• Kurumsal Meditasyon

    Kurumlar da insanlar gibi, yapmakta oldukları işlere kendilerini kaptırırlar ve bir süre sonra, işlerini kontrol ediyormuş duygusu içinde, aslında bütünüyle dışındaki dünyanın ona empoze ettiği işleri, yine dışındaki dünyanın empoze ettiği öncelik ve aciliyet derecesine göre yapmaya devam ederler. Bu bir çeşit tutsaklık olup, kişi ya da kurum bunun sürdürülmesi için çeşitli -ve büyük ölçüde de mantıklı- gerekçeler üretir.

    Bu ilginç olgunun dayandığı gerçek, her sürecin kendi çevresinde yarattığı ve kendi varlığını sürdürmeye yönelik bir “çekim alanı” –Process Maintaining Attitude (PMA) denilebilir- gibi düşünülebilir. PMA, kişi veya kuruma, “işler yürüyor!” güvenini sağlar. Bu güven duygusu, süreçlere müdahale etmeyi, onu yeniden yapılandırmayı engelleyen başlıca etkendir.

    Buradan, yeniden yapılanma projeleri için çıkarılabilecek bir sonuç, kişi veya kurumun, kendini bu PMA çekim alanından kurtarması mecburiyetidir. Bu daha somut olarak, kendini yeniden yapılandırmak isteyen kişi ya da kurumun, kendi iradesi ve PMA çekim alanı arasındaki farklılığın farkına varması ve bu farkındalığın bir işareti olarak da belirli bir süre “bir şey yapmadan durabilmesi” demektir.

    Bu “belirli süre”, gündelik yaşam ölçüleriyle, yalnızca “farkında olmak için” gerekli süre kadardır. Daha da açık olarak, yürümekte olan süreçlerle tüm bağlarını koparmak suretiyle düşünebilmek demektir. Bu -aynen kişisel meditasyonlarda olduğu gibi- egzersizle geliştirilebilen ve istenildiği anda dış dünya ile bağlantıların kesilmesi gibidir.

    Böylece kişi ya da kurum, işlerin aslında “süreçlerin kendi iradeleri” ile yönetildiğini, kurumun işler tarafından “sürüklendiğini” idrak ettiği anda, yeniden yapılanmanın ilk adımı olan “neler-niçin oluyor?” sorusunu, işlerle tüm bağlarını korkusuzca kesmiş olarak sormaya hazır demektir.

    Kendi kişisel ya da iş yaşamını yeniden şekillendirmek -ki buna bir çeşit bireysel re-engineering denilebilir- isteyen bir kişi , zamanını genelde “başkalarının” (müşteriler, satıcılar, kendi dışındaki herkes) yönlendirdiğini, bu ortamlardan bir şekilde uzaklaşıp (seyahat ya da bilinçli olarak uzaklaşmak amaçlı olarak) bir “iç sessizliğe” kavuşunca “idrak” eder.

    Bir kısım kişi ya da kurum ise, PMA çekim alanının sağladığı güven duygusu bağımlılığını sürdürebilmek için bu gibi fırsatlarda dahi “başkaları” ile olan bağlantılarını koruyarak içine düşmüş olduğu bağımlılığı tatmin etmeyi sürdürür.

    Burada tanımlanan “iç sessizlik” sağlama yöntemine “Kurumsal Meditasyon” denilebilir. Bunu, tüm kurum personelinin yapabilmesi iyi, ama pratik olarak güçtür. Bu nedenle, üst yönetimde yer alan kişiler ile başlamak ve olabildiğince yaygınlaştırmak tavsiye edilir.

    Her tür meditasyonun kendine göre bir `mantra’sı olduğu gibi, Kurumsal Meditasyonun da bir mantrası olmalıdır. “Bunu yapmasam olur mu?” iyi bir mantra olabilir.

    Kişilerin, kendi dışlarındaki süreçleri gözleyip sonra da onları yeniden şekillendirebilmeleri için, kendileriye süreçlerin farkını farkedebilmeleri, yani süreçlerle bütünleşmişliklerini koparabilmeleri gerekir. Süreçleri objektif olarak gözleyebilmek, “neler-niçin oluyor?” sorularına doğru cevaplar verebilmeleri için, PMA alanlarının sağladığı güven duygusuna ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir öz-güven geliştirmeleri gerekir. Aksi halde, kendilerini süreçler dışında korumasız hisseden kişilerin objektif gözlemler yapmalarına imkan olmayacaktır.

    Bu iç sessizlik durumu, gözlem yapıldığı sürece korunmak zorundadır. Bu ise ancak, bu özelliğin “zihinsel-kurgu” (mind-setting) içinde yer almasıyla mümkündür. Bunu ise ancak kişilerin kendileri yapabilirler. dış destek ancak katalizör rolü oynamalıdır.

    Bu aşamadan itibaren bir organizasyon için yeni hedefler konulabilir, sorunları teşhis edilebilir, çözümler üretilip uygulanabilir.

    Ekim 2001

  • Biz niçin icat yapamıyoruz?

    Önce tarihten ve günümüzden bazı gerçekler..

    • A.B.D.’de, 1794 tarihinden 1986 yılına kadar 192 yıl içinde 4,600,000 patent tescil edilmiştir.
    • A.B.D. Başkan’larından Abraham Lincoln, 6469 numaralı “sığ sularda karaya oturmuş gemileri yüzdürme” patentinin sahibidir.
    • Aynı ülkede bir başka Başkan, Thomas Jefferson, Patent Ofis’te ‘surveyor’ idi. Dışişleri bakanı olduğu dönemde hala bu işe devam ediyor, her akşam çalışmalar bittikten sonra bakanlıkta kalıp patent başvurularını inceliyordu. Kendisinin icadı olan “döner sekterer sandalyesi” siyasi muarızlarınca kullanılmış, “bu adam şeytan, her yönde gözü var” biçiminde hırpalanmaya çalışılmıştı.
    • A.B.D.’de halen her hafta 4000-7000 arasında patent başvurusu yapılmaktadır. Haftalık yayımlanan Patent Resmi Gazetesinin sayfa sayısı 1800-2200 arasında değişmektedir.
    • İsveç’i 100 yıldan kısa bir süre içinde, bir buz çölünden “endüstri ötesi ülke” haline getiren faktörün, belli başlı 49 adet icat olduğu, bir Yunanlı doktora öğrencisinin teziyle kanıtlanmıştır.
    • İsviçre’liler, ülke ve toplumlarını tanıttıkları bir turizm broşürüne, en belirgin nitelikleri olarak “biz İsviçre’liler, icatçı bir milletiz” diye yazmaktadırlar. Benzer bir broşürün Türkçe olarak hazırlanması sırasında Turizm Bakanlığımız ilgilileri onbinlerce sözcük arasından yalnızca bu cümleyi çıkarmışlardır.
    • Bir Japon otomobili üzerinde irili ufaklı 120,000 `innovation’ mevcuttur.
    • Ülkemizde patent yasasının çıktığı 1800’lü yıllardan günümüze kadar geçen süre içinde, yaklaşık 23,000 patent tescil edilmiş olup bunun 20,000 kadarı yabancıların Türkiye’de tescil ettirdikleri patentlerdir. Yaklaşık 200 yıldaki toplam patent sayımız, A.B.D.’de 1 haftada yapılan başvuru sayısının yarısı kadardır.
    • I Hezarfen Ahmet Çelebi (!), hang-glider ile Galata kulesinden Üsküdar’a uçtuğu için Cezayir’e sürülmüştür (daha doğrusu rivayet böyledir).
    • II Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (!) (1992 Şubat), Muğla Ağır Ceza Mahkemesinde yaşanmış ve araştırma denizaltısı yaptığı için bir buluş sahibi – Erkan Ayral- yargılanmıştır (2).

    Bu birkaç satırbaşı dahi, toplumumuzun “icat” konusunda olumsuz -icat düşmanı demek yerine- bir tutum içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu olgunun neden(ler)i açıklanamadığı ve sonra da tedavi edilemediği sürece, acımasız uluslararası rekabet arenasında daima başkalarının kontrolunda, başkalarının istediği biçimde yaşamak ve hatta belki de yaşayamamak kaçınılmazdır.

    Bu olguyu ne inkar edebilir, ne de görmezlikten gelebiliriz. İcat’tan hoşlanmayacak şekilde çocukluk geçirmiş, icatçılıktan uzak bir eğitim görmüş, icatçılığı özendirmeyen bir mevzuat sistemiyle yoğrulmuş ve icat’ların ortasında ondan uzak yaşamış olabiliriz.

    Bize, gelişmenin yolu olarak yollar yapmak, daha çok çocuğu okullara yollamak ya da bunlara benzer şeyler belletilmiş olabilir.

    Önümüze daima bir takım “esas mesele”ler konulmuş, kaynak yetersizliği, iç veya dış borçların çokluğu, Kürt sorunu, sanayileşme meselesi vesairenin kafa yorulup çözümlenmesi gereken sorunlar olduğu, icat yapmanın ancak bilime daha çok para ayırmakla mümkün olduğu ya da teknolojinin transfer edilerek de aynı kapıya çıkılabileceği gibi yanlışlar da benimsetilmiş olabilir.

    Bütün bunlar katı gerçeği değiştiremez. Bir toplum, “innovation” eğilimli kılınamadığı, bakkalından holding sahibine, seyyar satıcısından üniversite hocasına, politikacısından bürokratına kadar herkesin vazgeçilemez tek görevinin ürettiği mal veya hizmetleri geliştirmek, sürekli yeni buluşlar, icatlar yapmak olduğunu, bunun dışındaki tüm uğraşların, kelimenin düz anlamıyla `palavra’ olduğunu idrak edemediği sürece kurtuluş yoktur.

    Şu soruya cevap aranmalıdır: Toplumumuz ve de özellikle okumuş kesimimiz icatçılıktan niçin bu denli uzaktır? Bu bir toplu zihinsel hastalığın dışavurumlarından birisi olabilir mi?

    Eylül 1993 (ekim 2001)

    (1) 1993 yılında yazılmış olan yazıya 22 Ekim 2001 tarihinde birkaç küçük ilave yapılmıştır.

    (2) 14 Ocak 2000 tarihi itibariyle Erkan Ayral koşullu olarak affedilmiştir. Genç bir hakim tarafından öne sürülen koşul, “bir daha böyle icatlar yapılmamak” şeklindedir. Bu yazının yazarı o mahkemeye müdahil olarak katılmış ve bu sözlere bizzat şahit olmuştur.

  • KAMUOYU BİLİNÇLENDİRİLMEDEN, DEVLETÇİLİKTEN ÖZEL GİRİŞİMCİLİĞE GEÇİLEMEZ!

    Öyle süreçler vardır ki zaman, bu süreçlerin oluşmasında olumlu rol oynar. Bazı süreçlerde ise zaman aksi etki yapar ve süreç giderek bozulur.

    Bunlardan ilkine en somut örnek, canlıların yavrulama sürecidir. Her canlı -yumurtlama ya da doğurma yoluyla olsun-, Dünya’ya gelmeden önce belirli süreleri tamamlamak zorundadır ve geçen süreler, süreçlere olumlu etkide bulunur.

    Zamanın, süreci olumsuz etkilemesi haline somut bir örnek ise, yiyeceklerin bakteriler tarafından bozulmasıdır. Bu şekilde bozulmaya başlayan bir besin baddesi zaman geçtikçe daha çok bozulur. Bu durumda zaman, süreci olumsuz etkilemektedir.

    Bir kural olarak denilebilir ki, çeşitli süreçleri yerleştirmek, hele ve hele mevcut bir süreci değiştirip onun yerine bir yenisini yerleştirmek isteyen “süreç yöneticileri”, yerleşmesini arzuladıkları süreçler üzerine zamanın hangi yönde etki yapacağını peşinen saptayarak işe başlamalıdırlar. Aksi halde, zamanın daima “olgunlaştırıcı”, “yapıcı”, “olumlu” etkide bulunacağı sanısıyla yola çıkılırsa, zamandan olumsuz etkilenen süreçlerin çürümeyle sonuçlanması gibi acı sürprizlerle karşılaşmak kaçınılmazdır.

    Özelde ekonomide genelde ise devlet yönetiminin bütününde, devletçilik bir süreçtir ve Türkiye, cumhuriyetin ilanından bu yana -hatta Osmanlı’da- bu sürecin içinde yer almış, toplum değerleri buna göre şekillenegelmiştir. İnsanlar, kendileri ve toplumun bütünü için doğru, iyi ve güzel’lere, bu değer ölçüleri uyarınca karar vermişler, hala da öyle vermektedirler.

    Bu değerlere göre devlet, vatandaşlarının nelere inanıp nelere inanmayacaklarına, neleri ve de nasıl öğreneceklerine karar vermeli, onların sorunlarını çözmeli, okutmalı, iş bulmalı, emekli etmeli, hangi alanlarda girişimde bulunulacağını saptayıp planlamalı, ekmeğin ve lokantadaki yemeklerin kaça satılacağına ya da taksi ücretlerine vatandaş adına karar vermelidir. Velhasıl vatandaşlar için bütün doğru, iyi ve güzellere devlet karar vermelidir. Devlet, bunları ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde “iyi devlet”tir.

    Özel girişimcilik ise tamamen farklı bir süreçtir. Devletçi sistemde devlete yüklenen her işlev bu defa özel girişimciler arasındaki rekabete ve bu rekabetin haksızlıklar yaratmaması için devletin gözetim ve gerektiğinde müdahalesine bırakılmıştır. Ayrıca da sistemin vahşi bir kapitalizme dönüşmemesi için gerekli sosyal politikaları gözetmek de devletin bu süreçteki rollerinden birisidir.

    Devletçi sistemin değer ölçülerini benimsemek durumunda kalarak onları öğrenmiş -ve ondan başka sistem olamayacağına inandırılmış- bir toplumun, bu denli kökten farklılıklar içeren bir yeni süreci (özel girişimcilik süreci) benimsemesinde zaman, -eğer özel önlemler alınmamışsa- süreci olumlu etkileyecek biçimde işlemeyecektir.

    Çünkü, yeni süreç açısından doğru, iyi ve güzel olan her şey, insanların alışmış oldukları değerlere taban tabana zıttır ve insanlar bu zıtlıkları kabul etmeyecekler, aksine, zaman geçtikçe haksızlığa uğradıkları konusundaki kanaatleri kökleşmeye başlayacaktır.

    Bugün ülkemizde, özel girişimciliği benimseyen kesimin dışında kalan kesimlerin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri ve direnmeye varan yakınmalar, zamanın, özel girişimcilik sürecini yerleştirme yönünde işlemediğinin somut kanıtıdır.

    Özel girişimcilik sürecinin yerleşmediğinin, yerleşmesinin -bu koşullar sürdükçe- mümkün olmadığının en belirgin kanıtı, çeşitli kesimlerin bu yeni süreçten şikayetleri değildir.

    Ondan çok daha önemlisi, özel girişimcilik sürecini bizzat yönetmek durumunda olan bürokratik ve politik sınıfın, özel girişimciliğin gereklerini yerine getirmeyişleri, getirmek bir yana devletçi sürecin aletleriyle özel girişimcilik sürecini yönetmeye çalışmalarıdır.

    Sözün özü, başta bürokratik ve politik sınıflar olmak, ama

    toplumun bütününü de kapsamak kaydıyla, “özel girişimcilik süreci”nin değer ölçüleri -hiç olmazsa başlıcaları- konusunda toplumumuz bilgilendirilmediği takdirde, devletçilikten özel girişimciliğe geçmek mümkün değildir. Lafını etmek, geçmiş gibi görünmek, hatta bir kısım kurumlar oluşturmak mümkündür ama bunların hiç biri yerleşik olamayacağı gibi insanlar -hatta onların yeni nesilleri- kendilerini mağdur saymaktan kurtulamayacaklardır.

    Cuma, 05 Mayıs 1995

  • BULUŞÇULUK, DEMOKRASİ VE YENİ KÖLELİK !

    Üçüncü binyıl’ın Dünyasında belirleyici tek gücün buluşçuluk olacağı artık iyiden iyiye ortaya çıktı. Aslında ortaya çıktı demek pek doğru değil, bu gerçeği Dünyada daha çok insan anladı demek daha doğru!

    İsveç’i bir buzlu çöl ülkesi olmaktan, 100 yıl içinde endüstri ötesi bir topluma dönüştüren nedenin, 49 adet önemli buluş olduğu 1986’da yapılan bir doktora çalışmasıyla doğrulandı.

    Bu yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, G.Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong’u bugün birer ekonomik güç haline getiren nedenin de yine aynı ve buluşçuluk özelliği olduğunu anlayanlar da arttı.

    Çin’in, buluşçuluğun önemini kavrayıp ilk Patent Kütüphanesi’ni satın almasından(1) hemen sonra başlayıp, bugün devam eden Patent Korsanlığı kavgası, Çin’in de uyandığını gösteriyor.

    Tarihin bu eski ve güçlü kültürüne sahip bir milyar insanın buluşçuluğa yönlendirildiği bir an için hayal edilirse, bu akımın dışında kalan toplumların gelecekteki perişanlığı şimdiden açıkça görülebilir.

    Günümüz Dünyası artık net olarak ikiye ayrılmaktadır: buluşçuluk yoluyla kendi kaderlerine ve buluşçuluğun bilincine varamamış toplumların kaderlerine hükmedenler ile buluşların estirdiği rüzgarlara kapılıp oradan oraya sürüklenenler!

    Demokrasi, toplumların kendi kararlarını kendilerinin verdiği, o kararların olumlu ve olumsuz sonuçlarına rıza gösterdiği bir yönetim biçimi olduğuna göre, bu sürüklenen toplumların herhangi bir şikayete hakları yoktur. Ayrıca, bu global oyunun oynanabilmesi için de, daima sürüklenenler’e ihtiyaç vardır. Onlar olmaksızın yeni buluş ürünlerini satınalıp onlarla övünecek toplumlar olamazdı. Bunlar günümüz Dünyasının “yeni köleleri” dir. Demokrasi de kendine köleliği seçen toplumlar için bir bumerang görevi görmektedir.

    Buluşun önemini anlamayan, anlamadığı gibi onu her gördüğü yerde ezmeye çalışan insanların çoğunlukta ve çoğunlukla da güç sahibi olduğu toplumumuzun gündemini işgal eden ve incir çekirdeğini doldurmaz tartışmaları gördükçe, insan niçin buna müstahak kılındığımızı düşünmeden edemiyor..

    20 Aralık 1993

    1. 18 Ekim 2001 itibariyle bir not: Türkiyeye ilk patent kütüphanesi $400,000 karşılığında 1986 yılında satın alınmıştır. Önceleri TSE’nin Ankara’daki ofisinde girişimcilerin hizmetine açılan kütüphane daha sonra İstanbula, girişimcilerin daha yoğun olarak bulunduğu bir kente getirilme kararı verilmiştir.

    Bu esnada bahçesindeki bir binaya yerleştirilmek istenen patent kütüphanesi, söz konusu binanın depo olarak ihtiyaçları daha çok karşılayacağı öne sürülmesi üzerine kütüphanenin o üniversiteye hibe edilmesinden vazgeçilerek daha ünlü bir başka üniversiteye hibe edilmeye çalışılmıştır. Bu defa da, Patent Kütüphanesi için bir memur gerekli olacağı ve üniversitenin bunun için imkânlarının bulunmadığı gerekçesiyle istenilmemiştir.

    Bunun üzerine tekrar TSE’ye bırakılan kütüphane uzun süre Galatasaray Hamamı olarak bilinen yerdeki TSE binasında hizmet verdikten sonra Gebzedeki TSE binasına götürülmüştür.

  • KALABALIK KAMU KADROLARI NASIL AVANTAJA ÇEVRİLEBİLİR?

    KİT’lerin özelleştirilmeleri karşısındaki önemli bir engel, yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de bu kuruluşlardaki kalabalık kadrolardır.

    İşsizlik sorununu gerekli enstrümanları geliştirerek değil de kamu kuruluşlarına adam alarak çözmeyi yeğleyen gelmiş-geçmiş idarelerin yarattığı bu sorun aşılmaksızın bugün KİT’ler ancak bir yolla özelleştirilebilir: O da, mevcut kalabalık kadroların bir biçimde işten çıkarılmaları ve az sayıda fakat yüksek nitelikli elemanların istihdam edilmesidir.

    Diğer yandan, teknolojisi dolayısıyla açık tutulması yararlı olmayan KİT’lerin ise kapatılmasıdır.

    Gerektiğinde işe alıp gerektiğinde çıkararak (easy hire-easy fire), ekonomik konjonktüre uyum göstermek A.B.D.’deki sistemin esasıdır. Bu sistem, bugünkü halimizle Türkiye’de uygulanamaz. Aynen, Nasrettin Hoca’nın “adamı belindeki iple çekerek kurtarmıştım, ama damda mıydı yoksa kuyuda mıydı?” öğretisindeki nedenle uygulanamaz.

    A.B.D.’de, işten çıkarılan kişinin, geçimini-hem de aynı, hatta daha yüksek standartta- sürdürmesi için alternatif yollar mevcutken, Türkiye’de bu yollar mevcut değildir. A.B.D.’de, işten çıkarılan bir kişinin, eğer bir başka iş bulma şansı yoksa, en önemli güvencesi kendi işini kurmak için uygun bir ortam içinde bulunmasıdır.

    Buradan kolayca görülebileceği gibi, KİT’lerin özelleştirilebilmesi (ve daha birçok sorun), kalabalık kadroların, açlığa mahkum edilmeden işten çıkarılabilmelerine bağlıdır. Bu ise ancak 2 yolla yapılabilir:

    1. İşten çıkarılacak insanlara, yeni beceriler kazandırılarak yeni işler bulmalarına yardımcı olarak.

    (LİMME veya İstihdam Garantili (!) vs gibi zorlama yollarla değil, işgücü açığı bulunan alanlarda, özel girişimcilerin beceri kursları düzenlemelerine TEKRAR izin vererek)

    1. Kendi işini kurmak isteyenlere gerekli destekleri sağlayarak.

    (TBMM’de bekleyen Girişim Destekleme Şirketleri kanun teklifi bu amaçla yapılmıştır)

    Birçok sorunun kaynağı durumunda olan Kalabalık Kamu Kadroları ve işsizlik sorunları, ancak bu araçlar devreye sokularak çözülebilir.

  • İRTİCA İLE MÜCADELEDE STRATEJİ ARAYIŞLARI!

    İrtica ile mücadelede bir Milli Strateji hazırlandığı yolundaki bir gazete haberleri, Cumhuriyetimizin 75. yılında hala ortaçağ karanlıklarıyla uğraşıyor olduğumuz sorununun, görünenlerden farklı nedenleri olduğu, hem de hiç umulmayan nedenleri olduğu kuşkusunu destekler niteliktedir.

    Sıra politikacısının çeşitli çıkarlar uğruna verdiği tavizler” ya da “sürekli olarak kaşınacak noktalar yaratarak Türkiye’yi kontrol amacı güden yabancı devletlerin varlığı” gibi nedenlerin, o umulmayan “neden”in basit türevleri olduğuna dikkat edilmelidir.

    Canlı organizmaların biyolojik bağışıklık sistemine benzetilebilecek olan sosyal bağışıklık sistemimiz, çeşitli iç ve dış kaynaklı sorunları çözebilme konusunda antikorlar üretebilmeliydi. Bunun üremesine engel bir şeyler yapıyor olmalıyız. Nitekim, Güneydoğu terörü de bu zayıf bağışıklık sisteminin bir ürünüdür. Sorun bugün için kuvvetli bir kortizon hücumu ile yavaşlatılmıştır; ama bağışıklık sistemimiz güçsüzlüğünü korumaktadır.

    Bu güçsüzlük yalnız irtica ve terörde değil, başka alanlarda da kendini göstermektedir. Her yıl, bir savaştaki kadar kayıp verdiğimiz trafik terörü de bir zayıf bağışıklık sistemi türevidir. Enflasyonla 20 yıldır başa çıkamayışımız da yine aynı yetersizliğin bu defa ekonomik alandaki bir sonucudur.

    Bu güçsüzlük, bizzat irtica, etnik terör, enflasyon ya da trafik teröründen daha önemlidir. Çünkü, üretebileceği “melanet ürünleri”nin sayısı neredeyse sonsuzdur. Bu, diğer devletler de dahil tüm niyet sahiplerince bilinmektedir ve de Türkiye’nin yumuşak karnıdır.

    Sorun çözme kabiliyeti de denilebilecek bu bağışıklık sisteminin bu denli güçsüz olması, bütün sistemlerin temel girdisi olan insan malzememizde bir yanlış yaptığımızı gösteriyor. Öyle bir yanlış ki, gayet yaygın olarak ve daha da kötüsü, iyi bir şeyler yaptığımızı sanarak, tüm kaynaklarımızı seferber ederek, giderek süresini artırarak ve de irticayla mücadelede tek araç olarak benimseyerek yaptığımız bir eylem sonunda sürekli olarak üremektedir.

    Bu yanlış, tüm okullarımıza egemen olan, kimsenin aksini düşünemediği, eğitim denilince ilk ve tek akla gelen kavram olan “koşullandırma” konseptidir. Laik eğitim verdiğini düşündüğümüz okullarımız da dahil olmak üzere, din eğitimini açık ya da gizli, örgün ya da yaygın, kısa ya da uzun süreli olarak veren tüm okullarımızda ve de ana okullarından üniversitelerimize kadar, her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretilmekte, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda koşullandırılmaktadır.

    İşte, sorun da bu noktada başlıyor: Bilinçli ve bilnçsiz ne kadar karanlık odak varsa hepsi, kendi kısır doğrularını koşullarma yoluyla dayatabilmenin peşine düşmek için çok uygun bir aracın, bizzat devlet tarafından kullanılabildiğini görüyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, bu odakların itaat etmek zorunda oldukları hiçbir yasal ya da ahlaki sınır olmadığı için, eylemleri devletin koşullandırıcılığından çok daha etkin olmaktadır.

    Bu tek doğrular yolunda koşullanan insanların, yaşamın çeşitli ortak kesitlerinde karşılaşıp çatışması kaçınılmazdır; bugün etnik, dini, ideolojik ya da herhangi kökenli çatışmaların altında hep bu tek doğrular bulunmaktadır. Toplumumuz, çeşitli anahtarlar çevresinde, “…..den yana ve ….ye karşı” olmak üzere ikişerli kesimlere ayrılmışlar, kamu düzenini sağlayan güçlerin izin verdiği ölçülerde çatışmaktadırlar. Ama unutulmamalıdır ki, o düzeni sağlamakta olan güçlerimiz de aynı toplumun bireyleridir. Eğitim sisteminin koşullandırma ve kuşkusuzlaştırma geleneğine onlar da aynı derecede açıktırlar.

    Her hangi bir yolla bu güçlerin kontrolunu eline geçiren, toplumu kendi doğruları yönünde koşullandırmayı başarabilir. Zaman zaman ortaya çıkan olaylarda asıl hedefin, bu kontrolu ele geçirmek olduğu ve bunun da aslında koşullandırma hakkını ele geçirmek anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.

    Üçüncü bin yılda evrensel değerlerin nerelere gideceğini tahminlemek güçtür. Ama bir şey kesindir: Devletlerin eğer tek görevi kalacaksa o da, HER KİM TARAFINDAN, HER NE AMAÇLA, HER NE YOLLA YAPILIRSA YAPILSIN KOŞULLANDIRMAYA İZİN VERMEMEK şeklinde özetlenebilir. Böylece, karanlık amaçlı odakların en etkin silahları ellerinden alınmış olacaktır.

    Bu önerinin altında ideolojik bir tercih değil, birisi yeni yeni farkedilmeye başlanan, diğeri de teknolojik gelişimin getirdiği imkan olan iki olgu yatmaktadır: Yeni farkına varılmaya başlanan, insanın, herhangi bir koşullandırmaya tabi tutulmazsa doğuştan doğru, iyi ve güzel‘e eğilimli olduğu gerçeğidir. Geleneksel inanç olan, “insan kötüye eğilimlidir; onu ancak yoğurarak koruyabilirsiniz” görüşü artık çağdışı sınıfına girmeye başlamıştır. Teknolojinin getirdiği imkan ise, her türlü bilgiye erişimin kolaylaşması, bunun için aracılara değil yardımcılara ihtiyaç olduğudur. Bu nedenle de öğretmenlere artık öğrenme ortağı denilmeye başlanmıştır.

    İnsanlık tarihi boyunca din kurumunu, kitleleri doğru, iyi ve güzel yönünde etkilemek için kullanan toplumlar gelişebilmişler, bu kurumun siyasal amaçlara aracılık etmesini önleyemeyen toplumlar ise -bizim gibi- yok olagelmişlerdir. Bugün, laiklik ve inançlılık birbirinin karşıtı hale gelmiş, “…den yana ve …ye karşı” tuzağının kurbanı olmuşlardır.

    Din kurumunu, siyasal -ve o yolla da toplumu, kendi kısır doğruları yönünde koşullandırma- amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin tasallutundan kurtarabilmek için uygulanması gereken strateji, her tür koşullandırmanın koşulsuz olarak önlenmesi; devletin bu konuda gözetim ve yaptırım sağlaması biçiminde özetlenebilir.

    Bu ilke, uzun bir süredir devam eden, din eğitiminin nasıl ve ne zaman yapılması, hatta yapılıp yapılmaması gerektiği sorununu da çözebilecektir. Bugün dini eğitim konusundaki sorun, ne eğitimi verildiği değil, verilen eğitimin koşullandırıcılığı ve bunun da dönerek başkaları üzerinde baskıya dönüşmesidir. Koşullandırıcılık ve kuşkusuzluk bakımından ise din eğitimi veren okullarla diğer bütün okullarımızın, hatta teknik eğitim veren üniversitelerimizin bir farkı yoktur. Her iki kurumda da “dogmalara dayalı yani kuşkusuz ve koşullandırıcı” öğretim yapılmaktadır.

    Nitekim, şeriat sistemi peşinde koşanların önemli bir bölümünün teknik öğrenim görmüş olması ilginçtir. Bağnazlığı besleyen kaynak din eğitimi değil, koşullandırıcı ve kuşkusuzluğa dayalı eğitim anlayışımızdır. Eğitim yaşamı boyunca bu anlayıştan kendini tesadüfen ya da bilinçli olarak koruyabilenlerin dışındakiler, dini, etnik, ideolojik ya da herhangi diğer bir tür bağnazlığın doğal adaylarıdır. Avrupa ülkelerine dahi ihraç edebilecek kadar çok sayıda bağnaz insanımız, laik diye nitelediğimiz okullarımızda, kendilerini laik sanarak yetişmektedirler.

    Acı gerçek budur ve bunun, eğitim süresini sekiz ya da daha fazlaya çıkararak çözümlenebilmesi mümkün değildir. Aksine, koşullayıcı anlayış sürdüğü sürece eğitim süresinin uzaması, daha fazla fanatik insan yetişmesine yol açacaktır. İnanması güç olabilir, ama maalesef durum budur.

    Geliştirilmesi öngörülen stratejinin odak noktası, koşullandırıcılığın bir çeşit suç ilan edilmesi ve kuşkusuzluk tuzağından uzak durulması olmalıdır. Her kim, hangi konuda istiyor ise yalnızca bilgilendirme yapmak, ama hiçbir şekilde koşullandırıcı bir faaliyette bulunmamak ve kuşkusuzluk yaratmamak kaydıyla eğitim verebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Kendi doğrusunun tek doğru olduğu yolunda koşullandırılmamış insanların bilgilenmesinin bir zararı olamaz. Devlet, bunun güvencesi olmalı, bizzat ve vatandaşları kanalıyla sağlayacağı yaygın denetim ortamı ve elindeki yaptırım gücünü kullanarak koşullandırıcı faaliyetlere kesinlikle izin vermemelidir.

    Bunun, kamuoyunda olumlu karşılanabilmesi için ise, koşullandırıcılığın ve kuşkusuzluğun bir zihinsel jenosit olduğu anlatılabilmeli, yaygın TV ağından bu şekilde yararlanılmalıdır. Bunun dışındaki yollarla yapılacak mücadeleler, kendi doğruları yönünde koşullanarak kuşku duyma imkanını kaybetmiş insanlarımızı çeşitli kamplar olarak karşı karşıya getirecektir. Derinleşmiş kutuplaşmaları çözmek ise her geçen gün daha güçleşecektir.

    Eylül 2000

  • SORUNLAR İMKANLARDIR!

    İyi bir İş Fikri (İF) yaratmak için kullanılabilecek ilkelerden birisi de, “çevrenizdeki sorunların her biri, para kazanılabilecek birer imkandır” demiştim. Bu ifade ile ne demek istediğimi biraz açmak istiyorum. İlk anda biraz sivri görünen bu ilke ilginç ama doğrudur.

    Bunun için A.B.D.’ne bakmak yeterlidir. Orada girişimciler akla hayale gelmeyecek sorunları para kazanmak için birer işe çevirebilmektedirler. Bu beceride, o toplumun gelir düzeyinin yüksekliğinin payı göz ardı edilemez. Ama Türkiye’de de gelir düzeyimizle ilgili olarak, sorunlar işe çevrilebilir demektir. Yeter ki sorunları bu gözlükle görmeye, görebilmek için de onlara dikkatli bakmaya alışalım. Ayrıca o ülkede devlet de buna ortam yaratmaktadır. Bu da önemli bir farklılıktır.

    Türkiye’de de benzer örnekler gelişmektedir. Ev soygunlarının artması -ki bir sorundur- birçok kişiye İF ilham etmiştir. Alarm sistemleri, takviyeli kapılar, görüntü sistemleri, bayıltıcı spreyler hep bu “sorun”dan kaynaklanmaktadır.

    Yalnız yaşayan insanlara yönelik saldırılar -ki bu da bir sorundur-, kurusıkı tabancaları ve benzer araçları ortaya çıkarmıştır.

    Davaların çokluğu, özel arabulma mahkemelerini; bakıma muhtaç kişilerin yalnızlığı ise öğrencilerin okul harçlıklarına katkı yapabilecek İF’lerini gündeme getirecektir. Özetle, çevresine farklı şekilde bakabilen insanlar, ülkemizde de giderek artmaktadır.

    Şimdi yapmanız gereken şudur: Oturduğunuz evdeki çevrenizden başlayarak yavaş yavaş çemberi genişleterek, gözünüzün önünden çeşitli sorunları geçirip bunları bir kağıda alt alta yazınız. Ama hiç bir şeyi gözden kaçırmayınız.

    Aile kavgalarından alınmayan çöplere, bozuk çıkan kutulu yiyeceklerden bakıma muhtaç yaşlı insanlara, gazetesini muntazam aldıramayan aileden, çocuğuna her sabah süt içirmek isteyip de aldıramayan anneye, arabasının lastiklerini zaman zaman çaprazlamanın ona kazanç sağlayacağını bilip de vakitsizlikten bunu yapamayan kişiden, elektrik faturalarını zamanında ödeyememek dolayısıyla ceza ödemekten bıkan kişilere kadar herşeyi yazınız.

    Her sorunu bilmenize imkan yoktur. Bunun için tanıdıklarınızdan yararlanın, çok kimseyle ahbaplık edin. İlgilenmediğiniz konuları tanıyın. Etrafınızın irili ufaklı binlerce sorunla dolu olduğunu göreceksiniz. Bunların çoğu gelire dönüşebilecek birer İF’ni içinde taşıyor. Ancak bunların hepsi de size arzuladığınız düzeyde gelir sağlamayabilir. Bunları siz yapmak zorunda değilsiniz. Başkalarına yaptırabilir, siz de işi organize edebilirsiniz.

    Şimdi lütfen kağıt ve kalemi elinize alın ve etrafınıza bakmaya başlayın. Şaşıracaksınız!

    15 Kasım 1992

    YEREL POTANSİYELLER İŞ İMKANLARI DEMEKTİR!

    Bir İF (İş Fikri) yaratmanın bir yolu da yerel potansiyelleri görmek ve onlar üzerinde İF geliştirmektir. Yerel Potansiyel (YP) ne demektir?

    İnsanlar bir şey ararken en son baktıkları yer genellikle ayaklarının dibidir. Bunun gibi, bir İF arayan kişiler de genellikle uzaklara bakmak eğiliminde olurlar. Daha doğrusu insanlar hangi bilgi-becerilere sahiplerse o alanların dışına bakamazlar. Bu doğaldır da. İnsan bilmediği bir konuda ne düşünebilir ki? Yeni beceriler kazanmak da bunun için önem taşır.

    Dünyanın en zengin bitki örtüsü Türkiye’dedir. Bitkilerin ilaç yapımındaki önemleri ise bilinen bir gerçektir. Ama her gün o bitkilerin üzerine basıp geçen bir insanımız, bastığı bitkinin hangi ilaçlara girdi olduğunu (daha doğrusu bir işe yarayıp yaramadığını) bilmediğinden o potansiyel, bir gelire dönüşemez.

    Hergün rüzgar esen bir yörede (mesela SİNOP böyledir), onun bir enerji ve dolayısıyla para demek olduğunu bilmeyen bir kişi, bir çevirici aracılığıyla bu enerjiden yararlanamaz. Bir girişimci de bunu bilmezse SİNOP’ta rüzgar jeneratörü ile elektrik enerjisi üretip, akaryakıtla elde edilen ısı enerjisinin maliyetini düşürmeye dayalı bir İş Planı geliştiremez.

    Prensip olarak herşey satılabilir. Bir doğa güzelliği bunu isteyen turistlere, çoraklık ise inziva arayan turistlere (böyle bir turizm türü var), dağlarımıza yakın sağlık merkezlerinin bulunmayışı bile, riski ve dolayısıyla puanı yüksek dağlara tırmanmak isteyen iç ve dış turistlere satılabilir.

    Bugün kuş cenneti olarak bilinen yerde yerli yabancı yüzbinlerce insana satılan şey sadece, yörenin “kuşların konaklama yeri” olmasıdır ve bizler tarafından değil, bu tür potansiyelleri kolayca gören yabancılar tarafından keşfedilip Dünyaya tanıtılmıştır.

    İnsanımız, yaşadığı yerdeki potansiyelleri görebilmesi için “neyin neye yaradığını” öğrenmelidir. O halde yeni İF’nin bir kanalı da çevremizdeki “şey” lerin, ne(ler)e yarayabileceğini araştırmaktan geçmektedir.

    Ancak şunun hiç unutulmaması gerekir. Becerilerini geliştirmeyen ve sadece başkalarından yardım bekleyen kimselere yardımcı olabilecek bir sistem yoktur.

    YP’in görülebilmesi bir ölçüde o yörede yaşayan insanların işiyse de bu işi “meslek” olarak edinmiş kişilerin varlığı da gerekmektedir.

    Batı ülkelerinde bu tür kişilere “Yerel Potansiyel Araştırmacısı” adı verilmektedir. Tabii ki bunların yetiştirilmesi kişilerin değil idarenin (yerel veya merkezi) işidir. Bu nedenle, yöresinde ekonomik gelişme sağlamak isteyen idare mensuplarının (belediyeler veya diğer merkezi idare görevlileri) bu gerçeğe dikkat etmeleri, bu tür kişilerin yetişmesini sağlamaları gerekmektedir.

    22 Kasım 1992

    HER YENİ KAZANILAN BECERİ, YENİ BİR İŞ İMKANIDIR

    İyi bir İş Fikri yaratmanın bir yolu da yeni beceriler kazanmaktır. Bu aynen, boyalı bir cam ardındaki kişinin durumuna benzemektedir. Bir iğnenin ucu ile camın boyasını biraz kazıdığınızda dışarının bir bölümünü görebilirsiniz. Her kazanılan yeni beceri, kazınan boyanın biraz daha genişlemesi demektir. Bu durumda yepyeni alanlar görmeye başlayacaksınız.

    Bunun doğruluğunu, geçmişteki yaşantınıza bakarak da anlayabilirsiniz. Her yeni öğrendiğiniz şey, önünüzde yeni ufuklar açmadı mı?

    Öğrenmeyi bir zevk değil bir külfet haline getirmiş olan eğitim sistemimiz, yeni beceriler kazanmayı gözünüzde büyütmenize neden olabilir. Ama bunu yıkmadan, çağımız ile uyum içinde yaşayabilmeye de imkan yoktur.

    Yeni beceriler kazanma deyimi ile yeni meslekler edinmenizi değil, bilgi -beceri dağarcığınızı kastediyorum. Örneğin, hızlı okuma ya da konuşma becerisi kazandığınızı düşününüz. Her ikisine de ihtiyacı olan binlerce insanın olduğunu, ama bu insanlara bu becerileri kazandırabilecek imkanların çok az olduğunu göreceksiniz. Bu bir iş fikri olabilir.

    Ya da, zamanınızı iyi kullanmayı sağlayan “zaman yönetimi” becerisi kazandıysanız bu da benzer şekilde bir iş imkanı olabilir.

    İş aramanın tekniklerini öğrenmeniz, onbinlerce işsize bu teknikleri öğreterek, iş bulabildiği takdirde de paranızı ödemesine yol açabilecek bir iş fikridir.

    Örnekleri verilen bu ilke, iş fikri yaratmanın yollarından birisi olmanın yanısıra bir başka açıdan da önem taşır.

    Ülkemizdeki işsiz insanların çoğunun geçerli bir becerisi olmadığı bilinen bir gerçektir.

    Ama onlar, buna rağmen birilerinin kendilerine iş verebileceği ümidini taşırlar. Belki verebilir ama verilebilecek iş ancak çok basit, dolayısıyla da ücreti çok düşük bir iş olacaktır. Onbinlerce insana da zaten bu şekilde basit işler bulunamaz. Bulunabilse dahi, o tür işlerden başka bir iş yapamayan insanlardan oluşan bir toplum varlığını sürdüremez. Beceri kazanmanın önemi de işte buradadır.

    Elektronik eşyaların hayatımızı tıkabasa doldurduğu bir Dünyada yaşıyoruz. Fakat bunların çoğunun bakım ve onarımını doğru şekilde yaptıramayız. Televizyonunun içindeki tozları yılda bir defa temizleten kimse hemen hemen yoktur. Yaklaşık 10 milyon TV alıcısının %20’sinin yılda bir defa temizlenmesi, 1600 kişiye ayda yaklaşık 5 milyon liralık gelir demektir. Yatırımı ise hemen hemen hiçtir. Beceri hariç!

    Şimdi lütfen etrafınıza bir de böyle bakınız. Hangi becerileri kazanırsanız, hangi iş fikirleri doğar?

    29 Kasım 1992

    İSTANBUL PATENT KÜTÜPHANESİ: MİLYONLARCA İŞ FİKRİ!

    Bir İş Fikri yaratmanın yollarından birisi de, Dünya’da icadedilmiş ve patenti alınmış her ne varsa, bunların patentlerinin bulunduğu kütüphanelere başvurmaktır. Bunlara “Patent Kütüphanesi” ya da “Patent Arşivi” denilebilir. Bu kütüphanelerden birisi de -belki inanmayacaksınız ama- ülkemizdedir ve İstanbul’dadır. Türk Standartları Enstitüsü binasının ikinci katındadır.

    İçinde 6 milyon adetten fazla patentin mikrofilmleri bulunan bu kütüphaneye giriş serbesttir. Ancak, ilgilendiğiniz patentlerin fotokopisini istediğiniz takdirde biraz fotokopi ücreti alırlar (onu da almasalar, hatta gelenlere şeker tutsalar daha iyi olur).

    A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş tüm patentleri -ki bu, Dünyanın çoğu patenti demektir- içeren bu kütüphane, girişimcilere iş fikirleri verebilecek çok değerli bir kaynaktır.

    Çeşitli iş fikirleri geliştirme yolları üzerinde durup, patent kütüphaneleri konusunu biraz erteledim. Bunun nedeni, okurlarımın konuya iyice ısınmalarını, bir diğer deyimle aramızda sağlam bir iletişimin doğmasını beklememdi. İşte bu yüzden, iş fikri kaynaklarının en değerlisini en sona bıraktım.

    1987’de Türkiye’ye getirilen bu kütüphane, bu güne kadar belki iyi duyurulmadığından belki de girişimcilerimizin devletten korkularından (!) dolayı, girişimcilerimizce yeterince tanınmamaktadır.

    Patent genellikle, bir “püf noktası” olan, bazı yanları mutlaka “gizlenen” bir sır olarak sanılır. Gerçek ise öyle değildir. A.B.D. Patent Yasasına göre, bir buluşa patent verilebilmesi için, o konudaki tüm bilgilerin açıklanmış, buluşun, o konunun ortalama bir uzmanınca bir miktar deney yaparak tekrarlanabilir açıklıkta olması gerekmektedir.

    Eğer varsa “püf noktası”nın saklanması değil tam aksine “iyice açıklanması” gerekir ki patent yasası buluş sahibini koruyabilsin.

    Patentlerin, girişimcilikte ne denli önemli olduğunu çok güzel anlatan bir kitabı girişimcilerimize duyurmak isterim:

    AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ:

    MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ

    Tamer Özel, 1992

    İNKILAP KİTABEVİ

    Patentlerden en kolay yararlanabilecek olanlar, halen bir mal üreten ve ürününü geliştirmek ya da yeni bir iş fikri bulmak isteyenlerdir.

    Bunun yanısıra, kafasından yüzlerce düşünce geçiren girişimciler de bu kütüphaneden yararlanabilirler.

    Bu kütüphaneye her hafta, A.B.D.’de yayımlanan bir de “Patent Resmi Gazetesi” gelir. Her hafta ortalama 5000 patent başvurusu yapılan bu ülkede kabul edilip incelemeye alınan başvurular, bu resmi gazetede bir özet ve bir kroki ile birlikte yayımlanmaktadır. Ayrıca başvuruyu yapan kişinin tam adresi de yayımlanır. Böylece, daha patent alınmadan dahi bazı ilişkileri kurabilirsiniz.

    Bu resmi gazete bile, bu ülkede nasıl bir “buluş fırtınası” yaşandığını, insanların nasıl birbirlerinin fikirlerini anlayıp öğrenmek ve sonra da daha iyisini geliştirmek için yarıştıklarını göstermeye yeterlidir. 250 yıldır süren bu yarış Amerika’yı Amerika yapan sırdır.

    Bu kütüphanenin, ülkemiz girişimcileri açısından bir dönüm noktası olacağına inanıyorum. Lütfen bir defa gidiniz.

    17 Ocak 1993

    YÜKSEK TÜKETİM GÜCÜ İHTİYAÇ, İHTİYAÇ İSE “İŞ” DEMEKTİR

    Bir iş fikri yaratmanın yollarından birisi de, tüketim gücü yüksek olan kesimlerin tükettikleri mal ve hizmetler üzerinde gözlem yapmaktır.

    Düşük ve orta gelirli kişilerin tüketim ‘örnek’leri (patern) genellikle sade ve temel gereksinimleri gidermeye yöneliktir.

    Kişinin gelir düzeyi yükseldikçe bu defa bu örnek içine yeni mal ve hizmet tüketimleri girer. Gelir düzeyi ne kadar yüksekse, bu yeni mal ve hizmetler de o denli çeşitli ve miktarca çoktur.

    Tüketim gücü yüksek kesimlerle ilgili olup da piyasada yeterince bulunmayan çeşitli ihtiyaçların, zaman zaman “el altından” yani kaçak olarak dahi sağlanmasının altında bu gerçek yatmaktadır.

    Kolay yoldan “köşe dönmek” isteyip uzun vadeli kazanç peşinde olmayan ve kuralları çiğnemekte sakınca görmeyenler (birileri de onların haklarını çiğniyor!) kaçakçılık vb yollarla bu ihtiyaçları giderirken, daha uzun vadeli ve dürüst düşünen gerçek girişimciler ise yasal yollardan ithalat yapıp aynı ihtiyaçları gidermektedirler.

    Bu kesimlerin ihtiyaçları nasıl saptanır?

    Bunun belirli bir metodu yoktur. Ama, akla gelebileceklerden en pratiği, bir anket formu düzenleyip, tüketim gücü yüksek kesimlerden belirli sayıda insana dağıtmaktır.

    “Hangi mal ve hizmet gereksinimlerinizi karşılamakta güçlük çekiyorsunuz?” gibi bir soru ya da çoktan seçmeli soruları içeren bir anket formu kullanabilirsiniz.

    Cevaplama oranı yüksek olmayabilirse de bir fikir vereceği şüphesizdir. Daha da basit bir yöntem, bu kesimlere dahil olduğu bilinen bir iki kişiyle yüzyüze görüşmeler yapmaktır. Size “niçin zaman ayıracakları” konusunda ikna edici ve karşınızdakileri gururlandırıcı bir yaklaşım yapabilirsiniz: “İşimi kurmak için sizin desteğinize ihtiyacım var!”. Bu şekilde bir yaklaşıma hemen herkes olumlu tepki verecektir.

    Tüketim gücü yüksek kesimlerin başında, özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerde yaşayan yabancılar gelir. Bu kesimler girişimcilik açısından 2 nedenden dolayı önemlidirler: Birincisi, gelirlerini dövizle sağladıkları ve döviz-TL ilişkisi dolayısıyladır. A.B.D.’de pek önemli bir işe yaramayan 1$, Türkiye’de 9000TL civarındadır.

    İkinci neden, bu insanların ülkelerinde alıştıkları bazı mal ve hizmetleri bulamama durumlarıdır. Bir Japon’un alıştığı yiyecekleri bulabilmesinde ya da bir Pakistanlı’nın dinlemeketen seyretmekten hoşlandığı kasetleri temin edebilmedeki güçlüğü, birer iş fikri olabilir.

    Bu kesimlere -hele kendi dillerinde- hitabeden bir anket formunun cevaplanma olasılığı çok yüksektir.

    Yüksek tüketim gücünün işaretleri nelerdir?

    Bunun işaretlerinden başlıcası semtlerdir. Her şehrin belirli semtleri, binalarının görüntüsü, insanlarının kılık kıyafetleri, hatta dükkanların vitrinleriyle, o semtte oturanların tüketim güçlerinin birer göstergesidir.

    Özet olarak, çevrenizi gözlemleyerek, iş fikri üretme çabalarınıza, yüksek tüketim gücüne sahip kesimlerden başlayınız.

    Bu, daha düşük tüketim gücü olan kesimler yoluyla iş fikri üretilemez demek değildir. Bazı kesimlerin tüketimleri neredeyse gelir düzeylerine bağlı değildir. Örneğin kadınlar ve çocuklar böyledir.

    Çevrenize göz attığınızda hemen tüm hanımların kuaförlük hizmetinden yararlandığını göreceksiniz. Bu, onların gelirlerinin mutlaka yüksek olduğunu değil, bu hizmeti mutlaka kullanmak istediklerini gösterir.

    Düşük gelirli kesimlerin tüketim gücü yerine bu defa “tüketim özlemleri” vardır. İyi gözlem yapabilen yabancılar bu gerçeği saptamışlar ve bu özlemleri birer gelire çevirmenin yolunu bulmuşlardır. Örneğin, araç telefonlarının birer prestij sembolü olduğunu, buna sahip olmanın onlara en azından manevi tatmin sağladığını gözlemleyen girişimciler, A.B.D.’de “dummy-phone” denilen araç telefonlarını üretmişlerdir. Normal olarak 2-3000$’a satılan araç telefonları yerine, dış görünüşü aynen aslına benzeyen ama içleri boş telefon taklitleri yapıp 100$’a peynir ekmek gibi satmışlardır.

    Görüldüğü gibi mesele iyi gözlem yapmaktan geçmektedir.

    14 Şubat 1993

    DÜŞÜK TÜKETİM GÜCÜ ÖZLEM, ÖZLEM İSE İŞ FİKRİ DEMEKTİR!

    Bundan evvelki yazımda, bir iş fikri üretmek isteyenlere ilk hedef olarak yüksek tüketim gücüne sahip kesimler üzerinde gözlem yapmalarını önermiştim. Burada ise tam aksini önereceğim: Düşük tüketim güçlü kesimlere bakınız!

    Bu önerimle, o kesimleri gereksiz tüketime özendirebilecek mal ve hizmetleri önermek istemiyorum. Ama işin mekanizmasının öğrenilmesi bakımından bunun bilinmesinin önemi vardır.

    Düşük ve orta gelirli kesimlerin, bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır:

    (1) Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri,

    (2) Gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    Geliri kendisi ve/ya ailesine ancak yeten hatta yetmeyen insanları gözlemleyiniz. Bu kesimlerin, son derece mantıklı harcamalarının yanısıra, mantığı pek kolay açıklanamayacak tüketimleri ve bir o kadar da “özlem”leri vardır.

    Yevmiye ile şoförlük yapan bir gencin yaşamsal gereksinimleri yerine getirilmemişken, taksisine takıştırdığı çeşitli aksesuarlar onun iç dünyasını yani “özlem”lerini dile getirmektedir. “Aksesuar Endüstrisi” işte böyle bir özlemler dünyasını hedef alan bir ticari alandır.

    Ralli pilotlarına (muhtemelen pilot adını da onlar takmıştır) özenerek küçülttükleri direksiyonları ya da yükselttikleri araba arkaları teknik açıdan sakıncalı olsa da, dünyanın masrafını yapmaktan çekinmemektedirler.

    Ya da asgari ücretten daha düşük ücretle çalışan genç kızların minicik servetler harcadıkları perma’ları, genç şoförün aksesuar merakının bir benzeridir. Bunları gözlemlemek çeşitli iş fikirlerinin doğmasına yol açacaktır.

    Bir de ikinci gruptakiler vardır. Gelirlerinin % 15’ine yakınını ısınma masrafına harcayan bir ailenin gerçek ihtiyaçlarından birisi, evlerinin ısıl yalıtımıdır.

    Her yakılan 100 kilo kömürün ancak 40 kilosunun faydalı ısıya dönüştüğü, geri kalan 60 kilo kömürün ise bacadan, camdan, duvardan veya kapılardan kaçtığı bilinmektedir. Bu ailelere makul bir ödeme planı içinde önerilecek bir yalıtım projesi, onların bütçelerine “net katkı” demektir.

    İngiltere’deki bir yerel radyo istasyonu, işini kaybetmiş kişilerin ailelerine, çeşitli faydalı önerilerde bulunmaktadır. (İnşallah bir gün bizim radyolarımızdan bir veya birkaçı da benzer programlar yaparlar!)

    Bu önerilerden biri de, evlerin içindeki su biriktirme deposu veya bidonlarının yalıtılmasıdır (evin içindeki ısı, gereksiz yere bu suları ısıtmasın diye).

    Benzer bir “gerçek ihtiyaç” da beslenme konusudur. Beslenme konusu yalnız karın doyurma anlamında alınmamalıdır. Ardışık sonuçları açısından hem kısa ve hem de uzun dönemde, beslenme kadar önemli sonuçlar doğuran bir başka alan neredeyse yoktur.

    Düşük ve orta gelirli kesimlerin beslenme ihtiyaçlarının ucuza karşılanabilmesi konusu, hem size hem onlara ve hem de topluma yarar sağlayabilecek bir konudur.

    Bu konulardaki teknik bilgi eksiklerinizi karşılayabilecek epey kaynak vardır.

    Şu söz unutulmamalıdır: “Bir doğru, en az iki yarar getirir”.

    21 Şubat 1993

    KENDİ İŞİNİ KURMANIN VAZGEÇİLMEZ KOŞULU:

    BİR SÜRE TASARRUFLU YAŞAYABİLMEK!

    Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır:

    1. Bu gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye çalışmak,

    2. ya da kendi işinizi kurmaktan vazgeçmek.

    Sabit gelire (ücretli çalışmak vbg) alışmış insanların kendi işlerini kurmaları bu nedenden ötürü biraz güçtür. Bu sadece bizde böyle değildir. Örneğin İngiltere’de de, sabit gelirle çalışmaktayken kendi işini kurmak isteyenlerin bu çekingenliklerini yenebilmek için “enterprise allowance scheme” -ki buna ‘girişim izni programı’ denilebilir- adı verilen bir yöntem uygulanmaktadır. 1 yıl süreyle haftada 40 pound (ki oraya göre az bir ücrettir) ödeme yapılarak izinli sayılan ücretliler, böylelikle cesaretlendirilerek girişimciliğe ayak atarlar.

    Ülkemizde ise bu türlü bir destek imkanı henüz yoktur. Ama, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi sırasında mutlaka böyle bir önlem gündeme gelecektir, gelmelidir.

    Özellikle uzun süre sabit ücretle çalışmış kişilerde (kamuda ya da özel sektörde), bir “girişim korkusu” oluşmaktadır. Bu korku, gelirine göre – az ya da çok- harcama alışkanlığının yarattığı, “ya bu kadar kazanamazsam” korkusu olup, bir ölçüde de doğal sayılmak gerekir. İşte bu yüzden, kendi işini kurmaya karar veren kişilerin, bir “aile boyu” kampanyaya ihtiyaçları vardır. Bu bir “tasarruflu yaşayabilme kampanyası”dır.

    Özellikle geçim sıkıntısı çekenlerin tasarruflu yaşayabilmesi ilk anda pek mümkün görülmezse de bu doğru değildir. Hele amaç kendi işinin sahibi olmaksa bu daha da mümkündür.

    Düşük gelirli kesimler üzerinde gözlem yapmış olanların yakından bildiği bir gerçek, onların yüksek gelirli kesimlerden daha az tasarrufa eğilimli olduklarıdır (bu gariptir ama gerçektir). Tasarruflu yaşayabilmenin anahtarı bütçe yapmaktır. Genel kanı, bütçenin ancak yüksek gelirli aileler ya da kişiler için geçerli olabileceği ise de gerçek bunun tam aksidir. Bütçe yapmak herkese lazımdır, ama en çok da düşük gelirlilere lazımdır. Yüksek gelirliler bütçe yapmadan da belki geçinebilirler ama düşük gelirliler asla!

    Girişimci adaylarının, bu nedenle ilk yapmaları gereken, kişi ya da aile düzeyinde gelir ve giderlerini bir bütçe içinde denkleştirmeleridir. Tasarruflu yaşayabilmek için bütçe yapmanın yanısıra ikinci ve çok önemli bir koşul daha vardır: İhtiyaçları daha ucuza giderebilmenin yollarını bulmak!

    Beslenme ihtiyaçları en ucuza nasıl karşılanabilir?

    Daha ucuza nasıl ısınılabilir?

    Sabit giderler nasıl azaltılabilir?

    Bütün bunlar biraz kafa yormakla hafifletilebilir sorunlardır. Ama bunlardan evvel bir soru’nun açık yürekle cevaplanması gerekir: Kendi işimi kurmayı gerçekten istiyor muyum?

    Cevabınız “evet” ise gereken çözümleri bulacağınızdan şüpheniz olmamalıdır.

    31 Ocak 1993

    TASARRUFLU YAŞAMAK: AMA NASIL?

    Geliriyle giderlerini bir türlü denkleştiremeyen bir kişiyi en çok kızdırabilecek önerilerden birisi, tasarruf yapma tavsiyesidir. Ama kızmanın bir yararı olmadığı da bir gerçektir.

    Aile giderlerinin gözden geçirilmesiyle, hangi gelir düzeyinde olursa olsun bazı ipuçları elde edilebilmektedir. Bunlar şöylece sıralanabilir:

    1. Aile bütçelerinin iki yakasını biraraya getirmedeki en önemli sıkıntı, öngörülemeyen giderlerdir. Bir anda çıkagelen bir ödeme zorunluğu, zaten sıkıntıda olan bir aileyi çok zor duruma düşürebilir. Bu gibi durumlarda düşülen panik, harcamaları daha da “mantık dışı” hale getirir. Bir yangın halinde -eğer evvelce bir önlem alınmamışsa- nasıl ki insanlar şaşırır ve gereksiz işler yaparak yangını daha da büyütürlerse, ani ödeme ihtiyaçları da böyledir. Buna karşı yapılabilecek tek şey, “önceden hazırlık”tır. Yani geliriniz ne olursa olsun, bir kenara ufak ufak bir “acil durum parası” ayırmaktır.

    2. Bütçeleri kemiren ikinci konu, “yanlış öncelikler”dir. Sınırlı gelirlerin hangi önceliklere tahsis edileceği, çok önemsenmeyen ama en çok önemsenmesi gereken konudur. Aile bireylerinin beslenme sorunu varken çamaşır makinesi taksidi ödemek, bu öncelik yanlışlığının bir örneğidir.

    3. Bütçeleri sıkıntıya sokan bir üçüncü nokta, aile bireylerinin bir bölümünün “sıkışık durumu dikkate almayan harcama eğilimleri”dir. Bu yüzden, tüm aile bireylerinin -paniğe kapılmadan ve hatta birez de zevkle- bu işi bir ortak sorumluluk şeklinde algılamaları sağlanmalıdır.

    4. Nihayet, giderleri azaltmanın en etkin yollarından birisi, ihtiyaçların en ucuza nasıl karşılanabileceği konusunda “bilgi” edinmektir.

    Hangi besinin neyin yerine geçtiği, nasıl daha ucuza ısınılabileceği, ulaşım masraflarının nasıl azaltılabileceği, giyim ihtiyaçlarının hangi alternatiflerle karşılanabileceği gibi konular, biraz düşünme biraz da yaratıcılığı gerektirir.

    Bütün bunlar ilk bakışta güç görünebilir. Ama girişimcilik de kendiliğinden olabilecek basit bir iş değildir.

    Bunlara katlanabilmenin bir yolu, ileride sağlanabilecek daha yüksek gelir beklentisidir.

    7 Şubat 1993

  • NİHAYET BİZ DE KENDİMİZE VİZE KOYUYORUZ!

    Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. En çok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.

    İstanbul’a pasaportla girilmesi -ve tabii ki pasaportun zaman zaman vize ettirilmesi-, şehrin kalabalıklaşması karşısında bir önlem olarak yine gündeme geldi. Bu önlemi düşünenler ve onaylayanlar muhakkak ki düşüncelerini beğenmekte, böyle bir şeyi ilk defa yaşama geçirecek olmanın heyecanını duymaktadırlar.

    Bu heyecanı kontrol altına alarak, bu girişimin olası sonuçlarını, vize ya da pasaportun gerçek anlamının ne demek olduğunu, gerçekteki sorunun İstanbul’un artan nüfusu mu yoksa başka birşey mi olduğunu anlatmak biraz güç görünüyor. Ama bu konuda biraz olsun derinlikli düşünmeye katkıda bulunmak hepimizin ortak sorumluluğudur.

    Adı her ne olursa olsun, bir ülke vatandaşlarının o ülkedeki bir kente giriş-çıkışlarının, harp, salgın hastalık ve bu gibi geçici-zorunlu hallerin dışında kamu otoritesince izne bağlanması, hatta bağlanmak istenmesi bütün vatandaşlarının yüzlerine atılmış bir şamardır.

    Seyahat özgürlüğü, anayasamızın şimdiye kadar zedelenmemiş maddelerinden birisiydi. Böylece o da hizaya gelmiş olacaktır.

    Ekonomik faaliyetlerindeki yoğunluk nedeniyle iş bulma ya da kurma imkanlarının daha geniş olduğu bir yere göç etmek, en doğal sayılması gereken olgulardan birisidir. Bırakınız engellemeyi, özendirilmesi gerekir. Esas kaçınılması gereken, kırsal kesimde oturup yeterince katma değer üretmeden milli gelirden daha fazla pay talebetmektir.

    Bu tür iç göçmenler, göç ettikleri yerin kurallarına uymak kaydıyla bir sistemin dinamizmine katkıda bulunurlar. Kaçınılması gereken, kontrolsuz göç denilebilecek olgudur. Bu, hastalanan şişman bir kişinin kontrolsuz biçimde kilo kaybetmesi gibidir ve tehlike işaretidir. Kontrollu kentleşme ise istendik bir durumdur.

    Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.

    Peki durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, çoğu durumda olduğu gibi bu konuda da yanıltıcı çözümlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır

    İlk cevaplanması gereken soru, İstanbul nüfusunun hangi kaynaklardan beslenerek arttığıdır.

    Bir yerden -dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden-, mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.

    Sokaktaki insan bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktaki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.

    İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.

    İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.

    İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs. Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.

    Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup, yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.

    Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!

    Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.

    Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Taksim meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.

    Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?

    Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.

    İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.

    Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.

    İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.

    Peki bu, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek demektir? Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden; yani kente gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermelerini sağlayacak ve gerekirse yaptırım uygulayarak sağlayacak önlemleri uygulamadan, hiç kimseye yeni bir hizmet götüremez, götürmek sözü veremez. Bunun aksi, kuralsızlığın özendirilmesidir.

    Bazı iyileştirmelerin kısa süreli sonuçları yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açılırsa gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür.

    Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.

    Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, bu savın gerçekliğini göreceklerdir. O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.

    Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı kişilerin kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işleyerek hapishaneye girdiği herkesçe bilinir.

    Bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu yapılmazsa ne olur? Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, kente göç etmekte bulunanlardan, kente yararlı işler yapanlar ve kent yaşamına uyum gösterenler göçten vazgeçerler. Geri kalanlar ise dha da kolay gelmeye başlar ve bir “İstanbul pasaportu borsası” doğar.

    Mevcut nüfus içinden bazı uyanık (kural tanımazlık anlamında) kişiler, “filan kişiye, yanımda iş ve evimde yatak vermeyi taahhüt ediyorum” biçiminde pasaport koşulu pazarlamaya başlarlar. Bunun denetimi ise, denetimi yapacakları zengin eder.

  • NE OLUR VATANI BU KADAR SEVMEYELİM!

    Medyayı izleyip çeşitli makamlara gelmek için yarışan kişileri gördükçe, vatanımızı bu kadar çok seven bu denli çok yurttaşımızın olduğunu biraz sevinç biraz da kuşkuyla gözlüyoruz. İnsan bu örnekleri izledikçe aşağılık duygusuna kapılıyor ve bu vatan sevgisinin nasıl ürediğini öğrenme isteği depreşiyor.

    Yerel ya da genel yönetimlerde görev almak için birbirlerini çiğneyen bu insanlara hemen her yerde rastlamak mümkün. Özel sektörde, gönüllü kuruluşlarda, bürokraside, siyasette ve her yerde.

    Bu kişiler dikkatle dinlenildiğinde, hepsinde ortak olan noktanın “hizmet aşkı” olduğu, vatan sevgisinin, ise bu aşkın bir dışavurum biçimi haline geldiği görülecektir.

    Kuşkusuzluk (ezber) illetini biraz aşıp, bu “hizmet aşkı”nın kaynağı araştırıldığında, genel kanının aksine, maddi çıkar beklentilerinin pek büyük pay oluşturmadığı görülecektir. En azından, bir bölüm kişi için böyle bir çıkar katiyen söz konusu değildir. Hizmet aşkı hastalığının temelinde şu dürtülerin bulunması olasıdır:

    • Ezilmişlik : Herhangi bir veya birkaç nedenle ezilen ve kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan kişiler, en tehlikesiz yol olarak hizmet aşkını seçmektedirler. Böylelikle verdikleri zararın faturasını daima başkaları ödemektedir.
    • Değeri kendinden menkul olmak : Bilgilerinin kaynağı kendi olan ve inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için bunu başkalarıyla karşılaştırmayan kişiler, bunları uygulayarak başkalarının da yararlanmasını sağlamak ve böylece takdir toplamak yolunu seçerler. Fatura yine başkalarınca ödenir.
    • Bilgisizlik : Hizmet aşkını bir meslek haline getirdiği için dünyadan kopan, çevresindeki insanların ayaküstü söylediklerinden oluşan doğrularla yaşamak zounda kalan kişilerin durumu böyledir.
    • Tek doğrululuk : İlkokul üçüncü sınıftan sonrasını okumuş olanlara musallat olmuş kuşkusuzluk (tek doğrululuk, ezber) illetinin gündelik yaşama yansımasıdır. (Not: Bütün çabalara rağmen ezber üçüncü sınıftan aşağı indirilememiştir.)

    Bu tablo karşısında bir de şöyle bir gözlem vardır: Aklı başında insanlar, düşünebildikleri tüm yolları kullanarak, hizmet aşkı ve vatan sevgisiyle dolu bu insanlara uyarılarda bulunmakta, üretimsizliğe, buluşsuzluğa, mişgibiciliğe dayalı yolların sonunun hüsran olacağını anlatmaya çalışmaktadırlar.

    Fakat esas bu yol çıkmazdır. Bu hastalığa tutulmuş, illa da kendi usulleriyle vatana hizmet etmeyi kafasına koymuş kişilere hiçbir güç doğru yolları gösteremez. Dolayısıyla bu yolda harcanacak çabalar zaman kaybıdır.

    İzmirli iş adamımız Sayın Uğur Yüce’nin, sessiz yürüttüğü son derece önemli bir faaliyeti var. Önemli eserlerin 30-40 sayfalık çeviri özetlerini, bir dağıtım listesi uyarınca dağıtıyor. Son özetin adı “İFLAS 1995” (Bankruptcy 1995, Harry E.Figgie Jr., Gerald J.Swanson).

    Borcu borçla ödeme sarmalının, borcun faizini borçla ödeme noktasına geleceğini ve sonunda A.B.D. ekonomisinin kısa sürede iflas edeceğini rakamlarla açıklayan kitabın yazarları, bu fasit çemberin nasıl durudurulabileceğini tartışıyorlar. İlginç olan nokta, bütün analızlerin sonunda geldikleri yer, bu uyarıların bir işe yaramayacağı, vatandaşların inisyatifi ele alıp her türlü yolu kullanarak Amerikalı hizmet aşıklarını tuttukları yoldan vazgeçirmeleridir.

    Belli ki bu tür kaynaklara dayalı hizmet aşkları ve bunlara dayalı vatan sevgileri evrensel birer hastalıktır. Türkiye’de de kolay başa çıkılamayacağı anlaşılıyor. Bu durum karşısında yapılabilecek tek şey görünüyor: Bir bölümü ekonomik, geri kalanı sosyolojik olan ölümcül sarmaldan kurtulabilmek için, vatanı çok sevenlere güvenip ihale etmekten vazgeçmek ve vatanı sevdiğini daha anlamlı yollarla gösterebilen gerçek vatanseverleri teşhis ederek onlarla işbirliği içinde sorunlarımıza kendimizin sahip çıkması.

    Kaynağı olmayan sosyal politikaların uygulanması, verimlilik, rekabet gücü yüksek sistem tasarımı ve benzeri dayanakları bulunmayan ücret artışlarının durdurulması, ücret ve fiyat artışlarının sınırlanması gibi radikal önlemleri vatandaşlar alamayacağına göre ne yapılmalıdır.

    Bugünkü siyaset anlayışımızın ülkeyi felakete götürdüğünü; siyasetin, işsiz insanların geçim kaynağı olmaktan çıkarılmadığı sürece bu sarmalın kırılamayacağını anlamış insanlarımızın yeni bir siyasi ahlak normu oluşturmak için bir ağ oluşturmaları gerekiyor.

    Yeni Siyaset Andı” denilebilecek bu etik kod, siyasetten başka bir geçim yolu olmayan insanların, vatanı ne kadar çok severlerse sevsinler siyaseti bırakmalarını, siyasetin tam-zamanlı bir ekmek parası kazanma aracı olmaktan çıkarılmasını istemelidir.

    Vatanı biraz daha az seven, akıllı ve cesaretli insanlara ihtiyaç olan günler gelmiştir.

    5 Şubat 1999

  • ZİHİNSEL VİRÜSLER

    No 1-“BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM”

    Önümüzdeki birkaç hafta, toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. Bu hafta sıra en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!”

    “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kasdetmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi?

    Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hala anlamıyor ve Avrupa Birliği’ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur.

    Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.”

    Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim adamı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da.

    Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu?

    Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir.

    Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terkederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.”

    Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkanları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkanları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır.

    Evet ben de işimi yürütmet için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem”

    Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkan tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir.

    Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkansız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim!

    Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi?

    No 2-“EVET AMA YİNE DE”

    Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü hergün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz.

    İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur.

    Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyva kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar.

    Onbin yıldır kullanılageldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi -ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır-, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icadetmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkanı bulmuştur.

    Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icadedilmemiştir.

    Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkanına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye’nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”.

    Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denilen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?”

    Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.”

    Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır.

    İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkanı tanır. Hele yalnız icadeden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır.

    Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar.

    Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.

    No 3-“SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR”

    İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam” dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi.

    Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür.

    Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmalıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır.

    Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır.

    Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor!

    Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor.

    İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi?

    «Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın.

    Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları -yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre- kaldırmaya çaba harcayacağım.Haydi yolunuz açık olsun»

    Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek.

    ZİHİNSEL VİRÜSLER:

    No 4-“SANA NE!”

    Bu hafta sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!” (ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından -belki de bir numaralısı- olan yurttaş denetimini bir anda imkansız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir.

    Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir.

    Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?” biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir.

    Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?” gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!” şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir.

    Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır.

    Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”..

    “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydonoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkanı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur.

    Sevgili okurlarım,

    Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rastgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir.

    Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mindset) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır.

    Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?

    EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !

    “Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.

    Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.

    Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.

    Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.

    “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.

    Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.

    İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.

    Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.

    Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?

    “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?

    Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!

    Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!

    Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.

    Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

    8 Nisan 2000