• “PARTİ NEFERİ” POLİTİKACI TİPİNİ ARTIK BİTİRELİM!

    Geleneksel siyaset anlayışımıza sıkı sıkıya bağlı politikacılarımızın aşka geldiklerinde söyleyip büyük takdir topladıkları bir söz var: “ben partimin bir neferiyim!”..

    Her ne kadar “bir nefer” biraz tuhaf oluyorsa da (çünkü nef-er bir er demektir) zararı yoktur, çünkü artık Türkçe’yi bozuk kullanmak modadır.

    “Partimin neferi” biraz kurcalanınca altından, bizi bu günkü siyasi çıkmaza getiren anlayış kalıpları sırıtmaktadır.

    Bireyselliğin, üçüncü bin yılın başlıca değeri olmak yolunda ilerlenirken birileri hala kendilerini bir “grup” içinde kaybettirmeye çalışmaktadır.

    İkinci olarak, hiç olmazsa “partimiz” demek varken “partim” demek, “benim doğrularım partinin doğrularıdır, ben partiyim” gibisinden bir özdeşleştirme mesajı yayıyor.

    Üçüncü olarak ise “nefer” sözcüğü ile askerlik, körükörüne itaat, düşünmeden liderin yap dediğini yapmak mesajı iletiliyor.

    Artık bu anlayışı bitirmek, “ben parti neferi değilim” diyebilen insanlarla yürümek zorundayız. Artık parti liderinden farklı düşünen politikacılara, bunu içine sindirebilmiş liderlere, daha doğrusu kadrolara ihtiyacımız vardır.

    Türkeye tek lider, tek düşünce, nefer, itaat safsatalarını aşmak zorundadır. Türkiye bunu ya yapacak ya yapamayacaktır!

    Pazar, 17 Temmuz 1994

  • ÖRGÜTLENİRSEK NE OLACAK?

    Toplumumuzun örgütlü olmadığı sık sık dile getirilir. Bu, pek yanlış değildir ama “tam” doğru da değildir.

    Örgütsüz denildiyse toplumumuz hiç de örgütsüz değildir. Çeşitli meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar vardır ve bunlar tanım itibariyle birer “sivil toplum örgütü”dürler. Ayrıca çok sayıdaki siyasi partilerimiz de aynı sınıfa girmektedirler.

    Daha yaygın örgütlenme yolunda çaba harcamak muhakkak ki gerekir. Ama bir yandan da, mevcut örgütlenmeye daha yakın plandan bakıp, bunlardan umulan faydaların sağlanıp sağlanamadığına, sağlanamıyorsa nedenlerine inilmesi iyi olur.

    Böyle yapılmadan, sadece örgütlenmiş olmak için örgütlenilirse ve faraza bu örgütlenme de umulan yararı sağlayamıyorsa, bu defa yanlışı yaygınlaştırmak gibi bir duruma düşülür ki bu, hiç örgütlenmemiş olmaktan pek farklı olmayabilir.

    Sivil toplum örgütlerimizin amaçları, çalışma biçimleri, yaygınlıkları gibi nitelikleri çok farklı olmasına karşın, istisna sayılması gereken az sayıdaki örgüt hariç olmak üzere, bir özellik açısından aralarında oldukça benzerlik vardır: örgüt imkanlarının, örgüt amaçları dışında kullanımı!

    Örgüt imkanlarının örgüt amaçları dışında kullanımı, “hırsızlık” kavramının tanımına tıpatıp uymaktadır. Belirli bir amacı gerçekleştirmek ümidiyle biraraya gelmiş bulunan kişilerin amaçlar doğrultusunda tahsis ettikleri kaynaklar ve bu kaynaklar kullanılarak yaratılan ek kaynaklar, örgüt yönetiminin emanet edildiği kişiler tarafından başka amaçlar için kullanılırsa, bu tam bir hırsızlık fiilidir.

    Ama durumu daha da vahim yapan bu değildir. Bu kötüye kullanım, örneğin meslek kuruluşlarında o meslek mensuplarının çıkarlarının savunulamamasına, kişilerin bizatihi demokrasi alet edilerek demokrasinin en büyük nimetinden mahrum edilmesine yol açmaktadır.

    Toplumumuzun tam örgütlenerek çeşitli kesimlerin dengelenmemiş güçlerini dengeleyebilmeyi bir türlü başaramayışının nedenlerinden önemli birisi de, bu suistimalleri gören kişilerin, “biz de örgütlensek nasıl olsa bir-iki uyanık yiyecektir” diye düşünmelerine yol açmaktadır.

    Halisane amaçlar öne sürülerek kurulmuş birçok dernek, vakıf ve meslek kuruluşunda maalesef durum budur. Bir avuç insan buraları ele geçirmiş, siyasal, ticari ve benzeri amaçlarına ulaşmak için buraların kaynaklarını kullanmaktadır.

    Görev, bu kuruluşların üyelerine düşmektedir. Verdikleri her kuruşun hesabını sormadıkça, bu hırsızlık sürecek ve örgütlü “gibi” görünen toplumumuz bir kabileden daha örgütlü olamayacaktır.

    Pazar, 19 Haziran 1994

  • ORGANİK MOBİL LABORATUVARLAR

    Her ne zaman gazetelerde içme suyu, deniz ya da hava kirliliği gibi bir konuda haber çıksa, hemen ertesi gün bir kısım insanlar ortaya çıkıp içme suyu, deniz ya da hava’nın kirli olmadığını alınmış numunelerin genele teşmil edilemeyeceğini kendilerinin aldığı numunelerin temiz olduğunu söylerler.

    Bu yetmezmiş gibi bir de fotoğrafcı ve kameramanlara poz verilip, ya bir bardak lağım karışmış su içilir ya denize girilir ya da ormanda gezinirken oksijen kürü yapıyormuşcasına hava solunur.

    Bununla da, “bak ben içtim, yüzdüm ya da soludum, birşey olmadı, size de olmaz denilmek istenir.

    Bu cehalet gösterilerine nereden bakılırsa bakılsın, hiçbir eğitim almamış ama biraz sağduyusu olan bir insanın dahi aklının alamayacağı saçmalıklar derhal göze çarpacaktır.

    Bu kişiler milyonlarca insana hangi yetkiyle böyle bir güvence verirler?

    Suyun, denizin ya da havanın bir an için zarar vermeyişi (ya da öyle görünmesi), orta ve uzun vade içinde de zarar vermeyeceği anlamına gelmez. Hatta tam aksine eğer bir zarar sözkonusu ise, bunun bir bardak suyu içer içmez sanki sülfirik asit içmiş gibi ani ölüm yaratması olasılığı neredeyse sıfırdır.

    Bu, “Organik Mobil Laboratuvar” denilebilecek acayip insanlar bir yana, bu traji-komik oyunun bir de seyircileri vardır. seyirci halktır, bilim adamıdır, politikacı ya da gazetecidir.

    İşte bu seyircinin, bu cahil kişilere sesini çıkarmayışı da cehalet gösterisi ve kamunun aldatılması kadar eleştirilmeye müstahaktır.

    Bu tür gösterilerde bulunan kişileri telgraf, mektup, telefon, faks ya da herhangi bir yolla ve kişisel olarak protesto etmeye çağırıyorum.

    Böylece bu sahtekar insanlar, içtikleri kanalizasyon karışığı sudan, yüzdükleri koli basilli denizden ya da soludukları havadan daha önce cezalandırılmış olacaklardır.

  • OLAYLAR DEĞİL, ONLARIN ANLAŞILMAMASI DAHA KORKUTUCUDUR!

    16 kişinin hayatını kaybettiği İstanbul Gazi Osman Paşa (GOP) olayları hakkında sokaktaki adamdan en yukarıdakilere varıncaya kadar herkes bir teşhis üzerinde birleşti: olaylar `provokasyon’dur!

    Büyük bir israrla hep bir ağızdan bu bir tanı olarak söylendiğine göre, toplum bir konuda ikna edilmek ve, “bu olaylar X değildir provokasyondur. Sakın X sanıp aldanmayın, yoksa haklı olarak sokağa dökülürsünüz” denmek isteniyor.

    Bu cümleyi anlamlı kılacak X acaba ne olmalıdır? Bir cebirsel işlem çözer gibi hareket edilirse X’in şu olması gerektiği hemen görülecektir: “Dün akşam 2015 de, ellerinde uzun namlulu otomatik piyade tüfekleriyle tavşan avından dönen bir grup vatandaş, bir alevi kahvesinin önünden geçerken tesadüfen elleri tetiklere dokunmuş ve kendiliğinden patlayan silahlar yine tesadüfen kahvede oturanları öldürmüştür. Olaya neden olan avcı vatandaşlar durumun farkına varamayıp güle oynaya olay yerinden süratle uzaklaşmışlardır!”

    Eğer bu çözüm saçma görünüyorsa, saçma olan çözüm değil, “olaylar X değil provokasyondur” tanısıdır. Bundan sonra bu tip olaylarla daha sık karşılaşacağımız için şunların bilinmesinde yarar vardır:

    1. Provokasyon, tek başına yaşayamaz!

    Provokasyon, tek başına varolabilecek bir olgu değildir. Provokasyon için uygun ortam mevcutsa Provokasyon da vardır, ortam uygunsuzsa yoktur. Mikroplar, bağışıklık sistemi zayıf bünyeler için etkili yani “var”, güçsüz bünyeler içinse etkisiz yani “yoktur”.

    1. Toplumsal AIDS!

    Toplumumuzun bağışıklık sistemi son derece zayıftır. Dolayısıyla, başka toplumlara olumsuz etki yapamayan herhangi bir neden (futbol maçı, ücret isteme yürüyüşü, cenaze töreni, cuma namazı gösterisi, ya da başka bir şey) çok kolaylıkla toplumsal bünyemizi hasta edebilmektedir.

    1. “Toplumsal bağışıklık sistemi” sorun çözme kabiliyeti demektir!

    Toplumumuz gündelik yaşamın basit sorunlarını çözebilmekte, karmaşık ve özellikle de belirli bir amaca yönelik olarak kurgulanmış (yani provokasyon) sorunları, bunların kendi aralarındaki değişik görünümlü bileşimlerini çözememektedir.

    GOP olayına hep bir ağızdan konulan “provokasyon” tanısı, işte bu zavallı çaresizliğin, güçsüzlüğün, sorun çözme kabiliyeti düşüklüğünün bir belirtisidir.

    Provokasyon tabii ki olacaktır. Bu, “havada mikrop var” demek kadar lüzumsuzdur. Çatışma bir defa ateşlendikten sonra içine başka yıkıcı, karıştırıcı unsurların karışması da önemli bir bilgiymiş gibi söylenmemesi gereken, bu tip olayların en basit karakteristiklerinden birisidir.

    1. Her çatışma binlerce tanecikten oluşur!

    İster alevilerin tepkisi ister başka bir nedenle olsun tüm çatışmalara yakından bakıldığında içinde aynen bir beton harcı manzarası görülecektir. Büyükçe taşların araları daha küçük çakıllar, onların araları kum taneleri ve nihayet bütün bunların arasındaki ince çatlakları dolduran çimento.

    Çatışmaların yapısı da aynen böyledir. Onlara yol açan “iri” nedenlerin aralarında kalan boşluklar daha “küçük” nedenlerle dolar. Bir çatışma büyüteçle incelendiğinde içinde, göç olgusundan enflasyona, buluşçuluk eksiğinden ezbere kadar tüm sorunlar görülebilecektir.

    1. GOP olaylarının yapı tanecikleri nelerdir?

    Göze çarpan en iri tanecikler, güvenlik güçlerinin beceriksizliği ile insanların, kendilerini akıldışılığa kaptırmış olmalarıdır.

    Güvenlik güçlerinin bu tür toplum olaylarına karşı neler yapması gerektiğini bilmediği gözle görülür şekilde açıktır. Bir kalabalığın büyümeden nasıl parçalara bölüneceği, elebaşıların bir tahrike meydan vermeden nasıl toplanacağı, bir polisin dahi gösterebileceği zaaf işaretlerinin tahrik olmuş topluluklar açısından ne anlam taşıdığı, göreviyle kanaatlerini ayırmayı bilmeyen polislerin ne etki yaratacakları gibi konularda hiç eğitilmedikleri, ellerinde telsizle koşuşturan amirlerin de memurlarından farksız olduğu bir gerçektir.

    Nitekim Sivas olaylarının incelenmesi de aynı hastalıkların varlığını göstermektedir. Orada da, profesyonel oldukları her hallerinden belli olan tahrikçilerin galeyana getirdikleri “histeriye tutulmuş halk”ı durdurmada ne denli beceriksizlik gösterdiklerini, verdikleri benzer zaaf işaretlerinin halkı nasıl cesaretlendirip saldırganlaştırdığını, olayların video kayıtlarını dikkatli inceleyenler göreceklerdir. Demek ki bu zafiyet münferit değil geneldir. Güvenlik güçlerimiz bu halleriyle toplum olaylarını önleyemez, hatta -iyi niyetle dahi olsa- tutumları olayların büyümesine yol açar. Bu sonuç, Sivas ya da GOP olaylarından çok daha ürkütücüdür.

    İkinci iri tane, halkımızın akıldışılığa bu denli kapılmışlığıdır. Bir futbol maçı sonrasında dahi histeri krizi benzeri davranışlar gösteren insanların zıvanadan çıkmaları için herhangi basit bir neden dahi yeterlidir.

    Bir toplumsal ruh sağlığı sorunu olan bu duruma yol açan çeşitli nedenler, bu yazının sınırlarının dışındadır*. Ama, bugün toplumu sükunete çağıran TV kanallarımızın 24 saat işlediği şiddet ve cinsellik pazarlaması unsurlarının GOP ya da benzeri olaylar içindeki rollerinin varlığını göremiyorsak bu, olaylar kadar ürkütücü değil midir?

    Toplumsal olaylar genellikle bir ölçüde akıldışılığın egemen olduğu olaylardır. Akıllı uslu bireylerden oluşan bir kalabalık dahi -hele tahrik olduysa-, toplum psikolojisinin özel davranış kalıpları içine girip akıldışılık gösterebilir. Ama bunu, çılgınlık hali ile karıştırmamak gerekir. Toplumumuzun çeşitli vesilelerle gözlediğimiz ruh hali neredeyse çılgınlığa varan bir desen sergilemektedir. Bu desenin içinde, ilk bakışta hiç beklenmeyen çok sayıda tanecik bulunmaktadır.

    Sokaktaki insanların bu yapının farkında olmalarını beklemek, gereğini aşan bir beklenti olur. Ama olayları anlamak zorunda olan insanların “bu bir provokasyondur” gibisinden malumu ilan eden tanıları çok acıdır. Olaylar değil, onları yanlış anlamak daha ürkütücüdür. Cuma, 24 Mart 1995

  • “İŞ GÜVENCESİ” YASASINA

    ALTERNATİF

    Çalıştığı işte geleceğini güvencede hissetmek, çalışma ahlakı düşük bir insanla olumsuz sonuçlar yaratır. İşyerine karşı nankör davranır, işyerini “kıl çekilecek domuz” gibi görür vs. vs..

    Bu tür çalışanların yönetiminde -ne kadar gayrı insani görünürse görünsün-, “işini kaybetmek korkusu” bir “yapay ahlak” sağlama aracı olabilmektedir.

    Ama yüksek çalışma ahlaklı kişilerde ise tam tersine, olumlu sonuçlara yol açar. İşyerini aile ocağından, iş arkadaşlarını aile bireylerinden, işyerinin çıkarlarını da ailesinin çıkarlarından ayırdetmez.

    Japonya’nın bir kısım işyerlerinde uygulanabilen “ömür boyu istihdam modeli” nin, o insanlarda bu tür olumlu tutumlara yol açtığı, elde ettikleri sonuçlardan anlaşılmaktadır.

    Bu iki uç örnek “iş güvencesi” nin, her hastalığa iyi gelen bir ilaç olmadığının bir açıklamasıdır. Yerine göre her iki modele de ihtiyaç vardır. Biri diğerinin yerine kullanılamaz.

    İş Güvencesinin ahlaki ön-şartının dışında bir başka boyutu daha vardır: Küçülüp büyüyerek rekabet dünyasının dalgalanmalarına karşı koymak zorunda olan kuruluşlarda iş güvencesi tek kelime ile imkansızdır.

    Tek pazar haline gelmekte olan Dünya’da ayakta durabilmek için küçülmek, bazen de büyümek durumunda olan bir kuruluşun önüne, bunu engelleyecek kurallar koymak, sürekli nefes alıp vermek zorunda olan bir insanın soluması için mahkeme kararı istemeye benzer. Böyle bir karar ancak adli tıptan morg raporu şeklinde alınabilir.

    Türkiye’mizin hemen her alandaki rekabet gücünün düzeyi bellidir. Zaman zaman kendi kendimize övünsek de, ürettiğimiz her mal ve hizmetin Dünya pazarlarında daha ucuz ve/ya kaliteli olduğu, buna karşı da ancak “koruma” denilen uyuşturucu ilaç ile karşı koyabildiğimiz bir gerçektir.

    Rekabet gücü düşüklüğünün sebebi büyük ölçüde çalışanlar değildir. Onların payı %20-25 civarındadır. Esas pay, sistemleri kurmak ve onları iyi işletmek durumunda olan yöneticilerindir.

    Dolayısıyla rekabet gücü, yalnız işçilik maliyetlerini düşürerek (az işçi ve/ya düşük ücret yoluyla) sağlanamaz.

    “Düşük işçi ücreti” ile “düşük işçilik maliyeti” arasındaki dağ gibi farkı anlamak zorundayız. “İşçi ücreti” yalnız çalışanla ilgiliyken “işçilik maliyeti”, çoğu, işçiyle ilgisi olmayan birçok faktöre bağlıdır.

    İşte bu yüzden de Türkiye’deki işçi ücretleri Dünya sıralamasına göre düşük, işçilik maliyetleri ise yüksektir.

    Ancak bu gerçek, hiçbir kuruluşumuzun, çalışanlarına “iş güvencesi” sağlayabileceği anlamına da gelmez.

    Bu katı gerçeği içimize sindirmek ve akılcı alternatifler bulmak zorundayız.

    Nitekim, işgücü piyasası esnekliğinin en yüksek olduğu A.B.D.’de dahi (easy hire-easy fire), buna karşı bir önlem alınmıştır. DWRP (Dislocated Workers Retaining Program) yani “İşini Kaybetmiş İşçileri Koruma Programı” adı verilen bir program, bu “nefes alıp verme”yi engellemeden çalışanları koruyabilmek için geliştirilmiş bir alternatiftir.

    T.B.M.M.’ne sunulan bir yasa teklifi ile, gerek işi olmayanların gerekse işi olup da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olanların yeni işler bulmaları ya da kendi işlerini kurmaları için bir çözüm önerilmektedir.

    Girişim Destekleme Şirketleri adı verilen bu kuruluşlar, İngiltere’de uzun süredir kullanılmaktadır.

    Sayıları 16,000 civarında olan bu şirketler, İngiltere’de yaratılan istihdamın yaklaşık %20’sini sağlamaktadırlar.

    Benzer şirketlerin Türkiye’de de başarılı olmaması için bir sebep yoktur.

    Tüm ilgililere duyurulur.

    ***

  • “MİNİMUM NİTELİK YASASI”!

    Bir aracı kullanmak için gereken niteliklerin minimum düzeyleri ile onu kullanananın nitelikleri arasındaki fark arttıkça, o aracın kullanımıyla sağlanması öngörülen yararlar azalır. Nitelik farkı belirli bir eşiğe erişince bu yararlar, başlangıçta öngörülmeyen zararlara dönüşmeye başlar”..

    Örnekler:

    • Cep telefonunun gerekli yararları sağlayabilmesi için gereken asgari niteliklerden birisi, başkalarının haklarına saygıdır. Başkalarının sessiz kalma, konsantre olma, sınırlı kapasitedeki bir şebekeden yararlanabilme ve bu gibi haklarına saygı gösterilmediğinde, cep telefonu bu defa taciz üretmeye dönüşür.

    • Motorlu araçların gerekli araçları sağlayabilmesi için gereken minimum niteliklerden birisi, fiziğin hareket ile ilgili temel kurallarının yaşama uygulanacak düzeyde bilinmesidir. Bu olmadığında motorlu araçlar birer ölüm aracına dönüşür.

    • Televizyon kanalı işletmeciliği, ticari çıkarların kamu yararı ile dengelenmesi gibi minimum bir erdemi gerektiren , bu sağlandığında toplumun haber alma, eğitim gibi haklarının sağlanmasına hizmet eden bir araçtır. Bu olmadığında, TV kanalı toplum değerlerini tahrip eden, toplumun bilgilenme özgürlüğünü çiğneyen bir araca dönüşür.

    • Demokrasi, bu rejim altında yaşamak isteyenlere, sorunların önlenmesi ve çözümü için katılım sorumluluğu yükler. Bu sorumluluk üstlenil(e)mediğinde demokrasi , her türlü manipülasyona açık, bizatihi özgürlükleri tahrip eden bir araca dönüşür.

    • Bilgisayar, onu kullananların sorunlarını bilgiyle çözmeleri halinde yaşamı kolaylaştırır. Sorunların bilgiyle değil, yalvarıp yakarma, arka arama, kural çiğneme gibi yollarla çözülme alışkanlığı halinde, bilgisayar bu alışkanlıkları kökleştirici rol oynamaya dönüşür.

    • Eğitim, asgari bir ahlak düzeyine sahip olunduğunda topluma yarar sağlar. Eğitilmiş, fakat ahlaki sorunları bulunan bir kişi bu defa bir melanet üreticisine dönüşür.

    • İnsan bedeni, onu kullanmak için gereken asgari bilgi ve ahlak düzeyine sahip olunduğunda, mükemmel bir makinedir. Buna sahip olunmadığında ise sürekli sorun üreten bir kaynağa dönüşür.

    Bir şeye sahip olmakla ondan otomatik olarak yarar sağlanamayacağı gerçeği basit ama yaşamsaldır. Gelişmeyi, sahip olunan araçların sayısını artırmak olarak gördüğümüz sürece , bırakalım gelişmeyi bu araçların üreteceği yeni sorunları başımıza almış oluruz.

    Minimum Nitelik Yasası olarak bilinen bir kanun yoktur. Ama, başlangıçta ortaya konulan hipotez, sorunlarımızın anlaşılması açısından hemen her alana uygulanabilecek esnekliktedir.

  • MEDENİYET ÇARKI ACIMASIZDIR

    Söz ve yazı yoluyla çok sayıda doğru dile getiriliyor. Bunların bir bölümü, çok sayıdaki doğruya kaynaklık eden doğruların türevleri biçimindedir. Ama geri kalanları, sorunlarımızın anlaşılmasına, çözümlenmesine ve sonra da çözülmesine pekala yarayabilecek değerdedir.

    Ama ne var ki, bu işe yarar doğruların çoğu, bunlardan etkilenmeyecek adreslere yönelik olarak ifade edilmektedir. Sanki o adreslerdekiler bu doğruları benimseyebilecekler ve tutumlarını bu yeni doğrulara göre değiştirecekler!

    Doğrularını değiştirmeye razı insan sayısı inanılamayacak kadar azdır. Sosyal düzen de, bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, insanları doğrularına çivileyip sabitlemeye çalışmaktadır. Her türlü ünvan, o ünvana sahip olanlara birer üniforma gibi oturmakta, dışarıdan gelebilecek yeni doğrulara karşı bir zırh görevi görmektedir.

    Bir düşünceyi tarih içinde sabitlemek, onu anlayabilecek olanların bir gün eline geçmesini ummak gibi nedenlerle ifade edilen düşünceler tabii ki yerlerini bulurlar. Ama eğer yazılıp söylenenler birşeyleri değiştirmek amacını güdüyorsa, bu uğraşın beyhude olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Nitekim, dile getirilen düşüncelerin, üzerlerinde etki yapılmak istenen kişileri ne kadar az etkilediği, medya aracılığıyla kolaca gözlenebilir.

    O halde bu enerjilere yazık değil midir? Düşünme ve eylem koordinat sistemleri içinde, yalnız kendi doğrularına yer bulunan insanlara yönelik söylenenler bir işe yaramamakta, aksine, bunları söyleyenlerde yalancı bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

    Türkiye, bütün kurumlarıyla, bir demiryolu hattı gibi başka yöne dönülemez biçimde yürümekte, tuttuğu yolun çıkmazlığını görmemektedir. Dışımızdaki toplumlara refah ve mutluluk getiren değişimler bizim için yeni sorun kaynakları oluşturmakta, üzerinde bulunduğumuz değişmez yol ise bu sorunların çözülmesi bir yana anlaşılmasına dahi imkan tanımamaktadır.

    İlişkileri, değer ölçüleri giderek karmaşıklaşan dünyanın Türkiye’ye yansımaları, bu ilkel düşün ve eylem koordinatları içinde asgari yaşam koşullarının dahi korunamaz duruma gelmesine yol açmaktadır.

    1 Mayıs kutlamaları (!) sırasında, istihbarat, yönetim ve güvenlik birimlerinin akıl almaz beceriksizlik konserinin, “vatandaş görsün istedik”, “artık yumuşak davranmayacağız”, “sakın ha bir daha karşımıza çıkmayın” , “başbakan sert davranılmasın dedi” şeklinde geçiştirilmeye çalışılması, derebeylik gibi ilkel bir yönetim biçiminin dahi ilk görevi olan “tebanın can ve mal güvenliğini sağlamak” işlevinin artık yerine getirilemediğini, ama daha da kötüsü, içinde bulunulan “yol”un, ancak buralara gelebilen bir “yol” olduğunun da görülemediğini göstermektedir.

    Bu şekildeki bir yaşam biçimi, toplumumuzun isteği dışında doğaüstü güçler tarafından dayatılmış değildir. Toplumumuzu oluşturan bireylerin -büyük çoğunluğunun- sürekli olarak yakınmaları bu tercihlerin yanlışlığından değil, kendilerinin daha fazla kollanmamış olmalarından kaynaklanmaktadır.

    İnsan değil ama bir varlık olmanın basit temel gereklerini savunan, ama bu savunuyu özverisi ve cesaretiyle de destekleyen küçük bir bölüm ise, bu akıldışılığın icracısı ve destekçisi olan geniş kesimlere boyuna bu basit temel gerekleri anlatmaya çabalamaktadır. Bu çaba çok insanca ama aynı zamanda da çok akılsızcadır.

    Bu kurtkapanı’ndan kurtulma imkanı yok mudur? Yoktur da vardır da!

    Tarih boyunca binlerce kavim bu kurtkapanı’nı çözememiş ve yok olup gitmiştir. Bugüne gelebilenler ise ya atalarından öğrendikleri oyunlarla bu kapanlara tutulmamış, ya da yüksek bir sorun çözme kabiliyeti geliştirip kapanları açabilmişlerdir.

    Ama kesin olan, hiç bir toplumun bu kapanlardan, sahip olduğu düşünce biçimini değiştirmeden çıkamadığıdır. Orta çağın karanlıkları içinde bunalan Batı, rönesans yoluyla düşünce biçimini değiştirerek bir üst düzeye sıçrayabilmiştir.

    Biz bu değişimi yaratabilir miyiz? Ana kucağından üniversiteye kadar ezberle yoğurulmuş bir toplumun bireylerinden bu denli yaratıcılık beklemek haksızlık sayılabilir. Ama medeniyet çarkı çok acımasızdır. Toplumumuzda pek yaygın olan “bir kurtarıcı beklemek”, “birisinin, bizim adımıza sorunlarımı çözeceğine söz vermesi” gibi yöntemler ne yazık ki (!) işe yaramamaktadır. Buna göre bir yol bulup, bu düşünsel değişimi yaratabilmeliyiz. Bunun olabileceğinin bir örneği Japon toplumudur. Deming-Ishikawa ikilisi, bir toplumun düşünce biçimini değiştirebilmiştir.

    Bir “düşünme biçimi değişim anayasası” na ihtiyacımız vardır. Sonraki adım, bu anayasa çevresinde toplanabilecek kişileri bulmaktır.

    Yeterince kişi bulunamazsa ne mi olur? Medeniyet çarkı evvelce ne yaptıysa yine aynısını yapar!

    Pazar, 05 Mayıs 1996

  • KURTARICI TIRTIL YOKTUR !

    Yalnızca çam kozalaklarıyla beslenen ve de kozalakların döküldüğü dönemlerde ortaya çıkan tırtıl’ları bilirsiniz.. Bu yaratıklar, birinin başı diğerinin ardından tutacak biçimde, bazen uzunluğu metrelerce zincirler oluştururlar ve öyle hareket ederler.

    Zaman zaman da, -herhalde zincirin en başındaki tırtıldan koku vs yoluyla aldıkları bir emirle- kozalakların kabukları üzerindeki maddeleri yiyerek beslenirler.

    Ömürleri birkaç haftadan daha uzun olmayan tırtılların davranışlarını inceleyen bir biyolog şöyle bir deney planlar: Beslenme emri, zincirin en başındaki tırtıldan geldiğine göre, acaba “baş tırtıl” olmazsa ne olur? Zincirin başındaki tırtılın başı, en sondakinin ardı ile birleştirilir ve bir çember oluşturulursa “baş tırtıl” kalmayacak ve emri kimin vereceği belirsizleşeceği için açlığın güdülediği tırtılların bireysel davranışları gözlemek mümkün olabilecektir..

    Bunu anlamak için bir yere kozalaklar yığılır ve uygun uzunluktaki bir tırtıl zincirinin bu yığının çevresinde bir çember oluşturması sağlanır.

    Biyologun tahmini, çember haline gelmiş tırtılların, “bir baş tırtıl’dan emir geleceği inancıyla” düşünmeden dönmeye devam edeceği, ama açlık güdüsüyle bir süre sonra zincirin parçalanacağıdır. Bundan emindir, ama merak ettiği, zincirin nasıl kopacağıdır..

    Deney birkaç gün sürer ve tırtıllar kozalak yığınının çevresinde sürekli döner dururlar. Sonuçta, beklenen emir gelmez ve tırtıllar, bir “baş tırtıl”dan gelecek emri bekleye bekleye ölürler..

    Belirli bir tarikatın üyelerinin inançlarına göre, ayaklarının çevresine çizilen bir çember, daha yaşlı birisince kırılmaksızın o çemberden dışarı çıkılamaz.

    Her iki olayda da ortak olan nokta, tırtıllar ve tarikat üyelerinin, “bir yerlerden ” geleceğine emin oldukları “bir şeyleri ” beklemeleridir.

    Kaç tırtıl zinciri ve kaç tarikat üyesi bu birşeyleri beklerken ölmüştür bilinmez ama bilinen, günlük yaşam içinde çoğunluğun,biryerlerden birşeyler gelip sorunlarının çözüleceğini beklemekte olduklarıdır.

    Siyasi ya da ekonomik, hangi eleştiri olursa olsun, sonu büyük bir olasılıkla, “bu iş böyle gitmez, o halde mutlaka düzelecektir” gibi bir yargıyla bittiği hatırlanırsa, tırtılların da böyle düşüne düşüne öldükleri unutulmamalıdır.

    İnsanlarımız niçin “kurtarıcı tırtıl” olarak Ankara’yı görüyorlar? Çünkü gazete ve TV’ler hep oradan söz ediyor, Ankara’nın güçlü olduğunu söylüyorlar.

    Halbuki güç, söylenmekle sahip olunabilecek bir şey değildir. Gücün göstergesi hakim olmaktır.

    Toplum düzenine, üstüste yerleşmiş çeşitli alt-düzenler olarak bakılabilir. Adalet alt-düzeni, vergi alt-düzeni, eğitim ya da sağlık alt-düzeni gibi onlarcası bir araya gelerek toplum düzenini oluştururlar.

    Her bir alt-düzen de kendi içinde ince tabakalardan oluşmuştur. En üstte, basit ve yaptırımı kolay kurallar, altlara indikçe daha karmaşık ve uygulanması gerçekten “güç” gerektiren kurallar olmak üzere bir tabakalanma.

    Bugün idare, işte bu en üstteki basit ve yaptırımı kolay kuralları uygulayabilmektedir. Simitçilerin garibanlarını kovalamak, vergisini düzenli veren bir vatandaşın yapıştırmayı unuttuğu pul parasını tahsil etmek, küçük hırsızlık yapanları bulup çıkarmak ya da basit eğitim ve sağlık hizmetlerini yerine getirmek gibi, her alt-düzenin en basit hizmetlerini yapabilmektedir.

    Bu düzenlerin alt tabakalarına inildikçe karşılaşılan karmaşık ve güç gerektiren sorunlar için ise, alternatif mekanizmalar oluşmuştur. Adalet sisteminin yerini alan çek-senet tahsil ve adalet mafyası, sağlık sisteminin yerini alan üfürükçü (mafyası) ve benzeri yüzlerce mafya, işlemeyen alt-düzenlerin yarattığı boşlukları doldurmuştur.

    Ankara’nın sembolize ettiği merkezi idare zayıfladıkça, toplum düzenini oluşturan alt-düzenler ve sonuçta toplum düzeninin bütünü onun kontrol alanı dışına çıkmıştır.

    Eğer, simitçi takibi ve pul parası tahsili gibi işlemleri bir yana bırakırsak, merkezi idare fiilen yoktur gibi bir gerçekle karşı karşıya geliriz.

    Merkezi idarenin, yerini yerel idarelere ve sivil toplum kuruluşlarına bırakması gibi sevindirici bir gelişme ile bu durum arasında bir ilinti yoktur. Çünkü merkezi idarenin yerini bunlar almadığı gibi, merkezi idarenin her zaman için yapması gereken önemli işlevleri de vardır.

    O halde, merkezi idare büyük ölçüde yoktur ve bu boşluğu yerel idareler ve STK yerine çeşitli mafyalar doldurmuştur. (devamı 2nci sayfada)

    Yani, TBMM’nin çıkardığı yasalar, hükümetin verdiği emirler ya da bürokrasinin bunlara dayalı işlemleri yerine, boşlukları dolduran alt-düzenler (kısaca mafya denilebilir) toplum yaşamına yön vermektedir.

    Bu gibi durumlarda ortaya çıkması adet olan kurtarıcı örgütlenmeler de birer ikişer sahneye çıkmaktadır. Yarın daha radikalleri de çıkacaktır. Çıkacak ve aralarında mücadele etmeye başlayacaklardır. Bu mücadelenin nerelere kadar varacağını tahmine gerek yoktur, çünkü bellidir.

    Bu durum karşısında yapılması gereken çok şey vardır. Ama birincisi, kendisini aday gösterip seçtirenlere karşı vefa borçlarını, akıl yolunun dışına çıkarak, zarar göreceği korkusuyla yutkunup sesini çıkarmayarak oturan, bunun yerine ülke gündemini incir çekirdeğini doldurmaz kişisel çekişmeleriyle dolduran insanları dinlememek, bunları yazan gazeteleri okumamak, yayınlayan TV’leri seyretmemek, bunu da ilan edip henüz uyanmamış olanları haberdar etmektir.

    İnsanlarımız bu tür değersizliklere ilgi gösterdiği sürece, bunları üretenlere pirim vermiş olmaktadır.

    Bu ilk adımdan sonraki, bu çılgınca gidişi seyredip ara sıra kendi doğrularını mırıldananların, seyirci olmadıklarını hatırlamalarıdır. Bu ara en değerli şey, “ben, doğrularımı terkediyorum, yeni doğrular arıyorum” diyebilmektir.

    Pazartesi, 17 Haziran 1996

  • KURALLARIN UYGULAN(A)MADIĞI YERDE HER KURAL İYİLERE CEZADIR..

    İnsanlarımızın herhangi sorunlar hakkındaki düşüncelerini dile getirdikleri her yerde, ortaya atılan çözüm kümelerinin içinde bir tanesi ortaktır: o sorunla ilgili kural(lar) koymak.

    Uyulamayacak kural koymak ise herhalde insanlık tarihiyle yaşıttır. Düşünce yasakları buna en iyi örnektir. Ama denemeyen de kalmamıştır. Bu işin kural koyarak çözümlenemeyeceğini anlayan Adolf Hitler, “ne mutlu o yöneticiye ki yönettikleri kişiler düşünmezler” diyerek bu önemli sorunu içten-güdüleme (empowerment) yoluyla halletme yolunu seçmiştir.

    Kuralları doğru koyanlar ise bu defa da ona uymayanlarla hep uğraşmışlardır. Örneğin, cilalı taş devrinde, evleneceği kızı saçından yerde sürükleyerek götürme konusunda mutlaka bir yasaklama kuralı konulmuş ve de büyük olasılıkla dinlenmemiştir.

    Kurallara uyma konusundaki bu iki kategorinin yanısıra iki grup daha vardır: kuralların yaptırımını bilerek uygulamayanlar ile bunları uygulayamayanlar!

    Birinciler üzerinde fazlaca düşünmeye gerek yoktur. Sokakta çanta kapanlar ile onların arasındaki tek fark, ceza kanunlarında ilgili oldukları madde numaralarıdır. Bununla beraber, bu tür kişilerin haklarını da teslim etmek gerekir. “Ben inceliğin her türüne hayranım” diyen Machiavelli herhalde bu tür kişileri kasdetmiş olsa gerektir. Bunlar kuralları, belirli alanlardan uzak tutmak ve böylece o alanları daha rahat kullanabilmek için koyarlar.

    İkinci gruptakiler ise iyi niyetlerle sürekli kurallar koyarlar, fakat bunları uygulayabilmek için gerekli yaptırımı sağlayamazlar. Bunun nedeni bazen güç yetmezliği, bazen kuralın kendisinin bir yaptırımı olduğunu sanmak, çoğu zaman da değer yargıları içindeki virüslerdir. Örneğin, rüşveti yasaklamak gibi bir kuralı koyan bir kişi, bir gün sonra, elindeki imkanları hemşehrisi, okuldaşı ya da partidaşı için kullanıp bunun da rüşvet olduğu hatırlatılınca imdadına değer ölçüleri içindeki, “hemşehri, başkalarından imtiyazlı kişi demektir” virüsü yetişir.

    Bütün bu kargaşa içinde daima ezilen ise, kurallara uyulması gerektiği gibi bir değer ölçüsüne sahip olanlardır. Onlar için hayat iki defa güçtür: Bir defa kural kirlenmesi yüzünden, bir defa da uydukları kuralların kendileri dışındakilerce devamlı olarak ihlal edilişine şahit oluşlarından!

    Bir toplumu ayakta tutanlar ise bu saf (temiz anlamında) azınlıktır. Onların sayısı arttıkça barbarlıktan medeniliğe yol alınabilir.

    Eğriliklerle başa çıkmak isteyenler genellikle yeni kuralların gerekli olduğunu savunurlar. Trafik terörünü önlemek için daha ağır cezalar, rüşveti önlemek için rüşvetin cezasının ağılaştırılması, görevini yapmayan memurun hemen işten el çektirilmesi gibi önlem önerilerini her gün defalarca duyarız. Bunların hiçbir işe yaramadığı açıkça görülmektedir.

    Çözümün bir ayağı, “zihinsel kurgu”muzu, yani değer ölçülerimizi yeniden oluşturmakta, daha da açığı onun içindeki virüslerden arınmaktadır.

    Diğer ayağı ise, eğriliklere karşı yeni kurallar peşinde koşarak iyilerin cezalandırılmasından vazgeçip, mevcut kuralların uygulanması yolunda sivil girişim örnekleri geliştirip uygulayabilmektir.

  • KURALIN İYİSİ YAZILI OLMAYANDIR!

    En güç işlerden birisi herhalde doğru kural koymak olmalıdır. Bunun güçlüğü, kural koymanın teknik karmaşıklığından değil, aksine çok kolaylıkla konulabilen kuralların “doğru” olduğunun sanılıp, hiç kuşkulanılmamasından gelir. Bir bakıma, “kuralın kolay konulabilmesi, kural koymanın en büyük güçlüğüdür” denilebilir.

    Toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin, yarışmak istediğimiz toplumlara göre düşük olduğunu gösteren çok gösterge vardır. Gelişmiş toplum, sorunları olmayan değil onları çözebilen toplumdur. Hatta, toplumlar geliştikçe, sorun yaratabilecek ilişkilerin sayısı artabileceğine göre gelişmiş toplumların daha çok sorununun olabileceği de söylenebilir.

    Sorunlarını çözümleme ve sonra da çözmede zafiyeti olan toplumlar, sorun çözme dağarcığındaki aletlerinin çeşidi az olan toplumlardır. Onlar, cami avlusu dişçileri gibi yalnızca kerpetenle iş yaparlar. Bu tür dişçiler için tüm diş hastalıkları iki gruptan birisine dahil olmak zorundadır: çekilmesine gerek olmayan ve çekilmesi gereken dişler!

    Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da aynen böyle, az sayıda -hatta tek- aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikayet etmekten ibarettir.

    Ulus olarak genel karakterimiz denilebilecek kadar belirgin bir özelliğimiz, sorunları çözümleme (analiz) evresine hemen hiç zaman ayırmamak, bunun yerine tüm enerjimizi onları çözmeye çalışmaktır. Bu o denli yaygındır ki, köy kahvesinden entel barına kadar her yerde insanımız sorunları “çözme”ye -dikkat çözümlemeye değil- çalışmaktadır. Sokakta rastlaşan iki kişi kısa bir hoşbeşten sonra mutlaka ülkenin bir sorununu “çözme”ye girişmektedirler.

    Sorunları bu denli çok kişinin ve de sürekli olarak çözmeye çabaladığı bir ülkede ister istemez çözümler de bulunmak zorundadır. Bu çözümleri kim bulursa bulsun ortak özellikleri çabuk bulunur olması ve bulana bir yükümlülük yüklememesidir.

    Bu koşullara en çok uyan çözüm grubu ise “kanun çıkarmak”, daha da genel bir ifadeyle “kural koymak”tır. Kural koyma, yalnız TBMM’nin çıkardığı değil, belediye meclislerinin kararlarını, bürokrasinin koyduğu kuralları ve babayiğit yetkililerin “şöyle olacak” biçiminde kükrediği tüm yazılı ve yazısız kuralları kapsadığı için en genel durumdur.

    Bu kurallara kimlerin uyduğu konusunda yapılacak çok kaba bir gözlem, düzene saygılı çok küçük bir azınlıktan başkasının bunları dikkate almadığını, dikkate alanların ise dolaylı olarak cezalandırıldıklarını gösterecektir.

    Kurallara uymayanlar, aldıkları bu riskin ödülüne erişirken, kurallara uyanlar bundan mahrum kalmakta, hatta kurallara yeteri kadar uymadıkları için bir de cezaya çarptırılmaktadırlar.

    Bu çarpıklığın altında, sorunları kural koyarak çözmeye çalışma yanlışı yatmaktadır.

    Bir toplumun yönetiminde kuşkusuz ki kurallar en büyük öneme sahiptirler. Ancak bu kuralların, yönetimlerin koyduğu ve kimin uyup kimin uymadığı belli olmayan, denetlenemeyen, yaptırımı olmayan ya da daha kötüsü yaptırımları keyfi uygulanan yazılı kurallar değil, toplum bireylerinin bilinçlerine yerleşmiş kurallar yani gelenekler olmak zorundadır. Daha doğru bir ifadeyle, temel kuralların böyle olması, ancak ayrıntı düzeyinde olanların -o da gerekirse- yazılı olması gerekir.

    İnsanlar, kurallar yazılı olarak mevcut bulunduğu için değil, o kurallar kafalarının içinde bulunduğu için uymalıdırlar.

    Dolayısıyla, halkın peşinde koşması gereken boyuna kanun çıkmasını beklemek değil, o kanunların içeriklerinin, kamuoyu bilincine yerleştirilmesi yönünde yönetimleri zorlayıp yönlendirmektir.

    Pazar 30 Temmuz 1995