması ne denli büyük bir şanssa, ne yapıp yapıp birilerini öldürmeyi kafasına koymuş bir insanın çabuk yorulur, bitkin olması da o denlik büyük bir şanstır. Yani şans ya da şanssızlık dinamizde değil, kişinin niteliğinde ve tutmuş olduğu yoldadır.

    Bu değerlendirmeden çıkarılması gereken somut sonuç, “fevkalade dinamik” toplum yapısının koşulsuz bir üstünlük kaynağı sanılmasının yanlış olduğu, Tanrı’nın herhangi bir topluma torpil yapmayacağıdır.

    Pazartesi, 12 Haziran 1995

  • FARKLI MALZEMELERİN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜZİKSİZ OLMAZ!

    Her nerede “ek” varsa oraya dikkat ediniz. Büyük ihtimalle, “ek” kaçırıyordur. Daha doğrusu, genellemeden söylenecek olursa, “ülkemizdeki ek’lerin çoğu kaçırıyordur!”..

    Su, elektrik, gaz, kanalizasyon ve benzeri bilumum borular, ek yerlerinden -yurdumuzda- kaçırırlar. Tesisat işleriyle uğraşan ustalar bu ek yerlerine “keten” denilen lifleri sarıp üzerine de “ilaç” dedikleri yapıştırıcı-doldurucu malzemeyi sıvarlar ve böylece bir süre için kaçağı önlerler. Keten ve ilaç kuruyup esnekliğini kaybedince ek yerleri tekrar kaçırmaya başlar.

    Bazı uyanık ustalar ise bu tür ekleri ekmek kapısı yapabilmek için bilerek uyduruk iş yaparlar.

    Yeni yetme mimarların pek meraklı olduğu kiremitsiz düz çatıların birleşim yerleri de -yurdumuzda- kaçırır ve alt katlarda oturanları hayatlarından bezdirir.

    Çekomastik denilen ve icat edildiği ülkeden çok daha fazlası yurdumuzda satılan dolgu macunu, bu kaçağı önlemek için inşaat ustalarımızca tonlarca kullanılır.

    Hava alanlarında uçakların “taksi”yaptıkları beton yolların ek yerleri, viyadüklerin birleşme yerler -yurdumuzda-birer zıplama noktasıdır ve bunlar da birer kaçak türüdür.

    Daha genel bir ifadeyle camların çerçevelerle, fayansların döşemelerle, ıslak hacimlerin kurularla birleştiği ek yerleri -yurdumuzda- kaçırırlar.

    El becerisinin eksikliğini (Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksizliği) gösteren bu örneklerin dışındaki “ek” yerleri de kaçırırlar. Bir yasaya göre çıkarılması gereken, yani yasa ile ek yapacak olan kararnameler, anayasa ile ek yapması gereken yasalar yine eklendikleri noktalardan kaçırırlar ve Anayasa Mahkemesi keten ve ilacı ile onarılmaya çalışılırlar.

    Dindarlarla olmayanlar, alevilerle sünniler, kürtlerle Türkler, çalışanlarla işverenler, devletle vatandaşlar daima ek yerlerinde sorunludurlar.

    Bu değişik örneklerden çıkarılabilecek sonuç, toplumumuzun teknik ve sosyal alanlardaki “ek” işlerini beceremediğidir. Becerememekte ve doğan kaçakları gidermek için kaynaklarını harcamakta, başka iş yapmaya imkanı kalmamaktadır.

    İşçisi, ustası, mühendisi, hukukçusu, bürokratı ve politikacısı, sürekli olarak ek yerlerinin kaçaklarını önlemeye çalışmakta, bol bol keten ve ilaç tüketmektedirler.

    Pekiyi, bu bizim beceremeyip başkalarının becerdiği bu “ekleme” işinin sırrı nedir? Bizim neyimiz eksik olduğu için yaptığımız ekler hep kaçırmaktadır?

    Bunu anlayabilmek için, “ek” denilen olguya daha yakından bakılmalıdır. Ekleme işlemi, iki farklı nesneyi yanyana getirip arasına, ikisiyle de iyi birleşebilen bir “arakesit malzemesi” koymakla yapılır. “Arakesit Malzemesi” nin bir özelliğİ, her iki nesneyle de tam birleşip bir “bütünlük” sağlamasıdır. Bir diğer özelliği ise zamanla bozulmaması, esneklik ve bu gibi niteliklerini kaybetmemesidir.

    Ekleme işleminin başarılı olabilmesinin bir diğer koşulu ise, eklenecek her iki malzemenin de, ekleme işlemine hazır hale getirilmesi, bir diğer deyimle ek noktasındaki farklılığı farkedebilecek duyarlıkta olmasıdır.

    İşte, bizim beceremeyip başkalarının yapabildiği bunlardır. Bizim arakesit malzemelerimiz, sayıca az ve özellikleri de yetersizdir. Ayrıca, eklenecek malzemeler, ekleme işlemi için yeterli duyarlığa -esnekliğe- sahip değildir.

    Teknikte olduğu gibi sosyal alanlardaki ekleme işlemleri için de Dünya’da her gün yeni arakesit malzemeleri geliştirilmektedir. Bunlar, tarafımızdan da benimsenip uyarlanıp kullanılabilir. Bu, nisbeten “yapılabilir” bir iştir.

    Güç olan, birleştirilecek farklı malzemelerin, eklemenin gerektirdiği duyarlığa sahip kılınmasıdır. Bu ise doğrudan insan malzememizin nitelikleriyle ilgilidir ve ne ithal ne de transfer yoluyla sağlanamaz.

    İnsanları bu duyarlığa kavuşturan araç müziktir. Sesler arasındaki ince farkları ayırdetmeyi öğrenmiş, bu farklılıklara tepki üretebilen insan, yaptığı boru ekleme, viyadük birleştirme, kararname hazırlama ya da farklı düşünceleri birlikte yaşatabilme işlerini kaçaksız yapabilir.

    Bu ayırdetme özelliğini kazanmış dindar, dindar olmayanla, alevi sünniyle, kürt Türk ile ve işçi işverenle kaçaksız arızasız yaşayabilir.

    Ne tek sesli geleneksel müziğin mesajlarını, ne de çok sesli müziğin çok boyutlu algılanmasını beceremeyen insanlar ise sürekli olarak keten ve ilaç kullanırlar.

    Salı, 09 Mayıs 1995

  • FARKLI BOYUTTAKİ OLGULAR TOPLANIP ÇIKARILABİLİRLER Mİ, NASIL?

    “Çoklukları teke indirgeme arzusu”, denilebilir ki medeniyet tarihiyle yaşıttır. 3 elma ile 3 inciri toplamayı kafasına koymuş ilk matematikçi bunu (3,3) şeklinde göstermeyi, böylelikle boyutları karıştırmadan, çoklukları ifade etmeye imkan veren bir ifade tekniği sağlamayı becermiştir.

    Benzer meraka sahip başka düşünürler de bir başka yol keşfetmişler ve birimleri ortak bir başka birime (mesela meyva) çevirme usulünü geliştirmişlerdir. Böylece, örneğin 3 elma ve 3 incir toplanıp 6 meyva olmaya başlamıştır.

    Bu yaklaşımların genişletilip hemen her alanda kullanımı mümkünken, insanın kolaycı -ve çoğu zaman yanıltıcı- yapısı elmalarla incirleri -boyutlarının farklılığına aldırmaksızın- toplama yolunu icat etmiştir. Bütünüyle yanlış olmasına rağmen, işleri çok kolaylaştırdığı için inanılmaz bir kabul görmüş, insanlar hemen her konuda bu toplama işlemini yapar olmuşlardır.

    O çağlardaki tartışmaları bilmemekle birlikte, bu işin yanlışlığını bilen kişilerin bu acayip toplama işlemine ne denli karşı çıktıklarını tahminlemek pek de güç değildir.

    Günümüzde medeniyetin iyice ilerlemesiyle artık bu tartışmalar geride bırakılmış, hep birlikte incirlerle elmalar toplanır hale gelmiş, bununla da yetinilmeyip yalnız meyva vs gibi şeylerle uğraşılırken sosyal ve ekonomik olgulara da el atılmıştır.

    Örneğin günümüzde, “hırsız”, “zeki”, “bilgisiz” ve “ruh sağlığı bozuk” birisi için “nasıldır?” diye sorulduğunda böyle bir dörtlüyle değil, soranın da isteklerini kavrayacak biçimde “eh işte şöyle böyle” gibi bir “toplama”nın sonucu söylenmektedir.

    Bu “kolay toplama” yöntemi artık bütün ilgi alanlarına girmiş bulunmaktadır. Örneğin ekonomide “devletçilik” ve “özel girişimcilik” arasındaki tek ortak yan, ikisinin de girişimci olması gibi toplama işlemi açısından hiç önemi olmayan bir ayrıntı iken, ikisini bu terim çevresinde toplayıp “karma ekonomi” denilen garabet icat edilmiştir.

    Devletçilik ve özel girişimcilik iki ayrı küme olup, bu kümelerin toplanması (ya da çıkarılması), özel koşullara bağlıdır ve çoğu zaman mümkün de değildir.

    Birbirleriyle toplanılıp çıkarılmak istenen olguların bir çizgi üzerinde birer nokta ile işaretlenip, aralarındaki yerlerin bierer “uzlaşı noktası” olarak işaretlenmesi işleri çok kolaylaştırıcı ve o derece de saçma bir gösterim biçimidir.

    “Sağ” ve “sol” ideolojiler birer ayrı kümedir. Bu iki ayrı kümenin elemenlerinden uygunları seçilerek başka kümeler oluşturulabilir ve onlara çeşitli adlar verilebilir. Örneğin, “üretim”, “bireycilik”, “muhafazakarlık” gibi temel ögeleri bulunan sağ kümenin üretim elementi ile; temel ögeleri “paylaşım”, “toplumculuk” ve “değişimcilik” olan sol kümenin paylaşım elementi alınıp, temel elemanı “üretirken paylaşmak” olan bir yeni küme yaratılabilir.

    Ama artık bu yeni küme, ilk iki kümeden tamamen farklıdır ve adı da mesela “sağ solculuk”, “sol sağcılık”; “ortacılık”, “ortanın sağı” ya da “ortanın solu” değil, bu yanlış toplamayı çağrıştırmayacak bir başka ad, örneğin “sosyal piyasa sistemi” dir.

    Bu yanlış toplama örneklerinin sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Bu yalnız bir adlandırma hatası olsaydı üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Pratikte bu yanlış toplamaya dayalı felsefelerin tanımlanmaya kalkışılması işin esas önemli yanıdır.

    Kendini, bir baskın özelliği ile (kürt, dindar, liberal, devletçi, yerel, evrensel vb.) tanımlayan kümelerin biraraya getirilip bu kümelerin toplanmaya çalışılması, siyasi tarihimizde zaman zaman görülmektedir.

    Aslında bu yapılabilir ve çok da iyi olur. Ama bu toplamayı yapabilmek için bir yeni “boyut” tanımlanmalı ve bu boyut etrafında yeni bir küme tanımlanmalıdır.

    Örneğin yerel ya da evrensel değerlere bağlılık, bir çizgi üzerinde gösterilip ikisinin ortasındaki bir nokta “yereli dışlamayan evrensel” olarak tanımlanamaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bir kişi biraz yerel biraz da evrensel olamaz.

    Bu toplama yapılmak isteniyorsa yeni bir element tanımlanmak zorundadır ve bu da “evrensel değerlere göre yeniden tanımlanmış yerel değerler” olabilir.

    Tek sesli geleneksel Türk Müziği ile çok sesli senfonik müzik iki ayrı kümedir ve toplanıp ifade edilemez. Ancak yeni element olan “geleneksel ezgilerin çok sesli ifadesi” olabilir.

    Benzer şekilde bireycilik ve toplumculuk da toplanarak “toplum çıkarları söz konusu olmadığı sürece bireycilik” denilemez . Onun yerine “toplum çıkarlarıyla çatışmayacak şekilde anlaşılacak bir yen i bireycilik” sözkonusu olabilir.

    “Rekabetsiz işbirliği” ve “rakibini tahrip eden rekabet” de iki ayrı kümedir ve bu iki noktanın arasınd a biraz yıkım biraz işbirliği değil, “işbirliği içinde rekabet” denilen yeni element mümkündür.

    Toplumsal olguları rasgele toplayıp çıkararak yeni ideolojiler üretmek isteyenlere bu basit aritmetiğin yararı olabilir. Aksi halde yanlışlar bazen çok pahalı ödenebilir. İnanmayanlar örneklerini inceleyebilirler.

  • İNANILMAZ GİBİ AMA GERÇEK!

    Geçtiğimiz haftalar içinde İzmit’te BRİSA’nın düzenlediği “iyileştirme çemberleri” (kalite çemberleri de deniyor) toplantısına katıldım.

    İşletme içindeki çeşitli İyileştirme Çemberleri, kendi çalışma alanlarındaki bazı sorunları ele almış, bunlara bazı sorun çözme tekniklerini uyguluyarak çözümler geliştirmişler, sağlanan düzelmeyi de ölçülebilir hale koymuşlar. Toplantı, “çember” lerin bu çalışmalarının şirket üst yönetimine sunulmasını amaçlamış.

    Kalite veya iyileştirme çemberleri, bazı firmalarımızda bir süreden beri uygulanmaya çalışılan bir yöntemdir. İşaret etmek istediğim nokta bu değildir.

    Beni büyük şaşkınlığa uğratan birinci konu, ortalama eğitimleri ortaokul civarıda olan çalışanların, “beyin fırtınası”, “pareto analizi”, “kılçık diyagramı” gibi sorun çözme tekniklerini- tam hakim bir biçimde-kullanmaları oldu.

    Bunun önemi açıktır. Toplumumuzun ve özellikle de onu yöneten, yönlendiren kadrolarımızın sorun çözme performansları oldukça düşüktür. Çünkü kullandıkları sorun çözme araçları az ve nitelikçe ilkeldir.

    Doğrusu, uzun süredir bu konudaki performansın geliştirilmesine katkıda bulunmaya çalışan birisi olarak neredeyse “bu iş olmaz” demeye ramak kalmışken gördüğüm bu tablo beni çok şaşırttı.

    Demek ki, uygun eğitim metodları kullanılabilirse kamu yöneticilerine de bu teknikler öğretilebilir. Bu çok ümit vericidir.

    İkinci şaşırtıcı ve sevindirici nokta, yakın bir geçmişe kadar “uzlaşmaz sendikacılık” anlayışına sahip olduğu ifade edilen sendikanın, “işçinin ve işverenin çıkarları karşıt olmamalı” anlayışını benimsemiş olmasıdır.

    Bu düşünce basit gibi görünmesine rağmen sanayi ve çalışma hayatımız için bir ümit güneşinin doğmakta olduğunun işaretidir.

    Bu iyi yorumlanırsa, bir “çalışan-çalıştıran çıkar birliği deklarasyonu”nun yayımlanması gündeme gelebilir.

    Hep olumsuz şeyler olmuyor. Bu tablonun arkasındaki isimsiz kahramanları kutluyorum.

  • EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜR (MÜ?)

    Sanırım ki bu hükmün savunucularının dayandığı en geçerli nokta, aşk süreci içinde yer almayan ve ancak evlilik sırasında söz konusu olabilen bazı ayrıntıların yarattığı değişik havadır.

    Örneğin iki aşık arasında, “yeşil salatanın suyu sıkılmadan doğranmışlığının” ya da “diş macununun dibi yerine ortasından sıkılmışlığının” bir sorun olduğu pek görülmemiştir, ama aynı olaylar birike birike evlilikte ciddi sürtüşmelere pekala yol açabilir.

    Evlilik eğer aşkı öldürüyorsa, nedenlerinden birisi de mutlaka, buğulu tavırların yerini somut davranışların almasındandır.

    Nasıl ki sisli bahar günleri, en mezbele yerlere dahi bir güzellik verirse -ki bu, bilmezliğin yol açtığı meraktandır-, henüz evli olmayan bir çiftin birbirine söylediği örneğin, “küçücük bir yuvamız olacak değil mi?” sözü de erkek tarafından derin (ve anlamsız) bir bakışla cevaplanır ve bu soru ve boş cevabı, unutulamayan bir mutluluk anısı olarak yıllar sonrasına aktarılır.

    Aynı soruyu kocasına soran kadının aldığı net, “hayır, zaten kirayı zor ödüyorum” cevabı da aşağı yukarı deminkiyle aynı mesajı taşırsa da somutluğu yüzünden büyü bozulmuş olur.

    Benzer şekilde yazarlar da okuyucularıyla bir çeşit aşk yaşarlar. Bu defa “ufak mutlu yuva” yerine başka “güzel sözler” geçer. Örneğin, “ülkemizin onurlu bir dış politika izlemesi için alınması icabeden fevkalade mühim ve ilmi muhteviyatlı tedbirlere karşılık mevcut iktidarın tutumu gayrıciddidir” gibisinden sözler, okuyanlar tarafından hafif baygın gözlerle süzülür ve muhtemelen şöyle düşünülür: “bravo adama (veya kadına). İşte bu kişi iş başında olacak da o zaman nasıl olurmuş göreceğiz!”

    Ama ne olursa olsun evlilik iyidir. Yoksa aşk sırasında söylenenlerin doğru olduğuna inanıp gerçeklerle karşılaşma şansımızı yitiririz.

    Pazar, 4 Eylül1994

  • EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !

    “Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.

    Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.

    Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.

    Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.

    “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.

    Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.

    İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.

    Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.

    Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?

    “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?

    Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!

    Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!

    Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.

    Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

    13 Aralık 1998

  • DÜRÜSTLÜK VE NAMUS !

    Kişiler hakkında -gıyabında- yapılan değerlendirmelerde ahlaki boyut daima önceliklidir. Kişinin ahlakı denilebilecek nitelikler paketi içine konulabilecek onlarca ayrı özellik varsa da ne hikmetse bunların tek sözcükle tanımlanması yeğlenir: Namus ! “Filanca, namuslu adamdır” ya da “namussuzun biridir” gibi..

    Namusluluğun daha da pekiştirilmesi gereken hallerde ise “dürüst ve namuslu” denilerek, o kişinin daha da bir beyaz olduğu anlatılmak istenir. Ben şimdiye kadar hiç, “namussuz ve dürüst” denilen birisine rastlamadım. Halbuki birçok var.

    Gerçekte ise, nitelikler paketi’nde kaynakları birbirinden çok farklı ahlaki nitelikler bulunur. Borca sadakat, sözüne güvenilirlik, eşine bağlılık, yardımseverlik, emanete hıyanet etmeme, çıkarını başkalarının kaybında aramama ve daha birçok nitelik, birbirlerinden oldukça bağımsız ahlak bileşenleri’dir.

    Bir kişi borcuna, sözüne ve eşine sadık, ama bir yandan da başkalarına kazık atarak kendine çıkar sağlama üstadı pekala olabilir. Bu gibi durumlarda genellikle aklımız karışır ve bu adamın (ya da hanımın) nasıl olup da böylesine karşıt nitelikleri birarada barındırdığını anlayamayız.

    Dürüstlük ise bunlardan farklıdır. Dürüstlük bir bakıma, “olduğu gibi görünebilme” ya da “ne olduğunu saklamama” şeklinde tanımlanabilir. Yani bir kimse, ahlak bileşenleri açısından berbat bir durumda, ama bunları saklamıyorsa ona “namussuz ve dürüst” denmelidir.

    Böylece; namuslu-dürüst, namussuz-dürüst, namuslu-aldatıcı, namussuz-aldatıcı gibi bileşimler olabileceği görülmektedir.

    Temiz Toplum, namuslu ve dürüst bireylerden oluşan bir toplum dokusu ile mümkündür. Namus bileşenlerindeki sorunların giderilmesi uzun ve yorucu bir süreçtir. Bu sürecin ilk adımı ise dürüstlük olmalıdır.

    Çünkü her ne olunursa olunsun, onun düzeltiminin ilk adımı “ne olunduğunun kabulü” dür ve bu diğerine göre daha kolaydır.