• YUHALAMA İLLETİ !

    Gazetelerde sık sık fişmanca toplantıya katılan bir politikacının yuhalandığı ya da yuhalanma korkusuyla bir toplantıya katılmadığı gibi haberler yeralır.

    Gelişmiş ülkelerde, sevilsin ya da sevilmesin politikacıların yuhalanması değil, onun seçilmişliğine gösterilen bir saygının -ki toplumun kendi oyuna saygı göstermesidir- ifadesi olarak politikacıların alkışlanması adettir. Alkışlama, o kişilerin takdir edildiğini ya da sevildiğini değil sadece onları seçen “sistemin” takdir edildiğini göstermektedir. Ülkemizde ise böyle bir adet olmayıp bunun tam tersi vardır.

    Başlıca belirtisi “yuhalama” olan bu illetin acaba sebepleri nelerdir?

    Nedenlerden birisi, insanlarımızın tepkilerini dile getirme konusundaki çekingenlikleri ve bu nedenle de bu konudaki beceriksizlikleridir. Uzun süre herşeyi içine atarak tepkisini bastıran bir kişi, birgün birdenbire bıçağı çekip anlaşılmaz bir biçimde karşısındakini doğramaktadır.

    Yuhalama biçiminde bir çeşit saldırganlıkla ortaya çıkan illetin ikinci nedeni ise, insanlarımızın tek tek birşeyler yapmaktan korkmaları, bunun yerine ancak toplumun arkasına sığınarak tepki koyayabilmeleridir.

    Ama bu iki nedenin de altındaki Kaynak Sebep, insanlarımızın daima suskunluğa yönlendirilmiş, konuşmanın başkaldırı olarak sayılmış olmasıdır. Eski neslin edep ve terbiye ölçütlerinden birisinin de küçüklerin büyükler yanında konuşmasına izin verilmeden konuşmaması olduğuna göre, yaşı büyümüş insanların da hala “büyüklerimiz izin verirse konuşabiliriz” geleneğinden kurtulamaması doğaldır.

    Yuhalama, iletişimi tamamen kesen, durumu daha da içinden çıkılmaz yapan bir illettir. Muhtemelen, insanımızın konuşmasını istemeyenler, onları yuhalamaya teşvik etmekte böylece iletişim ortamını tamamen tahrip etmektedirler.

    Yuhalamak yerine bir kişinin kalkıp yumuşak ve terbiyeli bir ses tonuyla, “ sayın politikacı, siz anlamlı konuşmuyor bizleri aptal yerine koyuyorsunuz. size güvenmemizi istiyor ama bir yandan da size güvenmemizi gerektirecek hiçbirşey yapmamış olduğunuzu biliyorsunuz. Lütfen bizim zamanımızı bu şekilde almayınız. Ya bizi ciddiye alınız ya da biz sizi daha fazla dinleyemeyeceğiz ve de bundan sonra size oy vermeyeceğiz. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum” dese, bu çok daha unutulmaz bir ders olmaz mıydı?

  • “YENİ” ARAYIŞLAR, ANCAK “YENİ” TEMELLER ÜZERİNDE YAPILANABİLİR!

    Başta siyaset olmak üzere tüm toplum kurumlarında yeni arayışlar var. Bu arayışları doğru değerlendirebilmek ve buna göre, kurumlar için yeni yapılanma alternatifleri önerebilmek için, öncelikle, “arayış” genel adı altında toplanan eğilimler içinden bazılarını ayıklamak gerekir.

    Bunlardan birincisi, negatifliğin dışavurumu demek olan “salt şikayet”lerdir. “salt şikayet”, yapıcı bir sonuca erişmek için değil, başta “haset” olmak üzere çeşitli ruhsal sorunları tatmin etmek için yaygınlıkla kullanılan bir yöntem olup, bunu daha doğruya, iyiye ve güzele varmak amacını taşıyan eleştirel yaklaşımlardan kesinlikle ayrı tutmak gerekir.

    “Arayış” görüntüsü veren yaklaşımlar içinden ayrılması gereken ikinci parça, bir siyaset geleneğimiz durumundaki “aksini söylemiş olmak için eleştirmek”tir.

    Nihayet ayrı tutulması gereken üçüncü yaklaşım türü, işinin, topluma her konuda -ama her konudaki- doğruları öğretmek olduğunu düşünenlerin dile getirdikleridir.

    Bu üç “değersiz yaklaşım”ın ortak yanı, bunların hepsinin, sorunların “kaynakları”nı, bu kaynakları kurutabilecek yeni ilkeleri ve bu çerçevede uygulanabilecek çözümleri değil, yalnızca sorunların “görüntüleri”ni -çeşitli sivriliklerde- dile getirmeleridir.

    Çok yoğunmuş gibi görünen arayışlar’ı böylece -epey- seyrelttikten sonra, geri kalan “değerli arayışlar”ın yeni yapılanmalara nasıl dönüşebileceğine bakılabilir.

    “yeni arayışlar”la doğrudan uğraşan bir bilim dalı yoktur. Olsaydı, onun temel öğretilerinden birincisi her halde, “yeni yaklaşımlar ancak yeni temeller üzerinde yapılanabilir” biçiminde olurdu.

    Mevcut kurumlarımızın üzerinde yapılandığı “mevcut temel”in özellikleri nelerdir? Yeniden yapılanacak kurumlarımızın üzerinde kurulacağı “yeni temel” nasıldır? İki temel arasında ne gibi farklılıklar vardır? Ve nihayet, eski temeller üzerinde yeni yapılanmalar niçin mümkün değildir?

    “mevcut temel”i tanımlayabilecek karakteristikler şunlardır:

    1. Düşüncelerden birisini çürütmeye, böylece karşıtını kanıtlamaya dayalı, uzlaşmaya kapalı, kutuplaştırıcı, “evet-hayır mantık sistemi”,

    2. Sorunların nedenlerini tedavi etmek yerine belirtilerini ortadan kaldırmaya çabalayan sorun çözme biçimi,

    3. İyi tanımlanmamış, içi isteğe göre doldurulmaya uygun kavramlardan kaynaklanan yetersiz toplumsal iletişim ve bunun sonuçlarından birisi olarak; demokrasi, insan hakları ve bu gibi üst-kavramları oluşturması gereken “insan nitelik dokumuz”, “buluşçuluk”, “üretkenlik” gibi alt-kavramları dikkate almadan üst-kavramlar çevresinde sürekli -ve de boş yere- tartışmak,

    4. Siyasetin, onunla uğraşanlara, toplumunkiyle çelişen çıkarlar sağlaması gerektiğine inananların, toplum çıkarlarıyla çelişmeyen yararlar sağlaması gerektiğine inanlara üstün geldiği ve bunun adına particilik dendiği bir siyaset anlayışı,

    “Yeni yapılanma”nın, üzerinde yer alacağı temel’in özellikleri ise aynı sırayla şu şekilde özetlenebilir;

      1. “Evet” ile “hayır” arasında bir uçurum değil, bir sürekli geçiş bulunduğunu, doğruların mutlak değil göreli olabileceğini kabul eden uzlaşmacı mantık sistemi,

      2. Sorunların belirtilerini, onların kaynaklarına inmek için kullanan, kısa vadede belirtileri gidermeye çalışırken, orta vadede ise kaynakları ortadan kaldırmaya yönelen ve çok sayıdaki toplum sorununun, az sayıdaki “kaynak sorun”dan doğduğunu kabul eden sorun çözme biçimi,

      3. Her birinin çevresinde ortak anlayışlar oluşmuş kavramlara dayalı bir toplumsal iletişim ve bunun bir sonucu olarak, hangi üst-kavramın hangi alt-kavramlardan oluştuğuna ilişkin sağlam bir toplum bilinci,

      4. “Temiz Siyaset” adıyla sembolize edilebilecek olan ve toplumun her bireyinin birer siyasi parti gibi hareket edebildiği ve birörnek düşünme’yi zorunlu kılan, liderler diktası’na çanak tutan mevcut kitle particiliği yerine, her konu için ayrı ağ’lar (network) kurabilen özgür iradeli bireylere dayalı bir siyaset anlayışı.

    Başlıca özellikleri böylece sıralanan iki ayrı temel’in karşılaştırılmasından kolayca çıkarılabilecek bir sonuç, “yeni arayışlar” olarak sembolize edilen ve tüm kurumları “akılcılığa” ve “temizliğe” dayanan yeni yapılanmanın, mevcut temel üzerinde kurulabilmesinin “mümkün olamayacağı”dır.

    İnsanlarımız, tek tek ve/ya örgütleri -resmi ya da gayrı resmi- aracılığıyla çeşitli konulardaki düşüncelerini -kısmen ya da tamamen- dile getirebilmektedirler.

    Ama, yukarıda değinilen dört konuda en küçük bir tartışma söz konusu değildir. Bu göstermektedir ki, bu konular üzerinde toplumsal bir uzlaşı vardır ve bunlar birer sorun olarak görülmemektedir.

    İşte sorun, bu yanlış uzlaşıdadır. Başta, toplumumuzun düşünce önderleri olmak üzere tüm düşünenleri, bu dört konunun önemini ve bunlarda bir “yenileşme” (innovation) olmaksızın “yeni arayışlar”ın “beyhude ve pahalı arayışlar” olmaktan ileri gidemeyeceğini idrake çağırıyorum.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”

    Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.

    İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.

    Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)

    Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.

    Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.

    Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.

    Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!

    Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.

    Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.

    Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.

    Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..

    Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.

    Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!

    Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.

    “Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.

    Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?

    İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?

    Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?

    Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.

    Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?

    Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!

    Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.

    Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!

    İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.

    Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.

    Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.

    “Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.

    Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.

    “Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.

    İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994

  • İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI

    Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,

    Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:

    “BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!

    İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”

    Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.

    Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.

    O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.

    İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…

    İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.

    Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.

    Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.

  • VATANA İHANET !

    “Dün gece Beşiktaş’ta bir eve giren iki hırsız, ev sahibinin su içmek için kalkmış olması nedeniyle yakayı ele vermiş ve nöbetçi mahkemeye çıkarılan hırsızlar vatana ihanet suçundan tutuklanmışlardır.”

    “Aynı gün, kiracısını evden çıkarmak için çeşitli yollar deneyip beceremeyen ev sahibi karakola başvurarak kiracısının vatana ihanet ettiğini ihbar etmiş, ancak görevli bekçi vatana ihanet koşullarının tam oluşmadığı gerekçesiyle iddiayı kabul etmemiştir.”

    “Diğer yandan, rakip takımdan para alarak uyduruk gol yiyen bir kaleciyi taraftarlar “vatan haini” şeklinde protesto etmişlerdir.”

    Bütün önemli kavramlar gibi vatan ihaneti kavramını da tanımlamayarak, herkesin, önüne gelene vatan haini yakıştırması yapmasına yol açan toplumumuz, Atatürk adını nasıl sıradanlaştırmışsa şimdi de vatan haini deyimini her an, her yerde, herkes ve her sebeple söylenebilir bir sıradanlığa getirmektedir.

    Meydan nutku atan politikacı rakibine, bir bankacı rekabet edemediği diğer bankacıya, gecekonducu aday gecekonduyu onaylamayana büyük bir rahatlık içinde vatan hiyaneti suçlaması yapmaktadır.

    Bunun olası sonucu şudur: Vatan hiyaneti o denli sıradan, ciddiye alınmaz, olur olmaz yerde söylenen bir laf haline gelecektir ki, gerçekten vatan hiyaneti suçu işleyen birisini bu kavramla suçlamak gülünç hale gelecek, böylece vatan hiyaneti de artık kolayca yapılabilir bir fiil olup çıkacaktır.

    Toplumumuz için melanet üretmeyi kendine iş edinmiş birilerinin tezgahından çıkmadıysa, bu yeni ürünün saf bir ahmaklık örneği olduğu bellidir.

    Bunların kasden yapılmadığı bellidir. Ama eğer kasden yapılsaydı farklı bir sonuç doğar mıydı?

  • VAKUM!

    Latince “vacare” (boş olmak) kökünden gelen ‘vakum’, dilimizde ‘boşluk’ anlamında kullanılıyor.

    Bir kabın, dış ortamla ilşkisi kesilir ve sonra da içindeki hava boşaltılırsa içinde oluşan vakum öylece kalır, bir başka madde o boşluğu dolduramaz. Ama kap, tam kapalı değilse oluşan vakum derhal dolmaya başlar.

    Sosyal yaşam da aynen bu son örnekte olduğu gibi işler. Bir boşluk doğdu mu derhal bir “şey” tarafından doldurulur. Adalet sisteminin çek ve senet tahsilatında yetersiz kalışı bir vakum’dur ve bu boşluk “çek-senet mafyası” nca doldurulmuştur. Örneğin çok sıkı mücadele edilip çek-senet mafyası yokedilse ve adalet sistemine dokunulmasa derhal bir başka “vakum doldurucu” mekanizma gelişecektir.

    Sosyal yaşamda vakum doldurucu mekanizmaların çok örneği vardır. Akmayan sular nedeniyle kaçak tankerlerle su taşıma, can güvenliğini koruyamayan polis örgütü nedeniyle korumacılık sektörünün gelişmesi, konut edinme sisteminin yetersizliği nedeniyle oluşan gecekondu mafyası, hep birer vakum doldurucu mekanizmadır. Bunların tümü kendi sektörleri için birer ‘mafya’ dır.

    Mafya ile mücadelede çok sağlam bir kural, onun üzerine doğrudan gitmemek, onu yaratan vakum’u teşhis edip o boşluğun düzgün bir sistemle “dolmasını” sağlamaktır.

    Buradan görülmektedir ki zaman zaman gazetelerde okuduğumuz ve iyiniyetli olduğundan şüphe bulunmayan, “mafyanın beli kırılmıştır” gibisinden beyanatın hiçbir anlamı yoktur. Mafyayı temsil eden tüm “baba” lar toplanıp bir yere hapsedilse dahi, yeni “baba”ların ortaya çıkması bir fizik kanunu kadar kesindir.

    Mafya ve vakum ilişkisi üzerindeki bu girişin amacı, bu kavramlarla ilgisi -toplumumuzda- henüz keşfedilmemiş sorunlara da ışık tutmaktır. Bu sorunlardan birisi, dindarlığın en tahripkar karşıtı olan “yobazlık”tır.

    Her namaz kılıp oruç tutanın, her inançlı insanın fanatik olarak nitelenmesine yol açan bu “çok tehlikeli” olgu, yukarıdaki tanım uyarınca bir “mafya”dır ve her mafya’da olduğu gibi mutlaka bir vakum nedeniyle, o boşluğu doldurmak amacıyla doğmuş ve de gelişmektedir.

    Mafya ve vakum ilişkisi, mafya’nın ortaya çıkmasına neden olan vakumun, “mafya eğilimli” kişiler veya örgütler değil, toplumun saygın ve mafya kavramına karşı, hatta onunla mücadele eden kişi ve kesimlerince yaratıldığını göstermektedir. Gecekondu mafyası, o örgütlerin mensuplarınca değil, konut sorunu ile ilgili, iyi niyetli, bilgiili, saygın ama konut sorununu çözebilecek yaklaşımlara sahip olmayan kişilerin yeraldığı belediye ve devlet kurumlarınca yaratılmıştır.

    Ancak, mafya oluşumlarının anatomisi, bu tür oluşumların yalnızca vakum nedeniyle doğmadığını, doğsa bile yaşayamadığını göstermektedir. Bir mafya’nın doğuşunun “gerek şartı” o alanda bir vakum’un bulunması, “yeter şartı” ise, o mafyanın varlığını sürdürebileceği bir “uygun ortam”ın mevcut olmasıdır.

    “Yobazlık” olarak adlandırılan mafya türünün oluşumu için de bir “vakum” ve bir “uygun ortam”a gerek vardır. Yobazlık için “uygun ortam” da mafya mensuplarınca deği, aynen vakumun doğmasında olduğu gibi saygın, bilgili ve hatta iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılır.

    Yobazlığın yeşerebileceği “uygun ortam”, toplumun, bazı temel doğrular konusundaki kanaatlerinin deforme oluşu yoluyla oluşmuştur.

    “Yoktan var etmek Allah’a mahsustur” ve “var olan şey yok olmaz, ancak şekil değiştirir” kurallarının birincisi dini, ikincisi bilimsel bir “temel doğru” dur ve her ikisi de tıpatıp aynı şeyi söylemektedir.

    Hiç fizik okumamış bir kişi dahi bu iki doğrudan en az biri tarafından doktrine edilmiştir. Ama, toplum yaşamı boyunca sürekli olarak bunların aksi yönde bombardımana tabi tutulan bir kimse, bir süre sonra yoktan birşeylerin var olabileceğine inanır.

    Ve bu kapı birdefa açıldı mı, ondan sonra en aykırı “yeni temel doğrular” dahi bu kapıdan girebilirler ve yeni bir “ortam” oluşturmaya başlarlar.

    İşte bu “eğri doğrular” yoluyla oluşan “uygun ortam” içinde bir vakum meydana gelince derhal bir mafya da ortaya çıkar.

    Yıllardır TV’lerde üç öğün önümüze koyulan “devlet herşeyden güçlüdür, hiç birşey onu tahrip edemez”, “enflasyona kimseyi ezdirmiyoruz”, “üretmeden de refah mümkündür yeter ki bana oy ver” ve daha onlarca “eğri”, toplumun dini ya da bilimsel kaynaklı “doğru” larını deforme etmiş ve “mafya(lar)”ın üremesine uygun bir ortam yaratmıştır.

    Toplum böylece, devletin, kendi vergilerinden başka bir besleme kaynağı olmayan bir hizmet örgütü olduğu “doğru”sunu terkedip ” “herşeye muktedir olağanüstü bir yaratık” olduğu “eğri”sini benimsemiş; herhangi bir çaba göstermeden yalnızca filan liderin arkasından gitmenin refahı için yeterli olduğu “eğri”sini doğru sanmış ; kimseyi ezmeyen bir enflasyonun olamayacağı “yalan”ını “gerçek” olarak kabul etmiştir. İşte mafya için “uygun ortam” budur.

    “Vakum” ise, diğer bütün mafyalarda olduğu gibi, saygın, bilgili ve iyi niyetli kişi ve kurumlarca yaratılmıştır.

    Yobazlık denilen mafya türü, çağdaş kıyafetli, çağdaş söylemli, çağdaş tavırlı, yobazlığa düşman kişi ve kurumların yönetim ve yönlendirmesindeki “eğitim sistemi”nin yarattığı bilgi-beceri vakumunu doldurmak üzere oluşmuştur, diğer faktörler de bu oluşuma yardımcı olmuşlardır.

    Eğitim sistemi adı verilen ve hiç kimseye yararlı bir bilgi-beceri-davranış kazandıramayan oluşum, bu vakum’un ta kendisidir. Bu vakum nedeniyle oluşan yobazlık kurumu, bu defa kendini koruyup güçlendirecek ögeleri içine çekmeye, onlardan yararlanmaya başlamıştır.

    Yobazlığı destekleyen kişi, örgüt ve ülkelerin fonksiyonları bundan ibarettir. Onların işlevi, doğan vakumun doldurulmasına katkıda bulunmak ve de vakumu genişletmektir. Bu yaklaşım, yobazlıkla nasıl başaçıkılabileceğinin anahtarıdır. Gösteri yapmak, kınamak, bildiri yayımlamak gibi eylemler bir tek gerçeği göstermektedir. O da, bu mekanizmanın nasıl oluşup işlediğinin anlaşılmadığı! Her türlü mafyayla -gerçekten- mücadele etmek isteyenler, önce onun mekanizmasını anlamaya çalışmalıdırlar. Pazar, 09 Ekim 1994

  • UZLAŞMA NEDİR, NE DEĞİLDİR?

    Gün geçtikçe daha sık kullandığımız, fakat anlamı üzerinde durmayı pek gereksiz gördüğümüz kavramlardan birisi de uzlaşma’dır. “Milletçe uzlaşmaya ihtiyacımız var”, “liderler arası uzlaşma sağlanmalıdır” ve buna benzer uzlaşma önerileri giderek daha sık dile getiriliyor.

    Bu, uzlaşma denilen şey nedir? İki kişi, iki kesim ya da bir toplumun bütünü uzlaşabilir mi, nasıl uzlaşır, ne üzerinde uzlaşır, uzlaşmanın bilinen bir yöntemi var mıdır?

    Kavramları tanımlamak için en kısa fakat yanıltıcı yol onların ne olduğunu tariflemek; en uzun fakat güvenli yol ise onların ne olmadıklarını tanımlamaktır.

    Oldukça kısa ve yine oldukça güvenli bir yol ise bu iki ucun bileşimidir. Yani, o kavramın karışması ihtimali olan birkaç kavramı sayıp, sonra da ne olduğunu tanımlamak..

    Böylece mesela, uzlaşmanın, cinayet, cinnet, cesaret ya da alınganlık olmadığı gibi binlerce olmazı saymaktan kurtulmuş, ama ona yakın anlam taşıyan kavramlarla karışmasını da önlemiş oluruz.

    Uzlaşma neler değildir: Birincisi, pazarlık sonunda varılan nokta uzlaşma değildir. Pazarlık, tarafların bazı kayıplar vermeye ikna edilmeleridir denilebilir.

    İkincisi, görüşme ve müzakere sonunda varılan nokta da uzlaşma değildir. Görüşmeler sırasında, taraflar belki de aynı şeyleri ya da tam aksi şeyleri savunduklarını anlayabilirler. Bir bakıma zaten var olan fakat taraflarca bilinmeyenler ortaya çıkar.

    Üçüncü olarak, tahammül ve hoşgörü de uzlaşma değildir. Taraflar tek taraflı ya da belki karşılıklı olarak bazı şeyleri görmezlikten gelebilir ya da kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez taktiği izleyebilirler ki buda uzlaşma değildir.

    Uzlaşmayla karışması ihtimali yüksek olan ve zaman zaman uzlaşma niyetine kullanılan bu kavramlar dışarıda kalınca, uzlaşma için şöyle bir tanım yapılabilir:

    Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas olarak kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları ve bu gözden geçirmenin sonunda o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir.

    Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı, olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.

    Bu tanıma iyi bir örnek, çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı geleneksel anlayış yerine, son yıllarda giderek yaygınlaşan, çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği anlayışının geçmesi süreci olup bu tamamen bir uzlaşma örneğidir.

    Global rekabetin hemen hiç olmadığı ve ekonomilerin baskın vasfının ulusal olduğu geçmiş yıllarda çalışanların tek kazanma stratejisi çalıştırandan daha fazla hak elde etmek; çalıştıranların tek stratejisi de çalışanları ucuza çalıştırmak olmuştur.

    Ama gün gelip, ticarette ulusallıktan küreselliğe geçilince hem çalıştıran hem çalışan karşılarında yeni bir güç bulmuşlardır: kendilerinden daha iyi ve daha ucuza üreten rakipler!

    Bu defa, eski çıkar koşullarını gözden geçirmişler ve o koşulların değiştiğini görerek bu defa çıkarlarının rakiplere karşı güçlü olmak olduğunu, bunun da yolunun çalışan-çalıştıran çıkar birliği olduğunu anlamışlardır.

    Dikkat edilirse bu yeni anlayış, ne çalıştıranın çalışan üzerindeki baskısı ve tehdidi, ne de çalışanların direnişi nedeniyle oluşmamıştır.

    Buradan günümüz Türkiye’sine ve onun uzlaşma gereksinimlerine gelinirse, önce uzlaşmaya ihtiyacı olan tarafları tanımlamak gerekir. Bugünün karmaşık ekonomik ve sosyal ilişkiler Türkiye’sinde çeşitli açılardan taraf sayılabilecek belki yüzlerce kesim vardır. Hatta her T.C. vatandaşını bir taraf kabul edersek en az 30 milyon taraf vardır.

    Pratik olarak bu denli çok sayıda tarafın uzlaşması ve uzlaşabilse bile korunması güç olacağı için uzlaşma ihtiyacına yol açan nedenlerin tamamına değil, yeterince büyük kısmına bakmak gerekir.

    Pareto’nun 80/20 kuralı olarak bilinen, bir olayın %80 sonuçlarına nedenlerin %20’si yol açar kuralı burada da işe yaramaktadır. Ülkemizin toplam sorunlarının %80’i, Türk-Kürt, Laik-İslam ve Çalışan-çalıştıran tarafları arasındaki sorunlardan kaynaklanmaktadır.

    Bu üç grubun çıkarlarının tamamen aynı yönde olduğunu anlamaları için üç yeni kavram yeterlidir: Türkürt, laik müslüman ve çalışan-çalıştıran çıkar birliği..

    Türkürt, etnik kökeni Kürt (veya Türk) ama kendisini T.C. vatandaşı sayan kişidir.

    Laik müslüman, islamın temel inanç felsefesini benimsemiş, ama toplum yaşamında da akılcılığın egemen olmasını kabul etmiş kişidir.

    Çalışan ve çalıştıranların çıkar birliği ise en kolay anlaşılabilecek olan yeni kavramdır. Rekabet gücümüzün ne denli düşük olduğunu görmek ve çatışarak vakit kaybetmek yerine rekabet gücümüzü geliştirmek için işbirliği yapmak gerektiğini idrak etmek yeterlidir.

    Toplumsal uzlaşma isteyenlerin bu üç kavramı toplumumuza anlatmaya çalışmaları, hergün uzlaşın denmesinden çok daha akılcıdır.

    Pazar, 17 Nisan 1994

  • ÜST ÜRÜN -ALT ÜRÜN

    Bir toplum alt ürünler üretemiyorsa üst ürünler de üretemez!

    Burada üst ürün (super products) deyimiyle, ekonomik kalkınma, iç barış, özgürlük ortamı gibi toplumun ihtiyaç duyduğu, ama daha basit yapı taşlarının biraraya gelmesinden oluşan kavramlar; alt ürün (sub products) deyimiyle de üst ürün’leri oluşturan bu yapı taşları kastedilmektedir.

    Sokaktaki insan normal olarak daima üst ürün’lerle meşguldür. Onun hangi bileşenlerden oluştuğu, hatta bileşenlerden oluşup oluşmadığı onu ilgilendirmez. Bu kavramlar, toplumu yöneten ve yönlendiren ya da yönetme veya yönlendirmeye talip olanların dağarcıklarında bulunması gereken malzemelerdir.

    Soyut görünümlü bu kavramlar, söz konusu bu kesimlerin kavram dağarcıkları içinde yer almamışsa, bu takdirde yerine getirilmesi imkansız vaatlerde bulunulması ama sonra da bunların yerine getirilemeyip güç durumlara düşülmesi kaçınılmazdır.

    Çirkin politika adı verilen olgunun başlıca özelliklerinden birisi olan “tutamayacağı sözü verme” hastalığının nedeni işte bu habersizliktir.

    Toplumumuz bugün, çirkin politika yerine alternatifler aramaktadır. Mevcuttan şikayetçidir ama yerine ne istediğini tam ifade edememektedir. Daha çok gelir, daha çok özgürlük istemektedir. Ama bunların birer üst ürün olduğunun farkında değildir. Bu ürünleri başkalarının üretip kendilerine sunacağını zannetmekte, politikacılar da bunları sunabileceklerini sanıp söz vermektedirler.

    Bu ürünler bizzat toplum, yani bireyler topluluğu ve dolayısıyla da bireylerce üretilebilir. O halde bireylerin ürettiği alt ürün’ler, onların tüketebileceği üst ürün’leri belirlemektedir.

    Ekonomik refah gibi bir üst ürün’ü arzulayan bireyler onun, zeka – bilgi beceri- ruhsal sağlık ve erdem alt ürün’lerinden oluşan nitelik dokusu’nun bir türevi olduğunu bilseler, kendilerine bol keseden refah vaadeden politikacıları seçerler mi?

    Bu aynen, “size ev vereceğim ama sizden birşey istemeyeceğim!” diyen bir kişinin durumuna benzer. Kendisine böyle bir vaatte bulunulan kişinin tek yapması gereken karakola başvurup kendisini kandırmak isteyen kişiyi şikayet etmesidir.

    İçinde yaşadığımız ekonomik bunalım günlerinden çıkıp, müreffeh bir hayata kavuşmak istemeyen hiç kimse herhalde yoktur. Ama bunun, mevcut alt ürün’leri üretmeye devam ettikçe mümkün olamayacağını bilenlerin sayısı da oldukça az görünmektedir.

    Dürüst politikacılardan beklenen, bu mekanizmayı halkın diline (hatta çeşitli kesimlerin dillerine) çevirip anlatmak ve onların halen ürettikleri alt ürün’ler yerine daha başka alt ürün’ler üretmelerini istemektir.

    İnsanımızın nitelik dokusunu oluşturan alt ürün’ler, bugün için ancak elimizde bulunan üst ürün’ü (refah düzeyi) tüketebilmeyi mümkün kılmaktadır. Buna razı değilsek -ki değiliz-, bu durumda nitelik dokumuzu geliştirmek zorundayız.

    Gerçek bir üretim toplumu haline gelebilmek, ekonomik refahın vazgeçilmez koşuludur. Bu ise daha buluşçu, daha yaratıcı bireylerle mümkündür.

    Bu güç hedef nasıl gerçekleştirilebilir? Bu kadar zaman var mıdır? Mevcut niteliklerimizi değiştirmeden bir çıkış yolu yok mudur? gibi sorular ancak zaman kaybettirir.

    Artık insanlarımız, politikacılardan bu katı gerçekleri ve bunlar için öngördükleri çözümleri duymak istiyor. Yeni Politika bu olmalıdır.

    Çarşamba, 15 Haziran 1994

  • ÜMİTLER BİTTİ, YAŞASIN YENİ ÜMİT !

    Ümit kadar iki yanı keskin bıçak yoktur. Yaşamın, bazen çekilmez hale gelen güçlüklerini, felaketlerini hep birşeyler ümidederek aşarız. Ümit olmasaydı, en küçük güçlükler bile insanları intihara sürükleyebilirdi.

    Ama aynı ümitler, birçok fırsatın heba edilmesine de yol açar. Daha iyi bir eş bulmak ümidiyle evlenmemiş bekar, daha iyi bir iş bulmak ümidiyle iş tekliflerini geri çevirmiş işsiz ya da kendiliğinden geçer ümidiyle doktora gitmeyip yatağa düşmüş hastayı o hallere düşüren de yine aynı ümit değil midir?

    Bu olumsuzluklara yol açan ümitlerin sönmesi, bu bakımdan insanoğlu için bir şans ya da yeni bir ümit, ama bu defa yüz güldürebilecek bir ümittir.

    Ekonomik çöküntülerin olumsuz yanları yanında yeni atılımlara gebe oluşunun nedeni işte bu “yanıltıcı ümitler” in bitişidir.

    Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturaları tabii ki ödenecektir. Bunların keyif verecek bir yanı yoktur. Ama, bir uzun rüyadan uyanıp gerçeklerin soğuk yüzüyle karşılaşmanın verdiği bir güven hazzı da yok mudur?

    Evet, artık aklı başında olanları yıllardır korkutan “üretmeden tüketme” rüyası bitmek üzeredir. Bitmek “üzeredir”, çünkü hala tam bitmemiştir ve işin kötü yanı da burasıdır.

    Hala, filan ülkeden gelebilecek bir borç, fişmanca borsada satılacak devlet garantili tahvil vs’nin uyuşturuculuğu altında, hala aynı imkansız rüyayı sürdürme peşinde olanlar ya da buna inananlar bulunabilir. O ümitler de tükendiği gün, toplumumuz gerçek sağlığına kavuşma şansını elde etmiş sayılmalıdır.

    The Day After” da ne yapılmak gerektiğine gelince;

    İlk yapılması gereken, bizleri bu rüyaya sürükleyen anlayışların derin beton çukurlara gömülmesi ve bir nükleer artık gibi hiçbir yolla tekrar yaşam zincirimize girmeyeceğine emin olunmasıdır.

    Çünkü bu yapılmadığı takdirde, aynı rüyanın tekrar gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Zira o filmi tekrar tekrar oynatmak isteyenlerin bulunacağından kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.

    Bu “betona gömme” işlemi açık, anlaşılır bir Ekonomik Manifesto ile yapılmalıdır. Ekonomik Manifesto iki ana bölümden oluşmalı, birinci bölümü tüm topluma, ikinci bölümü ise toplumun çeşitli kesimlerine hitabetmelidir. Şöyle ki;

    TÜM VATANDAŞLARIMIZA BİLDİRGE !

    Bir ekonomik kriz ve onunla iştirak halinde sosyal krizler yaşıyorsunuz. Bu durumdan kurtulabilmenin çaresi, bu bildirgede açıklanan durumu tam olarak anlamanız, içinize sindirip benimsemeniz ve sonra da gereklerini yerine getirmenizdir. Buna göre:

    1. Toplum olarak geleceğinizi ipotek ederek ve birbirinize borçlanarak hak etmediğiniz bir hayat yaşadınız. Bir bölümünüz diğerlerinden çok daha müreffeh yaşamakla birlikte, genel olarak sürdürdüğünüz yaşam düzeyi, sürdürmeye hakkınız olanın çok üzerindeydi.

    Çok çok küçük bir kesim ise gerçekten hak ettiğinden daha düşük standartlarda yaşamaya mecbur kaldı.

    Bu bir saadet zinciri idi. Şimdi ise zincir kopmuş bulunuyor. Bu saatten itibaren eski yaşam alışkanlıklarınızı bütünüyle değiştirmek durumundasınız.

    Bununla beraber, karşı karşıya bulurduğunuz durumu tam anlayabilir ve gereklerini yerine getirebilirseniz, sağlıklı bir toplum yaşamını kurma şansınız da olacaktır.

    1. Bu saatten itibaren, evinizin, işyerinizin görünür yerlerine ve mümkünse caddelere şunları yazıp iyice ezberlemelisiniz:

    • Yaratılmamış bir değerden pay istenemez.

    • Bir değer yaratmayan, bir karşılık alamaz. Bir değer yaratamayan ise, yaratanların yardımına muhtaçtır

    • Değer, ancak “nitelikle” üretilir. Daha yüksek nitelik, daha yüksek değer demektir.

    • Niteliğe dayanmayan değer ancak hırsızlıkla yaratılır.

    • iki toplumdan rekabet gücü yüksek olan, diğerini sömürür. Sömürülmek istemeyen rekabet gücünü yükseltmelidir.

    • Bİr toplumun rekabet gücü, bireylerinin rekabet güçlerine bağlıdır

    • Postacıları daha hızlı yürüyen toplumlar yavaş yürüyenlerden, daha zeki toplumlar daha az zeki olanlardan, daha az uyuyan toplumlar ise çok uyuyanlardan daha yüksek rekabet gücüne sahip olurlar.

    • Rekabet gücü yarışında torpil, rüşvet ve ukalalık sökmez. Hakemi Tanrı’dır.

    • TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE !

      Politikacılarımıza

    1. Geçimini sağlayabilecek bir mesleği ve işi olmayanlarınız, yani mesleği politikacılık olanlar -ne denli ünlü olurlarsa olsunlar- politikayı derhal bırakınız.

    2. Temiz Siyaset Yasası adlı bir yasa çıkarınız (EK-1).

    Sanayici ve İşadamlarımıza

    1. Rekabet Gücü’ nüzü artırmanın dışında ayakta kalma şansınızın bulunmadığı, Rekabet Gücü’ nün ana belirleyicisinin innovation olduğu, her innovation’ un bir teknoloji üretimi demek olduğu, teknoloji transferi denilen sürecin yurt dışından lisans ücreti ödeyerek teknoloji satın almak demek olmadığı gerçeklerini içinize sindiriniz.

    2. Ucuz işçi ile ucuz işçilik’ in farkını anlayınız. Ucuz ve kaliteli ürünleri ancak daha iyi sistemler kurarak üretebileceğinizi, bunun ise daha ucuz işçi çalıştırmakla mümkün olmadığının bilincine varınız.

    Çalışanlarımıza

    1. Çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı yalanını unutunuz. Çalışabilmeniz, sizleri çalıştırabilecek birileri olduğu sürece mümkündür. O halde ayakta kalabilmeniz, çalıştıranların ayakta kalmasıyla mümkündür.

    Çalıştıranları zorlamanız gereken tek nokta, daha iyi sistemler kurmaları, rekabet güçlerini artırmaları noktasıdır.

    Hükümetlerimize

    1. Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.

    2. Kilit kadrolarda bulunan ve oralarda bulunması gerektiği için değil de mağduriyetlerini önlemek vs gibi nedenlerle oralara getirilmiş bulunan bürokratları bir defada emekli ediniz.

    3. Güvenlik güçleri dışında, devlet memurlarının sayısını onda bire indiriniz. Gerisini emekliye sevkediniz. Kalan memurların maaşlarını birkaç misli artırınız. Sonra da hepsini gruplar halinde eğitime tabi tutup yeniden yapılanma için gerekli becerilerle donatınız.

    4. Emeklilere ikinci iş yasağını kaldırınız.

    5. Özel kesimle rekabet halindeki tüm KİT’leri bir defada kapatınız, birikmiş zararlarını siliniz. Öncelikle işletmeciliklerini, arkasından da mülkiyetlerini özelleştiriniz.

    6. Tekel durumunda olan KİT’lerin, ana amaç dışı işlevlerini özelleştirmek için T.B.M.M.’de beklemekte olan teklifin yasalaştırılmasını sağlayınız.

    Çalışan kadrolarını üçte bir azaltınız.

    Türkiye Taşkömürü Kurumu için ise özel yasa çıkarınız. Bu amaçla T.B.M.M.’de beklemekte bulunan teklifin yasalaşmasını sağlayınız.

    1. Her kapatılan KİT’in işsiz kalacaklarına yeniden istihdam imkanı yaratmak için T.B.M.M.’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirktetleri yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.

    2. Ücret ve fiyat artış oranlarını iki yıl süreyle %20’de sınırlayınız.

    3. Tüm götürü vergileri kaldırıp gerçek usulde vergiye çeviriniz.

    4. Tüm sübvansiyonları ve destekleme alımlarını kaldırınız. Koşulsuz teşvik ve desteklemeleri durdurup yeniden tanımlayınız (EK-2).

    5. Belgesiz hiçbir mal ve hizmet dolaşımı olmayacak şekilde belge düzenini kurunuz.

    6. Vergi oranlarını düşürüp, vergi iadesi oranlarını yükseltiniz.

    7. Kredi kartı kullanımını yaygınlaştırıp kayıt dışı ekonomiyi küçültünüz.

    8. Sanayi kuruluşlarının, kendi bankaları üzerinden kendilerini kredilendirmesini önleyiniz.

    9. Medya işletmeciliğinin hiçbir başka işle birleşmemesini sağlayınız.

    10. DPT’yi bütünüyle ve bir defada kapatınız. Özerk statülü bir Stratejik Planlama Enstitüsü kurunuz.

    11. Kamu arazilerinin işgaline karşı af niteliği taşıyabilecek kanun çıkarılamayacağı yönündeki Anayasa değişikliği önerisinin T.B.M.M.’den geçirilmesini sağlayınız.

    12. Kamu bankalarının az sayıda, konforlu ve ucuz konut yapması şeklindeki geleneksel uygulamayı durdurunuz. T.B.M.M.’de bekleyen Konut Edinimini Destekleme Sistemi yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.

    13. Ve nihayet, yukarıdaki önlemlerin hepsinden daha önemli olarak, “buluşçuluğu ve yenileştirmeciliği” (invention ve innovation) tam olarak destekleyiniz. Bu amaçla Patent Yasasını yenileyiniz. Her coğrafi bölgeye bir adet Patent Kütüphanesi ile bir adet Büyük Kütüphane kurunuz.

    Bu sıralanan ve bir “Acil Ekonomik Toparlanma Paketi”’ nin ana çizgileri niteliğinde olan maddeler, Türkiye’nin sosyal sorunlarını çözmesi için bir hazırlık mahiyetindedir.

    Bunların hemen ardından hatta mümkünse bu önlemlere paralel olarak iç barışı sağlayabilecek olan bir İç Barış Manifestosu’ na ihtiyaç vardır.

  • TÜRKİYE ÜZERİNE ÜTOPYALAR

    Gelmiş ve gelecek tüm çatışmaların içinden türetebileceği bir kavram aransa, acaba “yalıtma” (izolasyon) dan daha uygunu bulunabilir mi?

    “Küçük yapay ortamlar yaratıp”, onun içini arzularımıza göre düzenlemek, dışını ise ya içeriyi düzenlemek için gerekenlerin temin kaynağı olarak kullanmak ya da kendi haline bırakıp aldırmamak, “yalıtım” ın bir tanımı olabilr.

    Bu mantık bireysel yaşamdan Dünya düzenine denk her alanda yaygın olarak kullanılmaktadır.

    Elektrik enerjisi yetmediği için düşen voltajı regülatör kullanarak yükselten kişi, bireysel “yalıtım” için bir örnektir.

    Kendisi için yapay bir ortam yaratmakta, yapay ortamın içi için gereken ilave elektrik enerjisini, başkalarından çekmektedir.

    Başka ülkelerdeki doğal kaynakları kendi ülkesine aktararak (kolonyalizm vb yollarla), ülkesi içinde yapay bir zenginlik yaratan ülkeler de “yalıtım” kavramını kullanmış ve kullanmaktadır.

    Yalıtımın en yaygın örneği “coğrafi yalıtım”dır. A köyü B köyü ile, A şehri B şehri ile veya A ülkesi B ülkesi ile coğrafi olarak yalıtılmıştır. İster köy, ister il isterse ülke olsun (A) dakilerle (B) dekiler arasında bir çıkar zıtlaşması vardır. Bu çıkar zıtlaşması hiyerarşik bir yapı oluşturur. İllerin çıkarları söz konusu ise köyler, ülkelerin söz konusu ise iller bir cephede toplanır ve üst çıkar birliğinn çıkarını savunurlar.

    Yalıtım, kısa süre için avantaj sağlasa da bir süre sonra tıkanmaya başlar. Regülatör kullanarak evinin voltajını yükseltmeyi beceren kişi, bir süre sonra komşularının da bu yolu keşfetmesi üzerine sahip olduğu avntajı kaybedecektir.Bu durumda genellikle başvurulan çare, yalıtım alanını genişletmek, mesela apartman için daha büyükçe bir regülatör satın almaktır.

    Bu süreç, mahalledeki trafonun değiştirilmesine, o da yetmeyince yeni enerji santralı yapımının tartışılmasına kadar gidecektir.

    Bu örnekler çoğaltılarak olayın mekaniği irdelenirse görülecek olan, yalıtım olgusunun avntajları azaldıkça yalıtım çevresinin büyütülerek karşı konulduğudur.

    Avrupa Birliği fikri, Avrupa ülkelerinin -ki herbiri yalıtılmış birer alandır- tek başlarına yetersiz kalmaları sonucunda yalıtım çevresini genişletme biçiminde buldukları çözüme tipik bir örnektir.

    Bir süre sonra bu defa, bu “büyük yalıtılmış çevre” ile dışı arasındaki çatışma büyüyecek ve daha geniş yalıtımlar düşünülmeye başlanacaktır.

    Bu sürecin uzanacağı noktanın, yalıtımın ortadan kalkacağı yepyeni bir Dünya düzeni olacağı, bugününe kadarki gelişime bakarak söylenebilir.

    Bu girişin nedeni, Türkiye’yi Dünya’dan yalıtmaya dayalı ütopyaların, kısa dönem için Türkiye’ye avantaj, ama uzun vade için dezavantaj yaratacağına işaret etmek içindir.

    Bu yaklaşımın pratiğe nasıl uygulanacağı, aralarında “çıkar çatışmaları” yerine “çıkar birlikleri” bulunan belki onbinlerce şehir devletlerinin hangi süre içinde kurulabileceği ayrı düşünülmesi gereken bir konudur.

    Ama ne olursa olsun, “yalitım”ın ancak kısa erimli bir çatışma durdurma yöntemi olduğu bellidir. Türkiye üzerine tezler geliştirirken bu genel ve güçlü eğilimi gözden uzak tutmamak gerekir.

    Yalıtım olgusunun coğrafi boyutunun yanısıra bir de “varlık boyutu” bulunmaktadır.

    Bugün Dünyanın insanlara ait olduğu genel kabul görmektedir. Ancak bir kısım insan, eko-sistem’in daha güvenilir bir ev sahibi olduğunu savunuyorlar.

    Bu kesimden de daha küçük bir kesim ise, yalnız canlıların ve yalnız Dünya’nın değil tüm evrenin tüm varlıklarının bir bütün olduğunu, bunu daraltabilecek her yalıtma girişimi ya da uygulamasının yalnız insanı değil tüm sistemin işleyişini etkileyieceğini savunmaktadır.Bu etkilemeyi olumlu ya da olumsuzolarak nitelemek doğru değildir.

    İnsan (ya da başka canlı ya da cansız ögeler) sisteme ne etki yaparsa yapsın sistem sonunda yeni bir denge oluşturmaktadır. Bu kesindir.Kesin olmayan, yeni oluşan dengelerin mutlaka insana (ya da o etkiyi yapan diğer ögelere) yaşam şansı tanıyıp tanımayacağıdır.

    Bu yaklaşımın somut bir örneği insan hakları ihlalleridir. Bütün Dünyada bir numaralı sorun olan insan hakları ihlallerinin yine bir numaralı kaynak sorunu, bizatihi insanın başka varlıklardan üstün tutulması yani insanın yalıtılmasıdır.

    İnsan, sistemin bütünlüğü, onu oluşturan ögelerin her birinin diğerini etkilediği gerceğini bir yana bırakıp, bu ögelerden birine ayrıcalık tanıdığı anda felakete ilk adım atılmış olmaktadır.

    İnsan, kendinin üstünlüğü kararını alırken kendi dışındaki hiç bir varlığa (hayvan, bitki, taş, toprak) danışmamış, buna gerek dahi duymamıştır.

    Bunun haklı nedeni olarak da o varlıkların kendisiyle iletişim kuramadıklarını ileri sürmüştür.

    Amerikan zencileri de aynı nedenle yüzyıllarca köle olarak yaşamış, hiristiyanlar da aynı nedenle işkenceye uğramış, Bosnalı müslümanlar da aynı nedenlerle katledilmiştir.

    Doğayı kontrol etmeye soyunan insan, bu kararını yalnız kendine onaylatmış ve böylece sonsuz büyüklük ve çeşitlilikteki bir evrenin patronluğuna soyunmuştur.

    Bilinen tarihte acaba hiçbir başka yaratık, böylesine boş, böylesine aptalca bir serüvene girişmiş midir ?

    Coğrafi ve türsel yalıtımın bu gelip geçiciliği v e de yanlışlığı karşısında geleneksel Türkiye tezleri yerine, daha bütüncül bir bakış açısı hem daha alçakgönüllü hem de daha akıllıca olur.

    Bu coğrafyada yaşayan insanlarımız, içinde yeraldığı eko-sistemin ve de büyük sistemin bir parçası olduğunu unutmadan, sistemin geri kalan ögeleriyle çıkar çatışması değil çıkar birliği içinde yaşamını sürdürmeyi amaç edinmelidir.

    İçinde ve dışında bu amaca aykırı girişimler, küçük ya da büyük yalıtılmışlıklar yaratmaya kalkışmalar mutlaka olacaktır.

    İnsan, varlığını sürdürme haricinde tüm fonksiyonlarını aklı ile yerine getirir. Bu, “varlık sürdürme” işlevinin Tanrısal bir değer olduğu anlamına gelir. O halde, varlığnı yok etmeye yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı yalıtım girişimine karşı koymak, onu caydırmak “zorunda” dır. Ama bunu, karşı yalıtım amacıyla yapmamak zorunda olduğunu unutmadan!.

    Varlığını korumak için şiddet kullanmakla, çıkar sağlamak için şiddet kullanmak arasında büyük fark vardır. Ama dışarıdan her ikisi de aynı görünebilir.

    Tüm resme böyle bakılınca Türkiye coğrafyası içinde yaşamakta bulunan insanlara, onların görevlendireceği yöneticilerine, bilim adamlarına ve de sokaktaki insana düşen temel görevlerle, Yunanistan, Suriye ya da Cezayirde yaşayan insanların temel, görevleri tamamen benzerdir.

    Bu temel görevleri doğru anlayıp doğru yapabilmenin bilinen tek yolu da nitelikli bir insan dokusu için durmadan çaba harcamaktır. Tüm diğer insan faaliyetleri bu amaca hizmet edecek şekilde yeniden tariflenmek zorundadır.

    Milli gelir artışı, refah ve mutluluk gibi ara amaçlar daima daha yüksek zeka, bilgi -beceri, ruhsal sağlık ve ahlaka -ki bunlara kısaca nitelik denilmektedir- sahip insan dokusuna yönelik olmalıdır.

    Ancak böyle bir doku, kendini Dünyanın efendisi ilan etme sapıklığından uzak tutabilir ve diğer varlıklara “zarar vermeden”, onlarla “uyum içinde” yaşamı sürdürür.

    6 kasım 1995