• Sizi Kimi Arıyorsanız Lider Odur!

    Ülkemizdeki “kanaat oluşturucu” kesim başta olmak üzere çoğunluğun ortak kanısı, ülke sorunlarını çözmeye ehliyetli lider(ler)in bulunmayışı nedeniyle bir kriz yaşandığıdır.

    Bu görüş doğru değildir. Ülkemizin çok sayıda sorunu olduğu doğrudur. Ekonomik sorunlar, terör sorunu, çevre bozulması, ahlak ölçülerinin aşınması vs ve bunların çeşitli kombinezonlarından oluşan onlarca hatta yüzlerce sorunumuz vardır. Ama tek olmayan sorun lider sorunudur.

    Toplumumuz istisnasız her alanda en uygun liderlere sahip olup, bu geçmişte böyleydi, bundan sonra da böyle olacaktır. Hatta yalnız ülkemizde değil, tüm toplumlarda da lider sorunu yoktur. Her toplum kendi ortalama tercihlerine en uygun lideri arayıp bulmakta ve başına geçirmektedir.

    Bir an için kuralın bozulduğunu ve toplumun tercihlerine uymayan bir liderin tesadüfen veya hileyle yada zorla gelip toplumun bir konudaki liderliğine -ki bu iktidar liderliği ya da futbol ligi liderliği olabilir- oturduğu farzedilse, çok kısa bir süre içinde toplum o lideri tasfiye edip yerine tercihlerine uygun bir diğerini getirecektir. (Bununla, her tasfiye edilen liderin toplumun tercihlerine uymadığı anlaşılmamalıdır.)

    Bir gün gelir, enerjinin sakınımı ilkesi değişebilir ama “toplum, tercihlerine uygun lideri bulur” kuralı değişemez. Peki hal böyleyse, hiç bir dönemde sonu gelmeyen “lider yok” yakınmaları neyin nesidir?

    Bu yakınmalar, ortalama toplum tercihlerinin dışında -alt veya üstünde- tercihlere sahip kesimlerle, ortalama tercihe sahip ama lider yoluyla beklediği menfaate ulaşamayanların yakınmalarıdır.

    Sokaktaki düz insan, bu yakınmalara bakarak gerçekten de ülkede “düzgün adam” bulunmadığı gibi bir kanıya kapılabilir. Bu kanı yaygınlaşır ve kökleşirse bu defa gerçekten de bir güven krizine yol açabilir.

    Bu nedenle, lider yokluğundan şikayet edenler, en uygun liderler tarafından yönetildiklerini bilmeli ve eğer samimi iseler, ne tür özelliklerde liderler aradıklarını bir daha ve bir daha düşünmelidirler.

  • SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİMİZ BAŞARILI MIDIR?

    Demokratik yaşam biçiminin, birisi hariç tüm kurumlarından vazgeçilmek gerekse, herhalde o tek `olmazsa olmaz’ Sivil Toplum Örgütlenmesi’dir.

    Toplumu oluşturan bireyler, ilgi ve çıkarlarını paylaşmak ve de savunmak için, o ilgi ve çıkarlar çevresinde örgütlenirler. Ancak, bu örgütlenmelerin başkalarının ilgi ve çıkarlarını zedelememesi için o başkalarının da örgütlenmiş olmaları gerekir. Aksi halde, tek yanlı bir ilgi ve çıkar savunusu ortaya çıkar ki, bu doğrudan doğruya başkalarının ilgi ve çıkarlarına bir tecavüz demektir.

    Böyle bir duruma `eksik örgütlenme durumu’ denilebilir ki bu, hiç örgütlenmemiş ve bir `üstün otorite’ tarafından yönetilmekten daha da kötü sonuçlar yaratabilir. Nitekim ülkemizin bugünkü durumu böyledir.

    Toplumumuzun niçin `tam’ örgütlenemediği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur*. Ama çeşitli nedenlerden birisi de, mevcut Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) nin genellikle başarılı olamayışlarıdır. İçlerinde etkin ve de yararlı çalışmalar yapanlar ise istisna denilebilecek kadar azdır.

    Bu genel başarısızlığın maliyeti yüksektir. Çok sayıda STÖ’nün üye ve destekleyicilerinin harcadıkları zaman, para, enerji ve de umutlarına ek olarak, bir de iyi çalışmış olsalardı STÖ’nin sağlayabilecekleri yararlardan mahrum kalınmaktadır.

    Pekiyi, bu başarısızlığın sebepleri nelerdir? Eğer bu nedenler doğru olarak belirlenebilirse bunlardan sakınmak mümkün olabilecektir.

    Önemlilik düzeyleri dikkate alınmaksızın başlıca nedenler şunlardır:

  • «SİVİL» Mİ «GÖNÜLLÜ» MÜ?

    Yabancı dillerde “hükümetle ilişkisiz” (non-governmental) biçiminde kullanılan deyim dilimizde genelde “sivil” olarak anılıyor. Buna, “devlete dayalı olmayan örgütlenme” demek daha doğrudur.

    “Sivil”, latince “civicus” kökünden geliyor ve halk, hemşehri, yurrtaş anlamlarına geliyor. “Sivil haklar” ise, vatandaşların siyaset dışı bireysel hakları olarak anlaşılıyor. Aynı zamanda askerlik ve din dışındaki işler için de sivil sözcüğü kullanılıyor.

    Bir de herhangi kişisel bir maddi karşılık beklemeksizin, yalnızca toplum yararına yapılan işler için kullanılan “gönüllü” sözcüğü var.

    Görüldüğü gibi üç ayrı deyim, üç ayrı boyuta karşılık geliyor: Devletle olan ilişki boyutu, siyaset-askerlik-din alanlarının içinde olup olmama boyutu ve nihayet hizmetin kişisel maddi karşılığı boyutu..

    Bu üç boyutun en az ikişer ucu bulunduğu düşünülürse, asgari altı ayrı kombinezon ortaya çıkmaktadır.

    Toplumumuzda bütün bu bileşimler için bir ayrım gözetilmemekte, hepsine birden “sivil toplum kuruluşu (veya girişimi)” deyimi kullanılmaktadır. Din işleriyle uğraşan dernekler, siyasi partiler ya da güvenlik görevlerini yaparken yaşamlarını kaybedenlerle ilgili kuruluşlara da “sivil toplum kuruluşu” denilmektedir.

    Ayrıca da, sivil toplum kuruluşu deyimiyle, toplum kuruluşlarından sivil olanlar mı yoksa sivil bir toplumun kuruluşları mı kastedildiği belli değildir.

    “Sivil”i medeni olarak çevirince daha da içinden çıkılmaz bir durum doğmaktadır. Medeni, bilindiği gibi Medine kentine ait anlamına gelmektedir. Aynen “kutsal”ın Kudüs kentine ait anlamına geldiği gibi!

    Yukardaki üç boyutlu olgunun tamamına birden tek isim vermek gerekirse “yurttaş girişimi” gibi bir deyim kullanılabilir. Durum böyle değil de, üç boyutun özel bir kombinezonu kastediliyor ise, o takdirde kastedileni tam ifade edebilecek şekilde her boyutu ayrı ayrı söylemek gerekir.

    Ama gündelik konuşmada en çok kullanılan, sanırım ki girişimin kişisel maddi karşılık olmaksızın yapıldığının vurgulanmasıdır. Bu nedenle de “gönüllü girişim” ve “gönüllü kuruluş” deyimleri daha bir yerine oturmaktadır. Ayrıca da Türkçe olması bir ayrı üstünlüktür.

    Ben bundan böyle bu deyimleri bu yaklaşım uyarınca kullanacağım. Yani kastim neyse tam onu kullanarak.

  • İŞ GÜVENCESİNİ DEVLET VEREMEZ, İŞGÜCÜ PİYASASI VEREBİLİR

    Bir gazete haberi, sağlık teknisyeni olarak kursa tabi tutulan lise mezunlarının, kendilerine verilen “iş güvencesi” sözüne rağmen işsiz kaldıklarından söz ediyor ve Sağlık Bakanı’ndan bu “güvence” nin yerine getirilmesini istiyor.

    “İş güvencesi”, bütün saklamalara karşı devletçi niteliği eski SSCB’den daha aşağı olmayan sistemimizin ürettiği yeni bir “kandırmaca”dır.

    Bundan evvel LİMME adıyla ortaya konulan ve 1985-88 arasında uygulanan ve “Beceri Kazandırma Programı”nın kötü bir taklidi olan uygulamada da aynı yanlış yapılmış ve lise mezunu gençlere (niçin lise mezunlarıdır o da bilinmez), “istihdam güvenceli” kurslar düzenlenmiş ve sonra da acemi berber eliyle usturaya vurulmuş kafa gibi ortada kalan gençler, “devlet bize güvence verdi, işsiz kaldık” diye tutturmuşlardı.

    Bu tür kursları düzenleyenlerin ve bunları onaylayanların öncelikle birer kursa tabi tutulmalarını öneririm. Bu kursta, katılanlara işgücü piyasası denilen mekanizmanın işleyişi anlatılmalı ve istihdam güvencesinin devlet tarafından verilemeyeceği, ancak piyasanın isteklerine uygun insanlar yetişiyorsa bunların doğal olarak istihdam güvencesine sahip olacakları öğretilmelidir.

    Aksi yapılırsa ne olur ? Cevap basittir. Güvence verirsiniz, sözünüzü tutamazsınız ve devletin güvenilirliğini zedelersiniz. O kadar. Ne eksik, ne fazla !

  • SERBEST DOLAŞIMDAN TÜRKLER KORKMALI !

    AT üyeliği konusunda Avrupalıların yıllardır başlıca engel olarak gördükleri “işgücünün serbest dolaşımı”nın, gerçekten korkulması gereken bir konu olduğu artık yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Ancak ufak bir farkla: Korkması gerekenlerin Avrupalılar değil biz olduğumuz farkıyla!

    Tam üyelik gerçekleşir ve niteliksiz işgücümüz Avrupa’ya yayılırsa ne olur?

    Hiç birşey olmaz. Sadece göçen insanlarımız, halen oralarda yaşamaya çalışan işsizlerimizin sayısını bir miktar artırır. Bu, Avrupa’nın sosyal yaşamına bir miktar olumsuz etki yapar.

    Ama madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde halen işsiz bulunan nitelikli işgücü Tükiye’ye akmaya başlarsa ne olur? Çok şey olur. Öğretmenler, mühendisler, bilim adamları, ve özellikle de politikacılarımızın büyük bölümü işsiz kalır.

    Bir engel gibi sanılan “Türkçe bilmemek” katiyen bir sorun değildir. Türkiye’ye gönderilen yabancı görevlilere kısa sürede mükemmel Türkçe öğretilebildiği ve ayrıca yeni teknolojiler yoluyla bunun daha da kolaylaşacağı dikkate alınırsa dil sorununun önemsiz olduğu anlaşılacaktır.

    Bu Türkiye için iyi olur mu? Şüphe edilmemelidir ki çok iyi olur.!

  • “SEKRETER”LER YOLUYLA NASIL HAKARET EDİLİR?

    Hukukumuzda hakaret, cezalandırılması gereken bir eylem olarak tanımlanmıştır.

    Ancak neyin hakaret sayılacağı konusunda kanaatimce büyük yanlışlar yapılmaktadır.

    Örneğin, “Aslan gibi” ya da “Ceylan gibi” denilince keyiflenen insanoğlu “yılan”, “sıçan”, “öküz” gibi hitaplardan hiç hoşlanmamakta, bunları hakaret olarak almaktadır.

    Aslında ne birincisi övgü ne de diğeri hakarettir. Tüm hayvanlar muhteşem varlıklardır.

    Dolayısıyla bu yolla hakaret etmek hem anlamsızdır hem karışıklığa yol açar hem de kanunlara göre suçtur.

    Hayvanların, büyük sistem içindeki yerinin bilincine varmış kişiler için ise hayvan adları hakaret anlamı taşımaz.

    O halde, kanunlara göre suç olmayan yöntemler geliştirmek lazımdır. Bilimde, teknikte, ekonomide, siyasette yeni ürünler geliştirmekte çok üretken olmayan insanımız çeşitli hakaret metodları üretmekte olağanüstü bir beceri göstermiştir.

    Çok çeşitli ürünlerinden bir tanesi sekreterler yoluyla hakaret etmektir.

    Bu metodu kullanmak isteyenler için tarifnamesini aşağıda arzediyorum.

    1. Önce, sekreter olmaya yeteneği bulunmayan bir hatun seçilir.(Unutkanlık, Türkçe bilmezlik, savrukluk, haddini bilmezlik gibi özelliklere bakılarak aranan bulunabilir.)

    2. Sekreterlik eğitimi gibi bir gerekliliğin saçmalık olduğuna inanılır ve bulunan bu hatun da inandırılır.

    3. Sekreterin, birlikte çalıştığı kimsenin dışarı bakan bir yüzü olmadığı, kapı önünden geçerken çalan telefonu duyup koştuğu telkin edilir.

    4. Sekreterin, birlikte çalıştığı kişinin yetkilerine sahip ama onun sorumluluğunu taşıyamayan bir kişi olduğu zannettirilir.

    5. Sonra sıra iş tanımına gelir. En önemli bölüm de zaten budur. Sekreterin görevleri şunlardır:

      1. Telefonla arayanları atlatmak için çeşitli standart numaraları öğrenmek ve yapmak (filan beyefendi şu an bina dışında bulunmaktadır, gece çok geç çıktılar henüz gelmediler, biz numaranızı alalım sizi ararız vs.)

      2. Kendisine bırakılan mesajları unutmak ya da bu mümkün olmazsa hiç olmazsa yanlış aktarmak

      3. Telefon aktarmaları sırasında sevimsiz müzik dinletmek ve sonra tekrar hatta girip “ne istiyordunuz” diye sormak,

      4. Okey, bay bay gibi kelimelerden oluşan yabancı dil dağarcığı oluşturmak

      5. Çalıştığı kuruluşla, dışarısı arasında aşılmaz, sinir bozucu bir engel oluşturmak.

    Belirtmeye gerek var mıdır bilmem ama, bu tanıma uyan sekreterler en çok kime zarar verirler bilirmisiniz? Sekreterliğin ne olduğunu anlamış, işini haklarıyla yapan sekreterlere. Eskilerin “kenarına bak bezini, anasına bak kızını al” sözü biraz değiştirilerek, sekreterlerin hizmet vermek “durumunda” oldukları görevlilerin kaliteleri anlatılabilir:

    “Sekreterine bak, amirini tanı”.

  • “SEÇKİN TAVIR AĞLARI”

    “Normal dağılım” adı verilen istatistik dağılım tipi niçin bu denli yaygındır?

    Bu kavram, bir diğer kavramla, “doğal denge” ile açıklanabilir. Doğadaki herhangi bir şey, uzun ya da kısa, ağır ya da hafif, bol ya da nadir mutlaka bir denge içinde olmalıdır. Daha da doğrusu, insanoğlu tarafından, özellik tanımlamak amacıyla yapılan tüm betimlemeler bu zorunluğu yaratmaktadır.

    Normal olarak doğada mevcut bir şey ne kısa ne de uzun; ne bol ne de nadir; ne akıllı ne de aptaldır. Bunların hepsi, somut ve soyut dünyayı algılamayı ve bu algılar üzerinde konuşabilmeyi kolaylaştırmak için insanlar tarafından yapılmış adlandırmalardır. Aslında her şey olduğu gibidir.

    Gündelik yaşamı kolaylaştırmak amacıyla yapılan adlandırmaların -hangi dilde olursa olsun- uyduğu bir genel kural, o şeyin diğer şeylerle karşılaştırılabilmesine imkan vermesidir. Bu durumda, ister ortalarda ister uçlardaki bir şeyi tanımlayan bir kavram, ister istemez çevresinde bir dağılım oluşacak bir “ortalama”yı doğurmaktadır.

    İyi, doğru ve güzel açısından insanoğlunun genel eğilimleri de normal dağılıma uymaktadır, daha doğrusu uymaması için bir neden bulunmamaktadır.

    İşte bu, toplum yaşamındaki bir karakteristiği ortaya çıkarmaktadır: “sıradan çoğunluk ve seçkin azınlık”!

    “Çoğunluk”, normal dağılımın ortalamasının sol ve sağındaki iki standart sapmalık alana tekabül eden toplam yaklaşık %94’lük kesimdir. Geriye ise iki ayrı kesim kalmaktadır: Ortalamanın en altındaki %3’lük “musibet” kesim ile, ortalamanın en üstündeki %3’lük “seçkin” kesim! Toplum sorunları ile uğraşanlar, bu iki kesime de dikkat etmelidirler.

    Bu yargının bir yanılgıya yol açmaması bakımından bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir: burada sözü edilen “ortalama”, “üst”, “alt” gibi deyimler kişiler için değil, kişilerin tavırları için kullanılmaktadır. Herkes tarafından “aşağı” görülen bir kişinin pekala bir “seçkin” tavrı -ya da tavırları- olabileceği gibi, herkesin saygın olarak nitelediği bir kişinin de “musibet” bir tavrı -ya da tavırları- olabilir.

    Medeniyet normlarına daha yakın -ya da onları belirleyen- toplumlarda bu iki tavır grubu da özel muamele görürler. Toplum bütün kurumlarıyla musibet tavırların üzerlerine giderken, seçkin tavır sahipleri de önemli görevler üstlenirler ve bir bakıma toplumu, medeniyet normlarına doğru çekerler.

    “Çoğunlukçu”dan “çoğulcu” demokrasiye geçememiş toplumlarda ise “sıradan çoğunluk” herşeye hakimdir.

    Ülkemizdeki durum da böyledir. Hemen her kurum, sıradan çoğunluğun yarattığı uygun ortam ve %3’lük “musibet” kesimin mühendisliği altında işlemektedir. Her yıl trafikte ölen binlerce kişi, bu olgunun en somut örneğidir. Bu mekanizma yalnız trafik için değil tüm toplum kurumları için geçerlidir ve tümü birden bir “ölümcül sarmal” oluşturmaktadır. Bugüne kadar tarihte bu sarmalın yok ettiği çok toplum vardır.

    Bundan kurtulmak mümkün müdür? Hayır ve evet!

    Hayır, eğer sıradan çoğunluğun vazettiği normlara mahkum olmayı sürdürürsek.

    Evet, her konudaki elit tavır ve tutum sahipleri -ki bunların zengin, iyi eğitimli, kendini beğenmiş tavırlı kişiler olmadığına, toplumun her kesiminde bu tür tavır sahipleri bulunabileceği yukarıda da vurgulanmıştı-, adına “seçkin tavır ağları” diyebileceğimiz birbirleriyle dayanışma içinde olabilecekleri yapılanmaları kurmak zorunda oldukları idrakine ve de becerisine sahip olabilirlerse!

    Seçim bizim, sonuçlar bizim!

    Mayıs 12, 2004

  • SAYGI’YA ÇAĞRI!

    Her alandaki özgürlüklerimizi giderek daha çok kullanır hale gelmek ne denli sevindiriciyse, bunları, sorumluluklarla dengelememek de o denli endişe verici olabilmektedir.

    Gündelik yaşamdakiler daha somut olarak görünmek üzere karşı karşıya bulunduğumuz birçok sorunun temelinde, özgürlük -sorumluluk dengesinin kurulamayışı yatmaktadır.

    Saygı olarak ifade edilen kavram için şöylece bir tanım benimsense, sorunların önemli bir bölümünün aslında saygısızlık’tan başkaca birşey olmadığı, halen karşı kefesi neredeyse boş durumda olan özgürlük – sorumluluk terazisinin, boş kefesine saygı’nın ilavesiyle dengeye gelebileceği kolayca görülecektir:

    “Saygı”, kendi davranışlarımızın sosyal ve fiziki çevremiz üzerindeki etkilerinin, dönerek kendimiz üzerinde yarattığı etkilerin farkında olarak davranmaktır. Yani, aslında kendimizi korumaya yönelik bir tutumdur.

    Birbirinin yerine kullanılmakla birlikte birbirlerinden farklı olan saygı, nezaket, kibarlık, incelik gibi kavramlar içinde saygı, hepsinden daha somut, daha çok sonuç yaratabilen bir tutumdur.

    Nezaket : Nazik (aslı nazük), Farsça sıfattır. İnce, terbiyeli, saygılı anlamında kullanılmaktadır.

    Kibarlık : Arapça sıfat olan kibar’dan türetilmiştir. Kebir (büyük) sözcüğünün çoğulu olup “büyükler” “ulular” anlamına gelir. (rical-i kibar = büyük adamlar)

    İncelik : Küçük davranışların dahi sonuçlarını düşünüp ona göre davranmaktır. Bir anlamda ince saygı denilebilir.

    Eğer toplumumuzu çevreleyen saygı iklimini biraz olsun iyiye yönlendirebilirsek, yasalar yoluyla çözümleyemediğimiz kimi sorunlarımızın ortadan kalktığını görebiliriz.

    Bunun için, yerel yönetimler başta olmak üzere, işi yönetim olan her birime -apartman, site, işyeri yönetimleri de dahil-, bir önerim var: sorumluluk alanı içinde bir Saygı Kampanyası düzenlemek ve bu yolla, yukarıda tanımlandığı anlamıyla saygı’nın çeşitli türevlerinin birbirinden farklı sanılan sorunların kaynağı olduğu bilincinin yaygınlaştırılması!

    Böylesine bir kampanya hangi ilkeler üzerine oturmalıdır? Saygı gibi soyut, ölçüye-biçiye gelmeyen bir kavram hangi yollarla yerleştirilebilir?

    Bu konularda her yönetim birimi kendi çözümlerini üretmelidir. Bir okulda, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde kullanılan şu ilkeler belki birçok birimde geçerli olabilir:

    • “Kibar fakat tavizsiz” tutumlar

    Kibar olabilmek için özgüven gerekir. Özgüven ise “yaptırım gücü”ne sahip olmakla mümkündür. Dikkat edilmesi gereken nokta, yaptırım gücünün kötüye kullanılmamasıdır.

    Buna göre, öğretmenlerin yetkilerini kullanmaları halinde bunun idarece hoş görülmeyeceği endişelerini silmek gerekir.

    • “Saygısızlık korkulardan doğar”

    Çocuklarımız çeşitli korkularla yüklüdürler. Öğretmenler ve özellikle rehberlik bölümü, toplu konferanslar ve/ya bireysel yardımlar yoluyla bunları azaltmaya çalışmalıdırlar.

    • “ Yüz defa söyleme, bir defa örnek ol!”

    “Saygı”nın önemli olduğuna ilişkin söyleneceklerin hemen hiç etkisi olmamaktadır. Buna göre, hemen her fırsat kullanılarak öğretmen ve idareciler örnek davranışlar sergilemelidirler.

    Sorunlarımızın kaynağındaki yapı taşlarından birisinin saygı eksiği olduğunu, saygısızlığın türevlerinin sosyal yaşamımızın her kesiminde ve de değişik görüntülerle ortaya çıktığını düşünenlerin dikkatine sunarım.

  • Piramit’in tabanında “Temiz Akıl” olmalı!

    Yurdumuzda Susurluk ile başlayıp ses kasetleriyle hız alan bir “Temiz Eller” olgusu sürüyor. Yaşamın bin türlü sıkıntısından bunalmış insanlarımız, bu olguyu herkesten fazla dikkatle izliyor. Çünkü, sıkıntılarının kaynağının kirlilik olduğunu biliyor ya da hissediyor ve bu nedenle de kirliliklerin ortaya çıkmasını, sıkıntılarını sona erdirecek bir kurtarıcı olarak değerlendiriyorlar.

    Bu beklenti yalnız sokaktaki insanlarca değil, toplum sorunlarıyla daha temelden ilgilenen -ya da ilgilenmek “durumunda” olan- insanlarımızca da paylaşılıyor, hatta onlarca oluşturuluyor.

    Acaba bu beklenti gerçekçi midir? Yani gerçekten, böylesine bir süreç sonunda toplum temizlenir mi? Bütün toplumsal eğrilikler -ya da en azından belli başlıları- ortadan kalkar, toplumumuz bir “temiz toplum” haline dönüşebilir mi?

    Bu soruya yanıt vermek için benimsenmesi gereken ilke, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz (Tıklayınız).

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır. Artık bütün dünya için bir düşünce biçimi haline gelen -ve içinden yeni ticari isimli yaklaşımları doğuran- Toplam Kalite’nin temel araçlarından biri olan “Kök Neden” kavramı da bunu söylemektedir.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiği düşünülüp çıkarılabilir.

    Temiz Toplum ideali de -aynen melanet hiyerarşisinde olduğu gibi-, daha basit -görünüşlü- “temizlikler”in üzerine oturur. Bunlardan birisi de “Temiz Akıl”dır.

    Tüm eylem ve tutumlarımızı şekillendiren “değer ölçülerimiz” olduğuna göre, bunların içinde zamanla oluşmuş virütik değerler’in ne gibi melanetleri doğrudan ürettiğini ya da onlara yataklık ettiğini görebilmeliyiz.

    Yüzlerce “temiz” değer ölçüsünden oluşan bir değerler sistemine sahip yarı-peygamber gibi bir kişinin bu değer kümesi içine sadece bir tane virütik değer karışsa -örneğin “bana ne” gibi-, bu kişi ve gibilerden oluşan toplumun nasıl yavaş yavaş kendini öldüreceğini artık net olarak görebilmeliyiz.

    Temiz toplum, değer ölçüleri içindeki virüslerin farkına varmış ve bunlardan arınma iradesini gösterebilen toplumların erişebilecekleri bir idealdir.

    5 Şubat 1999 (Rev, 03.11.18)

     

  • PEKİİİ UYGAR MIYIZ?

    “Becerikliyiz, girişimciyiz, çalışkanız. Pekiii ya uygar mıyız?”

    Bu sözler, vergisini doğru vermeyen bir toplumun uygar sayılamayacağını ima eden ve böylece insanların “aman vergi verelim, yoksa uygar olmazmışız” diyerek utanacağını uman Maliye Bakanlığımızın caddelere koyduğu ilanlardan alınmış bir cümledir.

    Birisi eline bir kalem alıp bu ilanın boş bir yerine; “biz uygar değiliz, ya verginin niçin toplanamadığını uygar yöntemlerle analiz etmek yerine ilanla vergi toplamaya kalkan sizler uygar mısınız?” diye yazsa acaba ne olurdu?

    Bu ilan kampanyasının maliyetinin 1-2 milyardan az olmadığı ve bu kampanyayı yürüten (ve belki de öneren) reklam şirketinin de bu “iş”ten çok mutlu olduğu kesindir. Bunun yerine, biraz aklı başında bir memura “Ardışık Sorma Metodu” gibi bir yöntemi öğretip 1 hafta kadar çalıştırarak “Niçin Vergi Toplanamıyor?” sorusunu analiz ettirmek çok daha `uygar’ bir tutum olurdu.

    Kamu kurumlarının ilan ve reklam yoluyla kamuoyuna açılması yurdumuzda bir süredir görülmektedir. Yerinde kullanılabildiği takdirde “kamuoyunun bilinçlendirilmesi” son derece yararlı bir yöntemdir. Ama bunun ön koşulu, çözülmek istenilen soruna yol açan nedenlerin bütünüyle belirlenmesi, herbiri için ayrı çözüm araç(lar)ı geliştirilmesi ve nihayet bunlar içinde kamuoyu bilinci eksiğinden doğan sorunlar varsa onlar için de bilinçlendirme yollarının (ilan, reklam vs) kullanılmasıdır.

    Bunları yapmak yerine, para kazanma yolu olarak siyasilere yakın görünüp “kamu pastasından tırtıklama” yapmaktan başka becerisi olmayan uyanık bazı reklamcıların, uyduruk ilanlarına bel bağlamak “uygarca” değildir.

    12 Mart müdahalesinden sonra vergi dairelerinin üzerine bazı vecizeler yazılmıştı. “İradesiyle kendini vergilendiren halk millettir” gibi sözlerin de amacı aynıydı: Halkı utandırıp vergi almak!.. O vecizeleri, daha doğrusu o yöntemi düşünen “beyin”leri hep merak etmişimdir. Bunlar gerçekten bu kadar saf mı yoksa vergi almamayı amaçlamış birileri var da vakit mi kazanmak istiyorlar diye.. Aynı hastalık belediyelerimizde de vardır. Kendi yapmaları gerekenleri vatandaştan ilanla isteyen bir çok belediye var.

    Bu olgu, toplumumuzu yerel ve merkezi ölçekte yöneten kadroların “sorun çözebilme kaabiliyetlerinin yetersizliği” konusunda ciddi bir kanıttır.